Yeni Üyelik
22.
Bölüm

22. "Artık Büyümenin Zamanı Geldi."

@nazankaraermis

Toygar Işıklı - Ben Ölürsem.🎵

 

Hirai Zerdüş - Yara Bere.🎵

 

Keyifli Okumalar.🤎

 

Gül'den;

 

18 Yıl Önce;

 

Hayat bazı çocukları erken büyütür, bazı çocuklara ise küçücük bedeninin, masumane kalbinin taşıyamayacağı acılar verirmiş. Hayat on dört yaşındaki bir çocuğu, bir abiyi erken büyütür, altı yaşındaki bir çocuğa katlanılmaz acılar verirmiş.

 

Hayat acımasızmış. Hayat acımazmış.

 

Kan kanseri olduğumu öğrendiğimde altı yaşındaydım...

 

Banyoda çıktığım taburenin üzerinde güneş gibi parlayan sapsarı, dümdüz, omuzlarımın hizasındaki saçlarıma baktım son kez. Az sonra kafamda görebileceğim tek bir saç teli bile olmayacaktı. Demir abim, makinayı çalıştırdığında aynadan ona baktım. O kesecekti saçlarımı. Bu sorumluluğu o almıştı. "Kesmek zorunda mıyız abi?" diye sordum son kez.

 

Saçlarım kesilince kel olacaktım ve arkadaşlarım benimle dalga geçecekti. Sokakta koşup dizlerimi, avuç içlerimi kanatmam, anaokulunda arkadaşlarımla olmam gereken zamanları hastanede geçirecektim bugünden sonra ve asıl zorlu süreç benim için şimdi başlıyordu, biliyorum. Yaşamak ve ölmek arasındaki o ince çizgide savaş vereceğimi annemler söylemese de hissediyordum. Çocuk olmam hiçbir şeyi bilmediğim anlamına gelmiyordu. Tuhaftır ki, çocuklar her şeyi biliyor, bilmese bile içten içe hissediyordu.

 

Dudaklarımı büzmüş, aynadan abime bakmaya devam ederken, "Kesmek zorundayız," dedi Demir abim acımasızca. "Saçlarındaki bitler çoğalmış." diye ekledi sonra. O kara gözlerini kısıp sitem etti bana. "Senden bana da geçti zaten. Senin saçlarını kestikten sonra ben de keseceğim." Abim biliyordu saçlarım kesilince mutlu olmayacağımı. Sırf beni yalnız bırakmamak ve bana destek olmak için o da saçlarını kesecekti. Henüz on dört yaşındaydı Demir abim ama kalbi kocaman ve merhamet doluydu. Ancak göstermezdi. Sert dururdu, güçlü dururdu.

 

Abim makinayı saçlarıma yaklaştırdığında onu durdurdum. "Senin saçını da ben keseceğim o zaman, tamam mı?" diye sordum masumane bir tavırla. Reddedecek oldu, kaşlarını çatıp başını iki yana salladı ama başımı sağ omzuma devirip ona ıslak köpek yavrusu gibi bakınca dayanamadı. Ne zaman böyle baksam ona hemen kabul ederdi isteğimi.

 

Gözlerini kaçırdı. "Hayır," dedi kesin bir tavır sergileyerek. "Saçım yerine kafamı kesersin sen!"

 

Bir kıkırtı döküldü dudaklarımdan. Keserdim, evet. "Söz veriyorum kafanı değil saçlarını keseceğim, anlaştık mı?" diye sordum. Başım sağ omzuma yatılı, ıslak köpek yavrusu gibi ona bakarken ellerimi çenemin altında birleştirdim "Lütfen!" der gibi.

 

Demir abim kıyamadı, bir süre düşündü. Söz konusu afacan, yaramaz ve henüz altı yaşındaki ben olunca hemen cevap veremiyordu ne yazık ki. O da haklıydı tabii kendince. "Tamam, bakarız." dedi sonra yarım ağız.

 

Demir abim, makinayı çalıştırdığında titrek bir nefes alıp aynadan sadece omuzlarıma, oradan da zemine düşen saçlarıma baktım son kez. Üzülüyordum çünkü saçlarımı seviyordum. Saçlarım kesildikçe küçücük kafam kabak gibi meydana çıkmıştı.

 

Bitler de Allah'ın yarattığı bir varlıktı ama onca insan içinde benim kafamı nasıl bulmuştu ki?

 

Onlar yüzünden kel kalmıştım hep!

 

Küçücük kalbim o zamanlar her şeyden habersiz bitleri suçluyordu. Sanki bir ihtimal kanser olduğum gerçek değil ve sahiden bitlendiğim için saçlarım kesiliyor sandım. Ya da buna inanmak istedim, bilemiyorum.

 

"Ne oldu?" diye sordu Demir abim. Makinayı kapatmıştı. Çatık kaşlarıyla bana bakıyordu aynadan. Bendeki bu sessizlik dikkatini çekmişti haliyle. "Niye astın yüzünü?"

 

Kel kalan kafamı ona çevirip bizzat yüz yüze geldiğimizde gözlerine baktım asık suratımla. "Kel oldum ya ben şimdi, dalga geçecekler benimle." diyerek ona karın ağrımı söyledim. Ben derdimi bir ona anlatırdım çünkü.

 

"Kim dalga geçecekmiş seninle?" diye sordu direkt kaşlarını çatıp. Beni hele bir üzsünler, üzenleri yaşına başına bakmadan döverdi sanki. Öyle bakıyordu gözlerime. "Ben de keseceğim saçlarımı, bende kel olacağım. Benimle hele bir dalga geçsinler var ya..."

 

Mavi gözlerim büyüdü birden. "Dövecek misin dalga geçenleri?" diye sordum şaşkınca. Kendime onu örnek aldığımı biliyordu. Eğer o döverse ben de döverdim ki.

 

Fakat Demir abim "Yok," dedi. Yüzüme eğilip işaret parmağını kendi şakağına yasladı. "Kökü bende değil mi? İster uzatırım ister kel kalırım diyeceğim. Hem onlara ne bundan? Saçı uzun aklı kısa onların, boş ver."

 

Egolu bir tavırla güldüm. Şimdi keyfim yerine gelmişti. İstediğim zaman saçlarımı uzatacağımı bilmek mutlu etmişti beni. "Bizim başımız kel ama aklımız paçalardan akıyor değil mi abi?" diye soruverdim birden, bu abimi güldürürken.

 

Demir abim fındık kadar olan burnumu parmaklarının arasına kıstırdı. "He," dedi dalga geçer gibi. "Paçalarını tut da ziyan olmasın."

 

Birlikte güldük ve yer değiştirdik. Bu defa makinayı ben almıştım elime ve abimin kömür gibi simsiyah, parlak saçlarını kesmiştim. Arada kafasının derisini yüzüp abimin canını acıtmıştım ama neyse ki yaralı da olsa abimin kafası halen boynuna sabitti.

 

Sonrasında annem beni yıkamış ve temiz kıyafetlerimi giydirmişti. Çiçekli bir kırmızı elbise giymiştim. Trabzon'un ilkbahar mevsimi bile sonbahar gibidir çoğu zaman. Güneş tam anlamıyla ısıtmaz ve serin rüzgâr eserdi fakat her zamankinin aksine bugün Trabzon'da hava çok güzeldi. Sanki bu şehrin ben hastaneye gitmeden önce bana yaptığı son bir güzellik, iyilik gibiydi.

 

Sinan abim kendi keplerinden birini de kel kalan başıma takmıştı. O Demir abimden dört yaş küçüktü ve hiçbir şeye ağlamayan Sinan abim son günlerde biraz fazla sulu gözdü. Gözlerinin içi kıpkırmızıydı. Sanki ağlamış gibi bir hali vardı. Zaten bu evde Demir abim dışında herkes sulu gözdü. Babam bile koskoca adam olmasına rağmen ağlıyordu.

 

Saçlarım kesildiği için mi ağlıyorlardı acaba?

 

Demir abim onlara söylememiş miydi yoksa?

 

Saçlarımı istediğim zaman uzatabilirmişim ki. Bunda ağlanacak ne var sanki?

 

Minik ellerimi abimin yanaklarına yerleştirip sevdim. "Üzülme abi," dedim mavi gözlerim parlarken. Vücudumda canlılığını yitirmeyen tek şey gözlerimin ışıltısıydı. Henüz... "Demir abim kökü sende, uzayacak saçların dedi." Omzumu silktim. "Saçlarım uzayana kadar ensemden tutar çekersin artık. Hem," deyip sırıttım ve şapkayı çıkarıp kabak gibi açılmış kafamı gösterdim. "Bence şimdi çok yakışıklı oldum. Demir abimden bile daha yakışıklıyım şu an, değil mi?"

 

"Kızlar yakışıklı olmaz, güzel olurlar." deyip bir yandan ağladığı için burnunu bir yandan da kulağımı çekti Sinan abim. Normalde hep saçlarımı çekerdi ama artık keldim ne yazık ki. Bir süre kulağımı çekecekti artık.

 

Omzumu silktim. Fazla inatçıydım. "Bana ne!" dedim. İsteğimi almadan durmazdım. "Dedem size yakışıklılar diyor. Benim neyim eksik sizden? Ben de yakışıklıyım."

 

Sinan abim güldü ama mutlu olmadığını görebiliyordum. "Salak!"

 

"Anne," diye bağırdım hemen, sinsi sinsi gülerken. "Sinan abim bana salak dedi!"

 

"Sinan kardeşine salak deme oğlum." diyen annem girdi odaya. Önümde dizlerinin üstünde eğildi. Elindeki beyaz maskeyi bana takmaya çalıştığında yüzümü ekşitip kafamı geri çektim hızla. "Kızım," dedi annem gözlerinin içi kıpkırmızıyken. "Bunu takman lazım anneciğim."

 

İnatla hemen reddettim. "Kötü kokuyor ama!"

 

Annem de en az benim kadar inatçıydı. O maskeyi takmam için ısrar ediyor, ben kafamı geri çekiyordum. En sonunda annemden kurtulup kaçtığımda koridorda Demir abimle çarpıştık ve ikimiz de düştük. Kafamız tokuşmuştu. "Kafamı acıttın kel!" diye bağırdım kafamı ovuştururken.

