Yeni Üyelik
21.
Bölüm

21. "Son Bakış, Son Gülüş, Son Öpüş..."

@nazankaraermis

Deniz Toprak - Diz Dize🎵

 

Sezen Aksu - Beni Unutma🎵

 

Ankaralı Coşkun - Ankara'nın Bağları🎵 (Ne âlâkâ olduğunu bölüm sonlarına doğru anlarsınız hdbxjsbjxbd.)

 

Keyifli Okumalar.🤎

 

Gül'den;

 

Kurşun...

 

Bir kurşun uyanmama yetti.

 

Camı delip geçen kurşun sesiyle irkilerek uyandığımda başımı ani hareket ettirişim canımı yaktı. Başımın arkasında hissettiğim şişlik kafamı zonklatıyor, bana katlanılmaz bir ağrı ve acı yaşatıyordu. Sadece bu da değil, arkadan bağlanmış ellerim, ki hissettiğim acıya bakılırsa plastik kelepçeyle bağlanmıştı, bu ellerime giden kan akışını yavaşlatıyor, ellerim de en az kafam kadar acıyordu. Ellerimi çözemeyeceğimi biliyordum, ip ya da halatla bağlanmış olsaydı denerdim ama plastik kelepçeyi yardım almadan açamazdım. Bulunduğum yere bakılırsa bana yardım edebilecek kimse yoktu.

 

Gözlerimi ışığı zor alan küçük kulübenin içinde gezdirdim. Az önce uyanmam için sıkılan kurşunun sağ tarafımdaki, tuvalet camından bile küçük olan, el kadarcık camı delik deşik ettiğini gördüm. Aynı camdan sol tarafta da vardı ama ahşap duvardan farkı yoktu camın. Aşırı kirli ve toz kaplıydı.

 

Yani gerçekten, insan eline bir bez alıp da zahmet ederek silmez mi şu camı ya?

 

Nerede olduğumu bilmiyorum ama burası benim gelecekteki evim olabilirdi. Burası kime aitse benim gibi temizlik yapmaktan hoşlanmayan, pisliğin içinde yaşayan biriydi belli. Küçük, basık kulübedeki tavandan sarkan örümcek ağları ve yerlerdeki kir, çamur, toz şimdiden hapşırtmıştı beni.

 

Şiddetli bir şekilde hapşırdıktan sonra üstümdeki ağırlığı fark ettim. Başım öne eğik, üzerimden gelen saat sesi ve yanıp sönen kırmızı ışıkla kaşlarımı çattım. Üzerimde o dizilerdekini aratmayan bomba yüklü, karmaşık kablolu bir yelek vardı. Karnımın üzerindeki süreye bakılırsa nefes almam gereken son yirmi sekiz dakikam vardı.

 

En son otoparkta bir arabanın kenarına yaslanmış ağlarken ben ne ara bu hale geldim ya?

 

İnşallah bu, birilerinin bana yaptığı eşek şakasıdır, aksi halde bir ufak tırsacağım.

 

Evren resmen ağlarsan sana daha kötüsünü veririm dercesine beni oradan buraya savurmuştu.

 

"Harika," diye homurdandım gözlerimi devirirken. "Günüm gerçekten bomba gibi geçiyor!"

 

Yaşamak için sadece yirmi sekiz dakikam varken, pardon yirmi yedi, az önce bir dakika daha çöp olmuştu zira, bulunduğum pislik yüklü ortamı umursamadan kafamı arkamdaki duvara yasladım. Gözlerimi tavanda gezdirirken karşımda yanıp sönen başka bir kırmızı ışık daha dikkatimi çekti. Üzerimdeki patlamazsa diye karşıma da mı bomba koydular acaba?

 

Her şeyden patladım yeter artık diye isyan edersem hayatta böyle üzerime bomba döşer, beni gerçekten patlatırdı işte.

 

Ama yok.

 

Bu ayaklı tripoda sabitlenmiş bir kameraydı.

 

Karşıma çıkmaya cesaretleri yok ki, kamera yerleştirip beni izliyorlardı değil mi?

 

Kaşlarımı çatarak kameraya bakarken, "Korkaklar!" dedim nefretle. "Sıkıyorsa karşıma çıkın şerefsizler!"

 

Mantıken baktığımız zaman ben bu haldeyken karşıma çıksalar ne olur çıkmasalar ne olur... Böyle anlarda gerçekten mantık devre dışı kalıyordu.

 

Cevap olarak yeni bir kurşun sıkıldı içeriye, az önceki kırdıkları camdan. Görünürde kimse yoktu. Muhtemelen bir keskin nişancı vardı. Hani olurda bomba patlamazsa yirmi altı dakika sonra, gelip kafama sıkarak beni öldürecekti galiba.

 

Anlayacağınız dostlarım, ben bu sefer sona yakınım.

 

Yirmi altı dakika da kimse gelip de beni kurtaramaz. Hadi geldiler diyelim, üzerimdeki bu tarzıma hiç uymayan bomba yeleği çıkartamazlardı. Dışarıdaki keskin nişancı onların içeriye girmesine izin vermezdi. Verseler bile her şey için geç olurdu. Şimdiden yirmi beş dakikam kalmıştı çünkü.

 

Aslına bakarsak sürem bu kadar azken ve dışarıda da bir keskin nişancı varken kimsenin gelmemesi iyi olurdu. Aksi halde kendimle beraber onları da patlatabilirdim. Bunu istemiyordum. Ölürken yalnız olmak en iyisiydi ama bir mezarım olur muydu bilmiyorum. Zira üstümdeki bomba patladığı an tuzla buz olacağımı biliyordum. Bir parçam bile kalmayacaktı belki.

 

Ama yine de burada yalnız olduğuma seviniyorum. Neticede beni bu bomba yüklü yelekle kalabalık bir ortama da salabilir ve orada patlatabilirlerdi. Kendimle beraber onlarca masum sivilin hayatına da mâl olabilirdim. O yüzden şanslı bile sayılırım çünkü kimsenin günahına girmeden edebimle, adabımla ölüp gideceğim.

 

Ama bu yine de öylece susup oturacağım anlamına gelmiyor. Beni kaçıranlar karşıma geçmeliydi. Ne o öyle keskin nişancı dikip ortadan yok olmak?

 

"Şerefsiz mi demeliydim?" diye sordum kameraya bakarken. Beni izlediklerine adım kadar eminim. Muhtemelen ağlayıp onlara yalvarmamı bekliyorlardı ama prensip meselesi, ölüme bile gitsem kimseye yalvarmam. Onlar bunu bilmiyor.

 

İçeriye, tam ayaklarımın önüne bir kurşun sıkıldı yine dışarıdan. "Tek kurşunu evet olarak sayıyorum?" dedim gülerek.

 

Aynı anda üç kurşun peş peşe ayaklarımın önüne, ahşap zemine saplandı. Böyle konuşarak onun kurşunlarını bitirebilirdim belki. Hoş, kurşunları bitirsem ne olacak, üzerimde bomba yelek varken?

 

Mantık demiştik... Böyle anlarda çevrimdışı oluyor.

 

"Ağlayıp sizin gibi şerefsizlere yalvarmıyorum diye kızıyorsunuz değil mi?" dedim kahkaha atarken. "Yanlış kişiyi kaçırdınız aslanım! Ben Demir komutanın kardeşiyim. İte köpeğe yalvarmam. Edebimle ölüp giderim ama asla yalvarmam."

 

Tam ayağımın ucuna ateş edilince bağlı ayaklarımı sandalyenin altına doğru kaydırdım. İkidir ayağımı ıskalıyordu malûm.

 

"Neyse," dedim kırık camdan gördüğüm çam ağacına bakarken. "Sen dışarıda korkak gibi saklanmaya devam et. Senin gibiler anca bunu yapar zaten. Vasıfsız!"

 

Art arda sıkılan beş kurşun kulübenin farklı noktalarına isabet ederken son kurşun kırık camdan girip diğer sağlam camı da delerek çıkmıştı. Neyse camları kırdırıp içeriye temiz hava aldırmayı başarmıştım en azından. Ölmeme şurada yirmi dört dakika kalmışken bari bu süre boyunca soluduğum hava temiz olsun. Bunu hak ediyorum herhalde.

