Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10.NOTA🎵

@nazo_65

Bin inkisar yaşar da şu gönül
Bilmem binbirinde neyi arar
Solar ömründen hergün bir gül
Görür yine aldanır yanar gönül.

 

*Nahil Boztepe

 

 

 

 


"Şehit öğretmen Şenay Aybüke Yalçın'ın anısına..."

 

ANKARA/ETİMESGUT

 

Erkuran malikanesinde, yine soğuk ve karanlık birgündü. Herkes kahvaltı sofrasına yetişmek için işlerini çabucak bitirmeye çalışıyordu.
Çalışanlar bir o yana bir bu yana koştururken, demgüzar koltuğun baş köşesine sinmiş kahvesini içiyordu.

 

Gazetelerde Çınar'ın boy boy Diyarbakır'da ki fotoğrafları vardı.
Hepsinin ise anlattığı tek birşey vardı;
"Erkuranların küçük vârisi Çınar Erkuran, Diyarbakır'da bir devlet Hastanesi'de nişanlısı Aheste karakılıç'ı ziyaret etti. Biricik nişanlısının mesleği gereği gittiği şehirde, uğradığı terör saldırısı nedeniyle hastanelik oldu."

 

Yazılmıştı. Gülerek okuyordu. Çınar'ın düştüğü bu durum onu bir hayli keyiflendirmişti.
"Şuna bak. Senin layık olduğun soyad bu değil Çınar... Bu fahişe kızın peşinden koşmak seni günden güne düşürüyor." Dedi Kendi kendine.

 

"Birincisi o kız fahişe değil. İkincisi ben onun peşinden asla koşmadım. Sadece yakında olacaklar için ona bir müddet daha süre veriyorum. Sonuçta her kuşun yakalanmadan önce özgürce uçtuğu zamanları vardır. Aheste de öyle...
Önce özgürce uçacak sonra özgürce uçtuğu günleri mumla arayacak." Çınar'ın sesi kendinden emin çıkmıştı.

 

Demgüzar'ın tam karşısında, üstünde siyah takım elbisesi, içine giydiği yeleği ve beyaz gömleği ile her zamanki Çınar'dı. Keskin çehresi ve yeşil gözleri demgüzar'a nefretle bakıyor, onu aşağılayıcı derecede süzüyordu. Kumral saçlarının yanları alınmış, üst kısmı gür bırakılmıştı.

 

"Kuşu kafese tıkmadan önce sesine hayran bıraktıklarını gör. Maazallah kuşun sesine gelip açmasınlar kafesi?"
Sesinde alay vardı. Çınar ise bir eli cebinde diğer eli ise her sabah aldığı ağır kafein içeren kahvesini tutuyordu. Usulca bir yudum daha alıp, demgüzar'a bir adım yaklaştı. Hemen oturduğu koltuğun önünde durunca, demgüzar ona aşağıdan, o ise demgüzar'a yukarıdan bakmaya başladı.

 

"Kafesler tercihim değildir. Ben genelde kanatlarını kırarım. Sonra ise bırakır, kaçmasını beklerim. Ama kaçamaz..." Dedi kahvesinden bir yudum alırken. Hemen arkada bulunan sehpaya oturup,
"O yarasının iyileşmesini bekler, ben ise yeni yaralar açmayı. Ben kuşa umut bile ettirmekten vazgeçiririm. Benim kafeslerimin kapısı her zaman açıktır bu yüzden..." Dediğinde, sesinde acımasızlığın en üst seviyesi vardı. Elde etmek onun için bir gurur meselesi olmuşken, Aheste'yi bırakmaya bu yüzden hiç niyeti yoktu.

 

"Ama seninde zayıf bir noktan var..." Dedi demgüzar. Ayağa kalktı. Giydiği elbise ve topuklularıyla, göze batan bir tarzı vardı. Kalın dalga maşalı saçlarını ağır bir edayla geri savurup, ellerini önünde birleştirdi.
İşaret parmağını başına dayayıp,
"Sen buranla değil," dedi ve parmağını kalbinin olduğu yere, sol göğsüne bastırdı.
"Buranla hareket ediyorsun." Sehpaya bıraktığı gazeteyi eline aldı ve Çınar'ın bulunduğu sayfayı açtı.

 

"Ve sonucunda bunlar doğuyor." Dedi son kez. Çınar sadece gülmüştü. Başını iki yana sallayıp, demgüzar'a baktı. "Benim aklımdakilerle kalbimdekilerin birbirine öyle bir savaşı var ki, her gün bir taarruz başlıyor. Ve ben bu taarruzlar sonucunda yeni oyunlar getiriyorum meydana. Kimse bunu anlayacak kadar zeki değil. Sende öyle... O yüzden bir daha o aklının sadece para üzerine ürettiği entrikaları bana anlatmaya çalışma. Akıl alacağım son kişi bile değilsin."

 

Sehpadan doğrulup, uzun boyuyla demgüzar'ın topuklu giymesine rağmen kısa olan boyundan yukarı baktı.
"Ayağımın altında dolaşma. Ezilirsin..." Demişti hırlarcasına. Demgüzar sadece nefret dolu gözlerle bakmış, susmuştu. Çınar'a gelen telefonla, dikkati dağılmıştı. Telefonunu ceketinin cebinden çıkarıp açtığında, karşıdan gelen ses her kime aitse söyledikleri Çınar'ın moralini bozmuş olmalıydı.

 

"Nerde?!" Dedi seslice. Biraz beklediğinde, "Hiçbir bok yapmayın! Ben hemen geliyorum."
Demişti. Telefonunu cebine koyup hızla çıktığında demgüzar hiçbir şey anlamamış gözlerle baktı arkasından.
"Feyzo!"

 

"FEYZO!" diye bağırdı, adeta bahçeyi inletircesine. Feyzo hızla arabaların arasından fırlarcasına koşup Çınar'ın yanına gelirken, "Buyur abi!" Dedi nefes nefese.
"Leman ile Gülşan dün eve dönmediler mi?"

 

"Yok abi. Dün gece kimse eve dönmedi."

 

"Hazırlanın, Erman itini bir ziyaret edelim."
Feyzo hiçbir şey anlamamıştı. Yine her zamanki gibi giydiği renkli şifon gömleklerinden birini giymiş, kadife bir ceketle kombinlemeye çalışmıştı.
"Abi kurbanın olayım o itin mekanına ayak basmayalım. Sonra neme lazım sakız gibi yapışır, uğraşamayız. Zaten başımızda yeteri kadar dert var."

 

Çınar'ın dikkatini çekmişti bu sözü.
"Neymiş o dertler?"
"Şimal... Mekanı polise ihbar etmiş. Yeni gelen mallarla ilgili suç duyurusunda bulunmuş. Malları çıkarana kadar canımız çıktı. Polis dün gece didik didik aradı mekanın her bir köşesini. Kumarhaneyi de iyice gizledik. Valla şimal yenge büyük zarara soktu abi."
Çınar'ın sinirleri iyice tepesine çıkarken, feyzo'nun söylediklerini sindirmeye çalışıyordu.

 

"Lan oğlum bunlar şimdi mi söylenir?!"

 

"Ne yapayım abi? Sen dün yengenin uğradığı saldırı yüzünden biraz gergindin, söyleyemedim. Kusurumu maruz gör abi." Demişti.
Önünde mahçup bir şekilde duran feyzo'ya ters bakışlarını attı Çınar.
"Uzatma lan! Uzatma! Arabaları ve adamları hazırlayın. Çıkıyoruz. O Erman iti haddini bayağı bir güzel aştı. Şöyle kendi dilimizde bir bildirelim haddini."

 

"Tamam abi." Diyip hızla ayrılmıştı çınar'ın yanından. Çınar ise cebinden çıkardığı sigaranın paketinden bir dal sigara çıkarıp, at işlemeli piposuyla yaktı ucunu. Yaktığı gibide sanki oksijen çekiyormuş gibi çekti içine dumanını. Tekrardan havaya üfleyip, içmeye böyle böyle devam etti.
"Çıno!" Diye seslenen kişi Metehan'dı.
Arkasına usulca dönerken, sigarasını içmeyi de ihmal etmemişti aynı zamanda.

 

Metehan yanına vardığında, üstünde yine giydiği salaş kıyafetleri vardı. Parmakları ve boynu boydan boya dövmeli, yüzüklerle kaplanmıştı.
"Nereye?" Diye sordu nefes nefese.
Çınar ağzında ki dumanı salarken havaya, "İşim var dışarda, niye?"

 

"Oğlum, babamın gazabına uğradım yine. Beni şirkete gönderip sabahtan akşama kadar çalıştıracak. Oydu buydu sevmiyorum o işleri. Şöyle bir kaçamak yapsak senle. Aksak gecelere?" Demişti soru edasıyla. Tek derdi eğlenmek ve tantana olan Metehan'ın hayatı ise onun gibi pekte eğlenceli geçmiyordu. Sürekli boğan işlerden böyle kaçamaklar ile kurtuluymaya çalışıyordu.

 

"Oğlum, beni karıştırma. Sonra kurtulamıyorum babanın dilinden." Çınar'ın sitemi üzerine Metehan, "Hadi oğlum ya, nereye gidersen peşindeyim. Hiçbir şeye karışmam. Söz valla."

 

"Sikerim peşini. Sokak köpekleri gibi surat yapma, sikerler."

 

"Adamsın." Demişti Mete sevinçle.
Feyzo koşarak geldiğinde,
"Arabalar hazır!" Demişti.
"Tamam." Dediğinde çınar, bizzat ona ait olan araç hemen önünde durmuştu. Feyzo kapıyı açıp, binmelerini beklediğinde ilk binen çınar ondan sonra ise Metehan'dı.
Araçlar Erman'ın mekanına doğru yol almıştı.

 

Çınar'a gelen telefonda, Leman ve Gülşan'ın dün geceden beri Erman'ın mekanında olduğunu söylemişti adamı. Çınar'ın zaten baskın yapma planı yaptığı Erman'ın mekanında birde Leman'ın olduğunu öğrenince iyice küplere binmişti. Erman'ın Çınar'a olan garezi asla bitmeyecek, onun sonunu getirecek derecedeydi. Masanın bir üyesi olabilmek için babasını bir tetikçiyle ile öldürmüş, onun işlerinin, malının, parasının sahibi olmuştu. Bundan elbette masadakilerin haberi yoktu.

 

Sadece bir sabah onlara gelen haberle apar topar cenaze törenine katılmışlardı. Erman'a sorulan "Nasıl oldu bu?" Sorularına Erman, "Dört bir yanımız düşman kaynıyor. Ölüm onun için kaçınılmazdı." Cevabını vermişti. Ve masaya ölmeden önce oğlumun benim vasiyetime sahip çıkacağına inanıyorum diyen Erman'ın babası, sadece bir mektupla sırra kadem basmıştı.
Mektupta ise başıma herhangi bir olay gelmesi halinde yerime oğlum Erman'ın geçmesini istiyorum. Yazmıştı.

 

Tabiki de mektup sahteydi. Erman'ın oyunun bir parçasıydı. Babasının sahte yazısı ve imzasıyla masadakileri kandırmış, ve eninde sonunda ulaşmak için babasının bile canını hiçe saydığı mevkiye ulaşmıştı.
Bunu öğrenen düşmanları ona karşı koz olarak kullanacağını bilse de, herşeyi sanki babası bu dünyaya hiç gelmemiş gibi yok etmişti.

 

Masanın üyelerinin her birinin hayatları diken üstündeydi.
Giriştikleri iş, kimisinin maddi durumlarından, kimisinin ise intikam duygusundan doğmuştu. Aralarında ailesi olupta yine bu işe sanki ölünce arkalarında bir aile bırakmayacak gibi korkusuzca başlamıştı.
Bazılarının sırf maddi durumdan dolayı ülkesine hainlik ettiği birer cani adamdı.

 

Bazen hayatlarının istediği akışta gitmeyenlerin onları değiştirmek için her yola başvurduğu bir dünyaydı burası.
Ve onlarda bu dünyaya, yaşamak zorunda olduğu hayatlarını bilmeden gelen; aslı iyi, ama kötü olmak zorunda kalan insanlardı.

 

Normal bir aileye, bir çocuğa, bir işe ve en önemlisi bir hayata sahip olmayanlardı onlar. Ama herşeyden önce vatanına milletine hainlik eden birinin, geldiği hayat ona ilerde dönüşeceği insana haktır. Yurtdışından getirdikleri maddeleri ülkesinin çocuğuna, gencine veren birine bu hayat elbette mübahtır.

 

Ülkesine saldırısın diye silah, bomba, nükleer silah alıp, onun gibi hain olan kalleşlere yardım edip, destek veren birine ölüm mübahtır...

