Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. "Sen Gel Bari..."

@nazankaraermis

Resul Dindar - Sen Gel Bari🎶

 

Keyifli Okumalar...🤎

 

Sibel'den;

 

Okul gezisi için İstanbul'a gelmem gereken zamanlarda kardeşim, beni deli eden ama bir o kadar mutlu eden Gül kanserle mücadele ettiği için ailem izin vermemiş, ben de gitmemiştim. O an üzülmüştüm evet ama er ya da geç hep filmlerde gördüğüm, kitaplarda okuduğum o büyülü İstanbul'a bir gün gideceğimi biliyordum.

 

Geldim de.

 

Zamanında kardeşim yüzünden gidemediğim İstanbul'a şimdi onun sayesinde gelmiştim.

 

Kenan Bey, arkadaşının düğününe beni de davet ettiği için hazırlanmış, onun gelmesini beklerken yatakta uyuyan Gül'e baktım. Bir bacağını benim yerime doğru uzatmış, yüz üstü yatarken bir kolu yastığın altında bir kolu da benim yerime doğru uzanmış vaziyetteydi. Çok deli yatardı. Aynı oda da kalsak da yataklarımız ayrıydı Trabzon'da fakat burada kral odası istediği için hanımefendi çift kişilik, büyük yatakta yatmak mecburiyetindeydik. O neredeyse yatağın ortasında yatarken ben ucunda yatardım. Ne yapacağı belli olmuyordu çünkü. Dün gece yedi kere uykumdan uyanmıştım onun yüzünden. Ya kolunu atıyordu üstüme ya bacağını. Ayarı yoktu hiç.

 

Yatağın üstündeki pikenin bir ucu altında kalan bacağına dolanmış, geri kalanı yataktan sarkmış bir haldeyken iç çekip güçlükle bacağına dolanan pikeyi çekip güzelce üzerine örttüm. Boya gibi duran aşırı sarı, parlak saçları yüzüne dağılmış, bazı tutamları terden alnına yapışmış bir vaziyetteyken ağzı açık uyuyordu. Kabul, kimse prenses gibi uyumuyordu ama bu kadarı da biraz fazlaydı be!

 

O uyanmadan döneceğimi biliyordum, ona düğüne gideceğimi de haber vermiştim ama o sırada sarhoş gibi bayık bayık yüzüme baktığından anladığından pek emin değildim. O yüzden yine de küçük bir not yazıp yastığıma bıraktım. Olur da ben gelmeden önce uyanırsa, endişelenip ortalığı birbirine katmasını istemiyordum çünkü.

 

Saçlarımı düzeltirken kapının usulca çalmasıyla irkildim ve hızlı hareket ederek çantamı aldım. Siyah, düz, kısa bir elbise giymiştim. Elbisenin göğüs kısmı üstüme tam oturuyordu. Eteği boldu. Etrafımda hızlıca dönsem balerin eteği gibi açılırdı. Kenan Bey'den tehlikeli bir şey sezmesem de yine de farklı bir memlekette oluşumuz ve güvenli olup olmadığından emin olmadığım bir yolculuk geçireceğimden Demir abimin on dokuzuncu yaş günümde bana hediye ettiği bıçağı bacağıma, elbisenin altına takmıştım. Çantamda da biber gazı vardı. Kendimi güvene alacak her şeyi yaptığımdan emin olduktan sonra son kez aynaya baktım, saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım ve usulca kapıyı açtım.

 

Kenan Bey her zamanki gibi vücuduna özel dikilmiş gibi duran şık, siyah, yelekli takım elbisesi ve kravatıyla karşımda dururken kumral saçları özenle yapılmış gibiydi fakat bir tutam saçı alnına dökülüyordu. Kahve gözleri beğeniyle beni süzdüğünde kolunu uzattı. "Harika görünüyorsunuz Sibel Hanım."

 

Usulca koluna girerken gülümsedim. "Sizde öyle Kenan Bey."

 

Birlikte asansöre ilerledik bomboş koridorda. Asansörden inip arabaya binene kadar kolundan çıkmadım, o da bunu istemedi zaten. Yola koyulduğumuzda bir süre ikimizde birbirimize kaçamak bakışlar attık. En sonunda o konuştu.

 

"Çocukluk arkadaşımın düğünü olmasa adım dahi atmayacağım ama kardeş gibi büyüdüğümüz arkadaşımı da böylesi güzel bir günde yalnız bırakmak istemiyorum." dedi.

 

"Anladım." dedim usulca. Benim için sorun değildi fakat arabada düğüne benimle gitme teklifini yapmadan önce birinden bahsetmişti. Ona takıntılı olan birinden. Bununla ilgili konuşmadı. O konuşmayınca bende soramadım. Ona yan bir bakış attığımda gergin duran bedenini ve arada bana attığı kaçamak bakışları gördüm. En sonunda pes etmiş gibi omuzlarını indirdi.

 

"Lisedeyken bir ilişkim oldu," dedi. "Biraz zoraki daha doğrusu bir iddia üzerine kurulmuş bir ilişkiydi. Zamanla ayrıldık. Ben her şeyi bitirdim ama o bitirmedi. Her gün aradı, mesaj attı, eve mektup gönderdi. Yetmedi ev telefonunu aradı. Yani aklınıza gelmeyecek her türlü şekilde beni taciz etmeye devam etti çünkü beni takıntı haline getirmişti. O günden beri hâlâ daha bana takıntılı. Tacizleri gün geçtikçe azalsa da beni takıntı haline getirmekten vazgeçmediğini biliyorum. Kaderin cilvesine bak ki, kendisi düğününe gittiğimiz çocukluk arkadaşımın uzaktan bir akrabası çıktı. Öyle olmasa sorun değildi ama muhakkak ki düğüne o da gelecektir çünkü benim ne olursa olsun o düğüne gideceğimi biliyor. Bu yüzden, bu gecelik hanımı, beyi bir kenara bırakıp iki sevgili gibi davransak, olur mu?"

 

Bunu sorarken öyle sıkıntılı, öyle gergindi ki, laflar ağzından zor çıktı adeta. Bir de yanakları kızarmıştı sanki hafiften. Benim yanlış anlamamdan korkuyordu. Hissediyordum ya. Bu adam kötü değildi. Bu adamdan bana zarar gelmezdi.

 

Elimi koluna koyduğumda şaşkınca bana baktı kısa bir an. Gülümsedim. "Sorun değil," dediğimde elimin altındaki teni an be an rahatladı. "Bu gecelik hanım, bey yok. Sadece isimlerimiz var."

 

Gülümsedi.

 

Böylece bu konuyu hallettik. Umarım bu geceyi de şu takıntılı kadın yüzünden sorunsuz atlatırdık.

 

Zira abimler Gül'ün karakolluk olmasından korkarken benim karakolluk olduğuma dair haber alırlarsa hiç iyi olmazdı.

 

Aradan geçen epey dakikaların sonunda gösterişli bir düğün salonunun önünde durduk. Salonun etrafı camla çevrili olduğundan biz içeridekileri görüyorduk, onlar da bizi görüyordu. Davetlilerin bir kısmı otururken bir kısmı da oynuyordu. Bazıları ise, özellikle camın önünde duran kırmızı, su yeşili ve bordo elbiseli kızların buraya baktığını gördüm. Bunlardan biri miydi acaba takıntılı olan?

 

Bu gecelik sevgili gibi davranacağımız için Kenan Bey, yani Kenan arabadan inip kapımı açtığında arabadan indim. Bir elimde çantam dururken diğer elimle de uzattığı koluna girdim. Birlikte düğün salonuna giriş yaptığımızda çoğu gözler üzerimize çevrilmişti. Şu an gelin ve damattan daha çok dikkat çekmemizi neye borçluyduk?

 

"Kenan," diyen yakasında çiçek olan takım elbiseli adam, sanıyorum ki damattı, yanımıza gelip Kenan'a sarıldığında kolundan çıkıp ikisinin sarılmasına izin verdim. Sırtımı delip geçen bakışlar hissediyordum ama geri dönüp de bakmadım. "Hoş geldin kardeşim. Bir an gelmeyeceksin sandım."

 

"Geldim," dedi Kenan. Usulca ayrıldıklarında elini emanet bir şekilde belime koydu. "Tanıştırayım kardeşim, Sibel, sevgilim." dediğinde gülümsedim.