 

Bizim bağırtımıza herkes koridora doluştu. Babam kollarımdan tutup beni kaldırdığında çatık kaşlarımla Demir abime bakıyordum. "Sende benim kafamı acıttın, ödeştik." dedi omuz silkerek.

 

Kafası kafa değil, taştı sanki. Çok acımıştı kel başım.

 

O sırada "Gül," diye seslenen annemin gelmesiyle gözlerimi büyütüp kaçmaya çalıştım ama Demir abim incecik kollarımdan tutup durdurdu beni. "Maskeyi takman gerek, hadi kızım. Zorlama beni."

 

İstemiyorum.

 

Niye beni anlamıyorlar?

 

"Kötü kokuyor!" diye bağırdım Demir abimin ellerinden kurtulmaya çalışırken.

 

İs-te-mi-yo-rum!

 

"Defne," diyen Demir abime baktım. Beni dizlerine oturttu ve babası nasihat veren bir çocuk gibi onu dinledim dikkatle. "Saçını kestik ama saçındaki bitler gitmedi daha. Yüzünde geziniyorlar."

 

"Ben niye göremiyorum bu bitleri o zaman?" diye sordum omuzlarım düşerken. Beni kandırmaya çalıştıklarını düşünmeye başlayacaktım artık.

 

Fakat Demir abim "Bunlar bildiğimiz bitlerden değil çünkü." dediğinde, mavi gözlerim meraktan büyümüş, ince ve solgun dudaklarım şaşkınlıkla aralanmıştı. "Bunları gözle göremeyiz ama yüzümüzde gezinirler hep. Eğer bu bitlerin ağzına burnuna kaçmasını istemiyorsan maske takmak zorundasın."

 

"Bitler sana da bulaştı, o zaman sen de maske takacaksın." diyerek güldüm. Ancak o zaman takardım ki maskeyi.

 

Demir abim burnumu sıktı. "Hep senin yüzünden!" diye kızdığında kahkaha attım. Onu sinirlendirmek hoşuma gidiyordu.

 

Annemin elinden maskeyi alıp hızlıca annemden uzaklaştım. "Anne sen yaklaşma, bitler sana da bulaşmasın." dedim maskeyi takmaya çalışırken. Nasıl takılıyordu bu şey?

 

Ben maskeyi takmaya uğraşırken annem elini ağzına örtüp ıslak gözlerini benden saklayarak ve koşarak gitti. Elimde maskeyle öylece annemin arkasından bakakaldım. Ne olmuştu şimdi? Onu kırmış mıydım? Niye ağlıyordu annem? Daha doğrusu evdeki herkes niye ağlıyordu?

 

Demir abim bunu fark ettiğinde elimden maskeyi alıp ipleri kulağımın arkasına iliştirdi ve maskeyi düzeltti. Sinan abimin verdiği diğer maskeyi de kendi ağzına taktı. Sonrasında hazırlandık ve tedavim için evden çıkıp hastanenin yolunu tuttuk. Demir abimin elini tuttum ve birlikte en önde, bahçe kapısının önünde bekleyen taksiye yürüdük. Annemler hemen arkamızdayken bütün eş, dost, konu komşu, akraba herkes kapı önündeydi ve hepsi bana acıyarak bakıyorlardı.

 

Alt tarafı iğne olacak, birkaç serum yemeyecek miydim sanki?

 

Neden ağlıyorlardı, anlamıyorum!

 

Demir abim, "Sana bir sır vereyim mi?" diye sorduğunda meraklı bakışlarım hemen ona döndü ve başımı salladım. Güldü. "Bu maske ağzındayken maske takmayanlar seni duyamaz. Görünmezlik gibi bir şey yani."

 

Bu durum ilgimi çektiğinde gözlerim merakla büyüdü. "Gerçekten mi?" diye sordum heyecanla. Omzumun üstünden küçük kafamı geriye çevirip annemlere baktıktan sonra yeniden Demir abime döndüm. "Şimdi benim konuştuklarımı duymayacaklar mı yani?"

 

Demir abim başını iki yana salladı. "Duyamazlar. Sadece ben duyabilirim seni."

 

Madem duymuyorlardı beni, bu vakte kadar yaptığım tüm yaramazlıkları birer birer Demir abime anlatabilirdim o zaman. "Biliyor musun?" diye sordum abime bakarken. "Sinan abimin okuma kitaplarını ben sakladım." Omuz silktim. "Çok kitap okuyor, benimle oyun oynamıyordu. Ben de sakladım hepsini. Sobaya attım deyip onu kandırdım."

 

Demir abim benim bu tatlı yaramazlığıma güldüğünde bende güldüm ve omzumun üstünden geri dönüp Sinan abime baktım kontrol amaçlı. Söylediğimi gerçekten de duymamıştı çünkü bana tebessüm ederek bakıyordu. Eğer bunu duymuş olsaydı kaşlarını çatıp bana bağırırdı. Demir abim haklıydı, bu maskeyi takanların sesini kimse duymuyordu.

 

Önüme dönüp Demir abime baktım. "Ablam var ya, onun da tiyatroda giyeceği elbiseyi yırttım." diye bir itirafta daha bulundum. Demir abimin gözleri kocaman olduğunda panikle durumu açıklamaya çalıştım. "Ama yanlışlıkla oldu, valla bak." dedim sağ elimi savurarak. Sol elimle abimin elini tutuyordum. "Elbise çok hoşuma gitmişti, bir kerecik giydim. Sonra ablamın geldiğini duyunca hemen çıkarayım derken yırtıldı. Yanlışlıkla oldu."

 

Demir abim gözlerini kısarak bana bakarken dudağımı ısırıp başımı geriye çevirdim ve ablama baktım. O da gülümseyerek bana bakıyordu. Sahiden de onun elbisesine verdiğim hasarı duymamıştı. Duysaydı beni parçalardı! Sanırım bu maskeyi hiç çıkarmamalıyım.

 

"Çamaşır makinesini de bozdum ama yanlışlıkla oldu. Makine durmuştu, bende kapatayım derken bilmediğim yerlere basmışım." dedim.

 

Demir abim hayretle bana bakıyordu. Anneme baktım. O da kucağında, iki ay önce doğan erkek kardeşimle bana bakıyordu ve ağlarken gülümsedi. Annem son zamanlarda çok ağlıyordu. Oysa kardeşim doğmuştu, gülmesi gerekiyordu. Ben nasılsa iyi olacaktım ki. Onun hastaneye gelmesine gerek bile yoktu. Birkaç gün içinde geri dönecektim zaten.

 

"Senin iyi yaptığın bir şey var mı?" diye soran Demir abime baktım. Gülüyordu.

 

"Senin top oynadığın ayakkabılarını çöpe atan da bendim," deyiverdim pat diye. Demir abimin gözleri önce büyüdü, sonra kaşlarını çattı.

 

Upss!

 

Sanırım bunu söylememeliydim fakat artık çok geçti.

 

Hemen zeytinyağı olup üste çıktım. "Hiç bakma öyle korkunç korkunç! Top oynamaktan benimle hiç oyun oynamıyordun! Ben de kızdım, ayakkabılarını çöpe attım!"

 

Durdu, soluklandı ve sonrasında bana bağırdı. "Kaçman için üç saniyen var! Yakalarsam kafanı kabak gibi keseceğim!"

 

Çığlık atarak koştum çünkü Demir abim dediğini yapardı. Akrabaların, konu komşunun arasına karıştım. Keşke bunu anlatırken Demir abimin maskesini çıkartsaydım. O zaman beni duymazdı. Niye aklıma gelmedi ki?

 

Kendimi babamın arabasına attığımda babamlar da çok geçmeden arabaya bindiler. Abilerim ve ablamla biz arka koltuktaydık. Cam kenarını kapmıştım. Yol boyunca dışarıyı izledim. Hastaneye geldiğimizde ise içimi bir huzursuzluk kapladı.

 

Demir abimin elini tutarken hastane girişinde bekliyor, içeriye girmek istemiyordum. Sanki bir kere içeriye girersem, bir daha buradan çıkamayacak, evime, odama, oyuncaklarıma dönemeyecekmiş gibi hissediyordum.

 

Ama tam iki yıl sonra iyileştim ve evime döndüm. Geri döndüm ama bu hastane benden çocukluğumu aldı...

 

Günümüz;

 

Hayatın bir düğün gibi olduğunu söylemişlerdi izlediğim bir dizi de. Mutluluğun ve hüznün kardeş olduğunu, insanın çok mutlu olduğu anlarda bile içinde bir yerlerde yatan ve varlığını koruyan bir hüznün olduğunu... İnsanın ağlarken güldüğü bir düğün gibidir hayat. Ya da insanı güldürürken ağlatacak kadar da acımasızdır. Netice de tüm tebessümlerin kardeşidir gözyaşı. Bir şeye sevinir, ağlarız. Bir şeye üzülür, ağlarız. Tüm bunların dışında bazı acılar vardır ki, ne insanı ağlatabilir, ne de insanı ağlatırken güldürebilir. Ölüm gibi, canınızdan birini kaybedecek olmanın korkusu gibi...

 

Ben Gül. Annemin ben uyurken Gül yüzlüm diye sevdiği, babamın üzgün olduğumu hissettiği anlarda Gül güzelim diye saçlarımı sevdiği, Demir abimin Defne'si, Mehmet'in en deli ablası, ablamın gıcığı, Sinan abimin de canının içiydim. Onlar bana en zor anımda bile gülebilmeyi, acılara karşı dimdik durabilmemi öğretmişlerdi. Onlar bana hep gülmeyi, en deli acıya bile tebessüm etmeyi öğretmişlerdi fakat sevdiğim birini kaybedecek olmanın korkusuyla, acısıyla başa çıkmayı öğretmemişlerdi. Ölüm hep ansızın mı geliyordu? Keşke ne zaman ve nasıl öleceğimizi bilseydik. O zaman Sinan abimle daha çok vakit geçirirdim. Onunla uğraşır, onu delirtirdim. O zaman anlardı onu ne kadar çok sevdiğimi. İnsan sevdiğiyle uğraşırmış çünkü. Onlar anlardı beni, zaten bir onlar anladı beni.