 

Mekânın önünde durdu, peş peşe gelen araçlar. Feyzo hızla arabadan inip Çınar'a kapıyı açmıştı. Çınar ağır bir edayla araçtan inmişti. Metehan'da hemen peşinden indiğinde, "Gecelere akalım dedik, yok dedin. Getirdiğin yere bak. Lan çıno, sen varya..." Diye alaycı bir sesle konuşurken, geldikleri yere eğlence için geldiklerini sanmıştı.

 

"Buraya eğlence için gelmedik Mete.
Ufak, görülmesi gereken bir hesap var. Onu görüp gideceğiz."

 

"Abi, mekân dolu." Demişti feyzo.
"Olsun feyzo. Adamlara söyle etrafı sarsınlar. Birkaçı da bizimle mekâna gelsin." Dediğinde, feyzo adamlara,
"Hadi beyler! Mekanı sarın. Siz ikiniz kalın." Demişti içlerinden ki iki adama.

 

Çınar önde, feyzo ve Metehan arkalarında peşlerinden gelen iki adamla mekâna giriş yaptıklarında, içerde yoğun içki ve alkol kokusuyla karışmış sigara ve nargile kokusu vardı.
Ama alışıktılar. Artık hayatlarının bir parçası olmuş olan bu maddeler onları rahatsız etmiyordu.
Çalan ingilizce şarkı ile ortam biraz sakindi. İçeri girdikleri an herkesin dikkatini çekmeyi başarmışlardı. Kimisi Çınar'ı manşetlerden, gazetelerden, magazinlerden tanıdığı için yanındakinin kulağına eğilip fısır fısır birşeyler söyleyip, şaşkınlıkla bakıyordu.

 

Çınar ise bunların hiçbirine aldanış etmeden, mekana göz gezdirdi.
"Kimi arıyoruz tam olarak?" Diye soran Mete'ye baktı, çınar.
"Leman'ı."

 

"Leman'ı mı? İyide o böyle yerlerden nefret eder. Burda olduğunun kanısına nerden vardın?"

 

"Şimdi görücez, neden burdaymış."
Arkada ki adamlara işaret verip, "Bütün üst katta ki odaları arayın. Heryeri arayın." Demişti. Adamlar, sorgulamadan mekanın üst katına ilerlerken, Çınar ise garsonu çağırmıştı. Garson elleri önünde, çınar'ın yanına vardığında,
"Buyurun efendim." Dedi.
"Bir coruba ramo getir. Birde sahibini çağır. Geçeceğim masaya gelsin."

 

"Birşeyler içmek ister misiniz beyler?" Diye sordu yanındakilere.
Feyzo, "Bir soda getir bana kardeş." Demişti. Metehan ise "Üç shut alayım. Ama büyük boy shut olsun." Dediğinde, garson başını ağır bir şekilde sallayarak geri geri adımlarla gitmişti. Çınar ise mekanın en baş köşesine geçip oturmuştu. Mekan kızlarla ve onları bir gecelik kullanan adamlarla doluydu. Çınar kollarını iki yana açıp, koltuğa yasladı.

 

"Abicim, sabah sabah ne içkidir içiyorsunuz? Valla sizdeki mide bende olsa ohoo." Demişti, feyzo. Kilosu nedeniyle biraz zayıf olmasından dolayı Mete, "Oğlum, içki için mideye gerek yok. Zamana da... İç gitsin, kafa bitsin hesabı. Anladın?" Feyzo Metehan'ın söylediklerine hiçbir tepki vermeyerek, hiç alışık olmadığı bu mekana göz gezdirdi. Daha önce sadece birkaç kez oturduğu olurdu ama sadece birkaç dakika sürerdi. Şimdi ise alışkın olmadığı bu yerin ortamı böyle miydi? Diye bakıyordu.

 

"Feyzo... Oğlum biraz rahat davran. Sanki hiç gelmediğin yerler." Çınar'ın alaycı sesi, feyzo'nun dikkatini çekmişti. "Öyle deme abi. Hep baskına geldik. İlk defa basmadan oturduk."

 

"Birazdan basacağız zaten."
Dediği an garson elinde istenen içecekleri getirmişti. Yavaşça masaya bıraktı. "Erman bey, birazdan burda olacağını söyledi efendim." Dedi.
Çınar başını salladığında, garson ağır adımlarla kalabalığa karışmıştı.
"Kim bu Erman?!" Dedi Metehan yüksek sesle. "İtin teki!" Diye karşılık verince Çınar, feyzo gazozunu içtiği gibi geri püskürttü.

 

"Noldu lan! Feyzo iyi misin?"

 

"İyiyim abi. Gazozu bile kalitesiz. Erman'ın mekânı işte, ne beklersin..."

 

"Öyle deme ama feyzo. Kırılırım bak." Ses Erman'a aitti. Yine şık giyindiği bariz ortadaydı. Çınar bacak üstüne bacak atmış, Erman'ı alaycı bakışlarla süzmüştü. Feyzo gazozu daha fazla içmeyip masaya bıraktı.

 

"Erkuran... Seni burda görmek ne büyük şeref."

 

"Senin için aynı şeyi söylemeyeceğim. Çünkü seni görmek benim için bir şereften ziyade, rezillik ve ötesidir. Erman..."

 

Erman pişkin ve gıcık bir sırıtmayla Çınar'a bakarken, başını iki yana salladı. Ellerini cebine koydu ve bakışlarını ona çevirdi. "Öyle deme ama. Daha çok göreceğin bu surat senin için başka şeylerde ifade edecek." Dedi.
Çınar birden ayağa kalktı ve ağır adımlarla Erman'ın dibine sokuldu.
"Öyleyse sende bu ayakların altında fazla dolaşma, yoksa başına çok daha şeyler de gelecek..." Demişti.

 

Erman yine güldü, sinir bozacak derecede. "Ah çınar ah... Senin en çokta bu kibirli ve egoist hallerini seviyorum. Aslında soyadın olmasa bir kibrit çöpü bile olamayacak adam, ormanı yakacağım diyor. Sencede bu biraz komik ve saçma değil mi?"

 

Bu sefer çınar ellerini arkasında birleştirdi. Başını yana eğerek, alaycı bir tavırla baktı. "Ben... Soyadım olmasa bile sadece adımın yettiği adamım. Sana ağır gelecek bir kişiliğe sahibim ve bu da senin zoruna gidiyor. Yeri gelince o ağaçta olurum. Yeri gelince o ağaçları yok edecek kibritte... Ama asıl mesele şu; senin sürekli benim gözüme batan hal ve hareketler yapman."

 

Bir adım daha attı ve neredeyse aralarında bir karış mesafe kalmıştı.
Gözlerini gözlerine dikti ve kaşlarını çatarak, "Bir kez soracağım. Leman nerede?" Dedi. Erman sadece boş gözlerle bakıyordu. Gayet rahattı. Ve o da aynı şekilde Çınar'a bakıyordu. Tam gözlerinin içine.

 

"Leman?" Dedi en sonunda Erman.
"Öyle birini tanıyor muyum?" Dedi ardından. Çınar'ın sinirleri iyice tepesine çıkmış olacak ki, iki parmağıyla burun kemerini sıktı. Sinirden güldüğünde, eli silahını kavradı. Kavradığı gibi Erman'ın şakağına dayadı. Lakin Erman sanki kafasına her gün silah dayanıyormuş gibi yine rahattı. Alaycı tavrı Çınar'ın sinirini iyice bozarken, aslında istediğinin bu olduğu yönünde daha çok sırıtmıştı.

 

Gözleri bir silaha birde Çınar'a bakarken, Metehan arkadan, "Çınar... Bırak o silahı." Demişti. Kuzeninin yaptığı işlerden habersizdi. Silah taşıdığını vesaire biliyordu fakat onu işlevi gereği kullandığını şuan öğrenmişti. "Mete bey, siz karışmayın. Abim halledecek şimdi." Demişti feyzo.

 

Mete olduğu yere geri oturmuş, tedirgin bir şekilde hâlâ çınar'ı izliyordu. "Sana bir kere soracağım demiştim, değil mi şerefsiz?"
"Yalnız ben seni ciddiye almamış olabilirim. O yüzden bir kez daha tekrarlar mısın soruyu?"

 

Çınar daha da sinirle bakarken,
"Ya da dur!" Dedi Erman birden. Çınar dikkatle ne diyeceğini beklerken, Erman, "Ben seni hiçbir zaman ciddiye almadım. O yüzden sen kendini yorma." Dedikten sonra, Çınar sesli bir şekilde gülmüştü. Erman'ın arkasında bulunan adamlar ona aitti. Ve Erman'a doğrultulan silaha karşılık onlarda çınar'a doğrultmuştu silahlarını. Erman'ın işaretiyle silahlarını indirmiş, başka bir karşı tehtide hazırlıklı olarak pür dikkat çınar'ı izliyorlardı.

 

Çınar arkasına dönüp feyzo'ya baktı.
"Bunu şimdi ben ne yapayım?" Demişti. Önüne dönüp Erman'a baktı tekrardan, "Lan oğlum, sizi bana sayıyla mı veriyorlar?!"

 

"Ha! Siz bana Allah'ın cezası mısınız?"
Erman hâlâ pişkin pişkin gülerken,
"Noldu?" Dedi.

 

"Zoruna mı gitti... Nişanlına yapılan saldırının sebebi olmam ya da üvey kardeşinin mekanıma gelmesi?" Çınar bir alev topuna dönüşmüşken, ona bir adım daha yaklaşmak Erman'ın ölümü olurdu ama Erman buna aldırış etmeden çınar'a inadına bir adım daha yaklaştı. Gözlerinin içine bu sefer gayet ciddi bir bakışlarla baktı ve yüzüne yüzüne, "Söylesene çınar... Hangisi daha çok zoruna gidiyor?"

 

Ortam sessizliğe bürünmüştü. Çınar'ın bu kadar sessiz kalması herkesi endişeye düşürmeye başlamıştı. Silahını sıkıca kavradı.
Erman'a baktığı gözler onu zerre olsun korkutmamışken, silahının kabzasını çekip, kurşunu serbest bıraktığında, Erman'a baktı. Düz bir ifadeyle...

 

"Şimdi... Bende sana bir soru soracağım. Ama sen bu soruya yanıt verebilme şansına sahip olan tek şanslı kişi olacaksın." Erman
Öyle mi? dercesine bakışlarını sergilerken, çınar, "Senin şu şerefsiz leşini tek bir kurşunla yere sererek sonra da parçalara ayırıp her bir parçanı senden farksız olan köpeklere mi vereyim? Yoksa aklımda benim bile uygulamaktan korktuğum işkence yöntemleri ile mi ölmek istersin?"

 

Erman hiçbir cevap vermediğinde, arka taraftan gelen ses Leman'a aitti.
"Çınar?!" Demişti. Hemen yanında ise Gülşan vardı. Leman'ın kolunda bir çanta, üstünde mini bir elbise, yüksek topuklular ile kendi karakterini yansıtmayan bir kız olmuştu. Annesinin zoruyla yapmadığı şey kalmamış, istemediği kişiliklere bürünmüştü. Giydiği giysiler onu değilde soyadını yansıtıyor gibiydi. Annesinin uğruna feda ettiği şeyleri aklının ucuna bile getirmediği soyadı...

 

Adından sonra gelen, okunup geçilen, gerektiği gibi davranılması gereken, davranılmadığı hâlde kınanan, karakteri kadar yüceltmeyen soyadları... Oysa onlar sadece birkaç harf ve tek seste söylenip geçilirdi.
Kimileri için öyleydi...

 

"Noluyor burda?" Diye sorduğunda Leman, çınar ona bakmıştı öfkeli bakışlarla. "Asıl senin burda ne işin var?! Bu şerefsizin mekânında ne yapıyordun?!" Sesli bir şekilde konuşmuştu. Leman hemen yanına vardığında, ürkek bakışlarla çınar'a bakmıştı. "Ö-önce silahını indir."

 

"LEMAN!"

 

"Çınar sakin ol! Kız korkuyor." Metehan'ın sesiyle, bakışları o yöne çevrildi. Tereddütle silahını çekti, Erman'ın şakağından. "Ne işin vardı burda?!"
"B-ben..."
"Sen ne?!"

 

"Benim de hakkım var bunlara!" Dedi Leman gür bir sesle. Sitem ediyordu artık bütün bunlara. Abisi olmayan bir adamın kendini ona karşı sorumlu hissetmesini artık kaldıramıyordu. Birçok sosyal aktivitelerini kısıtlamış, onu o yalı denilen hapishaneye hapsetmişti. Hem annesi hem Çınar...
"Benim de kendime ait bir hayatım, bir özelim var! BUNA NE SEN NE DE ANNEM KARIŞAMAZSINIZ!"

 

"Leman gel, eve gidelim. Sakinleşin ikinizde sonra konuşun. Olur mu?"