 

"Tebrik ederim." diyerek elimi uzattığımda damat şaşkınlıkla bir bana bir Kenan'a baktı. Uzattığı elimi tutup sıktı hafifçe. "Asıl ben tebrik ederim." dedikten sonra Kenan'a baktı. "Niye söylemedin yengemiz olduğunu?"

 

Kenan'ın bakışlarını üzerimde hissettiğimde ona baktım. "Güzel şeyler hemen söylenmez, söylenmemeli." dedi gözlerimin içine bakarak. Sözleri kalbimin üzerine bir kuş kondurdu ama hemen uçurdum o kuşu. Bu bir oyundu. Birkaç saatlik ufak bir oyun. Saçmalamaya lüzum yoktu.

 

Damat bey çağrılınca bizimle vedalaşıp gittiğinde biz de boş bir masaya ilerledik. Kenan benim sandalyemi çektiğinde teşekkür edip oturdum. O da yanıma oturdu hemen.

 

Bir süre sonra, gözlerimi salondaki bütün kızların üzerinde gezdirdikten sonra Kenan'a baktım. Müzik hareketli ve yüksek sesli olduğu için usulca kulağına eğildim. "Burada mı?" diye sordum.

 

Kimden bahsettiğimi anladı. Başını aşağı yukarı sallayıp bana doğru eğildi. Dudakları kulağımın yakınında dururken alnı saçlarımın üzerine kapandı. Yakınlığı, boynuma vuran nefesi içimi gıdıklarken gözlerimi kapattım. "Tam karşımızda, su yeşili elbiseli olan." dedi usulca fakat geri çekilmedi. Hemen dönüp o kıza bakmayayım diye yaptı herhalde bunu. Kısa bir müddet sonra geri çekildi fakat fazla uzaklaşmadan durdu, yeniden bana yaklaşıp şakağıma küçük bir öpücük kondurdu. Tamamen rol icabı yaptı bunu.

 

Gözlerimi salonda gezdirip öylesine bakınır gibi yaparak usulca o kıza baktım. Gerçekten de tam karşımızdaki masada yönü bize dönük bir şekilde oturmuş, dik dik bize, özellikle bana bakıyordu. Öylesine bakmış gibi, ondan hiç haberim yokmuş gibi gözlerimi çevirdim.

 

Birkaç kere damat bey tarafından piste oynamaya çağırıldık ama ne ben ne Kenan gitmedik. Bir müddet sonra dans etmeye başladıklarında ve ben dans edenleri izlemeye dalmışken önüme geçen iri beden ve uzatılan elle irkildim. Şaşkınca bir ele bir de Kenan'a bakarken o gülümsedi. "Dans edelim mi?"

 

Elimi avucuna bıraktım. "Olur."

 

Birlikte el ele piste yürüdük. Dans edenlerin arasına karıştık. Kenan iki elini de bel çukuruma oturtup beni kendine çektiğinde ben de kollarımı ensesine doladım yavaşça. Ve sonra, bir erkekten, özellikle de Kenan'dan beklemediğim bir şekilde dans etmeye başladık. Bir iki kez beni etrafımda döndürdüğünde yavaş döndüm çünkü hızlı döndüğüm zaman, eteğim açılıyordu. Suikastçıymışım gibi kimse eteğimin altında sakladığım bıçağı görsün istemiyordum.

 

Müzik bitti, dans bitti ve biz yerimize geçtik. Dakikalar sonra lavaboya gitmek için ayaklandığımda Kenan da kalktı. Endişeliydi. "Bende geleyim." dediğinde elimi koluna koydum.

 

"Gerek yok," dedim gülümseyerek. "Hemen dönerim."

 

Sözlü olarak ısrar etmedi ama bakışları endişeli ve ısrarcıydı. Görmezden geldim ve çantamı alarak oynayanların etrafından dolanıp tuvalete gittim. Boş kabinlerden birine girdikten sadece on saniye sonra kapı açıldı ve üç kişi içeri girdi. İçeriye girenleri görmedim ama kimin geldiğini çok iyi biliyordum. Biraz çişim vardı ama onu bile yapmama izin vermeden direkt damlamışlardı lavaboya. Sonrasında çıt çıkarmadan benim çıkmamı beklediler.

 

Çıktım bende.

 

Üçüne de kısa bir bakış atıp aynanın önüne geçtim. Ellerimi yıkayıp kurularken lavaboya kalçasını yaslamış olan saplantılı kız beni izliyordu. Diğer ikisi de kapının yanındaki duvara yaslanmış bana bakıyorlardı. Üzerimdeki bakışlarını görmezden geldim. Aynaya biraz eğilip makyajımı kontrol ettim. Çantamdan eyeliner çıkarttığımda yanımda dikilen kız bana doğru bir adım attı fakat ikinci adımını kesen şey sol bacağıma asılı duran bıçağı tek hamlede çıkarmam oldu. Aynadan gördüğüm kadarıyla arkadaki iki kız korkuyla topuklulularının üzerinde yükselmiş, gergin bir şekilde birbirlerine bakarken yanımdaki kız da şaşkınlıkla durmuştu ama korkmamıştı diğerleri gibi.

 

Bıçağın ucunu göz dağı vermek ister gibi ama bunu da hiç çaktırmadan göz altıma yerleştirip eyeliner çektim. Tekte çekerdim normalde ama saplantılı kız bana doğru hareketlenince boş olmadığımı göstermek amacıyla çıkarmıştım bıçağı. Bir şey demeden veya yapmadan da direkt boynuna yaslayamayacağımdan sanki eyeliner çekmek için bıçak taşıyorum imajı vermeye çalıştım. Aynı işlemi diğer gözüme de yaptıktan sonra bıçağı, tek elimle aynı yerine yerleştirdim.

 

Saçlarımı düzeltip çantamı aldım ve arkamı dönüp kapıya doğru yürüdüm. İki adım attım. Üçüncüyü de atarsam tehlikeyi atlattım demekti.

 

"Baksana, hangi genelevin fahişesisin sen?" diyen kızın sesiyle durdum. Ne dedi o? "Ne kadara tuttu Kenan seni?"

 

Sinirlendim, öfkeden deliye döndüm ama dışımda yaprak kımıldadı. Hatta aksi bir gülüşle omzumun üzerinden ona baktım. "Herkes kendi fiyatını kendi belirler tatlım," dedim son derece sakin bir sesle. Baştan sona onu süzdüm. "Sen ne kadarlıksın? Buradan bakıldığında üç kuruş etmiyormuş gibi duruyorsun da."

 

Onu, onun lafıyla vurmam sinirlendirdi. Bembeyaz suratı anından kıpkırmızı olurken, "Bana baksana sen!" diye bağırıp üzerime yürüdü. Kolumu sertçe tuttuğunda boştaki elimi bacağıma uzattım. Bunu gören iki kız hemen yanımıza gelip arkadaşlarını geri çektiler. "Sen beni kendinle mi kıyaslıyorsun? Aptal! Kenan'ın sana aşık olduğunu sanan bir aptalsın sen! O sarışınları sevmez bile. Onun tek bir aşkı var, o da benim. Sen anca paranı alır, yoluna bakarsın."

 

Gülümsedim. "Bu gidişle parayı alan da yoluna bakacak olan da senmişsin gibi görünüyor."

 

Onun öfkesinin karşısında sakin durmam onu iyice öfkelendiriyordu. Arkadaşlarının kollarından kurtulmaya çalışırken bana ateş püskürtmeye devam ediyordu ama umursamadan, elimden kaza çıkmadan bir an önce lavabodan çıkmaya yöneldim. Kapı kolunu tutmuştum ki, "Size inanmıyorum," dedi. Durdum. "Kenan beni kendinden uzak tutmak için seni tuttu, biliyorum. Size inanmıyorum."

 

Omzumun üzerinden ona bakarken tatlı tatlı gülümsedim. "Düğün davetiyemizi sana gönderdiğim zaman ikna olursun tatlım." dediğimde gözlerinden geçen kısa süreli bocalamayı gördüm ve o kendini toparlayamadan hızla çıktım lavabodan.

 

Ne bir daha onu görecektim, ne de Kenan'la evlenecektik. Bu gecelik idare etmem gerekiyordu, bende gerekeni yapmıştım.

