Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. "Rivayete Göre..."

@nazankaraermis

Resul Dindar - Gezma Sevduğum

 

Keyifli Okumalar.🤎

 

Gül'den;

 

"Şimdi sana nasılsın diyecekler, tüm gece salya sümük ağlamamışsın gibi iyiyim diyeceksin tamam mı?" dedim aynadan kendime bakarken.

 

Ablamın odasından aşırdığım fondöteni göz altlarıma bolca sürerken kıpkırmızı olmuş gözlerime kendimi cesaretlendirmeye çalışarak bakıyordum. Ben tek başıma ağlar, sabahına da hiçbir şey olmamış gibi yoluma bakardım. Benim acım, yasım bir gün sürerdi ancak. Hele hele nişanlanmış bir adamın yasını tutacak değildim. Neler neler atlattım oğlum ben, senin bana attığın kazık mı canımı yakacak? Peh!

 

"Napıyorsun derlerse de eğer koleksiyon olarak kafamı toparlıyorum diyeceksin." diye tembihlemeye devam ettim aynadaki aksimi. Gözaltı morluklarını yeterince kapattığıma ikna olduktan sonra yarısı bitmiş fondöteni ki ablam bunu görünce sinir krizleri geçirecekti, şimdiden keyfim yerine gelmişti, kenara bıraktım.

 

"İllaki biri her şey yolunda mı diye sorar, ona da, şükürler olsun ki hiçbir şey yolunda gitmiyor ve bende bir terslik çıkacak diye endişelenmiyorum diyeceksin." Duraksadım. "Ya da her şey yolunda ama ben o yolda değilim de diyebilirsin... Evet evet, kesinlikle bunu de. Ama bu defa da yoldan çıktığımı düşünürler? Amaaan zaten biz o yolun yolcusu değildik ki be usta..."

 

Kapı tıklanınca sustum. İki saniye sonra da kapı açıldı ve Sinan abim kafasını uzatarak bana baktı. Neyseki o kafasını uzatmadan önce kocaman güneş gözlüğünü başımın üstünden gözlerime indirmiştim. Pijamalı fakat güneş gözlüklü halime karşılık kaşlarını kaldırdı. "Hayırdır?" diye sordu. "Düğün salonlarında kafasının üstünde gözlüklerle gezen kızları ayıplardın, şimdi sen de ev de gözlük takmaya başlamışsın." Duraksadı. An be an kaşları çatılırken iki adım atıp odaya girdi. "Bana bak, dün akşamda geç geldin eve. Bir haltlar mı yedin yoksa sen? Madde falan aldıysan seni balkondan betona çakarım bak, doğruyu söyle!"

 

Her deliliği yapabilecek potansiyelde biriyim evet ama unuttukları bir şey var. Ben bedenime zarar verecek şeyler kullanmam. Genelde karşı tarafın bedenine zarar verecek şeyler yapmayı tercih ederim. Gözlerimi devirdim ama bunu görmedi. "Tatlım benim madde almama gerek yok benim beyin hep uçuk zaten." dedikten sonra huzursuzca saçlarımı geriye attım. "Ayrıca güneş gözlerimi alıyor diye taktım." diyerek ilk bahanemi öne sundum.

 

Abim başını pencereye çevirip havaya baktıktan sonra bana baktı. "Bugün hava bulutlu, güneş namına hiçbir ışık yok." dedi. Bu adamın polis olması bazen canımı sıkıyor. Her şeyden şüphe etmesi mesleki deformasyon mu?

 

Omuz silktim. "Soğan gözümü yakıyor diye taktım." diyerek ikinci bahanemi öne sundum bu defa.

 

Tek kaşını kaldırdı. "Sabah kahvaltısında soğanın ne işi var ve sen ayrıca mutfakta bile değilsin." Derin bir nefes alıp verdiğinde ona eşlik ettim. "Hadi anlat gerçekleri," dedi. "Hadi benim güzelim. Yormadan, kızdırmadan ne haltlar yediğini anlat söz, çok kızmayacağım."

 

"En son böyle dediğinde balkondan sallandırmıştın beni?" diye ufak bir hatırlatma yaptığımda kaşlarını çattı.

 

"Durum o kadar vahim diyorsun yani?"

 

Derin bir nefes alıp verdim. "Anlatacak bir şey yok." dedim omuz silkerek. "Mervelerdeydim, takıldık biraz öyle."

 

"Hay anasını avradını!" diye abartıyla söylendikten sonra gözleri kocaman oldu. "Ulan bu daha kötü! Merveler kim? Senin Merve adında bir tane arkadaşın yok ulan! Hatta senin hiç arkadaşın yok! Kim bu Merve? Biliriz biz bu Merveleri! Neredeydin dün gece anlat!"

 

"Konuşmama hakkımı kullanıyorum!" dedim elimi kaldırarak. Daha da hiddetlendi.

 

"Bana bak!" diyerek üzerime yürüdüğünde yutkundum ve ufak adımlarla ondan kaçtım. "Ararım bilişimdekileri, telefon sinyallerine tek tek baktırırım! Delirtme beni! Neredeydin dün gece?"

 

"Savcılık izni olmadan HTS kayıtlarıma bakamazsın, suç." dedim küstah bir tavırla. "Bunu yaparsan seni şikayet ederim."

 

Haklı olduğumu bildiğinden bir şey demedi ve susup mal gibi kalırken ben de havalı havalı ama hızla yanından geçtim ve kahvaltı masasındaki yerimi aldım. Güneş gözlüğüyle oturmam yadırgansa da onlar abim gibi sorgulamadılar. Genelde yaptıklarımda bir mantık aramadıklarından sorgulamazlardı beni.

 

Abim de gelip ters bakışlarla yerine geçtiğinde annem çayları doldurmaya başladı. Bu sırada masanın başında oturmuş, bulmacasını çözen dedem gözlüğünün üstünden bize baktı. "Kırılan bir şey söyleyin?"