 

"Hayır! Bunca zaman içimde tuta tuta artık doldum taştım. Kendini abim sanan bir adamın narsist davranışlarına ve zorbalıklarına artık katlanmaktan bıktım! Bir soyadı var... Onun getirdiği kurallara uymayanlara böyle adamları musallat ediyorlar!" Derken Çınar'ı kastediyordu.
Çınar ise suskundu. Şaşkındı.
Leman'a bunca zaman abilik yapmaya çalışmış ya da yaptığını sanmıştı.
Şimdi ise hiçbir zaman olamayacağı o makamdan şikayetçi olan bir kız ona herkesin içinde üvey olduğunu bağıra çağıra ilan etmişti.

 

"BANA ABİLİK YAPMAYA ÇALIŞMA! BECEREMİYORSUN! YAPAMIYORSUN! BEN SUSTUKÇA ÜSTÜME GELİYORSUN! ANNEMDEN FARKSIZSIN! BASKI, KABA KUVVET, ZORBALIK, MERHAMETSİZLİK KALBİNİZE İŞLEMİŞ HEPİNİZİN!"

 

Gözyaşı usulca akarken yanağından aşağı, gözleri Çınar'daydı. Çınar'ın ise onun... Suskundu ilk defa. Dinlemiş belki de haklı bulmuştu kendi içinde... Ama dışa asla vurmayacaktı o kesindi. Çünkü çınar, içinde ateş yakar; o ateşin korları ile diline mühür basardı. Leman'a anlamsız bir değer veriyordu.
Üvey kardeşi de olsa öz kardeşi gibi görüyordu. Ve bunun farkına, Leman'ın bunca zaman içinde biriktire biriktire sonunda kustuğu itirafı ile varmıştı. Onu korumaya çalışıyor, demgüzar gibi bir kadın olmaması için elinden geleni yapıyordu.

 

Ama boşunaymış...
Silahı arkasına geri yerleştirdi.
Ceketini düzeltti ve ağır bir edayla Leman'a baktı. Aklının ucundan tek bir şey geçiyordu; bunlar onun cümleleri değil. Demgüzar'ın çınar'a olan garezi ve nefreti yüzünden Leman'ın aklını bulandırmasına inanmamıştı.

 

Yavaş yavaş Leman'ın önüne doğru yürüdü. Nefesi Leman'ın yüzünün kıyısına çarparken, ona yukarıdan bakıyordu. Leman ise bu bir hayli uzun adama aşağıdan bakmaya çalışıyor, bir nevi korkuyordu.

 

Titrek nefesler alıp verirken, kekeleyerek, "B-bana karışma artık. Sen benim abim değil-"

 

"Kes... Bunlara inanacağımı mı sandın? Ya da annenin bu laflarını ezberlerken aklından buna enayi gibi inanacağım mı? Sana abilik yapmaya çalışan yok. Soyadın Erkuran olduğu sürece, sana karışacağım. Ve şunu asla unutma; taşıdığın soyadının gerektirdiği davranışları yerine getirmezsen, bundan sonra göreceğin kötü tarafımın en beterini göreceksin. Aklını başına al ve o anne dediğin kadının laflarına uyup saçma sapan hareketler yapma."

 

"Ha, çok doğru bir noktaya parmak bastın; ben senin abin filan değilim. İşin bu tarafınada ben parmak basayım; asla senin abin olmayacağım. Feyzo... Leman, gülşan ve mete'yi yalıya götür." Dediğinde, Leman yine hırçın kız hallerine bürünüp, "Kendim giderim gerek yok. Hadi gülşan." Demişti.

 

"Feyzo," dedi aşağılayıcı bir sesle.
"Gerekirse zorla götür..." Diye devam ettirdi.

 

"Nesin sen ya eşkiya falan mı?"

 

"Leman hanım, zorluk çıkarmayın." Demişti feyzo. Ama Leman'ın sesi kulakları çınlatırcasına çıkarken, feyzo geri kaçmıştı. Fazla ses kulağını çınlatmış olmalı ki parmaklarıyla tıkamıştı kulaklarını.

 

"Feyzo... Hadi." Dedi tekrardan çınar.
Feyzo artık zor kullanmaya başlamış, Leman'ın kolunu sıkıca kavramıştı. "BIRAK! BIRAK YA!"

 

"LEMAN HANIM LÜTFEN ZORL-"

 

"KES YA!" Dedi feyzo'ya karşı bağırarak. "BIRAK KOLUMU! HİÇBİR YERE GİTMİYORUM. SENİN VERDİĞİN KENDİNDEN BOZMA EMİRLERİNE DE UYMUYORUM, ANLADIN MI BENİ ÇINAR ERKURAN! SENİ A-DAM YE-Rİ-NE KOY-MU-YOR-UM! ANLADIN MI?! HANGİ YOLLARLA SÖYLEYEYİM DAHA?!"

 

"Şşş, sakin ol sevgili biricik kardeşim. Sesini alçalt. Sana zarar gelmesini istemiyorum. Şimdi eve gidiyorsun ve uslu uslu oturuyorsun." Sırıtırken konuşmuş, Leman'ın öfkesine öfke katmıştı bu haliyle.
"Hanımefendiyi odaya kitleyelim. Ve ben gelene kadar da odadan çıkmasın feyzo. Gülşan'ın herhangi yanlış bir davranışında da işine son veriliyor."

 

"Ne?! Hey Dur bir dakika! Beni böyle tutsak gibi bir odaya kitleyemezsin! Deden, baban, annem buna izin verir mi sanıyorsun?!"

 

"Onlar kim ki, ben Çınar Erkuran'ım.
Benden üstün gördüğün kişiler bile işime karışmayacak kadar küçükler."

 

"Sana bu gücü de soyadını da veren kişi deden! Kendini ondan üstün görmen saçma değil mi?!"

 

"Soyadını, evet o verdi ama güç doğuştan gelen birşey. Ne soyadım ne de arkamdakiler... Benim gücümün kaynağı onların hiçbiri değil. Benim gücümün kaynağı burası..." Demişti, elini şakağına iki kere vurunca.

 

Feyzo sonunda onu mekândan yaka paça çıkarıp, arabaya bindirdi. Gülşan peşinden giderken, Mete çınar'a baktı.
"Çınar..."

 

"Mete uzatma. Sen de ya yalıya dön ya da başka bir yere git. Benim işlerim var." Mete hiçbir şey diyememiş, fazla diretmeden mekândan çıkmıştı o da.
Mekan da sadece Erman ve çınar ve yüksek sesli müzikle dans eden kalabalık kalmıştı. Çınar ağır adımlarla Erman'ın önünde durmuştu tekrardan.

 

"İstersen sende gidebilirsin. Yoksa mekanımda seni daha fazla ağırlamak isterim Erkuran." Belli belirsiz sözcükler arasından en saçma cümleyi kurmuş ve çınar'ı güldürmüştü. Yine saten gömleğinin yakalarını düzeltip, özenle taradığı at yelesi saçlarının ense kısmını okşadı. Koluna taktığı altın saatte baktı.

 

"Yalnız işlerim var, Erkuran. Biraz acele edersen sevinirim."
Çınar ellerini arkasında birleştirip, kafasını etmişti. Bıyık altından gülerken, kafasını kaldırdı birden.
"Ben ne zaman istersen o zaman gideceksin. Şimdi itlerine söyle bizi yalnız bıraksın."

 

Erman bu sefer ciddiyete bürünmüştü. Çınar'ı bu vakte kadar idare edebilmiş fakat artık sabrın zerresi kalmamıştı içinde. Kaşlarını çatıp, gözlerini çınar'a dikti.
"Ne geveleyeceksen gevele. Sonra da siktir git." Demişti. Çınar'ın da aynı şekilde sabrı sınıra dayandı. Yumruğunu sıktı bu cümleye karşılık. Bu ona bekle işareti veriyordu.
Sadece sabret diyordu Kendi kendine. Birazdan o yumruk yüzünde patlayacak zaten.

 

"Hay hay..." Dedi ve yumruk yaptığı elini Erman'ın suratına geçirdi. Erman aldığı darbeyle sendeledi ve arkadaki masanın üstüne düştü.
Dans etmeyi bırakan kalabalık yumruğun etkisiyle düşen Erman'a birde çınar'a odaklandı.
"SANA BİR KEZ SÖYLEMİŞTİM!" Dedi gür bir sesle, Erman'ın üstüne üstüne yürüyerek. Erman ise kandan görünmeyen burnunu tutuyordu. Acı içinde kıvranırken çınar sözüne devam etti.

 

"BENİM OLANA EL UZATIRSAN, O ELİNİ KIRARIM DİYE!" O sırada içeri giren siyah takım elbiseli adamlar çınar'ın adamlarıydı. Hızla içeri girdiklerinde, çınar'ın hemen arkasında durdular. Geri kalan adamlar ise Erman'ın adamlarını rehin alırken, hiçbir şey yapamamışlardı.

 

"Şunu alın, içeride bir odaya götürün ben geliyorum." Dediğinde, hepsi neredeyse kaslı olan adamlardan ikisi Erman'ın kolundan kavradığı gibi kaldırıp içeri götürdüler. Adamları çaresizce sahibinin götürülüşünü izledi. Erman ne kadar çırpınsa da, sudan çıkmış balık gibi, boşunaydı. Bu adamlara karşı koymak neredeyse imkansızdı.
Çınar cebinden çıkardığı telefonla birini aradı. Aradığı numara hemen açtığında.

 

"Alo, bahri. Senden birşey isteyecektim..." Dedi bir süre bekleyerek. "Adamına bildir, onu sana atacağım konumda bekliyor olacağım." Telefonda konuşan adamı dinlerken, "Tamam." Diyip kapatmıştı.
Erman'ın olduğu odaya ilerlemişti.

 

🎶

 

İçimde sayısızca ateş vardı, yakanı belli olmayan... Söndürmeye çalıştıkça daha çok alevlenen, yanıp kor haline gelince ciğerimi yakan ateşpareleri.
Elimi atıp içimden söküp atamayacak kadar çok korkuyordum, o ateşten. İçime içime akan gözyaşlarım o ateşte buhar olup gidiyordu. Kalbim günden güne daha çok acıyordu. Bağrıma bastığım şeyler yüzünden göğüs kafesimin kemikleri sızlıyordu. Susup oturuyor, acılarıma her zaman ki gibi eyvallah diyordum. Zaten başlı başına bir kaostan ibaret olan hayatımda, ölümden döndüğümde şükür ediyordum, yaşadığım için. Hâlbuki her gün ölmeyi dileyen biriydim.

 

Bana ölmeyi diletenler, ölümün fragmanını izletince şükür ettirmişti. Acımasızca...
Umut etmek neredeyse hayatımın bir parçası iken bazen soruyordum kendi kendime; babam var, umut etmek niye? Sonra cevabını yine kendim veriyordum; bir yola tek başına çıktıysan yolculuğu da yalnız olur. Yolum yol değildi. Bunu daha en başından beri biliyor, görüyor ve kazıyordum zihnime.

 

Keşke dedem yine bana güzel sözler söyleseydi. Düştüğümde beni sözleri ile ayağa kaldırıp, oyalı mendilleri ile sarsaydı yaralarımı. Keşke her yara iz kalmasaydı. Ben o yaraları tenimde taşıdığımı her an hatırlamasaydım izine dokunup baktıkça. Ama şöyle bir gerçek var; tende ki yaraya çözüm vardı da, yürekte ki yaraya hal çare yoktu. Ne kabuk tutup tutmadığını anlayabilirsin ne de merhemler çaredir. Hoş, merhemler tende ki yaraya da çare olamazlar ya...

 

Derin sızı ve acılar içinde kıvranıyordum. Bir kere olsun göremediğim annemi özledim.
Kokusunu çiçeklerde aradığım, yüzünü fotoğraflardan hatırladığım annem...

 

O da beni özlüyor mudur, ölü kalbiyle?
Özlüyor musun anne?
Beni hiç özledin mi, gittiğin yerde?
Ölü kalbin hiç sızladı mı, her gece senin için döktüğüm gözyaşlarım için?

 

Anne kelimesi benim dilime hiç yakışmayan, bu hayatta hiç kullanmayacağım bir kelime. İnsan susarda gözleri konuşur. Ben her iki türlü de suskundum. Her iki türlü de beni asla anlamayacaklardı.
Anne, yüreğimde açık bir yara iken o yarayı deşip kanata kanata kanının kalbimi nasıl kırmızıya buladığını izliyordum sadece. Annem beni bile isteye bırakmadı. Bunu biliyor unutmamaya kendime yemin ediyordum hep. Keşke dediğim ve onu bazen çok özlediğim zamanlar hep oldu. Ne gözleri ne yüzü ne sesi ne siması... Hiçbirşeyini kanlı canlı görememiştim. İnsanların ölümsüz sandığı ama aslında ölü birinin öldüğünü o kadar belli eden soluk eski fotoğraflardan görmüştüm onu.