 

Hangi ara hastaneye geldik bilmiyordum fakat abimin arkadaşları, başkomiseri ve daha sayamadığım çoğu kişi sedyede bembeyaz teniyle yatan Sinan abimle birlikte girdiler hastaneye. Ben giremedim... Kapanan kapının ardından onları izledim.

 

Dizlerim titriyordu. Buz kesen ellerimi yumruk yaptım ve öylece karşımdaki hastanenin bir açılıp bir bir kapanan kapısına bakıyor, boş gözlerle hastaneye girip çıkanları izliyordum. Kimisinin yüzünde mutlu bir ifade, kimisinin yüzünde buruk bir tebessüm, kimisinin yüzünde de öleceğini biliyormuş gibi, hayattan bezmiş gibi hüzünlü bir ifade hakimdi. Hüzün kokan, umudu hatırlatan bir yerdi hastane. Buram buram acı kokan ama o acının içinde de umuda tutunmayı öğreten bir okuldu da aslında. Ota boka üzülen insanların bu hastaneye gelip de insanların en ufak bir umuda tutunma çabasını, hiç yaşama ihtimali olmamasına rağmen çaresizlikle, umutla Yaşayacak mıyım? diye sorulan soruları dinlemesini, görmesini isterdim.

 

Benim görmeme ya da dinlememe gerek yoktu zira ben bizzat o çaresizliği, umudu yaşamıştım. Çocukluğumu, arkadaşlarımla oynayacağım oyunları çalmıştı bu hastane benden. Allah var, hiç ses etmemiştim. Yaşarsam eğer sonra oynarım oyunları dedim, razı geldim. Ölürsem de cennette beni bekleyen en güzel oyuncaklara sahip olacağımı düşündüm. Bu hastanenin benden çocukluğumu almasına ses etmemiştim fakat benden abimi alırsa dayanamazdım.

 

"Defne," diyen Demir abimle ona baktım. Yanıma geldiğinde gözlerimdeki hastaneye girme isteğini ama cesaretimin olmayışını gördüğünde ne yapacağını bilemez bir halde bana baktı. Karışmadı, fikir belirtmedi. Kararı bana bıraktığını gördüm gözlerinden.

 

Derin bir nefes aldım. Zor olsa da her şeyi geçmişte bırakmayı denedim. Bugün tüm korkularımı yıkıp bu hastaneye girmek zorundaydım. Girmezsem ve Sinan abime bir şey olursa deliye dönerdim. İçeriye girmem gerekiyordu, onu görmem, bizzat kendim durumu hakkında rapor almam gerekiyordu.

 

Toparlandım. Derin bir nefes aldım. Gözlerimi sıkıca yumup açtım. Demir abim elini uzattığında sıkıca tuttum. Birlikte hastaneye adım atarken yemin ederim ki dizlerim titriyor, başım dönüyordu. Hastaneye bir adım atmıştık ki, küçük bir kız çocuğuyla göz göze geldik. Annesinin elini tutarken ıslak gözlerle bana baktı. Bu beni geçmişten bir anıya götürdüğünde gözlerim dolu dolu ona baktım bende.

 

Demir abimin elini sıkıca tutmuş, ağzımızda maskeler, başımız kel bir halde hastaneye giriş yaptık. Ben abime bakarak heyecanla yüze kadar sayabildiğimi ona göstermek için sayarken ayağım takıldı ve dizlerimin üzerine düştüm.

 

Düştüğüm yerde bir kız vardı. Benden biraz büyük gibi duruyordu. Ablam gibiydi. Onun yaşlarında olmalı. Onun ayaklarının önüne düşmüştüm. Başımı kaldırıp kıza baktığımda kızın kel olduğum için bana tuhaf tuhaf baktığını gördüm. Bende ona hayranlıkla bakıyordum çünkü benim saçlarıma benzeyen sarı saçları beline kadar uzundu. Işıl ışıl parlıyordu. Çok güzeldi. Saçlarımı kesmeseydik benimki de böyle uzayacaktı.

 

Offf, niye kestik ki saçımı?

 

Ben buna üzülürken kızın annesi bir anda kızını çekip benden uzaklaştırdığında şaşkınca ona baktım. Sanki kötü bir şey yapmışım ya da kızına zarar vermişim gibi kaçırmıştı kızını benden.

 

"Hastalık bulaşmasın kızım, buraya gel." dedi kadın kızının ellerine dezenfektan sıkarken. "Daha yeni iyileştin zaten. Hasta insanlardan uzak dur." diyerek kızını alıp gittiğinde düştüğüm yerden kalkıp arkalarından baktım gözlerimi kırpıştırarak.

 

"Hasta değil o!" diye bağırdı Sinan abim kadının arkasından bakarken. Minik yumruklarını sıkıp öfkeyle, hızla uzaklaşan kadının sırtına bakıyordu. "Sensin hasta! İyi benim kardeşim. İyi olacak."

 

Kız çocuğu ıslak gözleriyle annesiyle birlikte yanımdan geçip gittiğinde dolu gözlerimle Demir abime baktım. Ben ona bakarken yürüyorduk bir yandan da.

 

"Abi," dedim buğulu gözlerimle. "Bu hastane benim çocukluğumu aldı ya," Yutkundum. "Şimdi de abimi almaz benden değil mi?"

 

Kalakaldı öylece. Çocukluğum herkesin içinde derin bir yaraydı. Benimle beraber onların da ömrü burada geçmişti hep. Şimdi sorduğum soruya cevap veremeyişi bu yüzdendi belki de. Bana hep iyi olacağımı söylemişlerdi fakat ölümün kıyısından dönmüştüm. Öleceğimi sanırken yeniden hayata tutunmuştum. Ya abim iyi olmazsa? Gözlerini bir daha açmamak üzere kapatırsa ya?

 

"Bir şey olmayacak." dedi güven veren bir sesle. "Hele bir kalkmasın o sedyeden, gebertirim onu." dediğinde gülemedim bile.

 

Ameliyathanenin önüne geldiğimizde büyük dayı ve halam ameliyathanenin önünde oturuyor, Tahir ise ağlayan ablasını sakinleştirmeye çalışıyordu. Yaren abla yere oturmuş, sırtını duvara yaslamış, ağlarken Tahir ablasına sarılarak onu teselli ediyordu. Sinan abimin başkomiseri, arkadaşları, Demir abimin askerleri buradaydı hep ama ben onların yanlarına değil, uzağına oturdum. Başımı duvara yaslayıp ilaç kokan hastanenin hissiz, bomboş hissettiren gri duvarına baktım.

 

Ağlamadım.

 

Gözlerim doldu, taşmak için beni zorladı ama yapmadım. Ağlamadım. Yutkundum. Çok defa yutkundum ve sadece güzel haber duymayı, abimin sağ salim ameliyattan çıktığını görmeyi bekledim. Çıkacaktı, biliyorum. İçimde en ufak bir şüphe dahi yoktu.

 

O Sinan komiserdi.

 

Kurşunlara kafa göz dalan adamdı.

 

Biliyorum ki iyi olacaktı.

 

İnşallah iyi olurdu.

 

Elimi sıkıca tutan Demir abimle birlikte öylece karşıma baktığım sırada ablam geldi önce, yanında eniştemle. Perişan bir haldeydi. Ağlıyordu. Beni görür görmez yanıma gelip bana sarıldı. "Şükürler olsun iyisin." dedi sıkıca beni sararken. "Öyle korktum ki Gül..."

 

Aklım, fikrim, ruhum Sinan abimde olduğundan sarılışına karşılık bile veremedim. "İyiyim," dedim sadece. "İyiyim abla." Geri çekilip gözlerine baktım. "Annemler?" dedim merakla. "Onlar biliyor mu? Beni, Sinan abimi..."

 

Geri çekilip yüzümü severken gözleri yaşlıydı. "Biliyorlar," dedi. "Yayını izledik hepimiz. Annem bayılmış. Tam kendine geldi derken şimdi de Sinan abimin haberiyle yine bayılmış. Kenan'ın ailesi yanlarında, buraya geliyorlar." demişti ki annemi gördüm koridorun başında. Babam koluna girmiş ona destek olurken bir gün de on yaş yaşlanmış gibi duruyordu. Bir günde iki evladını da kaybedecek olmanın acısını yaşıyordu. Demir abim kameraya ateş edip yayını engelleyince muhtemelen öldüğümü sanmıştı. Benim iyi olduğum haberiyle daha şükremeden Sinan abimin vurulma haberi gitmişti ona. Bu da haliyle onu kahretmişti.

 

"Kızım!" diye bağırıyordu bir yandan ağlarken. "Oğlum!"

 

Yanımıza geldiğinde ablam kalktı ve annem onun açtığı boşluğa oturdu. "Kızım," dedi beni kendine çekip sıkıca sarıldığında. "Göz bebeğim... Rabbime şükürler olsun ki iyisin. Korktum Gül. Çok korktum kızım sana bir şey olacak diye. Aklım çıktı. Öldüm öldüm dirildim. Tam sen kurtuldun abin..." Hıçkırarak ağlamaya başladığında bende dayanamadım ama onun gibi feryat figan da ağlayamadım. Gözümden akan bir damla yaşı elimin tersiyle sildim.

 

"Anne tamam." dedim ama sesimi ben bile zor duyuyordum. Çenem titriyor, ağlamak istemediğim için kendimi kastığımdan boğazım acıyordu. Yutkunmak bile işkence gibiydi şu an. Derin bir nefes alıp daha güçlü durmaya çalıştım. "Tamam ağlama. Bir şey olmayacak." Ben onu sakinleştirmeye çalıştırdıkça onun daha çok ağlaması yıpranan sinirlerimi iyice bozdu ve bir anda patladım. "Ağlama diyorum ağlama! Bir şey olmayacak abime!" Şaşkın bakışlarla beni izleyenlere baktım çatık kaşlarımla. "Kimse ağlamayacak! O ölmedi! Ölmüş gibi davranmayı bırakın! Tek bir kişiyi ağlarken görmek istemiyorum!"

 

Annem ağladı, ablam ağladı, Yaren abla sessizce akıttı gözyaşlarını, o da ağladı.

 

Yıllar sonra aldığım hastane kokusunun gerginliği, Sinan abimin durumunun belirsizliği, acısı beni iki yandan boğduğunda dayanamadım. Bir hışımla kalktığım gibi çıktım hastaneden. Demir abim ayrı, Tahir ayrı, babam ayrı seslendi ama durmadım. Biraz daha burada kalırsam kafayı yiyecek gibiydim.