 

"Çeyizlik 82 parça porselen yemek takımlarım." dedi annem. En çok değer verdiği şeydi.

 

"Arabamın camı." dedi abim. Arabası namusu gibiydi.

 

"Tabletim!" diye kendini yırttı Mehmet. Oksijen tüpüydü onun için o tablet.

 

"Televizyonun kumandası." dedi babam. Akşam koltuğuna kurulup televizyon seyretmek en sevdiği aktiviteydi.

 

"Çizim kalemlerim!" diyen ablam da en kıymet verdiği şeyi söylemişti.

 

Dedem hepsine ters ters bakarken, "Kalp." dedim usulca ve tüm bakışlar bana döndü. Kalpsiz gibi davrandığım için bu cevabı vermem şaşırtmıştı ama dün gece en çok benim kalbim kırılmıştı.

 

Herkes şoka girmiş gibi bana bakarken onlara bakmadan kahvaltımı yapmaya başladım. "Gül," dedi babam.

 

Ona bakmadım. "Baba valla gülecek halim yok şu an." diye sızlandığımda bıyık altından gülerken diğerleri açık seçik güldü. Ne gülüyorlarsa? Gül demedi mi babam?

 

"Kızım," dedi bu defa. "Bana bak bakayım."

 

Usulca başımı çevirdim. Gözlüklerin ardındaki gözlerimin içi yanmaya başlamıştı. Kim soğan doğradı sabah sabah? Ya da benim birazcık daha ağlayasım vardı da bahane arıyordum.

 

"Efendim?" dedim hassaslığımın aksine güçlü, vurdumduymaz bir ses tonuyla.

 

"Biri benim kızımın kalbini mı kırdı?" diye sorduğunda üzerime alınmadan Süslü Barbie'ye baktım.

 

"Biri senin kalbini mi kırdın, babam soruyor?"

 

"Sana soruyor, bana değil." dedi.

 

Hah diye bir ses çıkardım. "Benim kalbim, anamın 82 parçalık porselen yemek takımı değil. Kim kırabilir kalbimi?"

 

"Emin misin?" diye sordu babam.

 

Başımı iki yana salladım. "Emin değil, Gül'üm ben." dediğimde ablam, abim ve Mehmet gözlerini devirdi.

 

"Pekâlâ, iyi misin?" diye sordu babam. Tam dudaklarımı aralamış, ezbere cevabımı verecektim ki işaret parmağını bana doğrulttu. "Ciddi anlamda soruyorum, iyi misin Gül?" dediğinde derin bir nefes alıp omuzlarımı düşürdüm.

 

Babam cevap bekleyerek ve sanki gözlüklerin ardındaki gözlerimin can çekişmesini görüyormuş gibi bana bakarken, "Bakma bana öyle mağrur mağrur," dedim. "Kim beni üzebilir nenesi gavur?" dediğimde herkes gülmüştü.

 

Ben buydum işte. Dertlerimi anlatarak insanları boğmaz, onları içimde yaşayıp halleder, ailemi her ne kadar çıldırtsam da güldürmeye bakardım. Çünkü onlar benim yüzümden yeterince acı çekmişken ve ben bana ayırmaları gereken ilgiyi kat be kat onlardan almışken artık daha fazla onlara yük olmak istemiyordum bu açıdan.

 

Babam, "Kızım senin, benim rahmetli nenemle alıp veremediğin ne?" diye sorduğunda güldüm.

 

"Nenelerimizi severiz ama," Gözlerini dikmiş bana bakan dedeme baktım. "Dedelerden pek emin değilim." diyerek ona taş attım ama bir şey demedi.

 

Ama böyle olmaz ki. Bana sataşmaları gerekiyor ki kafam dağılsın!

 

Kahvaltıdan sonra bahçedeki hamağa uzanmış, bulutlu havanın tadını çıkartırken sessizlikten ötürü zihnim sık sık geçmişe dalıp gidiyordu. Düşüncelerimin ucu ne zaman ona değse hemen toparlanıyor, onu düşünmemeye çalışıyordum. Başkasıyla nişanlanıp verdiği sözleri unutan adamı değil sevmek, düşünmek bile istemiyordum. Ben böyleydim işte. Sevdim mi tam seviyor, nefret ettim mi de tam nefret ediyordum.

 

"Bir kilo demir mi ağır yoksa bir kilo pamuk mu?" diyen dedemin sesini duyduğumda başımı geri çevirip ona baktım. Bir sandalye çekmiş, baş ucuma oturmuştu. Elinden düşürmediği bulmacası yoktu bu defa.

 

"Hah," dedim küstah bir gülüşle. "Bu da soru mu? Tabii ki bir kilo demir daha ağırdır." Duraksadım aniden ve acıyla yüzümü buruşturdum. "Bilerek mi yapıyorsun dede ya? Demir diyerek bana o nemrut torununu hatırlattın! Düşman mısın sen ya?"

 

Dün ona attığım sesli mesajı hâlâ görmemiş olmalı ki geri dönüş sağlamamıştı. Ona bir tek şarkı söylediğim zamanlarda bana şarkı göndererek karşılık verirdi. Canım sıkkın olmadıkça ona şarkı söylemezdim ve o da bunu bildiğinden canımın sıkkın olduğunu anlar, bana hemen geri dönüş sağlardı. Bu defa geri dönüş sağlamamıştı. Muhtemelen görmemişti mesajımı.

 

"Sen boşver şimdi Demir'i," dedi dedem bir psikolog edasıyla baş ucumda otururken. Bacak bacak üstüne atmış, kucağında ellerini birleştirmiş bana bakıyordu. "Kim kırdı kalbini de hele bir bana?"

 

Omuz silktim gökyüzüne bakarken. "Kimse," dedim. "Kimse kıramaz benim kalbimi."