 

Hayal meyal kalıyordu aklımda, siması. Sadece kokusu vardı aklımın her köşesinde. Nergisler sayesinde...
Hayatımda belki annem yaşasaydı ne olurdu? Diyip duruyordum.
Sormakta haksız değildim. Belki bunca zaman kendi başıma verdiğim yanlışların yanlısı olan kararlarımın beni düşürdüğü çukurlardan annem olsaydı beni çıkarır mıydı? Ya da düşmeme izin verir miydi?
Anneler çocuklarının canının yanmasını istemez. Sadece istemedikleri için değil, çocuklarının canı yanınca yanıp kül olan kalplerinin acısı sızlatır her bir yanını.

 

Ya düştüğüm çukurlar...
Sebebi olanlar...
Sebebi olup elimi tutmayanlar...
Bunca yılın hatrını, vicdansız bir aşkın peşine düşüp hiçe sayan kalpleri... Büyük bir oyunun en büyük kuklası bendim. İpleri öylesine güçlü öylesine sıkıydı ki, hiçbir hareketine baş koyamıyor, sesimi çıkaramıyordum. Kuklayı tutan kişinin kalbi yoktu. Kinle bezenmiş, damarlarında kan yerine zehir gezen, gözümün önünde bana iyilikten bahseden maskesiz bir kuklacıydı.
Maskesi kendi tebessümüydü. Yüzüme gülüp, iplerimi aleyhime hareket ettiren bir acımasız bir kuklacı...

 

Beni öylesine zorlamıştı ki, kalbimin her yanını paramparça edecek bir hatıra ve hatrı söküp almıştı benden. Gülmek haram, gözyaşı helal, acılar iliklerime işlemişti. İpler ruhumu çekip, bedenimden ayırıyordu. Sebebi büyük, sonucu acıydı.

 

Benim pişmanlığımın adı; Şimal'di.
Beni kukla olmaya mahkum eden, beni bir kuklacının zalim ellerine bırakan, beni çukura düşüren de düştüğüm çukurdan çıkmam için elini bile uzatmayan da oydu.
Adı Şimal'di. Ama benim nezdimde adı pişmanlıktı. Hatrı hala sayılır bir pişmanlık...
Adı mıh gibi aklımda, bir şair misali.
Benim çocukluğumun neredeyse hepsi olan ama asla çocukluğumun dilinde adı bile geçmeyen kardeş dediğim ama kalleş demeye çekinmediğim kadındı.

 

Beni Çınar'ın zindanına hapsedip üstüme kapıları kitlemişti.
Anahtarını ise atmıştı derin kuyulara...

 

ARDAHAN/TÜRKGÖZÜ KÖYÜ/ -GÜRCİSTAN SINIRI-

 

-Geçmiş zaman-

 


Türkiye'nin en sınır bölgelerinin birinde, Türkgözü denilen iki devleti birleştiren aynı zamanda bir sınır kapısı olan, bir köydü burası. Köyün nüfusu az, azerileri çoktu. Türk, Azeri, Gürcü; hepsi beraber yaşar, geçinirlerdi. Hepsi aynı milletten olmasa da birbirlerine kenetlenmek için hiçbir sebep gerekmiyordu onlar için. Bir imamı birkaç ev ve küçük bir sağlık ocağı vardı.

 

Sınır kapısının önünde küçük karakolu sayesinde, askerlerin yardımları dokunmuştu onlara. Ağaçların ve yeşil bitki örtüsünün hakim olduğu bu köye Türkgözü deniliyordu. Eski adı; badela olarak bilinen bu köyün bağımsız bir köy iken, Türklerin eline bir sözleşme ile geçmesi, adının Türkgözü olmasına sebep olmuştu.

 

Bu köyde adını hâlâ badela olarak kullanan iki küçük kız çocuğu vardı. Köyün imamı olan Ehliman dede, küçük kızlara hikayesini anlatmıştı köyün. Kızların dikkatini çekmiş olan bu köyün hikayesinde, en çok ilgilerini çeken şey; isminin Badela olmasıydı.
İkiside köyün adını Badela koymuştu.
Bu İki küçük kız çok yakın arkadaştı. Birinin saçları güneş sarısı, diğerinin ki kıvır kıvır gece siyahıydı.
Tek ortak özellikleri vardı, gözlerinin kahve olması. Ve bu ikisinin arasında olan bir bağ olduğunu söylüyorlardı.

 

Hemen hemen aynı yaştalardı. Köyün en küçük çocukları onlardı. Diğerleri büyüktüler. 16-17 yaşlarında genç kız ve delikanlıydılar. Kıvır kıvır saçları olan kızın adı Aheste'ydi. Köye yeni gelmiş neredeyse hiç arkadaşı yoktu. Dedesinin lojmanından çıkmıyor, sadece nergislerini suluyordu. Küçük bir bez bebeği vardı annesinden hatıra kalan. Arada bir onunla konuşurdu, sanki onu anlıyormuşcasına.
Cansız varlıklara fazla değer verirdi.

 

Babası askerdi. Görev yeri Diyarbakır'a gidecekti fakat küçük kızını dedesinin yanına bırakması gerekiyordu. Bunun için ise Ardahan'a gelmişlerdi. Görev yeri Artvin'de Karabağ köyüydü. Kızını dedesine bırakır giderdi. Bu sefer güneye çıkan tayinle kızını birkaç yıl göremeyecekti. Arada birde ziyarete gelmesi mümkündü. Fakat kızının gönlüne düşen sıkıntılar, babasının birgün bedeninin değilde haberinin kapıya dayanacağı korkusuyla dolup taşmıştı.

 

Elinde annesinin kokusuyla bir olan iki dal nergise bakıp, onları yaşatmaya çalışarak geçen günlerden birgünde tanıştığı sarı saçlı küçük kız arkadaş olmuştu ona. Belki de köyde birkaç ay ona arkadaş olan dedesinden sonra kendisiyle onun dilinden konuşacak bir arkadaş bulma ümidiyle sevinmişti. Dedesi genelde ona nasihat verir, hikayeler anlatırdı. Yaşından dolayı torunuyla oyun oynamak zordu onun için. Bu küçük kız aheste'ye belkide büyük bir hediyeydi.

 

Sarı saçlı kızın ise bir annesi birde abisi vardı. Babasını daha çok küçükken kaybetmiş, acısını yüreğinde hep taze tutmuştu. Abisini babası bilmişti. Ona adeta bir baba merhametiyle yaklaşan abisi, onu canından çok seviyordu. Annesinin tek oğluydu. Kızın adı şimal'di. Abisinin kızı, annesinin mis kokulu kızıydı. Babasının gonca gülü dediği, kokusuna doyamadan öldüğü küçük sarışın kızıydı. El üstünde tutulurdu.
Onun da bu köyde hiç arkadaşı yoktu. Abisi ona her ne kadar arkadaş olmaya çalışsa da onun da kendi yaşında bir dosta ihtiyacı vardı. Belki bu kıvırcık kız da ona bir hediyeydi.
Birbirlerinin boşluğunu tamamlayan, bir elmanın iki yarısı olmuşlardı. Annelerini annesi, babalarını babası, abisini abisi bellemişlerdi. Bir aile olmuş adeta kardeş gibilerdi.

 

"Şimal!" Diye bağırdı aheste.
"Gelsene, burda bir sürü küçük hayvanlar var!"

 

Şimal koşa koşa aheste'nin yanına vardı.
"Hani nerdeler?!" Diye sordu heyecanla. "Bak orda. Al sende bak."
Dedi elinde babasının dürbününü ona uzatarak. Şimal dürbünü alarak, aheste'nin bahsettiği yere baktı.
"Hani nerede? Ben göremiyorum." Dedi küçük elleriyle dürbünü tutmakta zorlanırken.
"Çünkü körsün de ondan." Dedi aheste, ciddi bir sesle.

 

Şimal dürbünü indirip, aheste'ye baktığında, üzüldüğünü belli eden bir tavırla, "Ben kör değilim. Onlar kendini göstermiyor." Dedi.
"Ben nasıl görüyordum o zaman?"
Şimal saçlarını geriye savurup, "Ben ve sen aynı gözlere sahip değiliz."

 

"Yoo, senin gözlerinde kahverengi benimkide." Dedi aheste, oldukça normal bir tonda. "O anlamda söylemedim akıllım. Senin gözlerin daha iyi görüyor olabilir. Benim gözlerim öyle olmayabilir." Dedi. Kollarını önünde bağlamış, tepenin ucunda sert esen rüzgarla savrulan saçlarına baktılar ikiside. Aheste tepenin sert ve büyük olan kayasının düz olan kısmına oturdu. Elinde babasının dürbünüyle bir kez daha baktı. Şimal haklıydı, orada o küçük hayvancıklar yoktu.

 

Şimal de hemen yanına çömeldiğinde, aheste ona baktı. "Babam bugünde gelmedi." Dedi umutsuz bir sesle. Şimal kollarını, bedenine çektiği bacaklarına sarıp, çenesini dizine koymuştu. Aheste'ye baktı. "Geleceğini söylemedi mi?" Diye sordu. "Söyledi. Ama ne zaman geleceğini söylemedi. Dedem sürekli, sabrın sonu alamettir diyip duruyor bana."

 

"Alamet değil selamet."
"Her neyse işte. Ondan söylüyor bana."
Dedi. Her seferinde yanlış söylediği kelimeleri düzelten yine şimal olmuştu.
"Bak ben bugün ne öğrendim." Dedi bir anda. "Ne öğrendin?" Diye sordu aheste. Şimal yüzüne gelen sarı saçlarını geri savurup ona baktı.
"Annem bana yeni şarkı öğretti." Dedi.
"Nasıl bir şarkı?" Dedi bir anda. Şimal'in arada bir öğrendiği şeyleri aheste'ye anlatır, aheste ise dedesinden öğrendiği masalları şimal'e anlatırdı. Birbirlerine ilim olurlardı bu iki küçük kız.

 

"Çemberimde Gül Oya diye bir şarkı."
Şimal'in söylediği sözle, gözleri dağlara çevrildi. "İyide o şarkı değil ki."

 

"Ne peki?"

 

"Türkü..." Dedi tek nefeste. Rüzgar kıvırcık saçlarını savururken, şimal'i görmekte zorlanıyordu. Şimal türkü olduğunu söyleyen aheste'nin eline gül oyalı bir mendil bıraktı.
"Bu ne?" Dedi aheste.
"Gül oyalı mendil. Annem bana verdi. Hem gül kokuyor. Kokla bak." Dedi mendili onun burnuna tutarken.
Gül kokusunu içine çekerken, "Çok güzelmiş." Dedi tebessümle.

 

"Evet çok güzel. Senin olsun mu?" Aheste şaşırdı. Annesinin özenle işlediği gül oyalı mendili ona vermek isteyen şimal'e baktı. "Ama annenin sana hediyesi bu. Alamam ki." Dedi mütevazı bir tavırla.
"Annem bir sürü işliyor. Sen al bunu. Ben ondan bana yeni bir tane yapmasını isterim." Gözleri gözlerine kenetlenmiş, ne tepki vereceğini bekledi, şimal. Aklından alacağı geçmişti. Ve öyle de olmuştu. Aheste mendili alıp, şimal'e baktı ve gülümsedi.

 

"Teşekkür ederim. Bunu ömrüm boyunca saklayacağım. Asla kaybetmeyeceğim." Şimal elini usulca aheste'nin omzuna attı. "Beğenmene sevindim. Mendile her baktığında beni hatırla olur mu?"
Aheste başını salladı. "Tamam. Hep seni hatırlayacağım." Şimal kollarını iki yana açmış küçük bedenini aheste'ye açmıştı. Tebessümle beklerken, aheste öne atılıp sıkıca sarıldı, bu küçük sarışın kıza.

 

"Benimde sana bir hediyem olsun mu?" Dedi, bu sefer aheste. Şimal ondan ayrıldığında, "Olsun." Dedi tebessümle. Aheste cebinden çıkardığı, dedesinin ona eli yaralanınca verdiği mendili ona uzattı. "Bunu kim işledi bilmiyorum ama çok güzel bir mendil. Hem nergis kokuyor. Kokla." Dedi. Bu sefer mendili şimal'e o koklattı.
"Senin mendilin daha güzel kokuyor. Benim mi bu şimdi?" Diye sordu sevinçle.

 

"Olsun mu?" Dedi aheste. Şimal güldü.
"Olsun." Dedi kısık sesle. Mendili alıp küçük parmağıyla işletmesinin üstünü okşarken, aheste'ye baktı.
"Saklamak zorunda değilsin. Hatta kullanıp atabilirsin. Ya da kaybolursa kendini suçlu hissetme. Ama mendile bakma şansın olursa beni hatırla. Eğer beni unutmazsan zaten gerek kalmaz bu mendile. Kokusu sadece yeter sana..." Dedi. Güzel sözler söylemiş, şimal'e bakmıştı. Şimal ne diyeceğini bilemedi. Sadece sustu.