 

Elim boğazımda, kalbim göğüs kafesimi delercesine çarparken nefeslerim düzensizdi. Dizlerim titriyor, gözlerimin önü kararıyor, yer ayaklarımın altından kayıyordu sanki. Neyseki düşmeden güçlükle kendimi banka atabilmiştim. Titreyen bacaklarımı kendime çekip kollarımı bacaklarıma sardım ve alnımı dizlerime yaslayarak sakinleşmeyi bekledim.

 

Beni bulmamalılardı.

 

Beni bulmasaydılar Sinan abim şu an canıyla sınanıyor olmayacaktı. Beni bulmasaydılar eğer ölüp giden ben olacaktım sadece, acı çeken Sinan abim olmayacaktı. Her şeyin benim yüzümden olması, doğrudan beni ilgilendirmese bile muhakkak içinde yer almam, sevdiklerime benim yüzümden zarar gelmesi canımı yakıyordu artık. Çocukça hareketlerim, yersiz şımarıklıklarım ve ucunda ölüm dahi olsa dönmediğim inatlarım kendimden çok başkalarına, özellikle de sevdiklerime zarar veriyordu.

 

Demir abim ve Tahir haklıydı.

 

Artık büyümem gerekiyordu.

 

Sevdiklerim yaşasın istiyorsam eğer yaşayamadığım çocukluğumu, kendi isteklerimi bir kenara bırakıp onların isteklerini uygulamam gerekiyordu. Böyle olursam eğer onlar yaşardı, yanımda olurlardı, kabusum olan bu hastanede olmazlardı.

 

Ne kadar süre bankta oturdum bilmiyorum. İki yanıma oturan kişilerle derin nefes alıp vermeye devam ettim ve başımı kaldırmadım. Bir yanıma oturan Demir abim, diğer yanıma oturan da Tahir'di. Kokularından tanımıştım. İkisi de ses etmeyip öylece yanımda oturduklarında yavaşça başımı kaldırdım. İkisi de bana bakıyorken ben öylece karşımdaki hastanenin girişine bakıyordum.

 

Hastanenin solan dış boyasında gezindi gözlerim. Solan boyaya ölüm karışmıştı, gözyaşı karışmıştı, keder, acı, sonsuz bir acı karışmıştı sanki. Katlardaki camlara baktım. Her bir camın ardında iyileşmeyi, eskisi gibi olmayı bekleyen insanlar vardı biliyorum. Çünkü bir zamanlar bende onlardan biriydim. Daha altı yaşındayken tedavilerde çektiğim acıya rağmen umutlu olmayı, annemler üzülmesin diye gözyaşlarımı yutup gülmeyi öğrenmiştim. Her gün pencere kenarındaki hasta yatağımdan hastanenin bahçesinde olup bitenleri izlerdim. Gördüğüm her kız çocuğuyla canım sıkılır, moralim bozulurdu ama kimseye belli etmezdim. Boyamaları sevmezdim mesela. Demir abim sıkılmayayım diye bir sürü boya kalemi ve resim defteri alırdı ama kalemlerden nefret ederdim. Hiç kullanmamıştım onları. Yapıştırıcıları severdim ben. Bir şeyleri kesip yapıştırmaya bayılırım. Hasta olmadan önce ablamın renkli elişi kağıtlarına uhu sürüp duvarlara yapıştırırdım. Sonra anne dayağı ve cezası alırdım ama bunu yapmaktan hiç vazgeçmezdim. Sonra bir şey oldu...

 

"Canım sıkılıyor!" diye üçüncü kez söylendiğimde yatağımın ucunda oturmuş, çatık kaşlarıyla ödevlerini yapan Demir abim bana bakmadı bile.

 

"Boyama yap. Bir sürü renkli kalemin ve boyama kitabın var." dedi o da üçüncü kez.

 

Baş ucumdaki komodinin üzerinde Demir abim nasıl bıraktıysa öyle duran kalemlere ve deftere ters bir bakış attım. "Boyama yapmak istemiyorum!" diye bağırdım. "Oyun oynayalım!"

 

Kılını bile kıpırdatmadı. "Ödevlerim birikti Defne," dedi. "Sınavlarım başlayacak. Sınıfta kalmak istemiyorum."

 

Bana neydi ki?

 

Ben gitmiyordum okula, o da gitmesin!

 

Yanaklarımın içini şişirerek derince ofladım. "Git o zaman!" dedim sinirle. "Madem benimle oyun oynamıyorsun git!"

 

Zaten sesimden rahatça ödevlerini yapamıyormuş gibi defterlerini, kitaplarını ve kalemlerini toplayıp gitti. Arkasından üzgünce bakarken ellerimi çeneme yaslayıp gözlerimi bahçedeki hemşirelere, hastaneye girip çıkan insanlara çevirdim ve onları izledim.

 

Evime gitmek istiyorum.

 

Birkaç dakika sonra odamın kapısı açıldığında Demir abimin kıyamayıp benimle oyun oynamaya geldiğini düşünüp hevesle kapıya kaptım ama o değildi. Sinan abimdi gelen. Bir elini kaplayan yeşil yapraklar varken diğer eliyle kapıyı kapatıyordu. Koltuk altına sıkıştırdığı uhu ve resim defteriyle yanıma geldi. Ellerindekini kucağıma bırakıp yatağıma çıktı ve karşıma oturdu. "Bak, sana ne getirdim." dedi gülerek. "Yapıştırma seviyorsun diye sana uhumu getirdim. Evdeki gibi kağıtları duvarlara yapıştırma diye defter ve yaprak da aldım. Yaprakları defterin sayfalarına yapıştır hadi." dediğinde çoktan uhunun kapağını açmıştım bile.

 

Avucuma aldığım çeşit çeşit yapraklarla beraber avucumu da uhuya boğduğumda deftere yapıştırdım yaprağı. On beş dakika boyunca yavaş yavaş yaprakları defterin her bir sayfasına yapıştırdım.

 

Ve işte bitmişti. Uhuyu da bitirmiştim. Çok azıcık kalmıştı.

 

"Çok güzel oldu." dedi Sinan abim ben sormadan. Gülümsedim hemen. Yaptıklarımı beğendiklerinde mutlu oluyordum. "Yarın yine yaprak getiririm sana olur mu?" dediğinde hızlıca kel başımı salladım. "Demir abimin sınavları var. O yüzden şimdi seninle ilgilenemiyor ama canın sıkılırsa bana çağır tamam mı? Benim sınavlarım yok, bitti hepsi. Beraber oynarız."

 

Yine başımı salladığımda avucumdaki uhuyu fark etti. Islak mendil almak için yataktan indiğinde uhuyla bakışıyordum ve birden onu dudaklarıma sürmeye başladım. Ablam da pembe uhu sürüyordu dudaklarına. Bir kere görmüştüm sürerken. Herkesten gizlice sürüp ıslak mendille siliyordu dudaklarını. Dudaklarımı birbirine bastırıp uhuyu yedirmeye çalıştığımda solgun dudaklarımın şu an hangi renk olduğunu merak ettim. Ayna olmadığı için Sinan abime sordum.

 

"Abi bak dudaklarıma." dediğimde elinde ıslak mendil paketiyle bana döndü ve elimdeki uhuyu dudaklarıma sürüşümü dehşetle izledi. Gülerek dudaklarımı büzdüm. "Nasıl olmuş?"

 

"Salak!" dedi hızla yanıma gelip. Paketten bir ıslak mendil çıkartırken beni azarlıyordu. "Uhu dudaklara sürülmez! Dudakların yapışırsa ömür boyu konuşamazsın. Yemek de yiyemezsin. Dudakların yapışmadan silelim hemen." dedi ve çıkardığı ıslak mendille dudaklarımı yolma pahasına sertçe silmeye başladı.

 

Mızmızlanarak uzaklaşmaya çalışsam da ensemden tutmuş, dudaklarımı siliyordu. "Ya bırak! Acıyooo!" diye bağırdım ağlamaya başlarken. Canımı yakmıştı.

 

"Ağlama." dedi. "Kıpırdamasan güzelce sileceğim ama durmuyorsun ki! Ağlama! Demir abim gelecek şimdi. İkimize de kızacak. Bir daha getirmem bak hiçbir şey!"

 

O sırada kapı açıldı, Demir abim geldi. İçeri bir adım atmıştı ki bizi görünce kalakaldı. Kaşları çatıldı hızla. "Ne yapıyorsunuz siz?" dediğinde hızla Sinan abimin elinden ıslak mendili alıp uhuyu eline tutuşturdum. Demir abimden azar yiyeceğini bildiğinden donup kalmıştı. Bana mani olamamıştı bile.

 

Sinan abim sanki kemiklerimi kırmış gibi ağlamaya başladım birden. "Sinan abim dudaklarıma uhu sürüyordu. Dudakların yapışsın da bir daha konuşama dedi." diye salya sümük ağlamaya başladığımda Sinan abim donakaldı.

 

Ta ki Demir abimin "Sinan!" diye bağırmasına kadar.

 

Sinan abim irkilerek kendine geldiğinde bana öfkeyle baktı. "Salak!" dedi. "Bir daha sana hiçbir şey getirmeyeceğim!" diyerek kaçtığında Demir abimde peşinden gitti.

 

Ellerimle gözlerimi sildim ve resim defterini alıp göğsüme bastırarak gülümsedim.

 

Sinan abim bir daha sana hiçbir şey getirmeyeceğim demişti ama ertesi gün yine kucak dolusu yaprak ve yeni bir yapıştırıcı getirmişti.

 

Ağlamam lazımdı.

 

Ağlayıp rahatlamam lazımdı ama önce yalnız kalmalıydım.

 

"Yalnız kalmak istiyorum." dedim iki yanımda oturan adamlara bakmadan.

 

Demir abim sigarasını yakarken oralı bile olmadı. "Sana diyor." dedi Tahir'e laf atarak. "Git."

 

Tahir'e bakmasam da kaşlarını çattığını görebiliyordum. "İsim vermedi," dedi ters ters. "Sadece yalnız kalmak istediğini söyledi. O yüzden sen git de bizi yalnız bırak."