 

"Neyse, seninle daha fazla muhattap olmayacağım." dedim kameraya bakarak başımı arkamdaki duvara yaslarken. "Prensip meselesi karaktersiz, şerefsiz, kişiliksiz insanlarla muhattap olmuyorum." demiştim ki aklıma gelen şeyle kaşlarımı çattım, duraksadım. "Bekle bir saniye," dedim yeni bir aydınlanma yaşarken. "Bu karşımdaki kameradan beni sadece siz mi izliyorsunuz yoksa halka açık bir yayın mı? Tek kurşunu evet, çift kurşunu hayır olarak kabul ediyorum."

 

İki saniye sonra içeriye tek kurşun sıkıldı.

 

Yani bu halka açık bir yayındı.

 

Onların açtığı bu yayını izleyenler yirmi üç dakika sonra nasıl havaya uçtuğumu göreceklerdi. Annem, babam, ablam, abilerim...

 

Tahir...

 

Beni nasıl patlattıklarını onlara izleterek büyük bir travma yaşatacaklardı. Diğer insanlar bunun bir kurgu olduğunu düşünürken onlar gerçeği bildiğinden bunun etkisinden kurtulamayacaklardı. En ufak bir patlamada akıllarına ben gelecektim, bu yayın gelecekti. Eğer ki yokluğum fark edilmişse, ailem şu an bu yayını izliyor olabilir!

 

Allah kahretsin!

 

Ne yapacağım şimdi?

 

Ne yapmalıyım?

 

Kamera yakınımda olsa onu devirmek için çabalardım ama üç adım uzağımda duruyordu. Ayaklarım bağlıydı ve ellerimi hissetmiyordum. Oraya nasıl gideyim? Ben gidene kadar üzerimdeki yeleğin süresi dolar, bomba patlardı ki zaten.

 

Allah kahretsin ki yapacağım hiçbir şey yoktu!

 

"Pişt baksana!" diye bağırdım dışarıdakine ama kameradan zaten beni izliyordu. "Şu kameraya sık bakalım iyi bir keskin nişancı mısın görelim?"

 

Sıktığı kurşun yine ayaklarımın önüneydi. Bunun da ayak fetişi mi var anlamadım gitti!

 

"Senden bir bok olmaz!" dedim sinirle. "Kamerayı vurmamıyorsun daha bir de seni keskin nişancı yapmışlar! O patronun da kusmuk kafalı! Kuş kadar aklı olsa seni-..."

 

İçeriye sıkılan üç kurşunla durdum ama susmadım.

 

"Susayım diye miydi bu kurşunlar?" diye sorduğumda tek kurşunu evet olarak kabul ettiğim için tek kurşun sıktı.

 

İnatla kaşlarımı çattım. "Şimdi daha fazla konuşayım da gör ebenin a-..." demiştim ki şu an herkesin beni izlediğini öğrenince küfrümü yuttum mecbur. Ağzımın içinden homurdandım ters ters kameraya bakarken.

 

Başımı duvara yaslayıp gözlerimi tavandan sarkan örümcek ağlarında gezdirirken ofladım. Bugün için ne planlarım vardı ama benim ya. Tahir'in doğum gününü kutlayacak, kendimi affettirecektim daha. Öğle arasında hediyesini alacak, iş çıkışında beraber limana gidip kayıkla denize açılacaktık! Denizin ortasında bu zamana kadar yazdığım doğum günü mektuplarını hediyesiyle birlikte ona verecek, pasta kesip yiyecektik. Eğer ki bir şans verirse yeniden başlayacaktık her şeye.

 

Bazen hayata yeniden başlayacağını zannedersin, oysaki yaşadığın hayatın sonuna gelmişsindir...

 

Biliyor muydu acaba kaçırıldığımı?

 

Yokluğumu fark etmiş miydi acaba?

 

Sabah bana öyle kızmıştı ki dosyasını beni aldı zannedip. Peşimden de gelmemişti zaten. Tıpkı sabah kahvaltıda bana bağıran Demir abimin de peşimden gelmemesi gibi. Çünkü haklıydılar. Eminim Tahir şirketten çıkıp gittiğimi düşünüp üzerinde fazla durmamıştır. Demir abim de yayını görene kadar, ki gördüyse tabii beni şirkette sanıyordur.

 

Gelmelerini istiyor muyum diye sorarsanız eğer...

 

Hayır, istemiyorum. Şurada yirmi iki dakikam kalmışken beni kurtaramazlardı ama beni burada da bırakmazlardı. Benimle beraber patlamayı göze alırlardı, biliyorum. O yüzden şu saate kadar gelmedilerse bu saatten sonra da gelmesinler.

 

Ama yayını da izlemesinler ne olur...

 

Muhakkak yayını görmüşler ve şu an beni izliyorlardır.

 

Onlar beni son kez görüyorlar şimdi ama ben onları göremiyorum. Madem onlar beni izliyor, o yüzden dimdik durduğumu, asla ama asla ağlamadığımı görsünler.

 

Ben Gül'düm.

 

Güldüğünden daha çok güldürendim.

 

Son nefesimde onları, beni izleyenleri güldüren, neşelendiren biri olacağım.

 

Kendi kendime homurdandım. Bazen kendimi sirk maymunu gibi hissediyorum.

 

Toparlanıp alayla dışarıdaki köpeğe seslendim. "Benden çocukluğumu alan kanser beni korkutamamış, yıldırmamış, senin bu bomba yeleğin beni korkutabilir mi sence?" dediğimde şaşılası bir şekilde kurşunla karşılık vermedi. İnşallah bitmiştir o lanet giresi kurşunları. "Bu bombayı sen mi yaptın?" diye sorduğumda önüme sıkılan bir kurşunla kurşununun bitmediğini görmüş oldum. Aman ne güzel! Gözlerimi devirdim. "Daha kamerayı bile vuramayan bir zırtapozun yaptığı bomba da eminimki fiyasko çıkar. Bak," Başımı eğip karnımın üzerindeki saate baktım. "Yirmi dakika sonra bu bomba patlamayınca görürsün!"

 

Karşılık vermedi.

 

İnşallah patlamaz.

 

"Off!" dedim derinden. "Böyle de çok sıkıcı ama ya! Yirmi dakika kukumav kuşu gibi oturup bekleyecek miyim? Bari bir su falan verin!"

 

İki kurşun.

 

Tam ayaklarımın önüne.

 

Ağzımın içinde cık cıkladım. "Ne kadar ayıp! Hiç misafirperver değilsiniz! Ananız sizi böyle mi yetiştirdi?"

 

Cevap yok.

 

"Neyse," dedim ölürken bile klasımı aşağı düşürmezken. "Zaten bende sizin verdiğiniz suyu içmezdim."

 

Bu arada, artık ellerimi hissetmiyorum. Kan akışı sağlanmıyordu. Ellerimin mosmor olduğuna yemin edebilirim ama bakmadan kanıtlayamam. Başımın ağrısı, zonklaması, ellerime kan gitmediği için kollarımın uyuşmaya başlaması canımı fena halde yakıyordu. Yine de tüm bunlara rağmen mimik oynatmamaya, dimdik durmaya çalışıyordum.

 

Gerçekten şuradan kurtulursam İyi Dayandın! madalyası vermeliler bana.

 

Bir anda dışarıdan gelen kurşun sesleriyle kaşlarımı çattım. Çatışma çıkmış gibi dışarıda silahlar patlarken neler olduğunu anlayamadım dışarısını görmediğim için. Ta ki Demir abimin, "Defne!" Tahir'in ise, "Gül!" diyen bağırtısını duyana kadar.

 

Hadi ama ya!

 

Patlamama son on sekiz dakika kalmışken mi geldiler?

 

Bu kadar kısa sürede beni nasıl buldu bunlar?

 

"Geldik abim!" diye bağırdı Demir abim. "Geldik kurtaracağız seni. Biraz daha dayan tamam mı? Geçecek. Seni buradan alıp eve götüreceğim Defne. Göğsümde uyutacağım seni güzelim."

 

Gözlerim doldu çünkü on sekiz dakika sonra kardeşinden geriye tek bir parça dahi kalmayacaktı.