 

"Ben mendili asla kaybetmem. Atmamda... Ama seni de asla unutmam. Sen benim kardeşimsin. Bu köydeki tek dostum ve sırdaşımsın. Seni asla unutmam ki." Dedi sıcak ve samimi bir sesle. "Şimal, biliyor musun?"
"Neyi?" Dedi aheste'ye bakarken.
"Benim senden başka hiç arkadaşım olmadı. Ben daha önce kimseyle arkadaş olmadım. Sen benim hayatıma giren tek dostumsun. Hatta kardeşimsin. Benim hiç kardeşim de olmadı. Ama senin sayende artık bir tane var."

 

"Benimde hiç kız kardeşim olmadı. Ama senin sayende artık bir tane var." Dedi. Ve sustu. Aheste başını şimal'in omzuna koydu. Karşı ki dağları izlediler. Uzunca...
Şimal de aynı şekilde başını aheste'nin başına yasladı. Birbirlerine dayanak olmuş bu iki kızın hayatı öylesine sıkı sarılmıştı ki birbirine. Belki de hayat bir defa gülmüştü yüzlerine o da birbirlerini buldukları andı.

 

"Badela..." Dedi şimal. Sustu birkaç saniye. Ve derin bir nefes aldı. Omzuna yaşlanmış kıvırcık saçlı kıza baktı.
"İkimizin krallığı..." Diye devam ettirdi. Bu sefer suskun olan aheste'ydi. Çok geçmeden sessizliği bozan sesiyle,
"İkimizin evi..." Diye devam ettiren bu sefer o oldu.

 

Bu iki kızı birleştiren bu köyün adı onların nezdinde; Badela'ydı. Anlamı olmayan bir kelime onlar için anlam bulmuştu. Anlamı onlar için ev ve krallık olmuştu. Sarışın ve kıvırcık saçlı iki kızın krallığı olan Badela...
Öksüz ve yetim olan iki kızın evi. Babası ve annesi olan Badela...

 

İşte şimdi anlam bulmuştu.

 

-Diyarbakır/Bayırlı-
-Şimdiki Zaman-

 

"Hatun teyze, Allah aşkına yeter. Tamam yerim güzel. Valla iyiyim."
Sitemlerim yersiz, yakarışlarım boşunaydı. Hatun teyze sanki kurşunu ayağıma değilde, kalbime yemişim gibi telaşlı davranıyordu.
Zerda ise kenarda elinde hatun teyzenin sırtıma koymaktan bıkmadığı yastıklardan vardı. Yaklaşık 1 saattir geldiğim lojmanda üçümüz tek vardık. Ve hatun teyze delirmişcesine beni örtüyordu.

 

"Yoq gızım. Olmaz böyle. Vurulmuşsun. Bir an önce iyileşmen gerek. Hem sen yemek yedin mi?"
Diye sordu birden. Benim aklıma yeni gelmişti. Hastanede hiçbir şey yiyememiştim. Aç olduğumun farkına yeni varıyordum. "Yok hiçbir şey yiyemedim." Dedim. Bana şöyle yandan bir bakış atıp, ayaklandı.
"Belli oluyor. Yüzün çökmüş. Zayıflamışsın. Gızım kendine heç iyi bakmıyorsun. Şuna bak, hasta hasta daha iki lokma yemeden bana bileniyorsun." Sitemkâr çıkmış sesiyle beni azarlarken, ben ise zerda'ya bakıyordum.

 

"Zerda gızım. Koş mutfağa geçip, bir taş çorba neyin yapalım. Aheste gızım açtır şimdi." Dedi. Zerda, bana bakıp, elinde ki yastıkları kenara bıraktı.
"Tamam anne." Dediğinde mutfağa gitmişti. Hatun teyze de bana bakıp,
"Sakın hareket etme." Dedi. Tembihleyerek. O da mutfağa gittiğinde salonda yalnız kalmıştım.

 

Hatun teyze birazdan yanıma gelip, çorbayı içirmişti. Ezogelin çorbası yapmıştı. Kokusu buram buram sarmıştı salonu. Çorba bittikten sonra tabağı mutfağa bırakıp, yanımıza gelmişti.
"Ellerine sağlık hatun teyze." Dediğimde, gülümseyerek bana bakmıştı. "Afiyet bal şeker olsun gızım. Kan olsun can olsun. İlaçlarını da içiver. Hani neredeler getireyim iç."

 

"İlaç almadım daha. Hastaneden apar topar getirdiler. Eczaneye gidemedim." Dediğimde, Zerda'yla birbirlerine baktılar. "Ee o zaman şimdi nolucak? İlaçların olmazsa nasıl iyileşeceksin. Ayağının pansumanı var. Onu nasıl yapacaksın?" Zerda'nın üst üste gelen soruları, aslında benim şuan ki en büyük sorunlarımdı. Ve nasıl alacaktım hiçbir fikrim yoktu. Babama da bunca işin gücün içinde ilaç almasını istemekten biraz utanıyordum. Durumumu bilen zaten şuan sadece bir Zerda birde hatun teyze vardı.

 

"Bilmiyorum. Şuan istediğim tek şey uyumak. Yorucu birgündü. Hem saat kaç?" Diye sorduğumda, hatun teyze kolundaki küçük saate baktı.
"Saat... 2'ye çeyrek var gızım."
"Ooo bayağı geç olmuş. Hem sizin uykunuz yok mu? Gidin yatın."

 

"Yok gızım. Ben giderim belki ama Zerda burda kalsın bu gece. Birşeye ihtiyacın olur. Yaralısın." Ellerimi ovuştururken, başımı Zerda'ya çevirdim. Aslında kalmasını istiyordum. Ayağımın ağrısı bütün bir gece beni unutmayacaktı. Yanımda olması korkmamı birazda olsa engellerdi.
"Tamam. İstersen sende kal." Dediğimde, "Yok gızım. Ben gideyim sabah erken kalkarım. İşlerim çok. Sende sabah erken gel, işler çok." Demişti Zerda'ya.

 

"Tamam anne. Çabuk gelirim." Hatun teyze emin olmuş bir ifadeyle gidecekken, "Hadi o zaman Allah rahatlık versin." Dedi.

 

"Sanada." Demiştim. Hatun teyze ağır adımlarla dış kapıyı açıp gitmişti. Zerda hemen arkasından gidip kapıyı kitlemişti. Tekrar salona döndüğünde, tebessüm ederek yamacıma oturmuştu. "Ayağın nasıl?" Sorusu üzerine gözlerim yorganın altında ki ayağıma çevrildi.

 

"İyi. Biraz ağrı var ama idare eder." Dediğimde, başını salladı.
"Hatun teyze... Tekir'in şehit olduğunu biliyor mu?" Sorum karşısında, başını iki yana olumsuz anlamda salladı.
"Bilmiyor. Bilse bu kadar rahat olur mu?" Bu sefer başımı iki yana olumsuz anlamda sallayan bendim.
"Nasıl söyleyeceğiz? Tekir'i çok severdi."

 

"Annem timde ki bütün askerleri evladı gibi sever. Birine birşey olsa yüreği parçalanır. Timin şehitlerinden, Nesrin'in abisinide oğlu gibi severdi. Şehit olduğunda gece gündüz ağladı. Ağıtlar yaktı. Annem hassastır bu konularda." Dediğinde, yüzüm düşmüştü. Tekir'in mağarada öylece, hareketsizce yattığı an aklıma gelmişti. Belki çok evvel şehit olmuştu ama biz sadece emin olmak için beklemiştik. Terör, dağlarda can aldıkları her gün, bir damla kan için nice kanlar dökülüyordu.

 

Bugün tekir, yarın başka bir asker şehit olabilirdi. Sadece birkaç acımasız kalleşin sıkmaktan korkmadığı kurşun veya patlatmaktan korkmadığı bir bomba yüzünden oluyordu bütün bunlar. Onların silahı aslında acımasız kalpleriydi. tetiğe basan parmakları cesareti ordan alıyordu. Ve bu onlar için sonsuza dek sürecek bir duyguydu. Tabi ömürleri yeterse.

 

"Bu köyün daha nice şehidi var. Sadece tekir abi değil. Kaç şehidin ağıdı yakıldı bu köyde. Bu köyde ne terör biter, ne de şehit o terör ölsün diye kanını dökmekten vazgeçer. Ben küçüklüğümden beri bu köydeyim. Bomba, silah, sesleriyle büyüdüm. Barut kokusu hep sardı bu köyün dört bir yanını. Ama tek birşey değişmedi, ne askeri mücadele etmekten ne de köylüsü yurdundan vazgeçti." Başı bunları söylerken bile gururla dikti.
Uzun saçlarını örmüştü. Gözleri mağrur'du.

 

Tekir'e üzüldüğünü açıkça belli ediyordu. Üzülmemek elde değildi. Acaba ailesi ne durumdaydı. Cenaze namazına katılamamıştım. Belki ailesinin yanında olabilirdim. Timde durumlar nasıldı? Babam...
Bu kadar çok soru varken aklımda, burda böyle çaresizce oturmak canımı sıkıyordu. Zerda'ya baktım. Elimi elinin üzerine koyup, buruk bir tebessüm sergiledim.

 

"Onlarda, bizde bu vatan için verilecek birer cana sahibiz. Sadece Tekir değil bizimde vermemiz gereken bir canımız var. Allah ailesine sabır versin. Elbet annesi vatan sağolsun demiştir. Vatan hep sağolur. Ve bu şehidin canını vatana vermesi ile olur." Gözyaşını silip, elini elimin üstüne koydu.

 

"Vatan sağolsun." Dedi kısık sesle.
"Vatan sağolsun." Dedim kısık sesle.
Ayağa kalktı birden. "Kahve içmek ister misin?" Diye sorduğunda, gülümseyerek, "Olur." Dediğimde başını sallayarak mutfağa gitti. Salonda yine yalnız kalmıştım. Düşüncelerim bana eşlik ediyordu.

 

Ayağım bu haldeyken çocuklara ders vermem mümkün değildi. Yeni enstrümanlar gelmişti. Hevesle çalacağım günü beklerken bunun başıma gelmesi, ne heves bırakmıştı ne de heyecan. Yaşadıklarım bana ders mi diye düşünürken, öyle olmadığını çok iyi biliyordum. Yaşadıklarıma tesadüf diyemezdim. Tesadüfler bu kadar acı ve ağır olamazdı. O an ayağımı bile kaybetmem söz konusu iken böyle birşeyi ne kadere ne de tesadüflere bağlayamazdım.

 

Beni koruyan asker olmasaydı belki de şuan hayatta olan canım, toprağın altında olabilirdi. Canım yanıyordu evet. Tekir'in sonu için içim yanıyordu. Diğerleri için üzgündüm. Babam için üzgündüm. Timdekiler için üzgündüm. Hatun teyzeyi görünce yüreğim yanıyordu. Kalbime bir ağrı giriyor, girdiği an yarattığı acıyı aynı şekilde çıkmaya çalışırken de yaratıyordu.

 

Kendi halime asla üzülemezdim. Üzülmedim de. Ama kırık bir kalp buruk bir yürek başıma gelenler için bana ağır geliyordu. Sol göğüs kafesimde taşıdığım kan torbası bana artık ağır geliyordu. Bedenime sıkıştırılmış ruhta ağırdı benim için. Bu yüzden kambur kalmıştı bedenim. Kambur bir ruhla...
İçimde yakılan ateş, sadece beni yakıyordu. Dışa püskürtmedim hiç. İyi niyete güvenip insanlara inandım.
Kardeş dediklerim beni sırtımdan vurdu. Hayat bana bu kadar acımasızken benim kendime bunca zaman sormakta çekindiğim soru buydu; Ben bunca zaman nasıl hayatta kaldım?

 

Babamı üzmemek adına Çınar'la sevmeyerek nişanlandığımı söyleyemedim. Parmağımda aslında bir tehditin güvencesi var diyemedim. Onun acımasız bir cani olduğunu, kan döküp bundan zevk alan bir adamın beni tutsak ettiğini söyleyemedim. Sustum. Söyleyemezdim. Çünkü emindim ki babam bana bunları yapan birini yaşatmazdı. Mesleğine zarar gelsin isteyemezdim. Zaten bana zalimce oyunlar oynayan bu hayatta; tek varlığım oydu.

 

Bazen sevdiklerimiz için yalanlar söylerdik. Onların bunu ihanet olarak adlandıracağını bile bile. Oysa en büyük ihanet senin iyiliğin için söylenmiş bir yalanı ciddiye almaktı. Birkaç ay sonra düğün vardı. Artık az da olsa elimde bir mücevher gibi tuttuğum özgürlüğüm tamamen ellerimden kayıp gidecekti. Soyadım artık Karakılıç değil, zalim bir adamın soyadı olan Erkuran olacaktı. Bu yüzüğün azda olsa umudu vaadeden işlevi artık gidecek yerine tamamen hapsedilmiş bir bedeni zapteden bir kelepçe gelecekti.