 

"Abisiyim lan ben! Sizi yalnız bırakacağım bir de. Rüyanda bile göremezsin." dedi Demir abim sinirle. Ters ters Tahir'e baktı. "Yalnız bırakacakmışım! Sikseler kalkmam şuradan!"

 

Ağlamama ramak vardı. "Beni yalnız bırakın!" diye bağırdım. İkisine de dik dik baktım. "İkinizde!" diyerek ikisini de yanımda istemediğimi belirttim bu defa. Bir an önce kalkmazlarsa eğer gözlerim bütün musluklarını açacaktı. Ramak vardı, ucundaydı.

 

İkisininde kalkmasını bekledim ama kalkmadılar. Demir abim Tahir'e baktı yine. "İkinizi de derken ilk sana baktı, seni istemiyor yani. Kalk git."

 

Gözlerimi bile deviremedim. Ben ne diyorum o ne diyor!

 

"Sana biraz uzun baktı, bence seni istemiyor." dedi Tahir'de. Neden beni bırakıp def olmuyorlar ki?

 

"Sana dedi ulan!"

 

"Hayır, sana dedi."

 

"Nereden biliyor-... Defne!"

 

"Gül!"

 

Hıçkırığımla ikisi de susup bana baktığında ben başımı dizlerime gömmüş, kollarımla dizlerimi sarmıştım. Herkesi ağlamayın diye azarlamıştım ama ben dayanamamıştım daha fazla. Kendimi o kadar suçlu hissediyordum ki... Her şeyin sorumlusu bendim. Aptalca davranışlarım, çocukça şımarıklıklarımdı. Kendime çeki düzen vermediğim sürece sevdiğim herkes zarar görecekti. Artık yaşayamadığım çocukluğun yasını tutmayı bırakıp geleceğe bakmam gerekiyordu.

 

Ama önce Sinan abim iyileşmeliydi.

 

Allah'ım sana söz veriyorum Sinan abim iyileşsin bir daha hiç çocukluk yapmayacak, şımarmayacak, ailemi asla üzmeyeceğim.

 

"Gül," dedi Tahir elini sırtımda hissettiğimde fakat Demir abim sözünü kesti.

 

"Bırak ağlasın, içini boşaltsın." dediğinde Tahir de susmuş ve ağlamama izin vermişlerdi.

 

Orada ne kadar ağladım bilmiyorum ama halamın sesiyle hızla başımı kaldırdım. "Sinan'a kan lazımmış. Acil kan arıyorlar!" dediğinde oturduğum yerden panikle ayaklandım.

 

Hızlıca gözlerimi silerken çözüm arıyordum bir yandan.

 

"Gül'ün kanı uyumlu, aynı kan grubuna sahipler." diyen büyük dayıya baktım hızla.

 

Başımı iki yana salladım. "Olmaz!" dedim. "Benim kanım pis. Sinan abimi de hasta edemem, olmaz!" dediğimde Demir abim "Defne!" diye bağırdı ama duymazdan geldim. Yalan değildi. Benim kanım pisti. Bunu herkes biliyordu. Öyle olmasaydı eğer kan kanseri olmazdım ki ben.

 

Büyük dayımla Demir abimin kan grubu A pozitifti. Halamın ise B pozitif. Sinan abimin kan grubu 0 pozitifti. O kadar panik bir haldeydim ki etrafımdaki insanlara bakıyordum. Gidip onlara yalvarmak geliyordu içimden. Tam o sırada Tahir sordu Sinan abimin kan grubunu.

 

Halam, "0 pozitif." diye onu yanıtladığında Tahir, "Benimki uyumlu." dedi.

 

Hızla bakışlarım onu buldu. "Abime kan verir misin?" diye baktım gözlerinin içine. Bana öyle bir bakıyordu ki benden çok o kahroluyormuş gibiydi. "Lütfen Tahir," dedim kollarını tutup. Çenem titriyor, gözlerim yeniden ağlamak için kendini dolduruyordu. "Sana yalvarırım abime kanını ver. Lütfen. Sana söz veriyorum Sinan abim iyileştiğinde hiç çocukluk yapmayacağım. İstediğin gibi olacağım. Öyle davranacağım. Lütfen Tahir, sana yalvarırım..." dediğimde Demir abim kolumdan tuttuğu gibi kendine çevirdi beni sertçe.

 

"Kendine gel!" diye bağırdı yüzüme yüzüme. "Sana kimseye yalvarmak yok demiştim. Sana ilk bunu öğrettim!"

 

Öyle katı bir suratla bakıyordu ki gözlerime, öyle bir sıkıyordu ki kollarımı... Farkında değildi. Hemde hiçbir şeyin.

 

"Evet!" diye bende bağırdım boğazım yırtılma pahasına. Kollarımı sıkan ellerini silktim üstümden. "Evet bana yalvarmamam gerektiğini öğrettin ama kendim için. Öleceğini de bilsen kimseye, hele hele bir düşmanına yalvarmak yok dedin! Birkaç saat öncesine kadar öleceğimden o kadar eminken bile çok korkmama rağmen onlara yalvarmadım. Ama bırak da benim yüzümden ölüm kalım savaşı veren abim için yalvarayım!"

 

Demir abim öylece kalakaldığında Tahir'e döndüm ama beni konuşturmadı. Kolları beni sardığında yüzümü göğsüne bastırdı. Başımın üstüne derin bir öpücük kondurdu. "Vereceğim," dedi. "İsterlerse tüm kanımı veririm, sen yeter ki iyi ol, sakin ol. Tamam mı?"

 

Son bir kez daha saçlarımdan öptüğünde geri çekildi. Gözlerime baktı ve hızlı adımlarla hastaneye ilerledi. Gözden kaybolana kadar onu izledikten sonra bedenimi bir çuval gibi banka bıraktım. İçimden dualar ederken yarım saat sonra Tahir yanıma gelmişti.

 

"Verdin mi kan?" diye sordum ayağa kalkıp ona bakarken. "Abim iyi mi?"

 

"İki ünite kan verdim." dedi kollarımdan tutup beni oturttuğunda. "Ameliyat devam ediyor. Allah'ın izniyle iyi olacak abin. Sen bunları düşünme şimdi. Sende yoruldun, uyu dinlen biraz güzelim."

 

Omuz silktim. "Uykum yok." dediğimde kolunu omzuma atıp beni kendine çekti. Başım omzuna yaslanırken dua ede ede gözlerimi yumdum. İçimde bir yerler feci halde acıyordu. Dün gece gördüğüm kabuslar yüzünden geceyi uykusuz geçirmem ve bugün yaşadıklarım beni karanlığa itti, uykuya yenildim.

 

Ne kadar uyudum bilmiyorum fakat kopan bir çığlıkla irkilerek uyandım. Demir abim gözlerinin içi kıpkırmızı bir halde annemin kolunu tutmuş, onu bahçeye çıkarıyordu. Annem dövüne dövüne ağlarken derhal ayaklandım ve onlara gittim. Korkudan büyümüş göz bebeklerimle onlara baktım fakat ikisi de sustu. "Abim," dedim titreyen sesimle. Yutkundum. "Abime bir şey mi oldu?"

 

Cevap vermediler.

 

"Senin yüzünden!" dedi biri. Bu Yaren ablaydı. Gözlerindeki kinle, öfkeyle yanıma geldi ve sağ yanağıma güçlü bir tokat indirdi. "Seni korumaya çalışırken öldü Sinan! Sırf seni korumak için kendi canından oldu! Yeter artık! Büyü! Büyü ve sevdiklerine verdiğin zararın farkında ol artık!"

 

"Abim," dedim başımı çevirip onlara bakarken. Tokatın acısını zerre hissetmiyordum zira hissettiğim acı büyük ve derindi. Ağladım. "O... O öldü mü yani?"

 

Yaren abla fenalaşıp olduğu yere bayılırken Tahir onu kucağına aldı ve hastaneye götürdü. Bir film izler gibi olduğum yerde durdum ve bir cevap bekledim. Fakat kimse konuşmadı. Demir abim yüzüme bakmıyor, annem dövüne dövüne ağlıyordu sadece. Gözlerim hastanenin kapısına ilişti. Allah'ın belası korkularım yüzünden hastaneye giremiyordum fakat abimi kaybetmiştim. Eğer hastaneye girebilseydim, onu son kez görmüş olacaktım. Abi... Seni bir daha göremeyecek miyim? Ben kimi delirteceğim şimdi abi? Nezarete düştüğümde beni kim çıkartacak oradan? Abi sen yaşasaydın keşke, ben ölürdüm senin yerine...

 

Ağladığımda derin bir nefes aldım ve anlık bir kararla koşarak hastaneye girdim. Bunu yaptım. Abim ölmeden değil öldükten sonra yendim korkularımı. Ne acı ama! Hastanenin o kokusu başımı döndürdüğünde etrafa bakındım ve zemin kata indim. Bir hemşireye morgu sordum sonra. Bana yerini gösterdiğinde koşarak gittim. Sanki denizin dibine dalmış gibiydim. Nefesim kesiliyordu. Abimi görüp çıkmam gerekiyordu buradan. Morgu bulduğumda kapının önünde durdum ve derin bir nefes aldım. Kapının kulpuna uzandım. Tam kapıyı açacakken her yer karardı.

 

"Gül," diyen Tahir'le gözlerimi açıp doğruldum omzundan. "İyi misin güzelim? Bir şeyler mırıldanıyordun ama anlamadım."

 

Ben, ben rüya mı görmüştüm? Yoksa bu rüya gerçeğin bir işareti miydi? Abim... Abime bir şey mi olmuştu yoksa? Hızla banktan kalktığımda hastaneye doğru koştum. Hastaneye yeni girmiştim ki Demir abimle karşılaştık.

 

Halimi, endişemi, korkumu, telaşımı gördü gözlerimden. Soru sormadı. Direkt yanıtladı beni. "Çıktı ameliyattan," dediğinde hâlâ nefesimi tutuyordum. "Yoğun bakıma aldılar şimdi. Durumu gayet iyi, uyanmasını bekliyoruz."

 

Tuttuğum nefesimi usulca bırakıp derin bir nefes aldım. Şükürler olsun Allah'ım. Sana şükürler olsun...