 

"Gül," dediğinde ona baktım. "Ben seni o güçlü tutmaya çalıştığın ses tonundan tanırım kızım. Sen benim canımın canısın. Her ne kadar ananın yaptığı tatlıları yediğimi ona ispiyonlasan da canımsın sen benim. Anlat bana, hadi."

 

Şekeri olduğu için tatlı yasaktı dedeme ve ne zaman onu tatlı yerken görsem hemen anneme ispiyonlardım. Bu yüzden benden nefret ederdi. Ama böyle canımın sıkkın olduğunu bildiğinde de hemen gelir, hiçbir şey yapmasa bile beni dinlerdi.

 

Bu ailedeki herkes gizliden bana aşıktı da çaktırmıyorlardı.

 

Derin bir nefes alıp verdikten sonra hamakta yüz üstü dönüp evin pencerelerine ve etrafa baktım. Kimsenin olmadığına ikna olduktan sonra dedeme döndüm. "Sana anlatmıştım ya dede, ben hastanedeyken bir çocuk vardı hani. Aniden gitmesi gerekmişti. Sonra görüşememiştik. En son ki konuşmamızda ne olursa olsun bir gün yanıma geleceğini söylemişti hani." Dedem hatırladım der gibi başını salladığında derin bir nefes alıp verdim. "İşte o çocuk nişanlanmış dede." dedim. Burun kıvırdım. "Unutmuş beni. Verdiği bütün sözler yalanmış yani."

 

Dedemin beni teselli etmesini bekledim ama hiçbir şey demeden yüzüme baktı, baktı ve birden kalkıp gitti. Bu da hem derdimi soruyor hem de anlatınca kaçıyor!

 

Oflayarak sırt üstü döndüğüm hamakta yere yapışmaktan son anda kurtuldum. Yüzüme dağılan, ağzıma giren saçlarımı tükürerek geriye iterken, "Bak buraya," diyen dedemin sesiyle ona döndüm. Elindeki su dolu mavi su bardağını işaret etti gözleriyle. "Bu bardaktaki su ne renk?"

 

Gözlerimi devirdim. "Tabii ki mavi renk dede." dedim. "Bunu iki yaşındaki uşak bile bilir." Su mavi renk bardakta olduğu için onun rengini almıştı.

 

Dedem bardağı ters çevirip betona döktükten sonra, "Bak bakalım su mavi renk miymiş?" diye sordu.

 

Döktüğü suya baktım. Suya boya katma olasılığı vardı çünkü. "Hayır." dedim.

 

"Suyun bir rengi olmadığını bildiğin halde bardaktaki suya mavi dedin." diyen dedem bir şeyler anlatmaya çalışır gibiydi. Gözlerimi kısarak onu dinledim. "O uşağun sana verdiği sözleri geç de olsa tutacağını bildiğin halde nişanlandı diye ah vah ediyorsun. Gül'üm, bak güzel gözlüm, kimse uzak mesafe sevdasını kaldıramaz. Hele bu devirde hiç kimse cesaret edemez. Ama bu uşak, üç ay hiç görüşmediğiniz halde sanki her gün görüşmüşsünüz gibi açtı telefonlarını hep. Bazen kapıdan izlerdim sizi. O uşağun sana olan hayran bakışlarını görürdüm. Daha küçücüktünüz ama birbirinize olan bağınız, sevginiz çok güçlüydü. Aradan yıllar geçti hiç görüşmediniz ama bana kalırsa o uşak seni unutamaz ve eğer kaderinizde varsa er veya geç kavuşturur sizi Yaradan."

 

"Kaderinde kalite varsa elbet karşılaşırız," dedikten sonra kaşlarımı çattım. "Ayrıca, sen bizi mi dikizledin dede?!" diye de cırlamayı ihmal etmedim. Ayıptı bu yaptığı. Kapı dinlemek, birilerini dikizlemek benim işimdi. Mesleğimi elimden alacak bak sen şu ihtiyara!

 

Dedem senden adam olmaz bakışları atmaya başladığında pıstım. "Yani sen şimdi bana nişanlı adamı bekle, sevmeye devam et, eğer karşılaşırsanız ve hâlâ daha nişanlıysa kuma olursun mu diyorsun?" diye sorduğumda derin bir nefes alıp verdi.

 

"Eşeği hendekten atlatmak daha kolay." diyerek kalkıp gittiğinde arkasından baktım. Nereyi kaçırdığımı, neyi yanlış anladığımı anlamadım. Eve girecekken birden durdu ve pis bir gülüşle bana baktı. İşte şimdi korkudan altıma sıçmam gerekiyordu. Bu gülüşü tanıyorum! "Bundan sonra tatlıları yediğimi anana söylersen bana anlattıklarını cümle aleme anlatırım." diye beni tehdit ettiğinde hızla kalkmaya çalıştım ve tabii hamakta olduğumu unuttuğum için şak diye yere yapıştım.

 

"Ama bu haksızlık!" diye bağırdım sürünerek yerden kalkmaya çalışırken. Başımı kaldırıp ona kötü kötü baktım. "İlaçlarını birbirine karıştırır seni komalık ederim ihtiyar!"

 

Kaşlarını çattı. "Gece sen uyurken o saçlarını kökünden keserim!" demesiyle gözlerim kocaman oldu ve ellerim hemen saçlarıma gitti. Tabii yerde yüz üstü ellerimden destek alarak durduğum için ve ellerimi aniden başıma götürünce kafam boşlukta kaldı ve beton alnıma sert bir öpücük kondurdu. "Ah!" diye yedi düveli inletecek bir çığlık koyverdim. "Seni gebertirim dede!" diye bağırdım.

 

Pis ihtiyar gülerek eve girmişti. Bende Gül'sem bunu yanına koymam!