 

Yüzünü görmüyordum ama sesi yanıbaşımdaymış gibi güven veriyordu. Patlamama on yedi dakika kalmışken üstelik.

 

"Abi keskin nişancı var, dikkat edin!" diye bağırırken içimden dua etmeye başladım onlar için.

 

Onlara bir şey olmasın Allah'ım.

 

"Halledeceğim Defne'm, hepsini halledeceğim." diye o da bana bağırdı güven veren sesiyle. "Biraz daha dayan, seni alacağım buradan."

 

Bunun olmayacağını biliyorum çünkü çok az bir sürem kalmıştı.

 

"Beni nasıl buldunuz?" diye sorduğumda Sinan abimi gördüm sol taraftaki camda.

 

"Halamın sana aldığı spor ayakkabıları giymişsin," dediğinde avel avel suratına baktım. Ne âlâkâ şimdi bu ayağımdaki beyaz spor ayakkabılar? "Halam ayakkabılara çip yerleştirmiş, oradan bulduk yerini." dediğinde başımı eğip şaşkınca ayağımdaki spor ayakkabılara baktım. Acaba bana aldığı diğer kıyafetlerde de çip var mıydı diye düşünürken dışarıdan gelen sesle dikkatimi oraya yönelttim.

 

"Komutanım kapıya bomba döşemişler!" diyen ses tanıdık geliyordu. Biraz düşününce bunun ablamın nişanında bana önce iltifat edip sonra abimden yediği azarla hakaret eden çocuk olduğunu anladım.

 

Ayrıca, kapıya da mı bomba döşemiş bunlar?

 

Yok arkadaş! Bunlar bugün beni patlatmaya yemin etmişler.

 

"Okan!" diye bağıran Sinan abimin sesini duydum. "Şu bombayı imha etmen için sadece iki dakikan var!"

 

Okan mı?

 

O ne âlâkâ ya?

 

Bu geri zekalı şimdi yanlış kabloyu kesip hepimizi patlatırdı.

 

"E ben son duamı ediyorum o zaman," diye homurdandım içeriden. "Bizim özgürlük Okan abiye kaldıysa yandık... Bu hepimizi VIP köşeden cehenneme yollayacak belli."

 

Sağ çaprazdaki ahşap kapının dışından, "Şakacı şey seni." diye homurdandı. "Burada kıça kurşun yeme korkumu bırakıp seni kurtarmaya çalışıyorum, az kıymet bil!"

 

Kahkaha attım. Evet, şu durumdayken bir de. Sinirlerim bozulmuştu hepten.

 

"Okan'ı koruyun, boşa sıkmak yok!" diye bağırdı Demir abim. "Okan!"

 

"Emredin komutanım." dedi Okan abi ciddiyetle.

 

"On dakika!" diye bağırdı Demir abim. "On dakikan var. Hem kapıdaki hem Defne'nin üzerindeki bombayı imha etmen için sadece on dakikan var! Acele et!"

 

"Emredersiniz komutanım yalnız bir maruzatım olacak."

 

"Nedir?"

 

"Biliyorum şu ambiyansa hiç uygun değil ama Ankara'nın Bağları'nı açıp dinlersem daha rahat bir şekilde bombayı imha edebilirim. Yani eğitim alırken hep memleketimin şarkısını dinler ve rahat bir şekilde çalışırdım ama şu an gerginim. Hepimizin selameti için bu gerekli bir durum." dediğinde isteğine karşılık ağzım açık kaldı.

 

Üzerimde beni salise salise ölüme yaklaştıran bir bomba varken o şarkı dinlemek mi istiyordu?

 

Gerçekten Ankara'nın Bağları'nı dinleyerek havaya uçan ilk kişi olarak tarihe geçmeme şu kadarcık kalmıştı!

 

Demir abimin ettiği küfürleri duyduğumda, "Tamam." dedi. "Nasıl rahat hissedeceksen öyle yap ama acele et!"

 

Ve peşi sıra Ankara'nın Bağları, büklüm büklüm yolları çalmaya başladı.

 

Gerçekten mi ya?

 

Allah'ım gerçekten bu anı yaşıyor muyum ya?

 

"Gerçekten daha profesyonel, tecrübeli bir bomba imhacı getiremediniz mi?" diye bağırdım dışarıya. Yazıklar olsun gerçekten!

 

"Sekiz yıldır hobi olarak bomba imha işiyle uğraşıyorum." diye karşılık verdi Okan abi dışarıdan. Sekiz yıl yine de benim için yeterli değil.

 

Gözlerimi devirdim. "İnsan hobi olarak resim yapar, müzik yapar, ne bileyim? At biner. Ama sen bomba imha işiyle mi uğraşıyorsun?" diye sorduğumda onayladı. "Peki nereden esti de bomba imhayla ilgili eğitim almaya karar verdin?"

 

Açtığı yüksek sesli şarkıya rağmen o kendine has çapkın gülüşünü ve ses tonunu duydum. "Dışarıda imha etmem gereken bir sürü bomba vardı, bende bomba imhacı olmaya karar verdim." dediğinde gözlerimi baygınca devirdim.

 

Yemin ederim her gün başka bir kızla takılıp gününü gün etmekten hiç mi hiç vazgeçmiyordu. Doksan yaşına bile gelse çapkınlık yapmaya devam edecek gibi duruyordu. Aynı anda beş kızı idare edişine şahit olduğum zamanki şaşkınlığımı hâlâ unutamıyorum.

 

Okan abi genel olarak tüm erkeklerin özeti gibiydi resmen!

 

Neyseki onunla takılan kızlar da onun kafasından olduğu için üzülmüyordum. Zaten aklıselim bir kız Okan abiye sümüğünü bile atmazdı. Yakışıklı olabilir ama çapkınlığı diz boyunu aşıyordu.

 

"Seninle takılan kızların beynine tüküreyim!" dediğimde kapıdaki bombayı imha etmekle uğraştığından gergince, "Biraz daha konuşursan yanlış kabloyu kesip seni havaya uçururum." dedi.

 

Tam ona şık bir cevap verecektim ki, "Gül!" diyen tanıdık sesle susup başımı sağ tarafa çevirdim. Tahir küçük, kırık camdan bana bakıyordu. Saçı başı dağılmış, alnında boncuk boncuk ter vardı. Beni bulmuş olmanın sevinciyle yüzüme bakarken gözleri biraz daha aşağıya indiğinde üzerimdeki yeleği görmek sevincinin yerini telaşa, korkuya bıraktı. Yine de bunu bana yansıtmamaya çalıştı ama anladım ben. "Kurtaracağız seni tamam mı? Birlikte çıkacağız buradan. Sağ salim eve gideceğiz. Doğum günüm," dedi yutkunurken. Sol gözünden düşen bir damlayı gördüğümde içim acıdı, genzim yandı, burnumun direği sızladı. "Birlikte doğum günümü kutlayacağız."

 

Ne çok heves etmiştim bunun için... Bugün ikimiz için çok özel olsun istemiştim ama nasip değilmiş.

 

"Pasta." dedim zar zor. Gözlerimin içi nemlendi. "Sana pasta almıştım. Güvenlik kameralarının bulunduğu odada kaldı."

 

"Biliyorum, Cevdet getirdi bana." dedi. Boğazı düğümleniyormuş gibi sık sık yutkunuyordu. "Üzerine not yazmışsın. Oradan anlamış benim olduğunu."

 

"Ara, dolaba koysunlar." dedim. Eminim şimdiye kadar erimiştir ama yine de onu yemesini istiyorum. İlk kez heves etmiştim. İlk kez kendi paramla ona bir şey almıştım. Ziyan olmadan bir lokma bile olsa onu yesin istiyorum. "Onu ye tamam mı? Yemin ederim içinde çamaşır suyu falan yok. İnanmıyorsan Sinan abime sor. Onunla beraber aldık pastaneden. Yanımdaydı. Onu ye tamam mı? Muhakkak ye o pastayı. Biliyorum bana kırgınsın ama beni biraz bile sevdiysen, bir lokma bile olsa ye o pastadan." dediğimde gözyaşlarını tutamadı.

 

Elinin tersiyle hızlıca gözlerini silerken elindeki silahı fark ettim. Tehlikede olduğumu haber alır almaz bana olan kırgınlığını umursamadan silahını kapıp gelmişti beni kurtarmaya ama geçti. İkimizde biliyorduk ki bu bir vedaydı.