 

Üç Gün Sonra;

 

Günlerim abimin uyanmasını beklemekle geçmişti. Hastanede uzun süre kalamadığımdan sık aralıklarla yoğun bakımın önünde, Sinan abimin kendine gelmesini beklemiştim. Bu süreçte eve gidip banyo yapmam, dinlenmem konusunda ne kadar ısrar etseler de onlara kulak asmamış, hastaneden bir an olsun ayrılmamıştım. Üstüm başım toz topraktı ama umrumda değildi. Sinan abim kendine gelmeden bende kendime gelmeyecektim.

 

Neyseki iki saat önce Sinan abimin kendine geldiği ve normal odaya alındığı haberi gelmişti. Şimdi annem, babam, Demir abim, ablam, Yaren abla, Tahir, Kenan enişte, Sinan abimin arkadaşları, büyük dayı, halam ve ben onun odasının önünde içeriden doktorunun çıkmasını bekliyorduk.

 

Saçlarımı toplamış, ağladığımı anlamasın diye beş şişe suyla yüzümü yıkamıştım. Heyecanla içeriden doktorun çıkmasını beklerken nihayet isteğim yerine geldi ve doktor içeriden çıktı. Orta yaşlı, tatlı bir kadın doktordu. Güler yüzlüydü. O konuşmadan ben atladım direkt. "Abimi görmek istiyorum!"

 

Kadın bana gülümsedi. "Tamam fakat hastayı çok yormayalım olur mu? Yoğun bakımdan yeni çıktı, yarası taze daha."

 

Hızla başımı salladığımda doktor, abim hakkında birkaç şey daha söyledi ve hemşireyle gitti. Direkt odaya daldım ve hasta yatağında üzeri çıplak, göğsü sarılı yatan Sinan abimle göz göze geldik. Yüzü solgun, gözleri yorgundu ama beni görür görmez gülümsedi. "Abi!" diye çığırarak yanına gittim ama sarılmadım. Elini tuttum sadece. Yarası taze demişti doktor. Mikrop kapsın istemiyordum.

 

Şaşkınca bana bakıyordu. Benim burada olmamı beklemiyordu çünkü. Hastane fobim olduğunu biliyordu. Onun için burada olduğumu gördüğünde ise bana bunu yaşattığı için özür diler gibi baktı gözlerime. Gülümsedi, gülümsemeye çalıştı. "Gül'üm," dedi yorgun yorgun. Elimi sıkmaya bile mecali yoktu ama sıkmak için çabaladı. "İyiyim ben merak etme tamam mı? Biraz dinleneyim gideceğiz evimize."

 

Omuz silktim bilmiş bilmiş. "Biliyordum ki iyi olacağını." dedim götünü aşağıya indiremediğim egomla. Ona iyi gelmek, ağladığımı belli etmemek için her zamanki şımarıklığıma başvurduğumda o bunu anladı ve güldü.

 

Yanıbaşımda duran Okan abi bana dehşet ötesi bir şaşkınlıkla bakarken yanındaki Hakan abiyi dürttü gözlerini benden ayırmadan. "Yuh amına koyayım! Kıza bak lan! Bu değil miydi, bankta oturup abim ölecek diye salya sümük akıtan?!"

 

Kaşlarımı çattığımda Hakan abi tiksinircesine Okan abiye baktı. "Pisleşme ya!"

 

Okan abinin ayağına vurdum gözlerimi Sinan abimden ayırmadan. "Kız bana niye vurdun şimdi?" diyen Serhan abiyle şaşkınca ona baktığımda Okan abiyle Serhan abinin yer değiştirdiğini gördüm. Gözlerimi kısarak Okan abiye bakarken dişlerini göstererek at gibi sırıtıyordu.

 

Tam ona ters bir şey diyecekken, "Geçmişler olsun kurşunlara kafa göze dalan adam!" dedi Okan abi, abime yanaşarak.

 

Ters ters ona baktım. "Gereksiz!"

 

"Sen önce git de bir yıkan. Leş bile senden daha güzel kokuyordur." dedi küçümser bakışlarla.

 

Ağzım açık kalırken, Sinan abim "Uğraşma lan kardeşimle!" diye kızdı ona. Gülüyordu da ama. Çocuk kandırıyordu sanki, mala bak!

 

Okan abi o alaylı, küçümser bakışlarla bana baktı. "Üç günden beri ölmüşsün gibi davranıyor! 'Sinan iyi olacak, iki kurşuna yenilmez' dedik, kız ruh gibiydi. Şimdi gelmiş neler di-... Ah! Yüzümü tırmıkladı lan!"

 

Üzerine doğru atlayıp tırnaklarımı babyface yüzüne geçirdim. İte bak hele! "Yalan!" dedim sinirden kıpkırmızı olmuş yüzümle Sinan abime bakarken. "Yalan söylüyor bu ya! Ben burada beklerken bu gelmiş bana ne dedi biliyor musun? Manitasıyla ayrılmış, bana çıkma teklifi etti!" Başımı salladım hırsla. Okan abiye ters bir bakış atıp abime döndüm. Sinan abim kaşlarını çatmıştı. "Sinan ölür gider zaten, aramıza giremez, dedi bana. Eğer rızam yoksa beni kaçırırmış!"

 

"Ne?!" diye bağırdı Okan abi dehşet bir şaşkınlıkla. Sadece o da değil. Odadaki herkes şok içindeydi. "Ne diyorsun ulan? Ben manitamla ayrılmadım bile!" Arkadaşlarına baktı. "Ne diyor bu kız lan?! Beni öldürtecek resmen!"

 

"Okan!" diye bağırdı Sinan abim. Yüzünü buruşturduğunda canının yandığını fark ettim ve üzüldüm. "Şu hastaneden çıkayım bir. Sana gelinlik giydirmeyen Sinan'ı siksinler!"

 

"Aga yalan lan!" dedi Okan abi can havliyle kendini savunmaya çalışırken. "Oğlum manitamdan ayrılmadım bile ben. Hadi ayrıldım diyelim, senin bu," deyip beni işaret etti tiksiniyormuş gibi yüzünü buruştururken. "Sümüklü kardeşine mi kaldım?!"

 

Bana sümüklü deyişine ters bir bakış atıp omuz silktim. "Valla onu dün gece uygunsuz tekliflerde bulunmadan evvel düşünecektin."

 

Okan abi aradığı desteği arkadaşlarından bulamazken ve abim de ona inanmazken ne yapacağını bilemez bir halde dönüp durdu ortada. Sonra pencere kenarına gidip kollarını göğsünde topladı ve küstüm oynamıyorum tavrıyla başını çevirdi. Onun bu haline sırıtırken "Gül," diye seslenen Sinan abimle ona baktım hemen. Uyarıcı bir bakış attı. "Uğraşma arkadaşlarımla abisi."

 

"Ama o da beni sana ispikledi!" diye şikayet ettim beş yaşındaki çocuk gibi.

 

Senin bu yaptığını ana sınıfındakiler yapmıyor! dedi içimde benden nefret eden taraf.

 

"Ağlamadı sanki!" diye homurdandı Okan abi ters ters. "Sümüklerini silmeye peçete yetmedi be!"

 

Üzerine atlayacakken Sinan abim, "Gül!" diye uyardı.

 

"Ne var be?!" diye ona döndüm sinirle. Sinir stresimin ağzına sıçmışlardı yani! "İki gözyaşı döktük diye bir tarafların havalanmasın hemen! Hem ben ağlamam. Gözlerimin çişi gelmişti, o kadar!"

 

Sinan abim bana içli gözlerle bakarken arkamı döndüm odadan çıkmak için fakat beni iki kelimeyle durdurdu, olduğum yere mıhladı adetâ.

 

Sinan abim şöyle demişti: "Cips istiyorum!"

 

Öylece aramızda sadece iki adım kalan kapıya bakarken zihnim beni geçmişe götürdü.

 

"Cips istiyorum!" diye bağırdım hastane yatağında yatarken. Son yarım saattir cips diye yalvarıp ağlamama rağmen kimse beni umursamıyordu. Annem olmaz demişti. İyileşmeden yiyemezmişim, yasakmış, doktor izin vermiyormuş.

 

Bir kerecik yesem ne olurdu sanki?

 

Sürekli istemiyordum ki, bir kerecik yemek istiyordum.

 

Annem ağlayarak odadan çıkınca bende ağlamaya başlamıştım. Hem onu ağlattığım için hem de bana cips almadıkları için. Üstümü açıp katı bir suratla benimle ilgilenen Demir abime baktım sert sert. "Cips istiyorum!" diye bağırdım yine.

 

Bütün hastaneyi ayağı kaldırmıştım resmen. O gözlüklü yakışıklı doktorum ve hemşireler gelip bana bir saat cipsin zararlı olduğunu anlatmışlardı ama umrumda değildi. Zehir de olsa onu yemek istiyordum.

 

"Kimse sana cips almayacak," dedi Demir abim bağırmamdan ve ağlamamdan asla etkilenmezken. "Şimdi daha fazla cırlayıp insanları rahatsız etmeyi bırak ve uyu."

 

Neden anlamıyorlardı?

 

Canım çok çekmişti diyorum.

 

Bu Allah'ın belası hastaneye düşmeden önce her istediğimi ikiletmeden hemen alıyorlardı. Ne zaman saçlarım kesildi, bu hastaneye geldik, o zamandan beri her şey yasak oldu bana. Ama umrumda değil.

 

Bugün bana o cipsi alan olmazsa eğer hastaneden kaçmak pahasına gideceğim.

 

İçimi çeke çeke ağlamaya başladığımda Demir abim kaşlarını çattı ve başını çevirdi. Asla almayacaktı. Önceden ne istesem alırdı ama artık almıyordu. Beni sevmiyorlardı. Sevselerdi alırlardı.

 

Yatağıma yatıp pikeyi başıma kadar çektim ve ağlamaya devam ettim. Bir süre sonra Demir abim odadan çıktı. Başımı pikeden dışarı çıkartıp odaya baktığımda onu görmedim.

 

"Hastaneyi ayağa kaldırdı," diyen babamın sesini duydum dışarıdan. "Bir iki tane yese en azından olmaz mı doktor bey? O böyle ağlayınca içim parçalanıyor."