 

Yerden sürünerek kalkarken telefonuma gelen mesajla elim telefona uzandı. İnternetimi açık bırakmışım. Bende gerçekten B12 başta olmak üzere bütün vitaminler eksikti. Bir de kendimi de bir yerlerde unutsam tam olacak hakikaten.

 

WhatsApp'a girdiğimde Demir abimden gelen mesaj kalbimin hızını saniyede bin beş yüze çıkarttı. Bana bir müzik göndermişti. O benim yaptığım gibi şarkı söylemez, direkt şarkıyı gönderirdi. Hemen gönderdiği şarkıyı indirdim ve açtım.

 

"Gel yanuma tut elumi,

Bilmez misun kıymetumi,

Baktuğum her yerde seni görüyorum yâr,

Gel yanuma, tut elumi,

Çıktum yola dönmem geri

İstanbul'dan memlekete geliyorum yâr..."

 

Gelecekti...

 

Demir abim gelecekti.

 

Gel dememe geliyorum diyerek karşılık vermişti.

 

İki Gün Sonra;

 

"Aman diyeyim birbirinizden ayrılmayın Sibel. Kardeşinin elini de tut böyle sıkı sıkı, sakın bırakma. Tuvalete bile beraber gidin emi yavrum? Biri bir şey verirse sakın yemeyin! Alın, cebinize koyun, sonra çöpe atın. Sana diyorum Gül," diyerek bana baktı. "Çöpe atacaksın midene değil annem, tamam mı?"

 

Küçükken ablamla abilerim annemin bu sözlerini ihtiyatla dinleyip uyguladıklarından biri bir şey verirse yemezler, ceplerine koyup eve getirirlerdi. Sonra bende onları alır, yerdim. Yediğimi öğrenen annemden de üstüne bir de azar yedim mi, tadına doyulmazdı tabii. Valla ben yerdim. Nuri Alço gibi gazozuma ilaç atsalar onu bile içerdim. Diyordum ya zaten; başıma bir şey gelirse ya çenemden ya boğazımdan gelecek!

 

"Onun midesi de çöplük ya zaten." dedi abim gülerek. Annemin nasihatlerine maruz kaldığım için beynim error aşamasındayken bir şey demedim. Şimdilik.

 

Havaalanında bilet işlerini halletmiş, uçağımızın kalkacağı alana gidiyorduk ailecek. Uçak sabah diye sabahın köründe kalkmıştım ve şehrimden gideceğim diye zaten öfkem burnumdayken bir de annemi dinliyordum. Üstelik iki gün geçmesine rağmen hâlâ gelmemişti Demir abim. O da ayrı bi olaydı zaten.

 

Öfke kombosu yaşıyorum cidden!

 

"Gül, senin de telefonun kapalı. İçime sinmiyor böyle. Aç telefonunu. Ablanla ayrı düşerseniz nasıl haberleşeceksin kızım?"

 

Gökhan denyosu o akşamdan beri gerek arayarak gerek mesaj atarak beni rahatsız edince ve Demir abime de ne zaman geleceğini üst üste soran mesajlar, ses kayıtları yolladım ama görmesine rağmen geri dönüş sağlamayınca bende komple telefonu kapattım. Valla telefon yok, dert yok, tasa yok. Hayat bana güzel he. Bir de uyandırılmasaydım iyiydi tabii de, neyse.

 

"Dumanla haberleşiriz," dedim esneyerek annemin sorusuna karşılık verirken. "Bizi bir salsan mı artık anne? Yeto diye bağırmama şu kadarcık kaldı."

 

Annem beni şöyle bir süzdükten sonra babama döndü. "Ay biz de mi gitsek Ahmet? Ya Sibel Gül'ü kaybeder ya da bu kız kendi kendini kaybeder. İçime sinmiyor böyle."

 

Yalnız bana olan güvenleri gururumu okşuyordu her seferinde, belirtmeden edemeyeceğim.

 

Anneme kocaman olan gözlerimle şok içinde bakarken neyseki babam gaza gelmedi de annemi yatıştırdı. "Hadi Sümbül hadi. Hayatlarının her anında biz yanlarında olmayacağız. Başlarının çaresine bakarlar onlar. Gül'ün bu hallerine bakma sen. İkisi ıssız adaya düşseler Gül yiyecek bir şey bulsa ilk ablasına verir."

 

Hemen sırıttım. "Evet," dedim. "Bulduğum yiyecek zehirli mi değil mi anlamak için önce Süslü'ye yediririm."

 

Babam ve abim gözlerini devirerek gülerken annem daha da evhamlandı. "Kardeşin bir şey verirse sakın yeme Sibel." diye tembihledi bu defa. Ben olsam ben de benim verdiğim şeyi yemezdim. Kadın haklıydı. Şimdi dağılabilirdik.

 

Uçağın kalkacağı alana geldiğimizde abim Süslü'nün iki valizini bırakıp bize döndü. Sanki bir yıllığına gidiyormuşuz gibi iki valiz hazırlamıştı cidden! Ben valizle uğraşmamış, bir sırt çantasıyla işimi halletmiştim. İlkokul çocukları gibi çantamı sırtlanmış avel avel yürüyordum havaalanında.

 

"İstanbul'daki herhangi bir karakoldan telefon almak istemiyorum." diye işaret parmağını doğrultarak beni uyardı abim. "Ola ki telefon gelirse nezarete düştüğüne dair, seni saçından sürükleyerek getiririm Trabzon'a baştan diyeyim." diyerek tehdit etti. Dedemle bunlar da takmışlardı saçıma! Kıskançlar!

 

Abim beladan ve karakollardan uzak durmamı iyice tembih ederken esneyerek uykulu gözlerle onu dinledim. Söyledikleri masal gibi geliyordu kulağıma ve uykum gelmişti bile.

 

Bir hayvan olsaydım kesinlikle ayı olurdum ben. Kış boyu uyumak tam benlik aktiviteydi çünkü. Ah ulan, nasıl kaptırdım kış uykusunu ayılara?