 

Lavabodan çıktığımda koridorda dolanan Kenan'ı görünce duraksadım. O da kapı sesiyle durmuş, bana bakmıştı. Gözleri hızlıca ama dikkatle vücudumda gezindikten sonra bana baktı, yanıma geldi. "İyi misin?" diye sordu endişeyle. "Bir şey yapmadı değil mi?"

 

"İyiyim," dedim gülümseyerek. Biraz sinirlerimi bozmuştu ama sorun değildi. "Bir şey de yapamadı, merak etme."

 

Kenan daha konuşacakken lavabonun kapısının açılmasıyla sustu. Ne ben oraya baktım ne de o baktı. Elini belime atıp usulca beni kendine çekti, sevgiliymişiz gibi davranmamız gerektiği için saçlarımın arasına küçük bir öpücük kondurdu. Sonra hiç konuşmadan belimdeki eliyle beni içeriye yönlendirdiğinde onu takip ettim.

 

Düğün salonunda bir saat kadar kaldıktan sonra Kenan'la birlikte damatla gelini tebrik edip iyi dileklerde bulunarak ayrıldık düğün salonundan. Yola çıktığımızda ben yıllardır gelmek istediğim İstanbul'un gece ışıltısını hayranlıkla izlerken Kenan'da bana ayak uydurdu ve sessiz kaldı.

 

Otele geldiğimizde arabayı valeye teslim etti. Birlikte asansöre binip odaya çıkarken, "Bu gece için teşekkür ederim." dedi. "Yordum seni ama..."

 

"Sorun değil Kenan Bey." dedim gülümseyerek ama onun suratı düşer gibi oldu. O kız burada yokken ona Kenan demem doğru olmazdı. Zaten düğün için anlaşmıştık sadece.

 

"Gece bitti, hanım ve bey yerine dönsün diyorsun yani? Anladım." diye mırıldandığında bir şey demedim. O da uzatmadı.

 

Asansörden inip odalarımıza yürüdük. "İyi geceler." dediğinde elimde kapı kartıyla ona baktım, gülümsedim. "Size de iyi geceler, Kenan Bey." dediğimde hâlâ suratsızdı.

 

****

 

Gece geç yatmama rağmen sabah erkenden kalkmış, Gül'le ayak üstü kahvaltı ettikten sonra direkt yarışma alanına geçmiştik. Kaydımı oluşturmuş, sıranın bana gelmesini beklerken heyecandan, gerginlikten yerimde duramıyor, bir yandan da bekleme salonunda afişleri, dergileri inceleyen ve yorum yapan Gül'ü susturmakla meşguldüm. Keşke onu uyandırmadan kendi başıma gelseydim.

 

"Süslü," diyen Gül'e baktım baygın bakışlarla. Makyaj yaptığım ve giyimime kuşamıma özen gösterdiğim için onun gözünde Süslü Barbie'ydim. "Birincilik ödülü ne kadar?"

 

Ona yan bir bakış attım. "İki yüz bin." dediğimde hızla bana baktı. Gözlerindeki dolar işaretlerini görebiliyordum. Paraya bu kadar düşkün bir insan daha görmemiştim. Hayır, istediği parayı alsa bile nereye harcadığını bilemezdim. Gizli saklı harcıyordu aşırdığı paraları. "Ayrıca ünlü bir modacıdan bir yıl boyunca ücretsiz online ders almak da var." dediğimde burayla ilgilenmedi.

 

"Yarışmayı kazan," dedi elini omzuma koyarak. "Kazan, ben arkandayım!" dediğinde güldüm.

 

Sonra bir an da koç kesildi başıma. "Masaj yapayım mı omuzlarına? Su ister misin? Çay getirebilirim de istersen? Dur şu sehpayı çekeyim de ayaklarını uzat."

 

Üzeri broşür ve dergilerle dolu sehpayı çekmek için hareketlendiğinde kolundan tutup durdurdum onu. Tam o sırada içeriden çağrıldım. Ay beni bir heyecan bastı! Gül'e döndü gözlerim. "Sadece dua et." dedim. "Dua et de kazanayım."

 

"İki yüz bin liranın yüz doksan dokuz binini verirsen hatim bile indiririm." dediğinde gözlerimi devirdim. Derin bir nefes alıp içeriye doğru yöneldiğimde, "Bunu evet olarak kabul ediyorum." dedi arkamdan.

 

Jürilerin olduğu alanın kapısında, "Sibel." diye seslenen tanıdık bir sesle durdum ve buraya doğru gelen Kenan Bey'i gördüm. Yanıma geldi, karşımda durdu ve elleri omuzlarımı tuttu destek vermek istercesine. "Sadece sakin ol," dediğinde derin bir nefes alıp verdim. "Başaracaksın, ben inanıyorum. Olumsuz sonuçlansa bile işin hazır, biliyorsun ama olumlu sonuçlanacağına da inanıyorum."

 

Verdiği destek öylesine hoştu ki... Çok iyi hissettirmişti bu. Minnetle gülümsedim. "Desteğiniz ve inancınız için çok teşekkür ederim Kenan Bey," dedim. "Bu sözleriniz, desteğiniz çok iyi geldi."

 

Gülümsedi, gözlerini yumup açtı ellerini çekerken. Geri dönüp Gül'e baktım. Ciddi ciddi ellerini açmış dua ederken bir yandan da çatık kaşlarıyla yanında oturan Kenan Bey'in kardeşine ters ters bakıyordu. Bana yarışmayı kazanmam için dua mı okuyordu, yoksa yanındaki adamın ağzını bağlama büyüsü mü yapıyordu bilemedim. Üzerinde düşünmeden de salona girdim.

 

Derin nefes al, ver.

 

Allah'ım tek bir isteğim var, o da bu yarışmayı kazanmak. N'olur kazanayım, lütfen lütfen lütfen.

 

Bir Hafta Sonra;

 

Yarışmanın sonuçlarının açıklanmasını beklerken bir yandan mutfakta yemek hazırlığına yardım ediyordum. Dün bütün gece heyecandan, meraktan uyuyamamış, yatakta dönüp durmuştum. Boş kaldığım her an gözüm telefona kayıyor, sonuçların açıklanıp açıklanmadığına bakıyordum. Bu yüzden dikkatimi dağıtmak, var olan enerjimi atmak için baştan sona evi temizlemiş, çamaşırları asmış, bulaşıkları yıkamıştım. Şimdi mutfakta anneme yardım ederken bir gözüm rafta duran telefonda aklım yarışma sonuçlarındaydı. Jüri karşısında heyecan yapmamaya, bildiğim işi yapmaya çalışmış, sordukları soruya olabildiğince sakin ve emin cevaplar vermeye çalışmıştım. Hepsi güler yüzlüydü, iyi davranmışlardı ama sonucu merak ediyordum.

 

Salata için malzemeleri yıkarken gözlerim raftaki telefonuma kaydı. O sırada çorbayı karıştıran annem seslendi. "Sibel'um," dediğinde ona baktım. "Saa bir şey diyeceğum ama hemen öyle olmaz dema, bi' dinle tamam mi?"

 

Aha geliyordu. Bunun altından hoşuma gitmeyecek bir şeyler çıkacaktı kesin.

 

"Söyle anne." dedim derin bir nefes alarak. Kaçış yoktu.

 

Annem tam konuşacakken, "He yenge?" diyen Gül'le sustu. Kulağına yaslı duran annemin telefonuydu ve o yengemle mi konuşuyordu? Annem telefonu almak için ona uzandığında Gül geri çekilip annemi durdurdu. "Valla müsait değiliz yenge, boşuna gelmeyun. Anamın çok fena başi tutti. Misafir kabul edemeyiz şu an. Geçmiş olsuna mı geleceksiniz? Hiç gerek yok. Anamın daha da başunu ağrutmayalum şimdi. Biz sizi sonra arar, misafir ederuz. Şimdi anam çağrıyi baa, kapatayum. Emiceme selamlar." dedikten sonra telefonu kapattı.

 

"Kız ne ettun?" dedi annem kaşlarını çatarak. "Resmen gelmeyun dedun insanlara. Bu Nuran bunu sittin sene konuşur. Ah Gül, ah Gül! Ağuzlaruna laf verdun!"