 

"Tahir," dediğimde bana baktı. Gözyaşlarıyla birlikte gülümsedi. Aynı şekilde karşılık verdim. "Doğum günün kutlu olsun." dediğimde ikimiz için yolun sonu olduğunu, bir daha doğum gününü kutlarken yanında olmayacağımı anlamıştı.

 

Tahin ile Pekmez'in hikayesi buraya kadardı.

 

Başını iki yana sallarken gözyaşlarını saklamak için hiçbir şey yapmadı. Ağlıyordu çünkü biz nefes alırken, hâlâ yaşıyorken birbirinin kıymetini bilmeyen iki aşıktık. Sudan sebeplerle birbirimizi kırıp geçerken nasılsa yarın var, o zaman telafi ederiz demiştik ama şu dakikadan itibaren bana bir yarın yoktu.

 

"Hadi," dedim boğazımdaki yumruyu göz ardı edip ona neşeli bir şekilde gülümsemeye çalışırken. "Bugün senin doğum günün, bir dilek tut."

 

Bir saniye bile düşünmedi çünkü onun şu anki en büyük dileği, onun da dediği gibi benim buradan sağ salim çıkmamdı. "Seni buradan burnun bile kanamadan çıkarmayı diliyorum." dedi. Öyle ki bir söyledi ki bunu, gerçek olamayacağını bile bile üstelik... İçim acıdı.

 

"Bu sayılmaz," derken sol gözümden süzülen bir damla yaş çeneme doğru aktı. "Başka bir dilek dile. Gerçekleşmesi mümkün olan bir dilek..."

 

"Seni," dedi hızla. "Seni diliyorum."

 

Patlamama şurada on beş dakikadan az bir zaman kalmışken o benden vazgeçmiyordu.

 

Sahteden gözlerimi devirdim. "Sen de ne karı düşkünü herif çıktın!" dedim ters ters ona bakarken. Niyetim kafasını dağıtıp onu biraz olsun, şu durumdayken bile güldürebilmekti. "Aptal mısın Tahir ya? Zengin olmayı falan dilesene!"

 

Başını şiddetle iki yana sallarken boğazından kopan hıçkırık beni ağlatmaya yetti. "Param var da ne oldu?" derken ağlıyordu. Kulübenin ahşap duvarına yumruğunu geçirdiğinde gözlerim doldu. "Şu siktiğimin kapısını açıp seni oradan kurtarmama yardımcı olmuyorsa ne yapayım parayı pulu?"

 

"Mutluluğu dile o zaman?" dedim çenemin titremesine engel olmaya çalışırken.

 

"Sen yoksan mutluluğu neyleyim?"

 

"Huzur iste?"

 

"Benim huzurum sensin."

 

Ne yaparsam yapayım, ne söylersem söyleyeyim benden vazgeçmeyecekti. Gerekirse burada benimle ölecek ama gitmeyecekti, biliyorum. Bunun bir veda olduğunu ikimizde biliyorduk ama o kabullenmek istemiyordu. Üzgünüm ama bunu kabullenmesi gerek.

 

Buradan kurtuluş yok.

 

Okan abinin açtığı Ankara'nın Bağları ikinci kez sonlandığında ben girdim araya. Tahir'in gözlerinin içine bakarak söylediğim şarkıyla ona veda ettim.

 

"Evumuzun önünden

Dere akar denize

Yaşlansayduk sevduğum

Senun ile diz dize," dediğimde yapma der gibi gözlerini yumdu acıyla.

 

"Kara yemiş dalinun

Açti beyaz çiçeği

Bu sevdadan fayda yok

Geçirmuşuz zamani,"

 

Dışarıdaki çatışmanın sesleri kulaklarımızı delip geçerken biz onları umursamadan birbirimize odaklanmış bir haldeydik. Öyle ki Okan abi bile şarkısını üçüncü kez açmamış, bizim birbirimize veda etmemize izin vermişti.

 

"Yüce dağ değil idum

Duman sardi başumi

Sevduğum beni anlar

Ah, benda sevduğumi

Kayık gelir uzaktan

Dalgalara karişmiş

Daha kavuşamadan

Mevlâm ayruluk yazmiş,"

 

Bu da bizim kaderimizdi işte. Tam kavuştuk derken bu defa sonsuz bir ayrılığın pençesine düşmüştük.

 

"Çalma kemençem dertli

Zaten yüreğum yara

Boyle ayruluk olmaz

Hep mi bu bahtum kara?"

 

Başını eğip ağlarken yüzüme bakamadı. Onun ağladığını gördükçe onu gerçekten teselli edecek cümleler söyleyemediğim, ona umut veremediğim için içim ezilirken ben de onunla beraber ağladım.

 

Ömrümde belki de ilk kez bir şarkıyı ağlaya ağlaya söyledim.

 

"Civranun yalisina

Vardır küçük bir liman

Gelmeyelum göz göze," derken başımı çevirdim, bakamadım yüzüne.

"Ağlarum dayanamam,"

 

Bir hıçkırık koptu boğazımdan, tutamadım, durduramadım.

 

"Yüce dağ değil idum

Duman sardi başumi

Sevduğum beni anlar

Ah, benda sevduğumi

Kayık gelir uzaktan

Dalgalara karişmiş

Daha kavuşamadan

Mevlâm ayruluk yazmiş

Daha kavuşamadan

Mevlâm ayruluk yazmiş."

 

Dışarıdan gelen, "Ha bu gaybananın sesu güzelmuş ya." diyen dayı beyin sesini duyduğumda gülümsedim. Kedi köpek gibi sürekli didişsek de tehlikede olduğumu bildiği an gelmişti demek.

 

"Halasına çekmiş çünkü." diyen halamın sesini duydum. O da yalnız bırakmamış, gelmişti benim için.

 

"Senin sesin güzel değil ki hala." diyen Sinan abim her zamanki gibi ona takılsa da sesi gergin geliyordu. Kapıdaki bombayı imha edemedikleri için hepsi gergindi ama bana yansıtmamaya çalışıyorlardı.

 

"Hayır!" dedi Tahir. Ona baktım. "Hayır! Bu bir veda değil. Bu veda olmayacak! Yıllar sonra yeniden bulmuşken seni kaybedemem. İzin vermem."

 

Ona sadece baktım. Aşkla, hayranlıkla, hasretle, en çok hasretle hatta ama kırgınlıkta vardı. Hakkım var mıydı ona kırılmaya bilmiyorum ama kırgın hissediyordum ve bunu ona sadece bir tek cümleyle gösterdim. "Aylarını verdiğin anlaşmayı sağlayabildin mi Tahir?" diye sorduğumda tokat yemiş gibi kalakaldı. Gözlerine yerleşen pişmanlığın şu an bize hiç faydası yoktu. Gülümsedim, ne kadar olduysa işte. "Emeklerinin karşılığını aldın mı?"

 

Bana öyle bir baktı ki elinden gelse, mümkünü olsa zamanı geriye alır, beni işinden öne koyardı ama dediğim gibi geçti, artık çok geçti...

 

"Özür dilerim," dedi. Kulübenin ahşap duvarına bir yumruk daha savururken ağladı. "Çok özür dilerim Gül..."

 

Gülümsememi bozmadım. "Sorumun cevabı bu değil." dedim. "Evet veya hayır diyeceksin."

 

Başı öne eğildi. "Evet," dedi kısık bir sesle. "İşi aldım."

 

Daha geniş gülümsedim. "Sevindim senin adına." dediğimde bir şey diyemedi. Şu an sorsalar ona aylarını verdiğin iş mi yoksa Gül mü diye? Eminimki beni seçerdi. Öyle bir hisle bakıyordu gözlerime çünkü.

 

Kendi kırgınlığımı ona yansıttım ve o kendince özrünü diledi.

 

Sıra onun kırgınlığında ve benim özrümü dilememde.

 

Gözlerinin içine bakarken Sezen Aksu'nun Beni Unutma şarkısının sadece bir kısmını söyledim ona. Ona olan hislerimi anlatan o kısmını...