 

"Ay tamam!" diye bağırdım en sonunda. Birkaç kişi dönüp bize baktı ama umursamadım. "Bir sal artık beni be!" Annemlere baktım. "Gelmeyin siz de artık. Biz gideriz bundan sonrasını. Uçak orada zaten."

 

Annem söylense de babam neyseki onu götürmeyi başardı. Abim de peşlerinden giderken Süslü Barbie valizlerinden birini bana iteledi. İki elimle asıldığım valizi çekerek uçağın yanına geldiğimizde soluklanmak için durdum. En ağırını bana kakalamıştı!

 

Elimin tersiyle alnımı silerken, "İstanbul uçağı mı?" diyen tanıdık, kalın bir ses duydum hemen kulağımın dibinde.

 

İrkilip başımı çevirirken aynı zamanda geri de çekilmiştim. Karakoldan sonra yüzünü görmediğim Tahin kişisiydi dibimdeki. Jilet gibi yelekli takım elbisesiyle karşımda dururken bir elindeki küçük siyah çantasını serseri bir tavırla omzunda tutarken diğer elinin işaret parmağıyla güneş gözlüğünü burnunun ucuna indirmiş çıplak gözlerle gözlüğün ardındaki gözlerime baktı.

 

İsminin Tahir olması bile bana onu hatırlattığı için anında kaşlarımı çattım. Ne yazık ki böyle berbat bir huyum vardı. Birinden soğursam o kişiyle aynı isimde olan herkesten nefret ediyordum. İsterse melek olsunlar, umrumda değil. Sevemiyordum. Şimdi bu herif de böyle gelmiş karşımda çapkınca sırıtıyordu. Ağzına çakmak vardı bir tane de daha yeni gitmişti bizimkiler. Karakola düşmeyeyim hemen diye sakin kalmaya çalıştım.

 

"Bilmiyorum," dedim önüme dönerken. "Git muavine sor."

 

Güldü. "Muavin mi? Hostes demek istedin herhalde?"

 

Elimi salladım manasızca. "Her ne haltsa işte." dedikten sonra valize asıldım yine.

 

"İzin verirsen valizini taşımana yardım edebilirim?" dediğinde durdum. Normal şartlar altında biz kadınlar her şeyi yaparız, size ihtiyacımız yok konulu makalemi uzun uzun anlatırdım ama uykusuzluğumdan ötürü huysuzdum ve konuşma girişiminde bile bulunmadım. Omuz silkip sırt çantamın askılarını tuttum ve ablamın peşinden uçağa bindim.

 

Nihayet az sonra koltuğa yerleşmiştik. Ablam cam kenarına otururken ben de hemen yanına oturmuştum. Yan taraftaki koltukta Tahin kişisi vardı. Arada resmi giyinimli bir kadın geziniyor, sorusu olanları sakince cevaplıyorken içimdeki sıkıntı artmaya başladı. Uçmaktan, yükseklerde gezmekten hoşlanmazdım. Ayağımın yere basması gerekiyordu ve dakikalar sonra havalanacak olan uçakla beraber ne yapacağımı düşünüyordum.

 

Ya uçak düşerse?

 

Ya İstanbul'a inmemize dakikalar kala sis çöker de uçak dibe çakılırsa?

 

Ya biz havadayken şimşekler çakmaya başlarda uçağa yıldırım düşerse?

 

Offff!

 

Her saniye tedirginliğim artıyordu. "Süslü," diye kolunu dürttüm usulca. Gözlerini telefonundan ayırıp bana baktı. "Sen bir korktun sanki, uçak kalkarken elimi tutabilirsin, çekinme sakın."

 

Asıl korkanın ben olduğumu ama kuyruğu dik tutma çabasından ötürü bunu söylemeyeceğimi bildiğinden kıkırdadı. "Tamam," dedi. "Teşekkür ederim elini tutmama izin verdiğin için."

 

"Ne demek, kardeşiz biz. Lafı olmaz." dedim hemen.

 

Tam o sırada tepemde bir ses duydum. "Sibel Hanım?" dedi bir erkek şaşkın bir ses tonuyla.

 

Hemen adama baktım. "Beyefendi?"

 

"Aa Kenan Bey?" dedi ablam.

 

Gözlerimi adamdan ayırmadım. "Kenan beyefendi?" dedim.

 

"Siz de mi buradaydınız?" diye sorduğunda gözlerimi devirdim. Geldiğimi gördüğü halde geldin mi diye soran annemi görür gibi olmuştum bir an. "Yarışmadan bahsetmiştiniz, onun için sanırım?"

 

Ablama baktım. Gözlerinin içi parlıyordu. "Evet evet," dedi. "Kardeşimle birlikte gidiyoruz. Umarım istediğim gibi sonuçlanır."

 

"Umarım," dedi adam. Ona döndü bakışlarım yeniden. Ablama bakarken onun da gözlerinin içi parlıyordu. O zaman ben bu ikisini shipliyorum müsaadenizle. "Aksi olsa bile teklifim hâlâ geçerli."

 

"Teklif?" dedim ablama dönerek. O an aklımdan geçen tekliflerin hepsi iğrenç şeylerdi. Görüyoruz, okuyoruz haberlerde.

 

Ablam bana baktı dik dik. "İş teklifi Gül," dedi. "Kenan Bey çizimlerimi gördü, şirketlerinde çalışmamı teklif etti. Ondan bahsediyor."

 

O an tepemdeki adam tarafından fark edildim. Biraz daha yok sayılsaydım Hayalet Casper olarak işe başlayacaktım. "Kardeşiniz mi?" diye sordu bana bakarak.

 

Adam iyiydi hoştu ama azıcık gerizekalıydı. Az önce ablam kız kardeşimle birlikte gidiyoruz demesine rağmen kardeşiniz mi diye soruyor!