 

"Aman anne ya," dedi elini sallarken. Bir sandalye çekip annemin dakikalar önce sarmayı bitirdiği ve tencereye dizili, henüz pişmemiş lahana sarmasını tırtıklamaya başladı. "Dedikodu olmadıkça arayıp sorduğu yok şimdi misafirliğe gelecekmiş haspam! Ben onun niyetini biliyorum. Biz ablamla İstanbul'a gittik ya, kız başına nasıl gönderdiniz diye sizi dolduracak. Bir yandan da İstanbul'da ne yaptığımızı soracak. Bir de böyle tatlı tatlı konuşuyor sinsi. Bırak gelmesun. Aramasun da. Sen de arama. Yüz vermeyun şunlara ula!"

 

Annem hâlâ söylenirken sırıttım. "Valla Gül haklı anne," dedim bu konuda en büyük destekçisi çıkarak. "Yengem buraya her gelişinde aramıza nifak tohumları serpiyor. En iyisini yaptı Gül, helal kız."

 

Gül'ün omuzları hemen kabarırken annem onaylamazca başını salladı. Böyle konuda Gül'e destek verir, çok da özenirdim ona. Yengem benim sessizliğimi fırsat bilip üzerime üzerime gelirken Gül'e tek kelime edemezdi çünkü o susmazdı. Alttan alttan bazen de doğruca lafını söyler, hiç de çekinmezdi. Babam formaliteden bir iki söylenirdi sadece. O da bilirdi çünkü yengemin biraz patavatsız biri olduğunu. Benim üzerime geldiğini sezdiğinde veya gördüğünde su ya da çay isteme bahanesiyle beni kaldırırdı onun yanından. Babam ve abilerim çevre faktöründen ziyade bizim dediklerimize inanırdı. Biz de onlara hiç yalan söylemezdik.

 

"Kız onlar çiğ," dedi annem lahana sarmalarını yiyen Gül'ü fark ettiğinde. Eline vurup önünden tencereyi aldı. "Pişmeden yiyor bir de. Kurt yapar. Zaten kurtlusun. O zaman hiç tutamayız seni."

 

Gül omuz silktiğinde annem tencereyi önünden almadan önce avucuna doldurduğu lahana sarmalarını yemekle uğraştı. Annem elinden alacak olduğunda da elindeki sarmalara tükürdü. Annemle yüzümüzü buruşturduğumuzda sırıtıyordu. Bazen böyle pisleşiyor ya, anında soğuyorum ondan.

 

"Neyse," dedi annem Gül'e ters ters bakarken. Gül umursamadı. "Ne diyordum en son?" dedikten sonra bana döndü, yanıma geldi. "Kızım, senin gönlünde biri var mı?" diye direkt sorduğunda duraksadım. Kaşlarım çatıldı. Nereden çıkmıştı şimdi bu?

 

"Yok?" dedim sorar gibi. "Niye sordun ki?"

 

Emin olmak ister gibi şöyle bir baktı yüzüme. "Emin misin?" diye sordu. "Varsa benden saklama kızım."

 

Önüme dönüp domatesi doğramaya başladım. "Yok dedim ya anne."

 

Birkaç saniye sessiz kaldı. Bana inanmamış olmalı ki Gül'e sordu bir de. Sanki bir sevdiğim olsa Gül'e anlatırım da. Beni aileme söylemekle tehdit eder, istediklerini yaptırırdı çünkü.

 

"Gül, var mı ablanın bir sevdiği, görüştüğü, ettiği? Bilirsin sen."

 

Gül'ün sesi çıkmadığında kaşlarımı çatarak ona baktım. Niye susuyor bu? Her şeyden öte niye sırıtıyor bu? Bana baktı ve aynen şöyle dedi: "Dün bütün gece uyumadım Nil Anka ve Nil Anka mı diyim yoksa sen mi gerçek ismini açıklamak istersin Ümmü Gülsüm?"

 

Neyi kast ediyor bu? Ya da kimi mi demeliyim?

 

Ah! Tabii ya.

 

İstanbul'da ayrı, Trabzon'a geldiğimizde ayrı ilgilenen Kenan Bey'i kast ediyordu.

 

Gözlerimi devirdim ve anlamayarak ona bakan anneme döndüm. "Yok demek istiyor anne." dedim.

 

"Emin misin Nil Anka ya da Ümmü Gülsüm mü desem?"

 

"Sen bir sussana!" dedim kaşlarımı çatarak. "Birini sevsem sana mı söylerim sanki?"

 

Annem baktı bizden laf alamayacak, "Neyse neyse," dedi elini sallayarak. Ardından ağzındaki baklayı çıkardı. "Bizim şu manavcı Dergâh efendi var ya, onun oğlu görmüş seni. Dün haber gönderdi anasından. Ben tabii sana sormadan bir şey demedim ama madem sevdiğin, görüştüğün biri yok..."

 

"Eee?" diyerek anneme döndüm şaşkınlıkla.

 

"Belertme gözlerini hemen," dedi suçlu gibi bana bakmazken. "Oğlanı gördüm birkaç kere, iyi, efendi, yardımsever birine benziyor. Ailesi de iyi. Ee seninde görüştüğün konuştuğun biri yokmuş işte. Git bir görüş, bir konuş, bir tanışın. Ben sana hemen evlenin demiyorum ki. Bir bakarsın, seversen, anlaşabilirseniz istemeye gelirler."

 

Başımı yukarı kaldırıp derin bir nefes aldım ve usulca verdim. "Anne nereden çıktı şimdi bu?" dedim bıkkınlıkla. "İstemiyorum ben görüşmek falan."

 

"Yavrum ben sana evlenin demiyorum ki, bir görüş, konuş. Sevmezsen, eğer... Ne diyorsunuz siz? Elektrik almak mıydı trafo patlatmak mıydı? Birbirinizden hoşlanmazsanız görüşmezsiniz bir daha. Ben de anasıyla konuşur, anlaşamamışlar derim." Dümdüz bakışlarla anneme baktığımda tatlı tatlı gülümsedi. "Tamam mı?" diye sordu. "Haber veriyorum ben o zaman?"

 

"Of anne of!" dedim salatayı hırsla hazırlamaya koyulurken.

 

İsyanımı evet kabul edip telefonunu alarak mutfaktan çıktı karşı tarafa haber vermek için.

 

Bir bu eksikti gerçekten!

 

***

 

Annemin dün karşı tarafa haber vermesi sonrasında karşı taraf bugüne buluşma ayarlamış. Her zamanki özenle hazırlanmama karşılık basit bir tişört pantolon giymiştim fakat evden çıkarken annem durdurup zorla elbise giydirmişti. Elbise giymeden de çıkmama izin vermemişti. Şimdi her zaman geldiğim sakin kafelerin aksine lüks denilebilecek bir kafeye gelmiş, manavın oğluyla oturuyor, annemin efendi, yardımsever, iyi bir çocuk dediği adamın maskesinin ardına gizlediği yüzüyle tanışmaya çalışıyordum.

 

Allah var şimdi, hoş çocuktu görünüş olarak. Sarı saçları dışarıdan vuran güneşin etkisiyle altın gibi parlarken mavi gözleri güneşin etkisinden kısıktı. Beni gördüğünde gülen yüzü elbiseme kaydığında usulca soldu ama bunu hemen gizledi. Oturduğumuzdan beri de kıpır kıpırdı. Bir şey söylemek istiyor ama söyleyemiyordu bir türlü.

 

"Kusura bakmazsan," dedi en sonunda durup bana bakarken. Eliyle üstümü işaret etti. "Bu elbisenin boyu kısa değil mi?"

 

Kaşlarımı çattım. Kırmızı çizgimdi elbisem ve makyajım. Annem babam, abilerim karışmıyorken buna ne oluyordu pardon?

 

"Değil," dedim hiç taviz vermeden. "Daha kısalarını giymiştim."

 

Kaşlarını çattı ama ona olan bakışımı görünce düzeldi. "Karıştığımdan değil de ben elbise giyen kadınları pek sevmiyorum. Yani benim kadınım sadece benim yanımdayken elbise giymeli. Biraz kıskanç biriyim. Sevdiğimi sahiplenirim. Bir erkekle konuşmasını geç, aynı ortamda bulunmasına bile katlanamam. Makyaj yapmasını istemem. Ben yanında yokken evden dışarı çıkmasını bile istemem. Yani böyle görüp büyüdüm ben. İsterim ki karım da benim gibi olsun."