 

"Bilir misin? Seni gerçekten sevdim

Sevdiğim daha birçok şeyin arasında

Bir tek seni seçtim hatıralar arasında

Sebep diye bir küçük mutluluk

Beni unutma, unutma, beni unutma

Bilirsin, unutulmak dokunur ya her insana

Sen de kendi payından bir hatıra seç

Ve o ben olayım, unutma, beni unutma."

 

Ben söyledim o ağladı. Bende dayanamadım, ağladım. Ta ki üzerimdeki bombanın saatini görene kadar.

 

Sekiz dakika...

 

Herkesle vedalaşmam için sadece sekiz dakikam vardı. Okan abi daha kapıdaki bombayı imha edememişti. Onu imha etse bile üzerimdeki bombayı imha etmesi zaman alırdı. Hızlıca toparlandım. Şimdi ağlama zamanı değildi. Ben ölünce arkamdan bol bol ağlarlardı. Şimdi beni dinlemeliler.

 

"Sekiz dakikam kaldı. Buradan kurtulamayacağım. O yüzden beni dinle." dedim ona bakarken. "On dokuz yıldır her 17 Eylül'de sana doğum günü mektubu yazdım. Bugün sana onları verecektim ama nasip olmadı. Evde, odamdaki kilitli çekmecede. Ablama söyle, o verir sana mektupları." dediğimde şiddetle itiraz etti.

 

"Almam!" dedi yemin eder gibi. "Kendin vereceksin o mektupları bana. Kendin okuyacaksın. Yoksa Allah şahit almam onları."

 

İtirazlarına ayıracak vaktim yoktu. O yüzden duymazdan geldim. "Sana aldığım pastayı ye muhakkak. Sonra..." Ona ne diyeceğimi düşündüm hızlıca ama aklıma gelmiyordu hiçbir şey. "Ha, çekmecede Kurbağa Prens masalı var. Sen okuyacaktın bana hastanedeyken. Sonra bir anda gittin ve bir daha gelmedin. Okuyamamıştın. O masalı da al kanser çocukların yanına gidip onlara oku olur mu? Onlar seviyorlar masalları. İlgiyle dinliyorlar."

 

"Gitmem!" diye itiraz etti yine. "Ya seninle, ya seninle be kızım anlasana! İçinde senin olmadığın hiçbir şeyi istemiyorum."

 

İtirazını yine duymazdan geldim. "Bunları unutma." dediğimde bana kızarak Okan abiye patladı.

 

"Bir saattir imha edemedin bir bombayı!" diye ona patlarken ahşap duvara yumruğunu geçirdi sinirle. "Hızlı ol. Onu kaybedemem, yalvarırım hızlı ol." diyen sesi çaresizlik yüklüydü.

 

Altı dakika...

 

Sadece altı dakikam kalmıştı.

 

Tahir'in kulağını kıl payı sıyırıp içeriye giren kurşunla ağır bir küfür sallayıp arkasını dönerek ateş etmeye başladığında onun boşluğunu Demir abim doldurdu. Keskin nişancı camı hedef aldığı için onun askerlerinden biri, "Demir komutanı koruyun!" diye bağırdı. Biz Tahir'le konuşurken onu Demir abim korumuştu, şimdi de Tahir ve Demir abimin askerleri onu koruyordu.

 

Demir abim elini kırık camdan sokup karşımda beni görüntüleyen kameraya üst üste ateş ederek onu devirdiğinde rahatladım. Tahir bana odaklandığı için onu devirmek aklına bile gelmemişti ama Demir abim daha fazla beni izlemelerine izin vermedi.

 

"Defne'm," dedi sesiyle şu durumdayken bile güven verirken. "Seninle gurur duyuyorum güzelim. Beni utandırmadın. Bende seni utandırmayacağım. Kurtaracağım seni, biraz daha dayan canımın içi."

 

Beni kaçıran, üzerime bomba döşeyen heriflere ağlayıp yalvarmadığım için Demir abim vatanına bağlı, bayrağına aşık bir asker olarak benimle gurur duyuyordu. Bunu o söylemese bile bilirdim ki. Benden aksini bekleyemezdi zaten. Beklememeliydi de. Beni yıllarca kendi gibi yetiştirip eğitmişti. Bir askerden farkım yoktu. Bu yüzden ben onu bu durumda, öleceğimi bile bile utandırmamış, bir asker gibi davranmıştım. O da beni utandırmamak için beni kurtaracağının sözünü verip duruyordu ama altı dakika kalmışken verilen sözlerin hiçbir önemi yoktu.

 

"Abi," derken gözlerim doldu ama dik durdum. Ağlamadım. Direndim. Çok direndim. "Bu sefer kurtuluş yok." dediğimde dişlerini sıktı. Gözlerinin içi nemlendi. Sanki şu ana kadar birçok fırsatı varken yapamadığı, söyleyemediği her şey için derin bir pişmanlık duyuyordu. "Sana söylemem gereken şeyler var. Beni dinle."

 

Ona da veda edeceğimi anladığında başını iki yana salladı. "Yapma," dedi. Sesi ilk kez güçsüz, yenik çıkmıştı. "Bana bunu yapma Defne." O da Tahir gibi bunun acısını Okan abiden çıkardı. "On dakika dedim Okan!" diye bağırdı. "İki bombayı imha etmen için on dakika dedim ama sen on dakikadır bir kapıdaki siktiğimin bombasını imha edemedin! Acele et!"

 

Sözlerini, sesindeki ona hiç yakışmayan çaresizliği duymazdan geldim. "Biliyorum bana kızacaksın ama bunları bilmen gerekiyor." dediğimde bana bakmadı. Başı sola çevrilmiş Okan abiye bakarken beni dinlediğini biliyorum. "Odamdaki kilitli çekmecede sen göreve gittiğin zamanlarda geldiğinde sana anlatmayı unutursam diye o gün yaşadıklarımı yazdığım bir defter var. Onu sana vermeyi hiç düşünmüyordum, sadece yazıyordum öylesine ama artık bilmen gerekiyor. Onu al. Sen yokken sana yazdıklarımı oku olur mu?"

 

Elinin tersiyle hızlıca gözlerini sildiğini fark ettiğimde sesini güçlü çıkarmak için benim gibi çabaladı. "Almayacağım." dedi. "Ben yine gideceğim göreve, sen yine yazacaksın. O defteri bana kendi ellerinle vermediğin sürece almam Defne!"

 

Alacaktı, almalıydı. Benden geriye bir tek ona yazdıklarım, beraber çekildiğimiz birkaç resim ve birlikte geçirdiğimiz anılar vardı sadece. Benden sonra onlara tutunmalıydı.

 

"İki sene önce doğum günüme geleceğini söyleyip de gelmediğin için sana kızıp numaranı ablamın rujuyla otobüs durağına yazıp saçma sapan insanların seni aramasına ben sebep oldum." dediğimde bana öyle bir baktı ki bıraksalar beni hemen kendi elleriyle gebertirdi. Zaten ben de buradan kurtulamayacağıma dayanarak anlatıyordum bunu. Aksi halde o asla bilmeyecekti bunu. Bu durum yüzünden numarasını değiştirmek zorunda kalmıştı.

 

Bakışlarını görmezden gelip devam ettim anlatmaya. "Evde tişörtünle camları sildiğimde onun senin tişörtün olduğunu bilmiyordum. Ama bilseydim yine camları onunla silerdim orası ayrı." dedim gülerek.

 

Gözlerini kıstı. "Sana bunların hesabını sormayacağım mı sanıyorsun?" dediğinde ikimizde şu saatten sonra bunun olmayacağını biliyorduk.

 

Burukça gülümsedim. "Biliyorum seni çok kızdırdım belki de kırdım zaman zaman. Seninde dediğin gibi çocukluk yaptım, şımardım hep. Zamanı geriye alabilsem istediğin gibi bir kardeş olurdum sana ama artık çok geç abi. Senin yerin bende çok ayrı, bunu biliyorsun biliyorum ama son kez benden duy isterim. Üzerimde herkesten fazla emeğin var, hakkın var. Hakkını helal et abi, olur mu? Benden yana bir hak varsa şayet helal-..."