 

"Hayır," dedim gıcık gıcık sırıtırken. "Nenesiyim."

 

Kenan beyefendi kaşlarını kaldırıp şaşkınca bana bakarken yan koltuktaki Tahin kişisi sırıttı.

 

"O halde gördüğüm en genç nenesiniz." dedi adam. Ya şirin görünmeye çalışıyordu ya da gerçekten şirindi. Bilemedim.

 

"Siz de gördüğüm en yakışıklı ama salak- Ah! Ne sıkıyorsun be?"

 

Ablam bana ölümcül bakışlarını gönderip adama baktı mahcupmuş gibi. "Siz kardeşimin kusuruna bakmayın. Kendisinin kafadan zoru var biraz."

 

"Bölüm birincisiyim ben be! Sensin o deli!"

 

Kenan Bey halimize gülerek yan taraftaki Tahin'in yanına oturdu ve tanışıyorlarmış gibi sohbet etmeye başladılar. Tahin'in ona abi dediğini işittiğimde kardeş olduklarını anladım. Nedense bu işte bir bit yeniği varmış gibime geldi. Gözlerimi kısarak Tahin'i izlerken bu bit yeniğini bulmaya çalışıyordum ki anonsla beraber irkildim.

 

Bismillahirrahmanirrahim!

 

Ablam az önce dalaşmamışız gibi önce kendi kemerini sonra benim kemerimi bağladı ve elimi tuttu. Gözlerimi sımsıkı kapatıp çığlık atmamak için alt dudağımı ısırdım sertçe. Bir elimle ablamın elini sıkarken bir elimle de koltuğu sıkıyordum. Uçağın kalkışını hissediyordum ve kalbim durma noktasına gelmişti.

 

Allah'ım ölümüm havalı olsun derken kastettiğim şey bu değildi.

 

Boşlukta, koltuğu sıkan elimde bir el hissettim. Yan taraftan uzanıp elimi avucunun içine alıp güven verircesine elimin üstünü okşayan elin sahibini uçak havada süzülmeye başladığında ve ablam bunu haber verdiğinde gözlerimi açar açmaz görmüştüm; önce elimi tutan iri eli hemen sonraysa elin sahibini.

 

Tahin'di.

 

Elimi tutabilmek için koltuğundan sarkmış, elimi tutmuştu. Gözlerimin içine bakan elaları çok tuhaf hissettiriyordu ve hissettirdiği şeyden hoşlanmadım. Kaşlarımı çatıp sertçe elimi çektiğimde o da koltuğunda toparlanmış, tam konuşacakken abisinin ona seslenmesiyle dudaklarını birbirine bastırıp abisine dönmüştü. Ben de karnımı sıkan kemeri çözüp ona sırtımı dönerek cebimden çıkardığım cep boyu fıkra kitabını okumaya başladım.

 

Kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı.

 

***

 

Uçaktan iner inmez koca şehrin gürültüsü, kalabalığı beni huzursuz etmeye başladı. Şimdiden şehrimi özlemeye başlamıştım. Acaba geri dönüp uçağa mı binsem?

 

Saf saf havaalanındaki kalabalığa bakarken ablamın dürtmesiyle ona baktım. Tedirgince yüzümü inceledi. "İyi misin?"

 

Beş yaşındaki çocuklar gibi eteğini çekiştirip gidelim buradan diye ağlayacakken aramıza giren bir sesle susmak zorunda kaldım. "Kalacak bir yeriniz var mı?" diye sordu Kenan Bey. Ona baktım fakat o ilgiyle ablama bakıyordu. "Dilerseniz sizi otelimizde misafir edebiliriz."

 

Ablam bana kısa bir bakış attı. "Teşekkür ederiz Kenan Bey, biz size hiç zahmet vermeyelim. Bir pansiyonda kalırız biz. Zaten iki gece kalacağız. Uzun sürmez." dedi.

 

Sadece Kenan Bey olsaydı kabul ederdim teklifini ama yanında sırık gibi dikilmiş, bana bakan Tahin yüzünden bir şey demedim. Bu adamdan hiç iyi elektrik almadım.

 

Fakat Kenan Bey ısrar etti, ablam reddetti derken kendimizi Kenan Bey'in aracının arka koltuğunda otele giderken bulduk. Kenan Bey ile ablam aralarında sohbet ederken ben akıp giden yolu, şehri izledim. Onun memleketiydi burası. Belki bu yoldan defalarca geçmişti. Belki de... Neyse.

 

Lüks olduğu her halinden belli olan bir otele geldiğimizde arabadan indik. Kenan Bey kibar bir beyefendi edasıyla ablamın bana itelediği valizini taşırken sanki benim mekanımmış gibi en önden girdim otele. Tabii döner kapıda iki sefer döndükten sonra Tahin'in beni çekmesiyle bu girdaptan çıkabilmiştim.

 

Ablam utana sıkıla geride dururken, ben oda işini halleden Kenan Bey'in yanına gittim. "Hanımefendiler için uygun bir odamız var mı?" diyordu Kenan Bey, resepsiyondaki kıza.

 

"Kral odası olsun." dediğimde ablam hızla yanıma ışınlanıp kolumu sıktı.

 

"Siz onun kusuruna bakmayın, sade bir oda bize yeter." dedi ama bir kere eşeğin aklına karpuz kabuğunu sokmuştum.

 

"Hanımefendiler için uygun bir kral odamız var mı?" diye sordu bu defa Kenan Bey.

 

Anında sırıtıp kırk yıllık dostummuş gibi sırtını pat patladım. "Eyvallah be Kenan."

 

Halime şaşkınlıkla güldüğünde resepsiyondaki kızın uzattığı kartı aldım hemen. "Odanız on ikinci katta, 669 numaralı oda." dediğinde gülümsedim.