 

Mağarana dön dememek için kendimi zor tuttum, dilimi ısırdım.

 

"O halde hiç uzatmaya gerek yok," dedim aksi bir şekilde gülümseyerek. Huyumdu bu benim. İçimde öfke patlaması yaşarken dışarıya belli etmez, gülümserdim. "Ben ne elbiselerimden vazgeçerim ne de makyaj yapmaktan. Senin aksine ben bir kadının bir erkeğin kölesi olmasına karşıyım. Elbette kıskançlık olur, olmalı da ama bu boyutta değil. Bu kıskançlık da değil, hükmetmek. Tam burada fikirlerimiz, görüşlerimiz ayrı olduğu için ayrılsak iyi olur. Uzatmanın âlemi yok."

 

Bundan, böyle konuşmamdan hoşlanmadı. "İyi," dedi geriye yaslanırken. Dik dik gözlerime baktı. "Yarın öbür gün ha bu üstündeki elbiseden dolayı tacize tecavüze uğrarsan ağlama sonra." dediğinde kaşlarımı çattım.

 

Giydiğimiz elbiseler, etekler yüzünden tacize, tecavüze uğradığımızı söylüyordu. Buna girişen hemcinsleri taciz etmekte tecavüz etmekte haklıymış gibi konuşuyordu. Niye şaşırıyorum ki? O da bu kafa yapısına sahipti. Karısını eve hapsedip mağara yaşamı yaratırken kendisi söylenip durduğu mini etekli, elbiseli kızlara ağzının suyunu akıta akıta bakacaktı. Bunu kıskançlık olarak yorumluyordu ama kıskançlık değildi bu. Bana göre iğrenç bir durumdu.

 

Yine hep yaptığım gibi gülümsedim. "Tacize tecavüze uğramamızın sebebi bu elbiseler değil, sizin gibi adamım diye ortada dolanan karaktersizlerin nefsine, uçkuruna sahip olamaması." dediğimde oturduğu yerde dikleşti, gerildi.

 

Tam bir şey diyecekti ki, "Sibel Hanım," diyen tanıdık bir sesle sustu. Başımı çevirdiğimde masaya gelen Kenan Bey'i gördüm. Karşımda oturan herifi yok sayıp bana bakarken kaşları çatık, elleri pantolonunun cebindeydi. "Bir saat sonra toplantım var ve asistanım olarak yanımda olman gerekirken burada ne yapıyorsun? Maaşından mı kısayım?" dediğinde hiçbir şey anlamadan suratına baktım ama yüz ifadesi sabit dursa da gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

 

Birden anladım.

 

Beni kurtarmaya gelmişti. Bu adamla aramızdaki gerginliği fark edip beni kurtarmaya gelmiş, sanki onun bir çalışanıymışım gibi beni azarlamaya başlamıştı. Hemen ayak uydurdum.

 

"Ah, çok haklısınız Kenan Bey. Ben size haber vermeyi unutmuşum. Çok üzgünüm. Hemen çıkalım isterseniz, toplantıyı kaçırmayalım."

 

Çantamı aldığımda kenara çekilerek yol verdi bana. Dışarıdaki arabasına binip yola koyulduğumuzda kahkaha attım. "Maaşımdan mı kısacaksınız gerçekten?" dediğimde bana yan bir bakış attı, o da güldü.

 

"Yardıma ihtiyacın var gibi görünüyordu," dedi. "Doğru zamanda mı geldim? Canını mı sıktı o adam?"

 

Yüzümü buruşturdum. "Adam demesek mi?" dedim. "Adam değil çünkü kendisi." Derin bir nefes alıp verdikten sonra durumu özet geçtim. "Annesi annemle görüşmüş, annem de ısrar edince mecburen görüştüm ama daha gelir gelmez elbise giydim diye bir suratsızlaşmaya başladı birden. Neymiş efendim? Karısı bir tek onun yanındayken elbise giyebilirmiş de, karısının bulunduğu ortamda erkek sinek bile olmayacakmış da, karısı ondan ayrı dışarı bile çıkamazmış da... Deli etti beni! Kendine eş değil, köle arıyor resmen. Tabii ben de anlattıklarının bana ters olduğunu söyleyince bu defa elbise giyiyorum diye tacize tecavüze uğrarsın falan dedi. Bende sinirlendim. Üstü kapalı şerefsiz, karaktersiz deyince sinirlendi. O sırada da siz geldiniz..." Aniden sustum, durdum, duraksadım. "Sahi, siz nasıl geldiniz? Burada olduğumu nereden biliyordunuz ki?"

 

"Aslında bilmiyordum," dedi. "Tesadüf oldu biraz. Ferhat'la, şirketten bir çalışan aynı zamanda aile dostumuz olur kendisi, onunla geldik. Öyle sohbet ettik, iş hakkında konuştuk. Hesabı isterken seni gördüm. Sonrası malûm." diyerek gülümsediğinde ona inandım çünkü biz çıkarken geri dönüp bir adama sen şirkete geç dediğini duymuştum. Muhtemelen Ferhat dediği kişiydi.

 

Bir süre konuşmadık. Nereye gittiğimizi bilmeden öylece yolda ilerlerken birden, "Nereye gidiyoruz?" diyerek ona döndüm.

 

Bana kısa bir bakış attı. "Toplantıya gidiyoruz demiştim ya. Bana asistanlık yapacaksın."

 

Güldüm. "Gelmezsem maaşımdan mı kısarsınız?" diye sordum gülerek.

 

O da güldü. "Kesinlikle." dedi. "Maaşınızın yüzde beşini bile zor bulursunuz. O yüzden gelmek zorundasınız."

 

Karşılıklı gülüştük. "Sibel," dedi birden. O geceden beri Sibel Hanım değil, Sibel diyordu bana. Bir anda ciddileşti. "İş konusunda hâlâ ciddi ve ısrarcıyım. Yerin hazır, seni bekliyor."

 

Neden ısrarcıydı bende?

 

Benim yerime daha iyi, daha uzman çalışanlar bulabilirdi ki, neden bende ısrarcıydı bu kadar? Ve neden son günlerde her yerde onu görür oldum ben? Neden?

 

Bende ciddileştim. "Neden peki?" diyerek aklımı kurcalayan soruları ona sordum. "Neden bendeki bu ısrarınız? Yerime daha iyilerini bulabilirsiniz, biliyorsunuz siz de bunu. Neden ben?"

 

Kırmızı ışıkta durduğumuzda bana baktı bir süre. Yüzümü uzun uzun izledi. "Senden daha iyisini ya da daha uzman kişileri istemiyorum. Seni istiyorum Sibel. O şirkette seni görmek, bizim için, benim için, her şeyden öte kendin için çalışmanı, hayallerini yaşamanı istiyorum. Sibel ben..."

 

Telefonum çalmaya başlayınca irkildim ve çantamdan çıkarmaya uğraştım. "Af edersiniz." dedim. Gül arıyordu. Aramayı sonlandırıp ona döndüm. "Evet, ne diyordunuz?"

 

Yönünü iyice bana çevirdi. Ciddiyetle gözlerime baktı. "Sibel ben seni..."

 

Telefonum ikinci kez çalınca yine susmak zorunda kaldı. Sinirle telefonu açtım. "Ne var Gül?" dedim ters bir sesle.

 

"Evden giderken bir saat sürmez dedin, bir buçuk saat oldu. Baa bak, mercimeği fırına veriyordunuz da böldüm mü yoksa? Ondan mı bu sinirin?" diye vıcık vıcık konuşunca sinirlerim bozuldu.

 

"Eve geliyorum Gül, kapat telefonu. Arama da bir daha. Engellettirme kendini bana."

 

Daha fazla konuşmasın diye telefonu sinirle kapatıp çantama attım. Kenan Bey de susmuştu. Ben telefonla konuşurken yeşil yandığı için yola koyulmuştuk yeniden.