 

"Kapa çeneni!" diye öyle bir bağırdı ki boğazımdan kopan hıçkırığa engel olamadım. Kulübeye geçirdiği yumrukla kulübenin duvarı sallandı. Ben ağladım o ağladı. "Yapma," dedi. Sesi bir askere yakışmayacak şekilde çaresizdi, güçsüzdü. "Böyle konuşma Defne. Yalvarırım bana bunu yapma."

 

Sanki tüm suç benimmiş gibi ona özür dileyen bakışlar attım. "Özür dilerim." dedim az sonra ona ve buradaki herkese yaşatacağım travma için. Karşısında bunun pişmanlığıyla, çaresizliğiyle ağladım. "Çok özür dilerim abi."

 

"İzin vermem," dedi. "Seni bu cehennemden alamıyorsam eğer seninle bu cehennemde kalırım. Seni buradan alıp eve gidemiyorsam sensiz de o eve gitmem Defne! Sana demiştim. Ölürsen üzülmem, bende seninle ölürüm demiştim."

 

Evet, demişti. Ona ölürsem üzülür müsün diye sormuştum. Belki bir kez olsun beni seni sevdiğini ben ayıkken söyler diye beklemiştim ama o, ölürsen üzülmem demişti. Ölürsen seninle ölürüm...

 

"Annemler çok üzülür." dedim ağlarken, ona yalvarırken. "İki evlat acısından perişan olurlar abi, lütfen. Beni biraz sevdiysen herkesi toplayıp git buradan. Yalvarırım gidin. Buradan çıkış yok."

 

"Artık var." diyen Okan abi kapıyı açtığında içeriye dolan yoğun ışıkla birlikte bana doğru geldi. Dışarıdaki çatışma daha şiddetli bir hâl alırken o sırıtarak yanıma geldi. Dört dakika kala gelmişti. "Patlama patlama geldim." dediğinde şu durumdayken bile esprisine göz devirdim. Gerçekten tam yeriydi ya şu an!

 

Önümde diz çöküp üzerimdeki bombanın kablolarıyla uğraşmaya başladığında dört dakikamın kaldığını görmek onu gözle görülür bir biçimde gerdi. Rahatlamak için bana sataştığında ona karşılık verdim.

 

"Bakıyorum da bugün bomba gibi olmuşsun." dediğinde gözlerimi yine devirdim.

 

"Sence de gibi kelimesi biraz fazla değil mi?" diye homurdandım. "Yar ben bombanın ta kendisiyim!" dediğimde pislik herif güldü.

 

Alet çantasını kurcalayıp bir şeyler alırken gözleriyle üzerimdeki yeleği işaret etti. "Yelek de bomba gibi he!" dediğinde bugün ne kadar bombayla ilgili espri varsa hepsini bana savuracak gibiydi. Ee beni her zaman böyle göremezdi. Hakkıydı. Dudaklarını büzüp gerçekten stil yarışmasındaymışım gibi süzdü beni. "Ama rengi seni pek patlatmamış." Baş parmağını aşağıya doğru çevirdi. "Bizımla deyilsın beybi."

 

"Yavrum güzele her şeye yakışır," derken gözlerimle üzerimdeki beni salise salise ölüme götüren yeleği işaret ettim. "Bu bomba yelek bile." dedim. "Ama pek benim tarzım değil. O yüzden oyalanma da bir an önce çıkar şunu üstümden!"

 

Çapkın herif cümlemi farklı yere çekip alenen güldüğünde, "Seni soymamı mı istiyorsun yani?" dedi. Dua etsin ki dışarıdaki çatışma hiç durmadığı için ne Tahir ne de Demir abim onu duymamıştı. Yoksa bir kurşunda ona sıkarlardı. Tabii üzerimdeki bombayı imha ettikten sonra.

 

"Sinan abi!" diye bağırdığımda abimden yiyeceği küfürleri anımsamış olmalı ki bana ters ters bakarak işine döndü. Zaten o da dışarıdaki gürültüden beni duymamıştı.

 

Patlamama üç dakika kaldığında, "Çok gerginim," dedi bunu sesine de yansıtarak. "Ankara'nın Bağları'nı söyle de gerginliğim dağılsın. Yoksa yanlış kabloyu kesip seni havaya uçururum!"

 

Beni tehdit ettiği şeye bak!

 

Tek kaşımı kaldırdığımda, "Yanlış kabloyu kesersen havaya uçan sadece ben olmam." dedim. Dışarıda abimler, Tahir, dayı bey ve halam varken şu an bunun patlaması en son istediğim şeydi. "Üzerimdeki bombayı imha edebiliyorsan et, edemiyorsan da herkesi toplayıp uzaklaşın buradan."

 

Bana deliymişim gibi baktı. "Seni burada bu halde bırakırsam Demir'le Sinan'ı sikseler gitmez buradan." dedi. Haklıydı. "O yüzden başka şans yok." dedikten sonra alayla güldü. "Sırf Demir'e yaptıkların için ondan yiyeceğin azarları görmem gerek. Bu yüzden sakın öleyim deme." dediğinde ağzımın içinde homurdandım. Pislik herif işkence çektiğimi görmek için yaşıyor resmen!

 

Gözleriyle tuttuğu iki farklı renkteki kabloyu işaret etti. "Şimdi seç bakalım hangisi boşta?"

 

Bir sarı renkli kabloya baktım bir de mavi. Aşırı gergindim çünkü hangisini dersem onu kesecekti manyak herif!

 

"Mavi." dedim. Filmlerde genelde mavi kabloyu kesiyorlardı sanki? Yoksa kırmızı mıydı? Ama bana sarıyı gösterdi. Off! Neden kaydırma yapmış gibi hissediyorum?

 

Gözlerimin içine baka baka bir saniye bile düşünmeden çat diye sarı renkli kabloyu kestiğinde nefesimi tuttum. "Ula madem dediğimi kesmeyecektin, ne diye bana sordun?" diye ona kızdığımda sırıttı.

 

"Heyecan olsun." dedi sanki şu an yeterince heyecan, gerilim, aksiyon yokmuş gibi.

 

Kaşları hızla çatılırken yüzü ciddiyetle kasıldı ve önüne döndü. "Piçler sağlam bomba yapmışlar," derken gergin sesi beni iyice germişti.

 

İki dakikamın kaldığını görmek beni iyice paniklettiğinde başım dönmeye başladı.

 

Gerginliğimi fark etmiş gibi gülerek göz kırptı bana. "Ama merak etme, şu zamana kadar elimden hiçbir bomba kaçmadı." dediğinde içimden dua ettim. İnşallah başarırdı. Çok ümit vermiyordu ama dua ve umut etmekten başka da şansım yoktu şu an.

 

"Oha!" diyen Demir abimin askerlerinden Serkan'ın sesini duydum dışarıdan. Bir şey oldu endişesiyle yerimde kıvrandığımda o, "Bunu nasıl yaptınız?" diyordu. "İki herifi aynı anda nasıl öldürdünüz?"

 

Birine bir şey oldu sanıp korkmuştum. Rahat bir nefes verdiğimde halamın haklı bir egoyla, "Tatlım kalkmış sike herkes oturur, marifet o siki kaldırabilmekte." demesiyle onun yerine ben utandım. Ağzının ayarı hiç yoktu gerçekten. Ne dayı beyi dinliyordu ne abimleri ne de diğerlerini. Ağzına geleni pat diye söylüyordu. Ağzına gelenler de genelde küfür oluyordu. İki lafından beşi küfürdü hep.

 

Dayı bey, "Meltem!" diye gürlediğinde halamın umursamaz sesini duydum yine. "Sordu bende kendimce anlattım dayı, ne kızıyorsun?"

 

Dayı bey kendi kendine homurdanırken eminimki bir kurşunu da halama sıkmak istiyor ama yapamıyordu. Şanslıydı ki yeğen kontenjanından yararlanıyordu halam.

 

Okan abinin sesiyle dikkatimi ona verdim. "Gül, şimdi senden istediklerimi harfiyen yapıyorsun." dediğinde ona baktım. Gergin bir suratla üzerimdeki bombanın kablolarına bakarken beni de germişti.

 

"Nedir?" diye sordum. Ellerim, ayaklarım bağlıyken ne yapabilirdim bilmiyorum ama ne isterse yapardım şu an.

 

"Öncelikle gerginliğimi atmam için Ankara'nın Bağları'nı söylüyorsun."