 

Hep birlikte asansöre bindiğimizde ablam ve Kenan Bey önümüzdeydi. Ablam mahcubiyetle benim adıma defalarca kez özür dilerken onu umursamadım bile. Kenan Bey tatlı diliyle onu yatıştırmaya çalışırken dibime giren Tahin'i fark etmemle kaşlarımı çatarak ona baktım. "Geri bas ula!" diye bağırdım kısık bir sesle. "Belanı mı arıyorsun ecelini mi çağırıyorsun anlamadım!"

 

Tepemde olduğundan kafasını eğdi. Gözlüğün ardındaki gözlerime bakarken sırıttı. "Belamı arıyorum," dedi çapkın bir tavırla. "Başım da bu aralar pek müsait. Belası olsana."

 

Tam ona küfürlü hareketli bir şeyler söyleyecekken asansör durdu ve kapıların açılmasıyla ablamı itip asansörden dışarı fırladım hemen. Kapıların üzerindeki numaralara baka baka hızla odamıza ilerlerken kapıyı bulmamla elimdeki kartı kapıya okuttum ve kapı açıldı. Hemen içeri girdim. Sırt çantamı ve gözlüğümü çıkartıp kendimi yüz üstü yatağa atar atmaz ablam da odaya girmişti.

 

"Görgüsüz gibi olan davranışların yüzünden ne kadar mahcup oldum adama biliyor musun? Bir de ittin beni adama doğru, üstüne düştüm resmen!" diye başlayan ve bana kızan söylemleri masal gibi gelip kafamı dağıtırken çoktan uykuya dalmıştım.

 

Bu şehri hiç sevmedim!

 

Ertesi sabah kahvaltı için hazırlanırken Kenan Bey gelmiş, kahvaltıdan sonra dilersek bize İstanbul'u gezdirebileceğini söylemişti.

 

Ablamın İstanbul'u gezmek istediğini fakat daha fazla onlara yük olmak istemediğimizi düşündüğünden ve söylediğinden burada ben girdim devreye ve teklifini kabul ettim.

 

"Ayıp bu yaptığın!" diye söyleniyordu ablam asansöre bindiğimizde. "Adam kibarlıktan teklif ediyor, senin yüzünden açgözlü biri sanacak bizi!"

 

Omuz silktim. "Teklif eden, davet eden o," dedim. "Bize davete icabet etmek düşer. Gocunuyorsa eğer etmesin teklif. Biz zorla bir yerlere götürün bizi demiyoruz ki Allah Allah."

 

Süslü Barbie dudaklarını açtı, kapadı. Bunu birkaç kere tekrar etti. Baktı haklıyım, benimle çene yarıştıramayacak omuzlarını düşürüp önüne dönerken başını iki yana salladı. "Seninle uğraşılmaz." dedi sadece.

 

Cevap vermedim.

 

Otelin restoranında cam kenarındaki bir masada karşı karşıya oturmuş kardeşleri gördüğümüzde onlara ilerledik. Biz gelene kadar masayı donatmışlardı. Kenan Bey'in sandalyeyi çekmesine müsaade etmeden ablam hızla onun yanına otururken Tahin de ayaklanıp yanındaki sandalyeyi oturmam için çekti. Bir ona bir çektiği sandalyeye baktıktan sonra arkamı dönüp boş masanın kenarındaki sandalyeyi alarak masanın başına oturdum. Tahin de mal gibi kalakaldı fakat bana gözlerini kısarak baktıktan sonra benim için çektiği sandalyeye kendisi oturdu ve yan taraftaki tabağını önüne aldı. Ondan uzaklaşmak isterken sol çaprazıma oturmuştu resmen!

 

Onu yok sayıp görmemiş gibi kahvaltımı yaparken ablam birkaç kere dürtmüştü beni. Eve döndüğümüzde beni anneme ispiyonlayacağına dair şüphelerim vardı ve eve dönene kadar onu tehdit edecek bir şeyler bulmalıydım. Ben bunları düşünürken ablamın telefonu çaldı. "Annem arıyor," dedi. Bana kısa bir bakış attıktan sonra Kenan Bey'e baktı. "Müsaadenizle." diyerek kalkıp gittiğinde Kenan Bey'i ablamın peşinden bakarken yakaladım. Ondan etkilenmiş gibi, hisliydi bakışları. Zaten aksi halde niye bizimle bu kadar yakından ilgilensin ki?

 

Çöpçatanlık yapmak vardı şimdi de bugün hiç keyfim yoktu.

 

"Kusura bakmayın," diyen ablam yerine otururken bana baktı imalı imalı. "Annemin selamı var kardeşim." dediğinde alt yazıyı sezdim ama umursamadım.

 

Kahvaltıdan sonra Kenan Bey'in önderliğinde İstanbul turu yaptık. Vapura bindik, onlar martılara simit atarken ben simidimi yemeye çalışan martıyı savuşturmakla meşguldüm. Kız Kulesi'ne gittiğimizde omzuma kuş sıçmıştı. Ayasofya'yı gezerken üç kere yere yapışmıştım. Sayamadığım daha bir sürü yere gittik ve gittiğimiz her mekanda başıma bir şey gelmişti. Gün boyu başıma gelen talihsizliklere karşı ablam iyi misin diye sorup iyi olduğuma ikna olduktan sonra önden Kenan Bey'le sohbet ederek etrafı gezmeye devam etmiş ve bol bol fotoğraf çekmişti.

 

Akşam üzerine doğru artık otele döneceğimizi düşünürken, "Galata Kulesi'ni de görmelisiniz." diyen Kenan Bey'e arka koltuktan bayık bir bakış attım. Konuşmaya bile mecalim kalmamıştı ama Galata Kulesi dışında başka bir yere de gidelim derlerse çıldırırdım.