 

Bir müddet sessiz kaldığımızda iyice düşündüm. Kenan Bey de sessizleşmişti zaten. O da bir şeyler düşünüyordu muhtemelen. En sonunda dayanamadım, sessizliği bozdum. "Kabul ediyorum." dediğimde uykudan uyanır gibi irkilip bana baktı. Gülümsedim. "Teklifiniz hâlâ geçerliyse eğer sizinle çalışmak isterim."

 

Kenan Bey şaşkınca ama sevinçle gülümsedi. "O halde yarın sabah saat sekiz de şirkette seni bekliyor olacağım."

 

"Anlaştık." dedim.

 

Verdiğim bu karar ilerleyen günlerde nelere sebep olacak, yaşayıp göreceğiz artık.

 

Yazar'dan;

 

Bir Ay Sonra;

 

Demir ailesinden kilometrelerce uzakta, üstünde üniformasıyla karargâhın bahçesinde oturmuş, karton bardaktaki dumanı tüten çayı içerken yüzünü buruşturdu. Kendi memleketine has olan çayın yerini tutmuyordu. Tam bir yıl sekiz aydır uzaktaydı ailesinden. Sınır da itiyle uğursuzuyla savaşıyor, vatanını korumaya çalışıyordu. Ailesine olan sevgisinden bile üstündü vatan sevgisi. Tek istediği, yürekten dilediği hakkıyla şehit olabilmekti.

 

Çünkü bu vatanın toprakları, onu korumaya çalışanların kanıyla yıkanmışken o da kanını bu topraklar uğruna akıtmak istiyordu.

 

İçten içe bunu dilese de aklına gelen küçük kız kardeşiyle kalakalıyordu. Onu ne kadar terslese de, ondan nefret ediyormuş gibi davransa da kardeşinin ona olan bağlılığını biliyor, şehit olursa eğer kendisiyle gurur duyacağını ama bir o kadar da mahvolacağını biliyordu. Bu yüzden tersliyordu onu. Onu sevmesin, ondan nefret etsin istiyordu. Belki ondan nefret ederse şehit olduğunda çok üzülmezdi arkasından. Ama unuttuğu bir şey vardı. Küçük kız kardeşi ona yürekten bağlıydı ve onun ne yapmaya çalıştığını bilecek kadar da onu tanıyordu.

 

Zaten aklı onunla doluydu şu son bir aydır. Bir akşam durduk yere ona gel diyen bir şarkı göndermişti. Demir de ertesi gün geliyorum diyen bir şarkı göndermişti karşılık olarak. Çünkü biliyordu ki küçük kız kardeşinin ona ihtiyacı vardı. Kimseye anlatmadığına emin olduğu bir derdi vardı. Bu yüzden o akşam değil, ertesi gün izin ayarlayarak ona geliyorum diyen şarkıyı göndermişti. Bu kız çağırıyorsa eğer onun için cehennem bile giderdi çünkü o kızın en sancılı, en acılı dönemlerinde yanında olup elini tutmuş, ona destek olmuştu. Ona abi, baba, arkadaş, sırdaş olmuştu. Bu yüzden aralarındaki bağ daha kuvvetliydi. Gül ona her şeyini anlatırdı. Sibel ondan korkar, çekinirken Gül ona bağırsa bile ondan korkmaz, içtiği suya kadar her şeyini anlatırdı. Detayları sadece işinde duymak isteyen Demir gereksiz detaylardan hoşlanmazdı ama konuşan kardeşiyse gıkını çıkarmaz, sessizce dinlerdi. Eh, bazen katlanamadığı zamanlar olmuyor değildi.

 

O gün kardeşinin o anlata anlata bitiremediği gereksiz detayları dinlemeye, canını sıkan sorunu öğrenip ortadan kaldırmak için ona gitmeye hazırlanmış, hatta eşyalarını topladığı küçük çantayla karargâhtan çıkıyordu ki, bir saldırı da daha dün konuşup evlenmek üzere olduğunu öğrendiği arkadaşı şehit düşünce gitmekten vazgeçip önce şehit düşen arkadaşını sonsuzluğa uğurlamış, sonra da ona bunu yapan hainlerin yerini tespit edip bir gece operasyona çıkmışlardı.

 

Bu sabah dönmüşlerdi o operasyondan. Operasyona katılan arkadaşları odaya çekilip uyurken o karargâhta komutanlarıyla operasyonun detaylarını ve sonuçlarını konuşmuş, uzun bir toplantı sonrası üzerini bile değiştirmeden bir bardak çay alıp bahçeye çıkmıştı. Yorgundu, uykusuzdu, her bir kası, uzvu ağrıyor, sızım sızım sızlıyordu ama şikayetçi değildi. Vatanı için öl deseler ölürdü. Acısını, ağrısını bir kenara bırakıp annesini aradı. Bir aydır telefonunun yüzünü gördüğü yoktu. Tam beklediği gibi mesaj kutusu ve aramaların büyük çoğunluğu kardeşi tarafından doldurulmuştu. Attığı bütün mesajları okuyor ama geri dönüş yapmıyordu. Çünkü bir kere cevap verirse Gül durmaz, her saniye başı onu mesaja boğardı. Gerçi... Cevap vermediği halde de yazıyordu ama...

 

"Demir'im," diyen annesinin o içli, sevinçli sesini duyduğunda gülümsedi. Annesiyle konuşmak, onun sesini duymak tüm ağrısını, sızısını geçirmiş gibiydi. "Oy benim güzel oğlum, nasılsın? İyi misin? Bir aydır aramıyorsun. Sen aramayınca anlıyorum ben göreve gittiğini. Elim yüreğimde aramanı bekliyorum. Şükürler olsun ki aradın anneni. İyi misin benim kara kuzum?"

 

Annesinin sesi öyle iyi gelmişti ki ona. Yüzünü görmese de, ayda ya da hafta da yapılan görüntülü konuşmalar hariç, sesini duymak iyi gelmişti. Yüreğindeki ağırlık kalkmış, rahat bir nefes almıştı.

 

"İyiyim anam, iyiyim." demişti tok sesiyle. "Geçen ay gelecektim ama son dakika bir operasyon çıkınca gelemedim. İşleri hallettim. Bir saate çıkacağım yola. Şimdi dinleniyorum. Bir sesini duyayım dedim, öyle aradım. İyi misiniz? Bir sorun yok ya?"

 

"Biz iyiyiz oğlum," dedi annesi. "Çok şükür bir yaramazlık yok. Hepimiz iyiyiz ama..."

 

Demir kaşlarını çattı. "Ama?" dedi devam etmesini bekleyerek.

 

Karşı taraftan annesinin alıp verdiği derin nefesi duydu. "Gül," dedi sonra. "Bir aydır seni soruyor," dedi. "Geleceğim demişsin, dilinden düşürmüyor. Oğlum tez gel, sağlıklı gel e mi? Bu deli kızla baş edemiyorum ben."

 

"Geleceğim geleceğim," dedi Demir. Başını salladı kararlılıkla. Kardeşinin ona ihtiyacı vardı. O yüzden bir an önce ona gitmek istiyordu. "Defne'nin bir derdi falan mı var? Bir şeye mi üzüldü? Canı bir şeye sıkıldı? Bu kız ne zaman üzülse, canı bir şeye sıkılsa beni istiyor, soruyor. Bilirsin sen, iyi mi o zilli?"

 

Evet, ne zaman kardeşinin canı bir şeylere sıkılsa, üzülse Demir'i isterdi yanında çünkü Gül bir tek ona içini açardı. En sert, katı kuralları, keskin çizgileri olan Demir'di fakat Gül ona derdini anlatınca oturur sessizce kardeşini dinlerdi. Onaylamasa, kızsa bile sarılırdı ona. Zaten Demir ona ya uyurken ya da canı sıkkın olduğu zaman sarılırdı. Onun dışında onu yanına bile yaklaştırmaz, sürekli tersleyip dururdu. Kendinden nefret etmesini, onu sevmemesini isterdi, beklerdi ama Gül de inatla ona bulaşırdı. Bazen onu alıp dünyanın bir ucuna bırakmak istiyordu. Belki o zaman soğurdu, istemezdi abisini ama içten içe biliyordu ki, ne o Gül'ü dünyanın bir ucuna bırakabilirdi ne de Gül ondan nefret ederdi. Aralarındaki bağ çok kuvvetliydi.