 

Ciddi mi?

 

Patlamama iki dakika kalmışken benden şarkı söylememi istemiş olamaz!

 

Kaşlarımı çattım. "Sıradaki?"

 

Havaya uçmama iki dakika kalmışken bunu asla söylemeyeceğim.

 

Bana alttan ters bir bakış attı. "Sıradakine geçebilmemiz için önce bu isteğimi yerine getirmen gerekiyor." dediğinde ofladım.

 

Ölmek üzereyken bana Ankara'nın Bağları'nı söylenttiren hayata da yazıklar olsun be!

 

Evet, Ankara'nın Bağları'nı söyledim.

 

Asla, asla demeyin diye boşuna dememişler. Öğrenmiş olduk.

 

Üzerimdeki bombanın dakikası bire düştüğünde gergince sustum. Bir taraflarımdan terler akıyordu resmen. Yalnız olsaydım bu kadar dert etmezdim ama dışarıda benimle patlamayı göze alacak üç manyak varken aşırı gergindim. Kendimden çok onlar için.

 

"Bitmedi mi?" diyen Tahir içeriye girdiğinde göz göze geldik. Bir şeylerin ters gittiğini anladığında silahını bir köşeye savurup hızla yanıma geldi. Önce ayaklarımdaki ipi çözdü. Ellerimi çözmeye yeltendiğinde plastik kelepçeyi fark etti. Ellerimi artık hissetmiyordum. Ne haldeler bilmiyorum ama ellerimin görüntüsü berbat olmalı ki Tahir'in, "Siktir!" diyen sesi yoğun bir endişeyle kaplıydı. Hızla Okan abinin alet çantasından çakı aldı ve ellerimdeki plastik kelepçeyi kesmeye başladı. Bunu yaparken ellerime dokunduğu için sanki küçük küçük iğneler batırıyormuş gibi ellerimden başlayıp kollarıma ulaşan bir acı oluşuyordu. Dişlerimi sıktığımda Tahir plastik kelepçeyi kesip attı. Ellerim serbestti ama fena halde acıyordu. Öyle ki hareket ettiremedim bile ellerimi.

 

Tahir yüzümü avuçlarının arasına alıp alnıma derin bir öpücük kondurdu. "Az kaldı," dedi nemli gözleriyle gözlerimin içine bakarken. "Az kaldı, çıkacağız buradan. Birlikte çıkacağız."

 

"Abimleri de al, git buradan." dedim gözlerine yalvarırcasına bakarken. "Lütfen Tahir gidin buradan. Anlasana... Bu saatten sonra vuslat yok bize."

 

"Olacak!" dedi inatla. Oysa inat etmenin hiç mi hiç yeri değildi şu an. "Daha biz evleneceğiz. Çocuklarımız olacak. Sana benzeyen kızlarımız olacak."

 

Yüzüm titreyen ellerinin arasındayken ikimizde onun bu hayallerine ağladık. Anın gerginliğinden uzaklaşıp ona gülümserken bir iki damla süzüldü çeneme doğru ama düşmesine izin vermedi Tahir. Parmaklarıyla sildi akan her bir damla gözyaşımı.

 

"Çocuklarımız derken kaç tane planlıyorsun?" diye sorduğumda o da gülümsedi.

 

"En az dört." dedi. "İki kız iki erkek."

 

Dudak büktüm. "Hepsini sen doğuracaksan kabul ederim." dediğimde şu durumdayken onu gerçek anlamda güldürmeyi başardım.

 

Onunla beraber bende güldüğümde, "Yavaş gidin!" diyen Demir abimin sert sesini duydum. İçeriye girmiş, yanıma gelmişti. Başımın üzerine bir öpücük kondururken dik dik Tahir'e bakıyordu. "Evlenmenize izin verecek miyim bakalım ben?"

 

Tahir'de ona diklendi. "Senden izin alacak değilim," dedi. "Babası verse yeter."

 

Demir abim alayla kaşlarını kaldırdığında, "Sibel'in istemesinde bile benim fikrim soruldu." dedi. Tahir'in omuzları düşer gibi olsa da çabuk toparladı ve o da alayla kaşlarını kaldırdı.

 

"Sende Sibel'e sorun, o isterse benim de onayım vardır dedin." dediğinde bu sefer Demir abim kaşlarını çattı. "Bu durumda son karar yine Gül'e kalacak ve o da benimle evlenmeyi kabul edecektir."

 

Patlamama artık saniyeler kalmışken o kadar içten dua ettim ki bu anı yaşamak için...

 

"Hiç sanmıyorum," dedi Demir abim bozulmasına rağmen. "Sonuçta sen kardeşimi bırakıp gittin ve gittiğin yerde başkasıyla nişanlandın. Biz nişan atan erkeğe kız mız vermeyiz!" dediğinde Tahir bana baktı bir şey söylemem için. Dudak bükerek başımla haklı dercesine Demir abimi işaret ettiğimde hepten yıkıldı ama dik durmayı başardı.

 

"Ben ona asla ihanet etmedim." dedi gözlerimin içine bakarak. "Başkasıyla nişanlandığımda bile onu aldatacak hiçbir şey yapmadım. Kimle nişanlandığımı bile bilmiyorum çünkü yüzüne hiç bakmadım. Ben ondan uzaktayken bile gözlerimle dahi onu aldatmadım. Ben hep seni bekledim, sana kavuşmayı bekledim Gül. Ve şimdi yıllar sonra sana kavuşmuşken seni burada bırakmam!"

 

"Keşke," dedim ama hiçbir faydası yoktu. "Keşke bir yolu olsa ama yok. Buradan çıkış yok bana. Siz gidin. Yalvarırım gidin. Abimi de al git buradan Tahir."

 

"Olmaz öyle." dedi Demir abim. Kolumdan tuttu. "Kalk birlikte gidiyoruz."

 

Şaşkınca ona baktım. Ne dediğinin farkında mı bu? Patlamama saniyeler kalmış olmalıydı. "Ne demek birlikte-..." demiştim ki başımı eğdiğimde bombanın patlamasına tam on saniye kala durmuş olduğunu gördüm. Okan abi ayağa kalkmış elleri belinde bana bakarken gülüyordu.

 

Bombayı on saniye kala durdurmuştu.

 

Beni kurtarmıştı.

 

Ona minnetle baktığımda yüzündeki alaylı tebessüm samimi bir tebessüme dönüştü. "Bombayı imha ettiğimi söyledim ama siz o ara iki kız iki erkek çocuk planladığınız için beni duymadınız." dedi. İşaret parmağıyla burnumun ucuna bir fiske vurduğunda Demir abim daha fazla beni bu halde görmeye dayanamıyormuş gibi üzerimdeki yeleği çıkartıp askerlerinden Serkan'a verdi.

 

Şükürler olsun Allah'ım!

 

Bugün buradan çıkış yok dediğim yerden sağ salim çıkıyordum.

 

Bu iki olmuştu.

 

İkidir ölümün eşiğinde gezip duruyordum ama üçüncü de kurtulamazdım.

 

"Ee artık erkek çocuklarınızdan birinin adını Okan koyarsınız herhalde?" dediğinde ters ters ona baktım.

 

"Niye? Senin gibi çapkın olsunlar diye mi? Hayatta olmaz!" dediğimde kaşlarını çattı.

 

"Getirin şu yeleği, patlatacağım bu yellozu!" dediğinde koluma girerek bana destek olan Demir abim, "Dikkat et de ben giydirmeyeyim sana o yeleği Okan." dedi. Omuzlarımı kabarttım hemen.

 

Okan abi bana ters ters bakıp aletleri toplarken Sinan abim girdi içeriye hızla. Onun peşinden halam ve dayı bey de geldi. Dışarıdaki çatışma sesleri nihayet son bulmuştu. Sinan abim üzerinde çelik yelek, elinde silah, saçı başı dağılmış, dakikalardır ter dökmüş gibi üstü ıslak bir halde geldi yanıma ve bana sıkıca sarıldı.

 

Tüm gerginliği şimdi son bulmuş gibi vücudu an be an rahatlarken acıyan uyuşuk ellerimi kaldırıp sırtına sardım.