 

Bunların hepsi çınar'ın oyunuydu. Belki kaçar kurtulurum, oyunbozanlık eder giderim sandım. Ama o öyle bir oyun kurmuştu ki bana, dört tarafımı kapatmış, çıkmaz bir yolda kapkaranlık tehditlerle kalmıştım kirli bir duvarın dibinde. Bağırsam yetersiz, sussam sessiz kalıyordum. Bana aşık olduğunu söyleyip, beni bir idam mahkumundan farksız kılmışken, aşktan bahsetmesi, onun ve onun gibilerin gerçek dediği dünyasıydı. Onun için saplantılı bir aşktan ibarettim oysa. Elimi tutmaya çalışır elimi çekerdim. Gözlerime bakmaya çalışır, gözlerimi kaçırırdım. Beni sever, ondan nefret ederdim. Ben bunları her hatırlattığımda onun öfkesine yenik düşüp benden bir karşılık bekleyeceğini adım gibi biliyordum.

 

Ailesinin beni bir oyuncak diye önüne attığı bu adam, bir çocuğun oyuncağıyla oynadığı gibi oynayacaktı benimle. Tek fark, bir çocuğun oyunları onunkiler kadar acımasız olmazdı. Birkaç ay da olsa ondan uzakta olmak benim için sınırsız bir yaşam gibiydi. Kaçmak, kurtulmak, özgür olmak, umut etmek... Bunların hepsini kalbime gömen, içimde ukde bırakan, şehrin adı Ankara'ydı. Hayatıma sis gibi çöktüğü günden beri yolumu arıyorum. Ve ben yolumu bir daha bulmamak üzere kaybettiğimi, o yolu ararken kaybolunca farkettim.

 

Farkına vardığımda ise çok geçti. İş işten geçmişti. Sonu belirsiz, başı bir daha dönülmeyecek kadar imkansız bir yoldu bu. Ve kurtuluşum yoktu.
Bir kadın için zorla evlenmek ne kadar kötü ve zor birşeydi biliyorum ama benim için sadece bu iki sözcükle ifade edilemeyecek kadar zordu.

 

"Kahveler geldiiii!" Diye neşeyle içeri, elinde kahve tepsisiyle giren Zerda'ya baktım. Derin düşüncelerden kurtulmamı sağlayan sesi olmuştu.
Buruk bir tebessümle ona bakarken, farkında olmadığım gözyaşım boynuma doğru yol alıyordu. Zerda farketmeden atik bir hareketle sildim gözyaşımı. Kahvelerin olduğu tepsiyi hemen yan tarafıma koyduğunda, burnuma gelen buram buram kahve kokusu huzur vermişti. Zümrüt yeşili işlemeli fincanlara baktığımda, dedemin bana verdiği fincanlar olduğunu anlamıştım.

 

Anneannem'e aitti. Bana hediye olarak vermişti bunları.
Zerda'nın bana uzattığı fincanı usulca dökmeden aldım. İşlemeleri öylesine güzeldi ki, bakmaya doyamamıştım.
"Güzelmiş fincanların." Dediğinde, afallamıştım. "Ha... E-evet güzeller." Dedim, cümleyi geç kavradığımı belli eden cümlemle.
"Sen iyi misin, abla?" Diye sorduğunda, bu halimi anlamış olmalı ki, sorduğu soru bu yöndeydi.

 

"Evet. Niye sordun?"

 

"Bir durgun gibisin. Birşey mi oldu?"

 

"Yok. İyiyim. Sadece biraz yorgunum. O kadar." Dedim. Kahveden usulca bir yudum aldım. "Kahve güzel olmuş. Ellerine sağlık." Dediğimde, tebessüm ederek, "Sağol. Afiyet olsun." Demişti.
O da kahvesini içerken, "Madem kahve de var. O zaman seninle şöyle güzel bir dedikodu yapalım mı?" Sorduğum soru karşısında gülmüştü.
"Oluuur." Demişti neşeli bir sesle.

 

"Var mı sevdiğin biri ya da sevgilin?" Soruma karşılık utanmış olmalı ki yanakları al al olmuştu. Fincanı tepsiye geri koyduğunda, "Y-yok be abla. Babam gibi biri varken, sevmekte sevilmekte biraz zor bu köyde. Daha doğrusu benim için heryerde aynı." Demişti. Babasının ona getirdiği kısıtlamalar, saçmaydı. Her kızın hayatına elbet biri girer biri çıkardı. Bunun sonucunda da doğru kişiyi bulmak değil miydi, amaç? Her insanın düşüncesi farklıydı. Zerda'nın babasının düşünceleri biraz eski kafalı olanlarındı.

 

"Olur mu öyle şey. Her kızın hayatına elbet birileri girer de çıkar da. Baban bunun farkında değil sanırım."

 

"Farkında olmayı bırak, hayatımın eşiğinden geçen biri olsa sıkar topuğuna." Demişti. Gülmüştüm.
"Niye, ayı mı bu?" Diye sorduğumda, gülmüştü o da.

 

"Yani. Benim babam için her erkek ayıdır. Onun kuralları katıdır. Seviyorsa gelir ister, hesabı. Ee bu devirde böyle adamda kalmadığı için, haliyle güvenmiyor kimseye."

 

"Önemli olan sensin. Sen ona güveniyorsan, baban bile karşı gelemez size." Başını eğdiğinde, utandığını belli eden bir ifadeyle güldü. "Öyle biri var mı?" Diye sorduğumda, gülmüştü.
"Zerda, aramızda. Söz... Belki bir yardımım dokunur sana." Dediğimde ona rahat olmasını, benimle herşeyini paylaşabileceği hissinin rahatlığını vermeye çalışıyordum.

 

Zira onu en iyi anlayan bendim. Sırlarını ve bildiklerini içinde tutmak kolay birşey değildi. Dost yoksunu biri için bunlar bana anlamsız gelmiyordu.
Seslice nefes alıp verdi. Hazır olduğunu hissettiğinde gözlerime baktı. Ördüğü saçlarını okşayıp geri savurduğunda, oturduğu yerde doğruldu, dikleşti. Heyecanlıydı.
Onu bu kadar heyecanlandıran adamın kim olduğunu bir hayli merak etmiştim. Tanıdık olabilirdi. Zira Zerda köyden başka hiçbir yere gidememişti. Tahminler yakındı.
Aklımda bir iki isim vardı.

 

Köyde ki adamları pek fazla tanımadığımdan, kime aşık olduğunu da tahmin etmem zordu. Aklıma timden biri olabileceği geldi. Ama kim olduğunu bilemiyordum.
"Tanıyor muyum?" Diye sorduğumda, sırıtmadan duramamıştı. Tanıyordum.

 

"E-evet." Dediğinde gülüşü büyüdü. Ağzı kulaklarına varacaktı.
"Kim?" Dedim heyecanla. Ben ondan daha çok heyecanlanmıştım.
"Ş-şahin." Söylediği isimle gözlerim büyürken, şaşkınlıktan ağzım bir karış açık kalmıştı. Tahmin ettiğim şahinse, işler karışırdı.
"B-bizim bildiğimiz şahin mi?" Dedim kekeleye kekeleye. Gülümseyerek başını salladı. Olumlu anlamda...
Ellerimi birbirine sertçe vurduğumda, ortaya çıkan ses salonu doldurmuştu.

 

"Vay anasını. Sen timde ki şahin'e aşıksın." Diye sorduğumda, sanki duyacakmış gibi, sus işareti verdi.
"Aman abla. Kimseye söyleme sakın. Valla babam şahin'i asker masker demem vurur." Güldüğümde, sanki gerçek olacakmış gibi söylediği cümleyle kendini bile korkutan zerda'ya baktım.
"Hiçbir şey yapamaz. Hatta ben sizin aranızı yapacağım. Ve sizin düğününüzü yapmadan bu köyden dışarıya adım bile atmayacağım." Dedim, parmağımı yalayıp, tepsinin kenarına düz, görünmez bir çizgi halinde iz bırakırken.

 

Ağzı açık bana bakarken, ciddi olduğumu düşünmüyor gibi baktı.
Ama gayet ciddiydim. Madem seviyordu, varsındı. Hem şahin'de iyi çocuktu. Tanıdığım kadarıyla. Askerlerin hiçbiri kötü olmazdı zaten. Ama tek sıkıntı o değildi. Sıkıntı şahin'in de zerda'ya olan hisleri onunkilerle aynı mıydı?
"O iş biraz zor." Dedi, umutsuz bir sesle. Yüzü düşmüş, mutsuzluğa bürünmüştü.

 

"Nedenmiş o? Sıkıntı babansa, ben halledererim. Hiç merak etme." Dedim.
"Keşke tek sıkıntı o olsa." Dedi devamını getirmekte zorlanıyordu gibi. Tahmin ettiğim şeyi söyleyecekti galiba. "Sorun ne o zaman?" Diye sorduğumda, parmaklarıyla oynamaya başladı. Başı öne eğik, kısık bir sesle. "Onun bana karşı hisleri var mı, yok mu bilmiyorum. Daha doğrusu beni sevmediğinden şüpheleniyorum."

 

Birden doğrulup, itiraz edercesine elimi yorgana vurduğumda, "Ne münasebet! O da seni seviyor. Eminim. Hem sevmezse, babandan önce ben vururum onu." Demiştim. Ciddiydim. Zerda gibi bir kızı bir daha nerede bulurdu. Hem güzel hem alımlı, saygılı. Tam asker yareni...
"Hem senin gibi kızı nerede bulacak ki, bir daha? O yüzden seni sevmek zorunda, o kadar!" Demiştim adeta son noktayı koyarcasına.

 

"Kimse zorla sevmek zorunda değil, abla. Sevmiyorsa zorlayamam."
Dedi sesi ümitsiz bir şekilde çıkmış, yüzü beş karıştı. "Sen nerden vardın bu kanıya?"

 

"Bana bacım diyor. Kardeşi gibi görüyor beni. Sen söyle abla, sevseydi böyle mi derdi?" İş zordu. Şahin zerda'yı kardeşi gibi görüyorsa ona karşı hisleri başka yönde olamazdı.
"Demezdi. Ama yine de yoklamak lazım. Belki sana açılamıyor diye böyle söylüyor." Bu söylediğime ben bile inanmamışken, zerda'nın inanmasını beklemek aptalcaydı. Onu kandırmak istemezdim. Ama gerçekler canını yakacaksa yalan söylemeye razıydım.

 

"Allah aşkına abla, bu söylediğine sen bile inanmıyorsundur eminim. Ben sevseydi, sözlerinden değil gözlerinden anlardım. Ama ne sözleri öyle diyor ne de gözleri... Benim baktığım gibi bakmıyor bana. Aşık gibi..." Kalbi kırılıyordu. Bunu hissedebiliyordum. Ama elimden geleni yapacak, şahin ve Zerda için bir yol açacaktım.
"Ben senin için öğreneceğim. Seni sevip sevmediğini bir şekilde öğreneceğim. Ama sen buna hazır mısın, bilmiyorum. Yani her türlü sonuca var mısın? Endişeliyim."

 

"Hazırım. Sevmesine de sevmemesine de hazırım. Her iki türlü de olsa sonuçta, benim için bir aşk hikayesi olmayacak ortada. Sadece aşkımın karşılıksız olup olmadığını bilmek istiyorum." Kırık ve buruk bir sesle, söylediği sözler beni üzmüştü. Sevdiğini söyleyemezken, babasının baskısı da üstüne tuz biber diye gelmişti. Onun adına üzgündüm ama onların kavuşması için elimden geleni ardıma koymayacaktım. Bir süre sessiz kalmıştık ikimizde. Ben ona, o bana bakıyordu. Sesli bir nefes aldığını hissettiğimde, birden konuşmaya başladı.

 

"Ee sen söyle. seviyor musun nişanlını?" Sorusu üzerine gülmekten kendimi alamadım. Onu sevmek bir yana dursun, yüzünü görmeye tahammül edemiyordum.
"Hmm ne demezsin. Ölüyorum aşkından." Dedim. Sesim alaycı bir tavırla çıkmıştı. Bu tepkime karşı şaşırmış, boş gözlerle bakmıştı bana.
"Nasıl yani? Seviyor musun sevmiyor musun?" Diye sordu. Açıkçası ona anlatmak istiyordum. Ama sırf iyiliğim için başkasından yardım almak adına birine söyleyebilirdi. Bu da birçok hayatı yerle bir ederdi. Ona güvenmek konusunda şüphem yoktu. Ama iyiliğim söz konusu olursa onun için bundan şüphe etmekten kaçınamazdım.

 

"Bilemiyorum. Nasıl anlatsam. Hiç bilmiyorum. Susmak tercihimdi bugüne kadar. Ama sana güvenmekte emin olabilir miyim işte o beni şüpheye sokuyor." Çekingen bir şekilde söylediğim cümle hiçbir şey anlamamasına sebep olmuştu.
"Ne konu hakkında bilmiyorum ama bana güvenmekten asla korkma. Sırrın bende daim olacaktır. Kimseye söylemem söz." Dedi elini elimin üstüne koyarken. Bu cümleleri beni yatıştırırken, güvenmekte kararsızdım. Ama yine de içimden bir ses söylemem gerektiğini söylüyordu.