 

Annesi, "Var bir derdi ama anlatmıyor," dediğinde derin bir nefes aldı Demir. Biricik göz bebeğinin canını sıkan sorun ne olabilirdi ki? "Bir şeye canı sıkkın belli ama söylemiyor. Senin odanda kalıyor sen gittiğinden beri. Geceleri üstünü örtmeye gittiğimde içini çekiyor. Sanki ağlayarak uykuya dalmış gibi içini çeke çeke uyuyor. Sabah olduğunda bir şeyi yok ama. Sanırsın Milli Piyango bizimkine vurdu, öyle mutlu. Sordum bir iki kere, hepimiz sorduk, soruyoruz ama anlatmıyor. Oğlum, bu kızın hali hâl değil. Görsün şu kız seni. Biliyorsun sana olan düşkünlüğünü."

 

Uykusunda ağlayacak kadar ne sorunu olabilirdi ki kardeşinin? Biri ona zarar mı vermişti? Evdekilere anlatmaya, söylemeye mi çekiniyordu da onu bekliyordu? Kafayı yiyecekti Demir! Bu kız ona kafayı yedirtecekti. Ama biliyordu ki, eğer biri kardeşine parmağının ucuyla bile en ufak bir zarar verdiyse onu doğduğuna bin pişman edecekti.

 

"Geliyorum anne, geliyorum." dedi Demir. Hızla karargâha girip bir odada üstünü değiştirdi. Üniformasını çıkartıp sivil kıyafetlerini giydikten sonra bir aydır hazır bekleyen çantayı alıp çıktı odadan. "Bu akşam oradayım Allah nasip ederse. Geldiğimde derdi neymiş, öğrenirim ben. Sen merak etme."

 

Annesiyle havaalanına gidene kadar konuşup evin gündemini, durumları ondan öğrendi ve uçak anonsuyla beraber telefonu kapattı. İşte, gidiyordu Demir. Kardeşinin canını sıkan sorunu kökünden koparıp atmaya gidiyordu. Gündüzleri tersleyip geceleri uyuduğunda kardeşinin başında onu izlemeye, kendisine anı kalacak fotoğraflarını çekmeye gidiyordu. Birlikte pek fotoğrafları yoktu ama Demir'in galerisi Gül'ün uyurken çekilmiş fotoğraflarıyla doluydu. Gül bunu hiç bilmese de...

 

Gül'den;

 

"Hayatta olmaz!" dedim kaşlarımı çatarak. "Ben onca insanın içinde şarkı falan söyleyemem. Mümkünatı yok yapamam. Maaşımın iki katını vermeyi teklif etseniz bile olmaz!"

 

"Bu akşam şarkı söylersen maaşının iki katını alacaksın." diyen patrona baktım. Çatılmış kaşlarım an be an düzeldi.

 

Elimle kocaman restoranın tam karşısında, masadakilerin eşit şekilde görebileceği konuma yerleştirilmiş sahneyi işaret ettim. "Sahne orasıydı değil mi?" diye sorduğumda göbekli fakat uzun boylu patronum rahat bir nefes verdi başını sallayarak.

 

Bu restoran akşamları açık olduğundan şu an garsonlar akşama masaları hazırlayıp etrafı temizlerken sahnedeki küçük müzisyen grubu da akşam için müzik aletlerini ayarlıyorlardı. Yanlarına gittim ve akşam söyleyeceğim parçaları gözden geçirdik, bir iki tekrar yaptık. Gitarist biraz daha çalışalım diye ısrar etti ama çalışmadım. Ses tellerimi fazla yoramazdım. Hem zaten Karadeniz türküleri söyleyecektim, hepsi de ezberimdeydi ki. Gerek yoktu.

 

Akşama hazırlanmak için restorandan çıkıp eve geldiğimde annem akşam yemeğini hazırlarken, dedem salonda bulmacasını çözüyordu. Memo da muhtemelen odasında tabletiyle oynuyordu. Onun dışındaki aile üyelerinin hepsi çalışıyor, eve ekmek getiriyordu.

 

Kendimi üçlü koltuğa attım biraz dinlenmek için. O ana dek varlığımı fark etmeyen dedem ben yatınca başını kaldırdı ve meşhur bulmacalarından bir soru sordu: "Çekilen bir şey?" dedi.

 

Dudaklarımın bir yanı serseri bir tavırla kıvrıldı. "Esrar." dediğimde kaşlarını çattı. Hımm, cevap bu değildi belli ki.

 

"Islak mendil?" dedim.

 

Suratıma dümdüz baktı.

 

"Fotoğraf?"

 

Hâlâ bakıyor.

 

"Halat?"

 

Bak hâlâ bakayi!

 

"Tamam tamam, halay." dedim.

 

Gözlerini kıstı.

 

Cevabı düşünürken Memo tabletsiz, bakın altını çiziyorum: TABLETSİZ bir şekilde geldi ve tekli koltuğa oturdu.

 

"Tamam tamam buldum," dedim heyecanla. "Eyeliner."

 

Dedem bir salağa bakar gibi suratıma bakarken Memo güldü. "Ağam bizimle eyeliner." dediğinde boş bakışlarımı suratına çevirdim.

 

"Komik mi?"

 

"Değil mi?"

 

"Değil. Bu evde bir tek ben espri yapabilirim ve bir tek benim esprilerime gülünür. Çünkü Gül de benim güldürecek olan da. Şimdi sus, odaklanamıyorum." diyerek onu azarlamama karşılık gözlerini devirerek televizyonunu açtı.

 

Dedeme döndüm. Baktı bizden cevap alamayacak bulmacasına odaklandı. Bende gerisin geri yatıp gözlerimi kapattım. Eccük dinleneyim sonra hazırlanıp gideceğim.

 

Tam zihnim karanlığa çekilmek üzereyken cevap geldi aklıma: "Dert," dedim. "Cevap dert, dede." Sol tarafıma döndüm, bacaklarımı kendime çektim, koltukta küçüldüm. "Nasıl bilmem ki bunu?" diye mırıldandım. "En çok çektiğim şey! Millet ıslak mendil çeker, fotoğraf çeker, pikniklerde halat, düğünlerde halay çeker; ben dert çekerim."

 

Sonrası karanlık ve sessizlikten ibaretti. Mehmet açtığı televizyonu kapatmış, biri üzerime battaniye örtmüştü. Sonrasını hatırlamıyorum.

 

Uyandırıldığımda bir bacağım ve bir kolum koltuktan sarkmış vaziyetteydi. Uyumadan önce başımın altında olan koltuğun yastığı ve üzerime örtülen battaniye uyandığımda yerdeydi. Balon balığı gibi ağzım açık uyuduğumdan ağzımın içi kupkuruydu. Ve en önemlisi, hazırlanıp çıkacağım diye geldiğim evde akşam ezanı okunmak üzereydi.

 

Tepemde dikilen dedeme baktığımda yüzüme dökülen saçlarımı eliyle geriye çekti. "Gece beşik mi salladın? Ne bu uyku?" diye sorduğunda hızla doğruldum. Başım dönmüştü. Birkaç saniye toparlanmayı bekledikten sonra hızla kalktım.

 

Ona cevap vermeden odama koşup üstüme sadece bayramlarda giydiğim beyaz elbiseyi giydim. Ucunda maaşımın iki katı para olmasa pijamayla giderdim de işte... Saçlarımla oynamayı fazla sevmediğimden hemen tarayıp salık bıraktım. Makyaj falan yapmayacaktım hiç. Bir kere ben her halimle prensestim ve prenseslerin makyaja ihtiyacı yoktu.

 

En başta yapmam gereken şeyi sonra yaparak banyoya girdim ve elimi yüzümü yıkadım. Yüzümü kurulayıp aynadan şişmiş ve uykusuzluktan kırmızı görünen gözlerime baktım. Tenim de solgundu biraz ama elbisenin beyaz olmasından mıdır nedir belli olmuyordu pek. Bütün ev halkı akşam yemeği için mutfakta toplanmışken, "Ben çıkıyorum!" diye cırladım spor ayakkabılarımı giydiğimde.