 

Babam benim için doktorumla konuşuyordu. Gözlerimin içi ışıldadığında Demir abimin sesini duydum. "Olmaz baba!" dedi hemen. "Defne iyileşmeden abur cubur yiyemez. Yasak! Duygu sömürüsü yapmak için ağlıyor o. İnanmayın."

 

Oflayarak geri yattım ve cips diye ağlaya ağlaya uyudum. Biri kolumu dürttüğünde, gözlerimi zar zor açtım. "Gül," dedi Sinan abim. Ona baktığımda elindeki yeşil paketli, fıstık soslu cips paketini gördüm. Bana cips mi almıştı? Bir bana bir kapıya bakıyorken telaşlıydı. "Kalk hadi," dedi. "Sana cips aldım. Demir abim gelmeden ye."

 

Hızla kalkıp elinden paketi aldım ve küçük, güçsüz ellerimle paketi yırtma pahasına sertçe açıp hunharca cipslere saldırdım. Sinan abim kapıyı aralamış, kafasını dışarı uzatarak koridoru kontrol ediyordu. Bir yandan bana döndü. "Acele et, Demir abim gelebilir her an." dediğinde başımı sallayıp avuç avuç aldığım cipsleri ağzıma doldurdum.

 

İki dakikada bir paket cipsi bitirmiştim. Demir abim gelecek korkusu olmasa rahat rahat yerdim. Sinan abim bitirdiğimi görünce kapıyı kapatıp yanıma geldi. Yırtık paketi buruşturup çöpe attıktan sonra bir tane ıslak mendil çıkardı ve onunla güzelce ellerimi, bütün parmaklarımı tek tek sildi. Dudaklarımı ve çevresini de sildikten sonra mendili de çöpe attı.

 

"Bundan sonra canın bir şey çekerse bağırıp ağlama, bana söyle ben alırım sana." dedi. Koltuk altımdan tutup beni kaldırdı, küçücük boyuna bakmadan kucağında beni pencere önündeki koltuğa taşıdı, oturttu. Yatağımın üzerindeki cips kırıntılarını eliyle temizledikten sonra yatağımın çarşafını da düzeltti. Yeniden yanıma gelip koltuk altımdan tutarak beni kucağına aldı ve güçlükle yatağıma çıkardı. Minik elleriyle üzerimi örttükten sonra elimi avuçlarının arasına alıp sevdi. "Hastasın diye abur cubur yemen yasak. Demir abim kızıyor, izin vermiyor bu yüzden. Seni sevmediğimiz için değil, hastasın diye almıyorlar cipsi. Bir daha ağlayıp cips istiyorum diye bağırma tamam mı güzellik? Sen ağlayınca annem de üzülüyor, ağlıyor. Onu üzmeyelim yoksa annemiz olmaz. Sen canın bir şey çekerse bana söyle tamam mı? Ve sana cips aldığımı sakın Demir abime söyleme! İkimizi, en çok beni döver. Anlaştık mı?"

 

Bana cips almıştı ya, uslu uslu başımı salladım. Ne dese yapardım şu an. Uzanıp yanağını öptüm. "Teşekkür ederim abi." dedim neşeyle. "Aramızda kalsın, en sevdiğim abim sensin." dediğimde güldü ve minik elleriyle yanaklarımı tutup kel başımı öptü.

 

"Bir an önce iyileş tamam mı?" dedi. "Doktor abi ne derse onu dinle. Çabuk iyileş. Ev sen yokken çok sessiz. Canım sıkılıyor sensiz. Hemen iyileş."

 

Ona kocaman gülümseyip başımı sallarken Demir abim geldi odaya. İçeriye girip kapıyı kapatınca durdu, havayı kokladı ve kaşlarını çatarak direkt bana baktı. "Cips mi yedin sen?"

 

Eyvah! Anlamıştı.

 

Dudağımı ısırarak Sinan abime baktığımda o da bana bakıyordu söyleme der gibi. Demir abim hızla boş kabı alıp yanıma geldiğinde, "Kus!" dedi. "Kus çabuk!"

 

Daha yeni yemiştim, hayatta kusmam! Mideme inmeliydi daha. Ellerimi dudaklarıma bastırıp başımı iki yana salladım hızla. Tam ensemden tutmuştu ki elinden kurtulmak için, "Sinan abim aldı." diye onu ispiyonladım. Duygu sömürüsü için ağlamaya başladım. "Ben istemiyorum dedim ama zorla yedirdi!"

 

Demir abim beni bırakıp Sinan abime döndüğünde beni bırakmış olmanın rahatlığıyla derin bir nefes verdim.

 

Sinan abim bana, "Salak!" diye bağırıp kaçtığında Demir abim de peşinden gitti. "Gel buraya Sinan! Derini yüzeceğim senin!" diye bağırıyordu.

 

Huh! Ucuz yırtmıştım.

 

Ben hâlâ kapıya bakakalmış, sırtım Sinan abime dönük bir halde dururken o az önce söylediği şeyi, beni geçmişe götüren o cümlesini tekrarladı yine. "Cips istiyorum!"

 

Usulca döndüm, gözlerine baktım ve birden gülerken ağladım, ağlarken güldüm. O ise içli gözlerle bana bakıyordu. Tam o esnada Demir abimin telefonu çaldı. "Daha yeni kendine geldin, doktorun izni, haberi olmadan hiçbir şey yiyemezsin. Hele abur cubur, asla!" diyerek çıktı dışarı.

 

Sinan abim ise diretti. "Cips istiyorum!"

 

Annemler hariç diğerleri olayı bilmediğinden abimin cips istemesini yadırgadı. Okan abi kahkaha attı mesela. "Koskoca adamsın ama beş yaşındaki velet gibi cips diye tutturdun be komiserim." dediğinde durumu anlamayanlar gülerken Sinan abimle ben birbirimize bakıyorduk öylece. Annem ağlayarak odadan çıktığında ise gülüşmeler kesildi.

 

Tarih tekerrür ediyordu.

 

Sinan abimin gözleri yorgunca kapandı. "Cips istiyorum." diye mırıldandı yine. Sol gözünden düşen bir damla yastığına karıştığında hıçkırmamak için alt dudağımı ısırdım ve odadan çıktım hızla. Annem köşedeki koltuklardan birine atmış kendini ağlıyor. Demir abim ise koridorun en ucunda sırtı bana dönük telefonla konuşuyordu.

 

İkisine de sırtımı dönüp hastaneden çıktım. Hastanenin karşısındaki büfeye geldiğimde gördüğüm fıstık soslu cipslerle durdum. En son Sinan abim almıştı bunu bana hastanedeyken. O günden sonra bir daha yememiştim hiç. Aklıma bile gelmemişti garip bir şekilde. Ancak şimdi o gördüğüm yeşil renkli cips paketi bana kendini ve geçmişimi hatırlatmıştı. Üzerine çok düşünmeden hemen fıstık soslu ciplerden bir paket aldım ve yeniden hastaneye döndüm. Gözlerim ağlamaktan acıyorken geçmişteki o anın büyüsüne kapılıp cips paketini tişörtümün altına soktum. Paketten haşır huşur sesler gelmese tam hamile kadınlar gibi duruyordum da işte. Bir öğrenememişlerdi neyi hangi pakete koyacaklarını!

 

Sinan abimin olduğu kata çıktığımda arkadaşlarının dışarıda olduğunu gördüm. Annem hâlâ oturduğu yerde ağlayarak hem şükrederken hem dua ediyordu. Demir abim ise hâlâ telefondaydı. Şu an kimle konuştuğunu bilmek dahi istemiyorum.

 

Her şeyi geçmişte yaşadığım o ana uyarlayarak sessizce odanın kapısını açtım. Sinan abim yatağında yatıyor, uyuyordu. Babamlar ve Tahirler bir köşede oturuyordu sessizce. Tişörtümün altına sakladığım cips paketini çıkartıp Sinan abimin yanına gittim ve onu uyandırdım usulca dürterek. "Abi, kalk sana cips getirdim." dediğimde gözlerini açtı. Doğrulmasına yardım ettim ve paketi ona verdim.

 

Bir tane cips alıp ağzına atmıştı ki Yaren ablanın, "Doktoruna sormadan yemesen mi?" demesiyle durdu. İçli gözlerle ona bakarken sadece onu izledim. Abimin daha önce hiçbir kadına böylesine derin, anlamlı, sevgi yüklü baktığını görmemiştim. Sevdiği kadının ağlamaktan kızarmış gözlerine daha fazla bakamadığında başını eğdi, paketi bana uzattı. Yedim bende bir zamanlar en sevdiğim abur cubur olan fıstık soslu cipsi. Ağlaya ağlaya yedim hem de. Ben ağladıkça Sinan abim gözyaşlarımı sildi. Paketi avuçlarımın arasında buruşturup çöpe attıktan sonra annemin çantasından ıslak mendil çıkardım. Önce Sinan abimin parmaklarını sildim tek tek. Çocukken bana yaptığı gibi. Dudaklarının kenarını sildim sonra. Ardından kendi ellerimi de silip peçeteyi çöpe attım. Arkamı dönüp Sinan abimle göz göze geldiğimde elini sağ tarafına vurdu. "Yanıma gel."

 

İtiraz bile etmedim. Ayakkabılarımı çıkardığım gibi küçüldükçe küçülüp yanına kuruldum. Sağ kolu beni sardı, dudakları saçlarımın tepesine kondu. "Güzelim benim." dedi. Ağzıyla değil yüreğiyle dedi. Sanki dünyadaki en güzel kadın benmişim gibi söyledi. Hissettirdi bunu bana.

 

Gözlerim kapalı onun kendine has kokusuna karışan ilaç kokusunu derince solurken içimden binlerce kez şükrettim. "Ben hep sandım ki, yalnızca Demir abime bir şey olursa yaşayamam." diye mırıldandığımda sessizce beni dinledi. "Ama şu üç günde hiç yaşamadığımı, seninle beraber öldüğümü fark ettim abi. Sana bir şey olsaydı eğer..."

 

"Şşşth!" diye mırıldanarak susturdu beni. Gücünün yettiğince daha sıkı sarmaya çalıştı beni. "Ben iyiyim, sen iyisin. Düşünme bunları abim. Geçti artık. Biz iyiyiz tamam mı?"