 

"Ben..." Dedim, cümleye nereden başlayacağımı bilmeden. Pür dikkat dinlemeye başladı. "Benim, nişanlı olduğum adamı tanıyor musun?"
"Hayır." Dedi. Normaldi. Hiç görmemişti. "Ankara'da çok zengin bir ailenin çocuğu olan, bir adam... Neredeyse her yere herşeye gücü yetebilecek bir aile. O adam beni bir tehditle, kendisiyle nişanlanmak zorunda bıraktı." Nedeni belliydi. Şimal...

 

"Ne tehditi? Ölümle mi?" Keşke ölüm olsaydı. Belki herşey daha farklı olabilirdi. "Hayır. En yakın arkadaşımı, kardeşim dediğim kadının ölümüyle tehdit etti beni. Çünkü o kadın ona aşıktı. Onun için beni bile hiçe saydı. Kardeşim demekten başka birşey demeye kelime bulamamışken, bu yaptığı ihanet ile kardeşten başka her kelime yakıştı ona. Parmağıma takılan bu yüzük beni öyle bir çıkmaza soktu ki, ne kaçabiliyor, ne de yardım isteyebiliyorum. Sadece susuyorum. Çünkü susmak benim mahkum olduğum ikinci en büyük şeydi. Görürdüm, bilirdim, duyardım, yaşardım ama susardım. Sonu ne olursa olsun o sona kadar susacağımı, susmam gerektiğini bilirdim. Dilime öyle bir mühür vurmuştu ki, ölüm her an birini alacak diye o mührü söküp atamıyordum. Beni değil. Ben ölmekten bugüne kadar hiç korkmadım. Bazen keşke beni ölümle tehdit etseydi dedim. Çünkü ben asıl ölümün sevdiklerimin ölümü olduğunu anlamışken, kendi canımın işte o zaman derdine düşmüştüm. Ben hayata zayıf ve çelimsiz başlayanlardanım. Gözlerimi açtığımda, başka gözler kapanmıştı. İlk nefesimi alırken, son nefesler verilmişti. Benim kalbim atarken, başka bir kalp durmuştu."

 

Gözyaşlarım usulca akıp elime düşmüştü. Onların da bir anlamı yoktu ya. Akar ve düşerlerdi, göz pınarlarımdan. Belki de yaşadığım acıların bedelini göz pınarlarım ödüyordur. Canım, yandığı günlerin hesabını gözlerimden soruyordu.
Gözyaşları, acılardan doğardı. Göz pınarları ise doğan yaşları bağrında taşıyamazdı. Bu kadar acının bedelini taşıyan gözyaşları göz pınarlarına bile ağır gelmişti. Can nasıl dayanıyordu peki, bu kadar acıya? İki su damlası akar da kurtulurdu. Ya can? Onun kurtuluşu ise ölümdü.

 

Yüklenir acılar, dayanamaz ölürdü. Tatlı canlar...
Ruh bedene ağır, acılar cana sağırdı. Can yanar, ah ederdi. Acılar durmaksızın yüklenirdi. İnsan dünyaya bir kere gelirdi. Geldiği güne, zor gelen günler yüzünden lanet ederdi. Susmak pay, bağırmak ölümdü onun için. Kurtuluş savaş verilerek geri alınırdı. Sonunda savaşta bile umut ederdi. Elde ettikleri, feda ettiklerine değer mi, bilmeden...

 

"Benim hayata tutunmak gibi bir gücüm yoktu. Çünkü ben doğduğumda, ölümler de doğmuştu. Tek çareyi susmakta buldum. Benim yüzümden başka ölümler de olmasın diye. O yüzden birkaç aya kalmadan evlenmek zorunda olacağım. Ona uzaklaş dedim. Git kurtar kendini. Kaybol, uzaklara kaç dedim. Belki bende kaçıp kurtulurum. Bende kurtarabilirim kendimi. Dedim. Ama dinlemedi. Bana, senin nişanlını elinden alacağım için korkuyorsun. Onunla aranıza girmemden korktuğun için benden uzak durmamı istiyorsun.
Dedi. Ama bilmiyordu ki, benim onun canının derdinde olduğumu. Benim o adam için onu sattığımı düşündü. Aşk onun gözlerini öylesine kör etmişti ki. İnanmaya çalıştığı bu sözlerin bana layık olduğunu bile söyledi. Bana bir savaş açtı. Canına karşılık aşkı...
Ben onun canının derdinde, o ise saplantılı aşkının... Ben gözümü karartmışken, onun için. O gözünü kapatmıştı gerçeklere. Gerçeği söylesem bile inanmazdı artık. Çünkü gözlerini kör etmiş bir aşk varken, gerçeklere bile kör olacaktı. Burdada çareyi yine susup herşeye göz yummakta aradım. Çünkü benim için çıkmaz yolların çaresi sessizlikti.
Karşıma bir duvar çıkar, önünde oturup, umut ederdim. Benim, bir elimi babamın bir elimi annemin tuttuğu mutlu bir aile tablom yoktu. Sol elim boş, sağ elimi ise tutan ama zamanla silikleşen babamın bir resmi vardı ellerimde. Benim bir yanım o fotoğrafta ki gibi hep yarımdı. Bu yüzden mücadele etmesini bilmiyorum..."

 

Bu kadar cümle üzerine her ikimizde suskunduk. Dışa yansıttıklarımla, içimde yaşadıklarımı öğrenince, afallamıştı. Hayatımı dışardan gören, içine girince, susan insanlardan sadece biriydi, Zerda. Onu da susturan benim cümlelerim ve ağırlığı olmuştu. Varlığında artık habersiz olduğum gözyaşlarımı tenimde hissediyordum. Bir damla akıyor yerine yenisi süzülüyordu.
"Abla..." Dedi buruk bir sesle. Bana acımış mıydı?

 

Çaresizliğin dibine vurmuşken, buna karşılık göreceğim muamele acınacak duruma düşmekse. Susmak benim için bir yere kadardı.
"Ne diyeceğimi bilmiyorum. Yaşadıkların, gördüklerin bilemiyorum ne diyeceğimi inan ki bilmiyorum. Ama ben senin gibi susamam. Senin kıstığın sesine karşılık bağırmam gereken yerde ben susamam."

 

"Sakın! Zerda... Sakın kimseye söyleme." Dedim cılız çıkan sesimle. Ağladıkça daha da zayıflayan, güçsüz ve bithap halimle yalvardım. "Benim için artık yapılacak hiçbir şey yok. Sana ne diyorum, onlar güçlü. Benim ona karşı bir gücüm yok."

 

"Var!" Dedi gür bir sesle. Onun da gözyaşları akarken, hiddetle karşı çıktı bu sözüme. "Baban var. Ben varım. Annem var. Biz varız burda."
Güldüm sadece. Kendi halime nazaran...
"Sizin gibilerinde zarar görmesini istemiyorum. Başkalarının da canıyla tehdit edilmek istemiyorum. Başkalarının da canı yansın istemiyorum." Ağladıkça zayıf çıkan sesim, son cümleyi söylerken iyice kısılmıştı. Bedenime sarılan kollarla, birazda olsun yatışmıştım. Sıkıca dolamıştı kollarını bana.

 

"Söz ver, Zerda. Kimseye söylemeyeceğine yemin et." Dediğimde, sesim boğuk çıkmıştı. Benden ayrılmadan, "T-tamam... Söz. Kimseye söylemeyeceğim." Demişti. İçim birazda olsun rahatlarken, saatin geç olduğunun farkına yeni varıyordum. "Geç oldu." Dedim gözyaşlarımı silerken. O da gözyaşlarını silerken, "Haklısın. Annem duysa keser ikimizide." Demişti. Güldüm.

 

Hemen yan tarafıma yer yatağı yapmaya başladı. Tepsiyi mutfağa bırakıp yatağına geçmişti.
"İyi geceler."

 

"İyi geceler."

 

ANKARA/ETİMESGUT

 

Kapıyı sertçe çarpıp, hiddetle içeri girdi, çınar. Erman'a yapacaklarını aklından geçirmiş, ama vakti olmadığından yarım kalacağını bilmişti. İçerde eli kolu bağlanmış, yüzü kan içinde duran Erman ve başında bekleyen feyzo vardı. Duvarın dibinde duran korumalara baktı, çınar.

 

"İçeri gidin kapıyı tutun. içerdekiler polis falan çağırmasın." Demişti. Dev cüsseli bu iki adam soğuk ve sert simaları ile başlarını ağır bir edayla sallayıp çıkmışlardı. Çınar ise kollarını arkasında kavuşturmuş ağır ağır Erman'a doğru yürümüştü.
Tam karşısında ayakta durduğunda, soğuk yeşillerini ona dikmişti.

 

Feyzo ise pür dikkat izliyordu, onu.
Erman hiçbir tepki vermiyor, ne yapacağını bilmeden bekliyordu.
Başını kaldırıp çınar'a baktığında, keskin ve öfkeli harelerle buluşmuştu gözleri.

 

"Aheste'ye..." Dedi kısık sesle. Zaafı, hassas noktası bir nevi sınırları olan kadındı. Erman ise bu zaafı vurmuş, çınar'ın zar zor zaptedebildiği öfkesini serbest bırakmıştı.
"Aslında zarar vermek istedin. Amacın babama fikir falan vermek değildi." Erman bunu biliyordu. En başından beri tek derdi çınar'ın canını yakmaktı. Zaaflarını ortaya sermiş bu adamın en zayıf noktasının bir kadın olduğunu bilmek belkide onun için büyük bir kozdu.

 

"Zeki adamsın ama bunu geç anlayacak kadar aptalsın, çınar." Demişti zorla. Feyzo'nun nefret dolu bakışları Erman'a yukardan bakıyordu. Çınar ise bu dediğine sadece gülmüştü.
"Asıl aptal sensin. Eninde sonunda elime düşeceğini bile bile böyle işlere kalkışıyorsun." Sesi sertti. Ama alaycı bir ton saklıydı sesinde. Erman bunu farketmiş olmalı ki o da karşılık olarak gülmüştü.

 

"İnan bu işin sonunda sana zarar vermek bana zevk veriyorsa, eline düşmekte, aptal olmakta umrumda değil." Dedi alaycı bir sesle. 32 dış sırıtırken, çınar sakin ve soğukkanlı olmaya çalışıyordu. Çünkü biliyordu bu adama zevk veren şeyin onun delirmesi olduğunu. Ama bu kozu vermeyecekti eline.

 

"Senin öldürmem için bana bir neden sunmuş oldun. Yalnız bunu kayıt altına alalım. Masadakilere de izletiriz. Ne dersin feyzo?"

 

"Olur abi. Çok güzel olur. Bol şerefsizli bir film olur. Dimi len?!" Demişti Erman'ın omzuna sert bir sille çakarken. Erman ise bozuntuya vermemeye çalışarak dik durmaya devam etmiş, feyzo'ya ters bir bakış atmıştı.

 

"Beni öldüremezsin. Masaya nasıl hesap vereceksin? Beni sinirlendirdi falan mı? Hem babanda bu işin içinde." Dediğinde, çınar'ın aklında babasına da soracağı bir hesap vardı. Bu fikrin en başından hata olduğunu ne kadar söylese de babasının onu dinlemediğini ona söyleyecekti.
"Bırakta onu ben düşüneyim. Babamla olan meseleler seni ilgilendirmez. Hem ben sana nasıl ölmek istersin diye sorduğumda cevap vermedin."

 

"BENİ ÖLDÜREMEZSİN! ANLIYOR MUSUN BENİ?! MASANIN BENİM GİBİ BİR ADAM OLMADAN BİR BOK YAPABİLECEĞİNİ Mİ SANIYORSUN?! SENİ DE ÖLDÜRÜRLER! BABAN BİLE KURTARAMAZ SENİ!" Gür ve sitemkâr bir sesle isyan ederken, ses yalıtımı yaptırdığı bu odanın birgün onun sesini bile kısacağını tahmin etmemişti.

 

"Bağırma len! Sağır mı var burda?" Feyzo'nun sinirlerine hakim olamaması sonucu Erman'a bağırması odanın daha çok sesle dolmasına sebep olmuştu. Çınar'ın kenardan aldığı sandalyeyi önüne bırakıp oturmuştu. Tam karşısında durduğunda, Erman'ın aklında tek birşey vardı. Adamları neredeydi? Eğer birazdan gelmezlerse çınar'ın ona yapacaklarından korkuyordu.