 

Annem yanıma geldi hemen. "Nereye?" diye sordu. Çalıştığımı, çalışmaya başladığımı biliyorlardı halbuki. Gerçi annemden bahsediyorduk. Geldiğimizi gördüğü halde geldin mi diye soran o kişiden. Üzerimi süzdü, bayram dışında elbise giymediğimi bildiğinden şaşkınca baktı bana. "Elbise giymişsin bir de. Nereye gidiyorsun akşam akşam?"

 

"İşe," dedim omuz silkerek. "Zaten geç kaldım, niye uyandırmadınız beni?"

 

"Uyandırılınca çemkiriyorsun çünkü." dediğinde bir şey diyemedim. Haklıydı. Kendim uyanmazsam aşırı uyuz ve huysuz olur, herkese bulaşırdım. Kadın haklıydı, o zaman dağılalım.

 

Tam gitmek üzereydim ki, annem kolumdan tutup durdurdu beni. Gözlerinin içi ışıl ışıldı. "Bak sana ne diyeceğim, Demir aradı bugün..."

 

Hızla sözünü kestim. "İstemiyorum," dedim net bir dille. "Onun adını bile duymak istemiyorum. Hadi işim var benim, geç kaldım zaten." diyerek konuşmasına izin vermeden koşarak evden kaçtım.

 

Ona ne zaman şarkı göndersem bir derdim olduğunu bilir, anlar ve ona göre karşılık verdi. O da bana geliyorum diyen şarkı göndermişti ama onun üzerinden tam bir ay geçmişti. Bu süreçte ben içimdeki dertle, acıyla boğuşurken o bir kez olsun aramamış, mesaj bile atmamıştı. Tamam, kendisi tatile gitmedi herhalde, bunu biliyoruz ama yine de insan bir mesaj atardı ya! Bulduğu her fırsatta annemi aramasını biliyor ama bana gelince yok! Zaten özleminden geberiyorum bir de böyle yaparak iyice delirtiyordu beni. Hayır uzaklaşmam, yok saymam, nefret etmem gerekirken daha çok bağlanıyordum!

 

Allah benim de belamı böyle veriyordu işte.

 

Taksiye atlayıp restorana geldim. Her zamanki gibi kalabalıktı. Kimisi arkadaşlarıyla gelmişti kimi sevgilisiyle, eşiyle, kimileri de ailecek gelmişti. Sahnenin en önündeki masada oturan Çevik ailesi gibi. Tahin uyuzu sahnenin tam karşısındaki sandalyede oturmuştu. Yanında abisi vardı. Orta yaşlı bir kadın ve adam da sanıyorum ki anne babasıydı, onlar da karşılıklı oturmuştu. Tahin uyuzu saatine baktı, gömleğinin yakasını düzeltti ve etrafına bakındı. Birini arar gibiydi. Tam o an da göz göze geldik. Durdu ve bana baktı sadece. Buradaki çoğu kadına tezat bir şekilde özensiz duran üstümü süzdü baştan sona. Ablam bunların şirketlerinde çalışmaya başladığından beri bu herifi etrafımda çok görür olmuştum. Bir iki kere Süslü Barbie'yi ziyarete gideyim dedim şirkete, bu herif çıktı karşıma hep. Her seferinde de gıcık etti beni.

 

Aslında...

 

Bir şey yaptığı yoktu ama en ufak bir hareketi bile batıyordu bana çünkü onun adına ve soyadına sahipti. Bu bile ondan nefret etmem için yeterliydi.

 

Peki ben neden şimdi omuzlarımı kaldırıp, trip atar gibi saçlarımı savurarak yanından geçtim onun? Noliyi ula baa?!

 

Sahneye çıktım, iki kelam sohbet ettikten sonra şarkıya başladım. Tam karşımda oturan Tahin uyuzunun aksine göz ucuyla bile bakmadım ona. Gözlerimi kapattım ve şarkıya odakladım kendimi.

 

"Bana seni sordular

Bir cevap veremedum

Herkesi unuttum da

Seni unutamadum..." diye başladım şarkıya.

 

"Severum gizli gizli

Yar bilmez eller bilmez

Akan göz yaşlarumi

Bir el uzatıp silmez oy..." diye devam ettim başka şarkıya.

 

Birazcık ara verdik, sonra yine devam ettim.

 

"Kalbimi yaralı koyup gitmenin

Zamanı değildi sen yanlış yaptın

Ardından ağlayıp hasret çekmenin

Zamanı değildi sen yanlış yaptın..." diye söylediğim şarkı alkışlarla karşılık buldu.

 

Ne zaman şarkı söylesem duygusallaşırdım. Evdekiler sesimin güzel olduğunu bilir, bazen şarkı söylememi isterlerdi ama istemsizce üzerime ağlama hissi çöktüğünden söylemezdim. Israr ederlerse de eğer karga gibi söylerdim şarkıyı. Ben şarkıyı anca ağlamak istediğim zaman kimsenin olmadığı en ücra, en kuytu yerlerde bazen bir ağacın tepesinde, bazen denizin ortasında söylerdim. Şarkı söyleye söyleye ağlar, içimdeki zehri atardım. Üzüldüğümü, kırıldığımı asla aileme belli etmez, her an, her dakika gülmeye, güldürmeye çalışırdım çünkü küçükken onlara yeterince zorluk çıkartmış, onların başını ağrıtmıştım. Onlara bunu belli etmez, derdimi içimde yaşardım. Bazen içimde tutamayıp ağzımdan kaçırıyordum bir derdim olduğunu ama sonra şakaya vurup unutturuyordum.

 

Ben derdimi bir tek Demir abime anlatırdım. Bir tek ona açardım içimi. Bir tek o anlardı beni. Ben bir tek ona şarkı söylerdim ve o oradan anlardı benim derdimin olduğunu.

 

Yine öyle yapmıştım.

 

Yine ona şarkı göndererek abi benim derdim var, sana ihtiyacım var demiştim ama gelmemişti. Gelmemesini geçtim bir kere aramamış, mesaj bile atmamıştı.

 

Tahir... Çocukluğum bile beni unutmuş, başkasıyla nişanlanmıştı. Yoksa abim de mi unuttu beni?

 

Müzisyenler yeni şarkıya giriş yaparken onları durdurdum birden ve söylemek istediğim şarkıyı onlara ilettim.

 

"Ama bu repertuarda yok." diyen gitariste attığım ters bakışlar sonucunda ellerini kaldırıp geri çekildi ve istediğim şarkıya giriş yapıldı. Gözlerimi kapatıp şarkıyı söylemeye başladım.

 

"Kara bulut çökmüş sanki

Yüreğumun üzerine

Anlayamadum bir türlü

Feleğun benle derdine" diye başladım şarkıya.

 

"Savurur hasretun beni

Bir o yani bir bu yani

Ölürsün diyor doktorlar

Ben gelmezsam sen gel bari" diye devam ettim şarkıya, Demir abime söylediğimin bilincinde olmadan.

 

"İstesanda gelemem ki

Derman yok şu dizlerumde

Ağlamaktan yorulmişim

Yaş kalmadi gözlerumde" diye devam ettiğimde sol gözümden bir damla yaş süzüldü yanağımdan çeneme doğru ama gözlerimi açmadım. Mikrofonu sıkarken sesimi titretmeden şarkıyı sadece ağzımla değil, yüreğimle söylemeye devam ettim.

 

"Savurur hasretun beni

Bir o yani bir bu yani

Ölürsün diyor doktorlar

Ben gelmezsam sen gel bari"

 

Gözlerimi usulca araladığımda bir şey oldu. Kafenin orta yerinde ayakta dikilmiş beni izleyen uzun boylu, iri adamı gördüm. Halüsinasyon olduğundan korkarak yutkundum. Gözlerimi yumdum, açtım, hâlâ aynı yerde bana bakıyordu.

 

Gelmişti.

 

Demir abim gelmişti.

 

Mikrofon elimden düşerken elim ayağım titremeye başladı. Sen gel bari dedim. Tahir gelmeyecek, çocukluğum gelmeyecek artık ama sen gel bari abi dedim ve geldi.

 

Sonunda geldi.

 

Burada, tam karşımdaydı işte.

 

Bölüm Sonu.🖤

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

En sevdiğiniz sahne neresiydi?

 

Oy verip yorum yapmayı unutmayalım.🙏🏼💫

 

İnstagram: nazankaraermis

nazankrrmshikayeleri

 

♥️

 

 

Loading...
0%