 

Abim iyiydi, geçmişti evet ama içimdeki bu suçluluk hissi hiç geçmeyecekti. "Ama-..." demiştim ki odanın kapısı açıldı.

 

Başımı hafifçe kaldırıp baktığımda Demir abimi gördüm. Eli kapı kulpunda durmuş, kaşları çatık havayı koklarken dudağımı ısırdım. "Fıstıklı cips mi kokuyor burada?" dediğinde Sinan abimle göz göze geldik.

 

Onun gözlerinde haylaz, keyifli parıltılar varken ben tedirginlikle dudağımı ısırdım. Demir abimin izin vermediği bir şeyi yaptığımızda nasıl Deccal'e dönüştüğünü biliyorduk hepimiz.

 

Çocukken de olduğu gibi yine durumu lehime çevirecek, ağlayarak duygu sömürüsü yaparak tüm suçu Sinan abimin üstüne atacaktım ki bu sefer o benden önce davrandı. Kanayan yarasıydı malûm bu durum. "Gül almış gelmiş," dedi yıllar sonra Demir abimden yediği dayakların intikamını almanın verdiği mutlulukla gözlerime bakarken. "Zorla yedirdi. Yemezsen ölümü gör dedi. Ameliyatlı olmamı bile umursamadan bir paket fıstık soslu cipsi yedirdi bana. Herkes de şahit. Mecbur kaldım abi."

 

Gözlerimi kısarak Sinan abimin keyifli yüzüne baktım. Demek öyle?

 

Hain Kostak seni!

 

Demir abim kapıyı kapatıp yanıma geldiğinde kulağımı tuttu. Elimi tutar gibi hafifti tutuşu ama ben sanki kulağımı acımasızca kopartıyormuş gibi çığlığı bastım. "Size cips yasak dedim!" dedi Demir abim. "Gel buraya çabuk! Bir de gitmiş ameliyatlı adamın yanına yatmış. Kalk şuradan!" deyip itiraz etmeme rağmen beni yaka paça aldı Sinan abimin yanından. Ters ters ona baktığımda köşedeki geniş koltuğa oturup beni kucağına çekti. "Uykun varsa burada uyu." dedi ensemden tutup alnımı küt diye sert göğsüne yapıştırdığında.

 

Kıskanç herif!

 

Beni kıskandığı kişi de Sinan abimdi. Canımız kanımız yani.

 

Yarın öbür gün evlensem bu beni kocamın koynundan da alırdı. Bundaki öyle bir kıskançlıktı.

 

Bir Hafta Sonra;

 

Hayat bir şekilde, kaldığı yerden devam ediyordu.

 

Sinan abim dün akşam taburcu olmuş ve eve gelmişti. Bir hafta boyunca hastanede başında beklemiştim. Akrabaları ayrı, eşi dostu ayrı ziyaret edip durmuşlardı sürekli. Bunun dışında Yaren abla her gün, üç öğün ziyaret etmişti abimi. Yemeklerini yediriyor, yerini düzeltiyor ve biraz sohbet ettikten sonra gidiyordu. Sevgili gibi değillerdi ama arkadaş da değillerdi. Bir tuhaflardı. Anlayamamıştım. Kafa da yormadım açıkçası. Sinan abim iyiydi, gerisi mühim değil benim için.

 

Şimdi o salondaki üçlü koltuğa boylu boyunca uzanmış, haberleri izlerken ben ise sinirle derin bir nefes aldım. "Ben yapacağum ula!" diye bağırdım sonunda. Sıkı sıkıya tuttuğum tencereyi almak için çabalıyordum dakikalardır. "Bırak ha oni!"

 

"Asıl sen bırak ula!" diye bağırdı anam sinirle. "Ben yapacağım uşağima çorbayi!"

 

"Ya abim benim yapmamı istedi!" diye cırladım. Âlâkâsı yok. Külliyen yalan! "Ben çok güzel çorba yaparım tamam mı?!"

 

"Hı, tabii." diye küçümsedi beni. "Kekin içine çamaşır suyu katmış insansın sen. Ne malûm çorbanın içine de ciftir, deterjandır katmayacağın?"

 

Kadın haklı beyler, bayanlar, merdivenden kayanlar dağılın!

 

Gözlerimi devirdim. "Yav onunla bu bir mi?" dedim sinirle. Gözlerimi kıstım. "Sen onu bunu bırak da, mutfak dolabında çamaşır suyu ne arıyor? Onun yeri mutfak mı? Ne malûm seninde dalgınlıkla çorbaya çamaşır suyu katmayacağın?"

 

Annem beklenmedik tepkim karşısında kalakalırken şaşkınlığından faydalanıp tencereyi aldım ve zaferle gülümsedim. Tencereyi kucaklarken ona baktım küçümsercesine. "Şimdi beni mutfağımla baş başa bırak Sümbül Hanım. Şifa çorbası yapacağım."

 

"Ben hocayı çağırayım o zaman."

 

"Niye? Elimin lezzetini kıskandığın için kendini mi okuyup üflettireceksin?"

 

"Yok," dedi. "Bu zamana kadar ölmeyen uşağum, senin çorbanı yiyince tahtalı köye gidecek ya, onun için."

 

Sümbül Hanım vurdu ve goool!

 

Kes be sen!

 

Bozulmamı bekledi. Yalan yok, eccük bozuldum ama çaktırmadım. Başımı geçiştirircesine salladım ve onu kışkışladım.

 

Dolaptan çıkardığım sebzeleri ve tavuğu tezgahın üzerine bırakıp neler yapacağımı düşündüm kısacık. Havucu, patatesi, soğanı, mercimeği, pirinci, fasulyeyi kısacası bulduğum her sebzeyi yıkayıp doğrayıp tencereye koydum ve su doldurup ocağa bıraktım. Onlar pişedururken tavuğun derisini yoldum ve göğsündeki etleri kesip kemikli kısmını ayırdım, robottan geçirirken sıkıntı olmasın diye.

 

Hemen çorbaya yağ koyduğumda, tavuğu da ekledim ve kaynamasını bekledim. Onu beklerken oynadığım oyunda on bir level geçtim. Görüyorsunuz bir dakika boş durmuyorum.

 

Çorbam kaynamaya başladığında telefonu bırakıp onu robottan geçirdim ve tuzunu neyim atıp bir beş dakika daha kaynamaya bıraktım. Şaka maka güzel bir kıvam almıştı çorbam. Mis gibi de kokuyordu. Zaferle gülümseyip mutfağa baktığımda gördüğüm dağınıklıkla dudağımı ısırdım. Yaparken iyiydi de, toplarken sıkıntıydı be! Neyse anam görmeden sıvışırdım ben nasılsa.

 

Kaynayan çorbamın altını kapatıp kaseye biraz çorba koydum ve bir dilim ekmekle onu abime götürdüm. Ben yaptım diye diyorum, efsane görünüyordu.

 

Salona vardığımda tepsiyi Sinan abimin dizlerine bıraktım ve hanım bir kız evladı gibi uslu uslu tekli koltuğa oturup bekledim. Sinan abim bana tedirgin bir bakış atıp çorbaya baktı. "Demir," diye mırıldandı yanındaki abime. Maalesef aradığı numaraya ulaşamıyordu zira Demir abim telefonuna gömülmüştü. "Önce sen ye lan! Daha yeni ameliyattan çıktım ben. Ölmek için çok gencim henüz."

 

Bak bak bak! Biz burada kıçımızı yırtıp çorba pişirelim, bu neler desin. Kollarımı göğsümde toplayıp başımı tripli bir şekilde çevirdim. Ayağıyla beni dürttü hemen. "Küsme ula hemen!" dedi kaşığı eline alırken. "Yiyorum bak."

 

Omuz silktim. Çaktırmadan da yan bakış atıp ona baktım. Çorbadan bir kaşık aldı ve dua edip içti. Umarım ettiği dua şifa olması içindir! Bir müddet bekledi ve gözlerini irice açtı. Hele bir çorbama laf etsin, vallahi billahi tillahi ameliyatlı demem, atlarım üstüne!

 

Neyseki beklediğim olmadı. Önce bir "Oha!" deyip benim tırnaklarımı çıkartırsa da sonrasında "Sen bu kadar güzel çorba yapabiliyor muydun kız?" demesiyle okşanan gururum ve götü kalkan egomla gülümsedim. Anam ters ters bana bakarken ona havalı bir bakış attım. Kim demiş Gül çorba yapamaz diye?

 

Abim iştahla çorbasını içerken onu izlemekten benim de karnım acıkmıştı. Neyse birazdan bizde yiyecektik zaten. Sinan abim çorbasını bitirdiğinde ilaçları içmek için su istedi. Hemen kalkıp mutfağa gittim ve ona suyuyla birlikte ilaçlarını getirdim. Bir haftadır hep yanında olduğum, ona ben baktığım için her şeyine hakimdim. Sinan abim ilaçlarını içtikten sonra koltuğa uzanıp televizyon kanallarında gezinmeye başladı. Tam koltuğa oturmuştum ki telefonuma gelen mesajla sehpanın üzerindeki telefonu aldım.

 

Mesaj Tahir'dendi. Bir haftadır olduğu gibi ya arıyor ya mesaj atıyordu. Hastanede abime refakatçilik yaparken sık sık yanımdaydı. Ve şimdi attığı mesaja bakarken artık zamanın geldiğini gördüm.

 

Tahin: Ne zaman işinin başına döneceksin güzelim?

 

Tek kelime yazdım ve gönderdim.

 

Gül: Yarın.

 

Yarından itibaren her şey değişecekti. Hayallerim, isteklerim, özgürlüğüm ikinci plana atılacak, Demir abimin ve Tahir'in istediği gibi büyüyecektim.

 

Belki büyürsem, kimse zarar görmezdi...

 

Bölüm Sonu.🖤

 

Diğer bölümlere nazaran daha uzun bir bölüm oldu. Nasıl buldunuz?

 

Bölümle ilgili düşüncelerinizi buraya bırakabilirsiniz.💭

 

En sevdiğiniz sahne ya da replik de buraya lütfen.💭🌸

 

Alıntılar ve spoiler için İnstagram;

nazankaraermis

nazankrrmshikayeleri

 

♥️

 

Loading...
0%