 

Ama artık çok geçti. Çınar silahını geri çıkartmış, kurşunu sürgüye itmişti. Ve Erman'ın şakağına dayamıştı. Haset dolu gözlerle bakarken Erman'a, Erman'ın tek derdi, burda sağ çıkmaktı. "Süre doldu. Senin için ayrılan zamanın sonuna geldik. Son duanı et demeyeceğim. Zira senin gibi bir itin duası bile kabul olmaz. Sana hoşçakal Erman..." Dediğinde, parmağı tetikte yavaş yavaş kaymıştı. Feyzo, üzerine kan sıçramasın diye çekildiği duvarın dibinde pür dikkat çınar'ı izliyordu.

 

Çınar'ın bakışları feyzo'yu bulduğunda, ağır bir edayla göz kapaklarını kapatıp açmıştı. Ve hemen erman'a bakmaya devam etmişti. Feyzo ise emri almış olacak ki, cebinden çıkardığı telefonu ayarlayıp yukarı tutmuştu.
"Şimdi. Allah senin gibi bir şerefsizi dünya üzerine verdiyse bir nedeni vardır dimi? O yüzden bu nedenlerden birini senden istiyorum. Bana yurtdışında ki bankalarının şifrelerini ve hisselerini devredeceksin."

 

Erman kapattığı gözlerini, çınar'ın bu sözüyle açınca bir umut yaşayabileceği geldi aklına. Tek derdi aheste'ye yaptıkları sanmıştı. Ama onun içinde aşk bir yere kadar demişti kendi içinden.
"Beni öldürmemen şartıyla." Dediğinde, hemen pazarlık yapmıştı. Fırsatı kolladığını gören çınar, gülmüştü sadece.

 

"Canının pazarlığını bile yapacak kadar korkaksın."

 

"Canımın değerini bilsen, sende pazarlık yapardın."

 

Bunun üzerine çınar bir kahkaha patlattığında, feyzo sırıtmıştı.
"Feyzo..." Dedi gülmekten konuşamazken. "Duydun mu? Canının değerini bilmiyormuşum."
Tekrardan ona bakarken, "Lan senin canın beş para etmezken, neyin pazarlığını yapıyorsun benimle?! Senin paranda canın kadar. Vazgeçtim. Seni öldürmek milyonlarca paraya bedel." Demişti. Ayağa kalktığında, silahı daha sıkı kavradı.

 

Erman beynine yiyeceği kurşunun acısını önceden tahmin eder gibi gözlerini sıkıca kapatmıştı.
"TAMAM! TAMAM! SÖYLEYECEĞİM AMA YALVARIRIM BENİ ÖLDÜRME! BAK BİR DAHA NE SANA NE DE SEVDİKLERİNE ZARAR VERMEYECEĞİM! SÖZ VERİYORUM!" Son çareyi yalvarmakta aramıştı. Çınar bu halinden zevk alırken, feyzo gülüyordu. Aynı zamanda kayıt altına alıyordu.

 

"Tamam bu kadar yeterli." Demişti çınar. Silahı şakağından çekip, bel oyuğuna geri yerleştirmişti. Feyzo ise çınar'ın komutuyla tamamladığı kaydı gülerek izlemişti. Erman ne olduğunu anlamamış olacak ki, şaşkınlıkla etrafına bakıyordu.
"Bu göt korkusu sana yeter. Bana karşı en ufak hatanda, ayağımın altında dolaşman halinde bu kayıtlar basına gider. Ve ben bu sefer ki kadar merhametli olmam." Demişti yüzüne nefretle püskürttüğü sözlerini.

 

"Hadi feyzo. Gidiyoruz." Dediğinde, Erman'a son birkez bakmıştı.
"Bu iti de, diğer itleri bulur."
Demişti ardından. Feyzo gülerek çınar'a doğru giderken, erman'ın yamacında durup, yüzüne edilmişti.
"Anası başını yıkarken, gözüne sabun kaçmasın diye gözünü kapatıp ağlayan bebeler gibiydin. Belinde de onun aynısı var halbuki. Hadi sana iyi günler. Mükemmel çıktın kayıtta. Olmazsa shop yaparız merak etme." Demiş ve çınar'a yetişmeye çalışmıştı.

 

Erman ise o oda da yalnız başına, adamlarının gelmesini beklemişti.
Mekanın çıkışına doğru hızla yürürken, feyzo'ya, "Lan oğlum sen ne ara geldin? Gitmenle gelmen bir oldu." Dedi. Bunu yeni farketmiş olmalıydı. "Abi aslında hiç girmedim. Mekanın diğer tarafında bekledim bir süre. Arkadan girdim içeri. Seni burda bunun itleri ile yalnız bırakmak istemedim. Demişti. Çınar onun sözlerine karşılık biran yerinde durdu.

 

"Senin şu akıl oyunların beni bile geçiyor artık." Demişti. Feyzo gülmüş, "Eyvallah abi. Teveccühünüz." Demişti. Çıkışa yaklaşırken, cebinden çıkardığı gözlüğü gözüne takmıştı. Kapının önündeki kalabalığı farkedince durdu bir an.
"Abi basın bu."

 

"Görüyorum." Demişti sakin bir sesle.
"Gel arka taraftan çıkalım. Mekandan çıktığımızı görmesinler." Demişti, çınar'ın aksine telaşlı bir sesle.
Ama çınar rahatlığından ödün vermemek üzere, "Oğlum, arabalar zaten kapının önünde. Biliyorlar burda olduğumuzu. Hem ilk defa çıkmıyoruz, basın önüne." Dedi.

 

"Sen bilirsin abi." Dediğinde, çınar'ın peşinden çıkışa yürümüştü. Önde çınar arkada feyzo dışarı çıktıklarında, ellerinde mikrofon ve kamera olan spiker ve kameramanlar çınar'a sorularını ardı ardınca yöneltmişti. Çınar'ın korumaları ve Erman'ın bodyguardları onları zaptetmekte zorlanırlarken, çınar gözünde gözlüğüyle, tebessüm etmişti.

 

İçlerinden biri, "Çınar bey! Nişanlınız saldırıya uğramış doğru mu?" Dedi. Bir diğeri, "Durumu iyi mi? Bu olaydan sonra görev yerinde bir değişiklik olacak mı?!" Demişti.
Çınar ise gayet rahat bir tavırla,
"Evet, bir saldırıya uğradığı doğru. Talihsiz bir olaydı ama durumu şuan iyi. Kendisini bu konuda fazla sıkmamak adına konuşmadım."
Feyzo'ya bakarken kenardan, gözlerinde ki gözlüğü düzeltti. Feyzo daralmış olacak ki başını çınar'a doğru mahçup bir tavırla eğdi.
Çınar'ın dikkatini çeken asıl soru gelmişti.

 

"Çınar bey, nişanlınız ile süren 5 aylık nişanlılık dönemi uzun sürdü. Düğün ne zaman? Merakla bekliyoruz." Demişti, içlerinden sarı saçlı ve bir o kadarda olgun görünen kadın. Çınar ise bu sorunun cevabını sırıtarak vermek istemiş olacak ki, gözlüğünü çıkarıp kameraya bu haberi aheste'nin de göreceğini bile bile bakarak, "Bir bilemediniz iki ay sonra düğünümüz var. Erkuran ailesinin şahşahalı düğününe hepinizi bekliyorum." Demişti sadece. Bu cevabı vereceğini beklemeyen feyzo bile şaşırmıştı. Korumalara işaret verdiğinde Çınar, artık gitmesi gerektiğinin haberini vermişti aslında. Kalabalığın arasından zorlukla çıktığında feyzo hemen arkasındaydı.
Kapının önünde bekleyen araçlardan Mercedes olana korumanın kapıyı açmasıyla bindi. Feyzo ise ön koltuğa geçip, oturdu.
Şoför arabayı çalıştırdığında, "Sana bahsettiğim konuma götür." Demişti. Şoför dikiz aynasından Çınar'a bakarak, başını eğip, "Emredersiniz efendim." Demişti.

 

"Abi, bahri abinin adamı halledebilir mi sence?" Sorusu üzerine Çınar gülmüştü. Birşeyler biliyormuş gibi sırıttı. "Ayıp ettin. O adam bahri'nin gözü kapalı canını emanet ettiği adamı. Ondan iyisini bulamazdım piyasada."

 

"İşi kabul eder mi?" Dedi. Tereddütle. "Zorunda." Dedi herşeyi zorla yaptıran Çınar'ın sözleri iken bunlar.
Araba konuma doğru giderken, Çınar medyayı yokluyordu. Bir yandan az önce aslında gerçek olmayan asılsız cümleler sarfettiği basının dakikasında yayınladığı haberlere bakıyordu.
Haberlerden çıkıp bir numara aradı. Adı şimal olan numarayı arayıp bekledi. Telefon dakikasında açıldığında karşıdan gelen zayıf ve ince ses, "Alo. Çınar." Demişti. Çınar ise düz bir ifadeyle, "Uzatmadan söylüyorum. Mekanda sahne aldıktan sonra beni bekle hiçbir yere gitme." Demişti. Şimal ise ne diyeceğini bilemedi. Sustu ve, "Bir sorun mu var?" Demişti. Sorun oydu. Yaptıkları ve düşündükleriydi.
"Sorun sensin. Dediğimi yap." Demiş ve telefonu suratına kapatmıştı.
Araç söylenilen konuma geldiğinde, şoför inip kapıyı açmıştı Çınar'a. Çınar ise ağır bir tavırla inip, geldiği kafeye bakmıştı. Feyzo'nun olduğu tarafa dönüp, "Sende burada kal. İşimi haledip geliyorum." Demişti. Feyzo ise hiçbir şey diyemememiş olduğu yerde kalmıştı.
Çınar kafenin girişine yürüyüp içeri girmişti. Aradığı sima gözüne çarpınca, onun olduğu tarafa doğru yürümüştü ağır bir edayla.

 

Masa da oturan ve bir hayli heybetli yapısı, sert siması ile hiçbir tepki vermemişti. Çınar gelip masaya oturduğunda, adamın gözleri onu bulmuştu. Keskin bakışlarının görüş alanına girdiği bu adamın ifadesi sertti. Ama Çınar yine gayet rahattı. Garson masaya yanaşıp, "Hoşgeldiniz efendim." Demişti çekingen bir tavırla.
Çınar başını sallamış garsona dönmüştü. "Ne alırdınız?" Sorusuna karşılık, "Birşey istemiyorum. Beyefendi birşeyler ister mi?" Sorusunu karşısında oturan adama yöneltmişti. Hiçbir tepki vermemiş, garsona, "Eyvallah." Demişti. Garson masadan hiçbir sipariş almadan ayrıldığında, Çınar kollarını masaya yaslamış adama daha dikkatli bakmıştı. "Beni neden çağırdın buraya?" Sesi sert ve soğuktu. "Senin gibi bir adamı buraya çağırmamın nedenini tahmin etmen gerekiyordu, engerek." Adı engerek'ti. Ya da lakabı mıydı? Bilinmiyordu. Engerek isimli bu adam doğruldu, yerinde.
"Ne istiyorsun? Açıkça söyle." Demişti. Çınar'ın ne istediği kendi nezdinde belliydi. "Seninle bir anlaşma yapmaya geldim." Dedi.

 

Adamın kasları çatıldı. Ne istediğini merak etmişti.
"Ne anlaşması?" Diye sordu sert bir sesle. Çınar ise ceketinin cebinde taşıdığı kağıdı açıp adamın önüne attı. Bu bir sözleşmeydi. Adam sözleşmeyi alıp okuduğunda, hiçbir tepki vermemişti.
"Senden birine canın pahasına göz kulak olmanı ve ondan sürekli haberdar olamamı sağlamanı istiyorum." Dedi. Ne dediğini açıkça belli eden bu cümle karşısında engerek, ne diyeceğini bekledi.
"Nişanlımı korumanı..." Dedi tek nefeste. Engerek arkasına yaslandı.
"Bu iş için neden ben? Nişanlın gibi bir kadın ne yapabilir? Ondan bu kadar korkuyorsan himayen altına al." Demişti düz bir sesle. Çınar gülmüştü. "Ona zarar verenler, bir nebze sana da zarar vermiştir. Ha engerek?" Engerek şaşırmıştı. Ne dediğini anlamadığı bu adam sürekli uzatıyordu cümleyi. "Nişanlımı bir teröristten de ancak eski bir asker korur. Dimi? Haksız mıyım?" Diye sordu. Bunu duyan engerek, ne diyeceğini bilmiyordu. Teröristlerle olan savaşını yıllar önce bırakmış bir askerden korumalık yapmasını istiyordu.
"Sözleşmeyi imzala sadece. Ve böylece seni istediğin kadar paraya boğayım." Demişti. Bakışlar birbirini buluyor, susuyordu diller. Engerek aklında çelişkiler ile boğuluyorken, Çınar kararını bekledi sadece...

 

______________________________________________________

 

Yeniiiii bölümmmmmmmm 🥳🥳🥳🥳
Uzun oldu bu seferde. Şimdilik okuyun ve oylayın sadece. İyi okumalarrrrr!!!!!

 

İg: barutunnotasıofficial

 

🔥🎵...

 

Loading...
0%