 

Devasa Galata Kulesi'nin önüne geldiğimizde arabadan indik fakat Kenan Bey'in telefonu çalınca bizden biraz ayrıldı ve telefonuyla konuştu. Ablam yanında getirdiği fotoğraf makinesiyle kulenin fotoğrafını çekerken ben başımı yukarıya kaldırmış, kuleyi izliyordum. Ta ki Tahin konuşana kadar... "Var mısın kulenin en tepesine çıkmaya?"

 

Yüzüne bile bakmadım. "Hayır." dedim. Sabahtan beri oradan oraya yürümekten ayaklarıma kara sular inmişti.

 

Ona bakmasam da bana küçümser bakışlar attığını gördüm. "Yüksekten korkuyorsan anlarım," dediğinde ona baktım fakat bu defa o bana bakmadı. Kuleye bakıyordu. "Gerçi sen çıkamazsın zaten kulenin tepesine. Neyse, indiğimde görüşürüz. Bu manzarayı kaçıramam." dedikten sonra bana kısa bir bakış atıp gittiğinde arkasından kaşlarımı çatarak baktım. O bana sen çıkamazsın zaten mi dedi?

 

Hah!

 

Bana yapamazsın deyin ve oturup seyredin nasıl yaptığımı!

 

"Bekle ula!" diye bağırıp peşinden gittim ve kulenin merdivenlerini tırmanmaya başladım. Benden çok öndeydi ve ona yetişmeye çalıştıkça aradaki farkı açıyordu. Nihayetinde kulenin tepesine çıktığımızda bir an bile durmadan kulenin ucuna gitti ve elleriyle korkuluğa tutunarak şehre baktığında yanına gittim, ona baktım. "Al, çıktım ula!"

 

Derin bir nefes aldıktan sonra gülümseyerek bana baktı. "Görüyorum." dedi gözlerini yüzümün her kesiminde gezdirerek.

 

Bakışlarından rahatsız olup önüme döndüğümde gözlerim direkt aşağıya kaydı. Huuh, çok yüksekteydik! Buradan düşsem beni spatulayla kazımaları gerekirdi. Elim bilinçsizce tedirgin bir halde Tahin'in sıkı, sert kolunu tuttuğunda yutkunarak bir adım geri çekildim.

 

"Rivayete göre Galata Kulesi'ne kiminle çıkarsan onunla evlenirmişsin." diyen sesini duyunca elimi çekip ona baktım. Uzun, kıvrık kirpiklerinin arasından bana baktı. "Eğer bu rivayet gerçekse, seninle evleneceğiz."

 

Beni tuzağa mı düşürmüştü yani?

 

Normal şartlar altında bunu şakaya vurur, onu küçümser, egomu konuşturur ya da cırlayarak şiddete başvurabilirdim ama ela gözlerindeki adını koyamadığım bir duygu buna engel oldu. Gözlerimi ondan çekip aşağıya bakmamaya çalışarak ve yüksekte olduğumu unutmaya çalışarak şehre baktım. Yutkundum.

 

"Bir başka rivayete göre de; Galata Kulesi, sevgilisi Kız Kulesi'ne kavuşamadığı için mutlu çiftlere lanet yağdırırmış." dedim. "Kader bu ya! Sen evleneceğiz sanırsın, Galata lanetini sana yağdırır..."

 

Sözlerimden sonra kaskatı kesildiğini fark ettim. Bu herif de tuhaf bir şeyler vardı. Bana onu hatırlatıyordu. Çaktırmadan parmaklarına baktım yüzük göremedim. İsmi Tahir diye benim aradığım çocuk olacak diye bir kural yoktu ya! Hem o nişanlanmış bir kere. Yanımdaki adamın ise parmağında yüzük bile yok. Sadece isim ve soyisimleri aynı. Yoksa aynı isme ve soyisme sahip binlerce insan vardı dışarıda.

 

"Ay buradan manzara da başka güzelmiş." diyen ablamın sesini duydum yan tarafımdan. Elinde fotoğraf makinesi her şeyi ince ince çekerken gözlerim şehrin görüntüsünden metrelerce aşağıya çevrildiğinde hızla geri çekildim.

 

Ani hareketim dikkatleri üstüme toplarken yerimde esnedim. "Gidelim artık, yoruldum ben." dediğimde ablam son birkaç fotoğraf daha çektikten sonra Kenan Bey ile Galata Kulesi hakkında konuşarak önden çıktılar. Beni unutup duruyordu. Buraya benimle mi gelmişti yoksa Kenan Bey'le mi anlamadım!

 

Az sonra arabaya bindiğimizde ablam çektiği fotoğraflara bakarken ben gözlerimi kapatıp başımı koltuğa yaslamıştım. Uykum gelmişti.

 

"Sen arkadaşının düğüne gitmeyecek misin abi?" diyen Tahin'in sesini duydum.

 

"Gideceğim ama... O da orada olacak. Bana olan takıntısını biliyorsun. Yalnız gidersem bütün gece peşimde dolanacak. Ne yapacağımı bilmiyorum." dedi Kenan Bey sıkıntılı sesi ve verdiği nefesiyle beni de sıkıntıya sokarak.

 

Kısa bir sessizlik oldu.

Çok kısa.

 

Hemen sonra Tahin'in sesini duydum: "Sibel Hanım'la birlikte gidin, tabii kabul ederse eğer? Biz otelde kalırız, ben göz kulak olurum Gül'e."

 

Sonrası ablamın ay bilemem ki nasıl olur diye tereddütle durup düşündükten sonra kabul etmesiyle sonuçlandı. Beni kurdun önüne atıp Kenan Bey'le düğüne gittiğini odada uyanıp ablamı yanımda göremeyince anlayacaktım.

 

Bölüm Sonu.🩶

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

En sevdiğiniz sahne veyahut replik neresi?

 

İnstagram: nazankaraermis

nazankrrmshikayeleri

 

♥️

Loading...
0%