 

"Şükürler olsun." dedi kokumu içine çekip, saçlarıma, boynuma, yanaklarıma sayısız öpücük kondururken. "Şükürler olsun iyisin." Durmaksızın aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu.

 

Ona gülümseyerek baktım. "Sana demiştim ya içimde bir kasvet var diye..."

 

Kaşlarını çattı. "Evet," dedi. "Bunu dediğin an seni alıp emniyete götürmeli, bütün gün gözümün önünden ayırmamalıydım." diye kendine kızdı.

 

Omuz silktim. "Olacak olan beni orada da bulurdu ki abi," dedim. "Bilirsin bela çeker bir yanım var."

 

Sıkıntılı bir nefes verdi. "Bilmez miyim?" dedi. Birazcık geri çekilip üzerindeki çelik yeleği çıkarmaya başladı. Artık tehlike geçmişti. "Terlettin beni." dedi bana bakarak. Gerçekten de üzerindeki gömlek sırılsıklamdı. "Daha önce bu kadar çok terlediğimi hatırlamıyorum. Şerefsizler! Tam bitti derken yenisi geliyor! Neyseki hallettik. Sen iyisin ya buna değer ama bana bir gömlek alacaksın."

 

"Bende istiyorum," dedi dayı bey. Beleş çıkmıştı ya hemen atlardı ortaya. Ters ters ona baktığımda kaşlarını çatarak sol kolunu kaldırdı. Koltuk altı feci şekilde yırtılmıştı. "Gömleğim yırtıldı seni korumaya çalışırken. Bana da al."

 

"Büyük resme bakacak olursak seni ben kurtardım, yani bana şöyle bir üç öğün yemek ısmarlaman şart." diyen Okan abi de ters bakışlarımdan nasiplendi.

 

Yahşi Cazibe, Mağdurum mağdurum da mağdurum Simge'yi oynadım hızla. "Hani iyilik yap karşılık beklemeydi?" dedim hayıflanarak. "Hani iyilik yap denize attı?"

 

"İyilikten maraz doğar da demişler," dedi Okan abi gözleriyle beni işaret ederken. "Al işte! Canlı kanlı örnek!"

 

Ayağına tekme savurduğumda refleks herif kaçtı hemen.

 

"Hadi hadi, yeter bu kadar goy goy." dedi Demir abim. "Serkan!" diye bağırdığında sarışın çocuk kapıda belirdi. "Bir mekan ayarla, herkesi ve burayı topla, yemeğe gidiyoruz. Hesaplar benden." dediğinde sarışın çocuk sırıtarak, "Emredersiniz komutanım!" diyerek gitti. O diyene kadar aç olduğumu fark etmedim. Benim alıcılar başka yöndeydi çünkü.

 

Demir abim bir yandan Tahir bir yandan bana destek olurken dışarıya çıktık. Sonunda ya! Allah'ım sonunda rahat ve temiz bir hava alabildim. Gerçekten şükürler olsun Allah'ım sana. "Dışarıda hep birlikte yemek yiyelim, sonra eve gideriz bir duş alır, biraz uyursun." dedi Demir abim.

 

"Evet," diye onu onayladı Tahir. "İyice dinlen, toparlan ondan sonra gelirsin şirkete." dedi. "Bu süreçte seni özleyeceğim ama en azından evinde ve güvende olduğunu bildiğim için rahat edeceğim."

 

"Maksimum iki gün," dedim ona bakarken. "İki gün sonra gelirim ben zaten şirkete."

 

"Nasıl iyi hissedeceksen öyle yap ama iyice dinlen, toparlan önce, tamam mı?" dediğinde uslu bir çocuk olup başımı salladım. Gülerek başımın üzerine derin bir öpücük kondurdu.

 

"Ee beyler nereye gideceğiz?" diyen halama baktım. Deri pantolonu, pantolonunun üstüne çektiği deri çizmeleri, ve yine deri siyah tişörtüyle fazla havalı duruyordu. Hele ince belinin yanında ve bacaklarındaki kemer de asılı olan dört silahla epey havalıydı. Sıkı bir at kuyruğu yaptığı saçlarındaki tokayı çıkartırken bana göz kırptı. "Baştan söyleyeyim cimrilik yapıp da bir çorbacı ayarlama sakın Demir. Şöyle güzel, karnımızın tıka basa doyacağı bir yere götür bizi. Ayda yılda bir hesaplar benden dedin, hakkını ver lütfen."

 

Serkan hemen halamın yanında bitti. "Karnınızın doyacağı güzel, elit bir mekan ayarladım Meltem Hanım, merak etmeyin." dediğinde gözlerimi kıstım. Bu uşak halama mı yürüyor? Halamdan kaç yaş küçükken üstelik? Gerçi bizim hatun da otuz yaşında olmasına rağmen on sekiz gibi gösteriyordu.

 

Halam Serkan'a gülümsediğinde zavallım sevindi. "Teşekkürler tatlı çocuk." diyerek yanağından makas aldığında bizim uşak hepten koptu. Halam sanki onu öpücüklere boğmuş gibi yanağını tutarak halama hülyalı hülyalı bakarken Demir abimin, "Bu piç Meltem'e mi yürüyor?" dediğini duydum.

 

Demir abimin bizden birini kıskanınca karşı tarafa nasıl işkenceler ettiğini bildiğimden, "Yok abi nereden çıkardın?" dedim hemen. "Çocuk gayette olduğu yerde duruyor, yürümüyor. Bizim kız biraz cilveli."

 

Haklısın der gibi derin bir nefes verdi Demir abim. "Bir evlenseydi de kurtulsaydım şundan." diye homurdandıktan sonra gür sesiyle herkesi harekete geçirdi. "Hadi herkes arabalara!"

 

İki adım atmıştık ki halam kendini yere attı. "Benim bir sik daha adım atacak halim kalmadı." dediğinde Serkan elini uzattı hemen.

 

"İsterseniz sizi arabaya kadar taşıyabilirim?" dediğinde Demir abime baktım direkt ve alnında atan damarı gördüm. Halamla bana zaafı olduğundan ötürü sinirlenmişti. Beni bırakıp onlara yürüdü ve halamı kolundan tuttuğu gibi kaldırıp omzuna attı. Halam sırıtarak bana baş parmağını kaldırdığında başımı iki yana sallayarak güldüm. Demir abim Tahir'le bizi yalnız bıraksın diye kendini yere atmıştı resmen. Bu kadın manyaktı!

 

Tahir hızlıca fırsatı değerlendirip kolunu omzuma attığında birlikte arabaya yürüyorduk ki Sinan abimi görüp durdum. "Siz geçin arabaya, ben Sibel'e haber verip geliyorum." dedi elinde telefonla yanımızdan geçerken. Gitmeden önce alnımı öpüp, "Güzelim benim." demiş, içimi sıcacık etmişti.

 

Birbirimize gülümsedik, bunun son gülüş olduğunu bilmeden...

 

Kaç adım attık, bu süreçte kaç kere nefes alıp verdik ya da kaç kere göz kırptık bilmiyorum. Yalnız bir noktadan sonra iki kurşun beni durdurmaya ve öldürmeye yetti.

 

Göğsüm, sol göğsümde şiddetli bir acı hissettim ama hayır, kan yoktu. Kan yoktu ama acı derindi çünkü arkamı döndüğümde yerde sırt üstü yatan, sol göğsünden oluk oluk kan akan Sinan abimi gördüm.

 

Bir kurşun.

 

Bir kurşun beni kabusa uyandırmıştı.

 

İki kurşun.

 

İki kurşun beni öldürmeye yetmişti...

 

Bölüm Sonu.🖤

 

Bu bölümü sil baştan yazdım o yüzden seri yorum istiyorum yoksa diğer bölüm Sinan ölür.🔪 Hayır asla tehdit değil, uyarı sadece gzhsbzsznjznsjz.

 

Bu arada şaka değil bunu düşünüyorum. İlk versiyonda Sinan vurulmuştu ama öldürmemiştim. Şimdi ölse mi diye düşünüyorum. Bölümü yazarken belli olacak artık.🤷🏻‍♀️

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

En sevdiğiniz sahne, replik neresiydi?

 

İnstagram: nazankaraermis

nazankrrmshikayeleri

 

♥️

Loading...
0%