@nazo_65
|
Bin inkisar yaşar da şu gönül
*Nahil Boztepe

ANKARA/ETİMESGUT
Erkuran malikanesinde, yine soğuk ve karanlık birgündü. Herkes kahvaltı sofrasına yetişmek için işlerini çabucak bitirmeye çalışıyordu.
Gazetelerde Çınar'ın boy boy Diyarbakır'da ki fotoğrafları vardı.
Yazılmıştı. Gülerek okuyordu. Çınar'ın düştüğü bu durum onu bir hayli keyiflendirmişti.
"Birincisi o kız fahişe değil. İkincisi ben onun peşinden asla koşmadım. Sadece yakında olacaklar için ona bir müddet daha süre veriyorum. Sonuçta her kuşun yakalanmadan önce özgürce uçtuğu zamanları vardır. Aheste de öyle...
Demgüzar'ın tam karşısında, üstünde siyah takım elbisesi, içine giydiği yeleği ve beyaz gömleği ile her zamanki Çınar'dı. Keskin çehresi ve yeşil gözleri demgüzar'a nefretle bakıyor, onu aşağılayıcı derecede süzüyordu. Kumral saçlarının yanları alınmış, üst kısmı gür bırakılmıştı.
"Kuşu kafese tıkmadan önce sesine hayran bıraktıklarını gör. Maazallah kuşun sesine gelip açmasınlar kafesi?"
"Kafesler tercihim değildir. Ben genelde kanatlarını kırarım. Sonra ise bırakır, kaçmasını beklerim. Ama kaçamaz..." Dedi kahvesinden bir yudum alırken. Hemen arkada bulunan sehpaya oturup,
"Ama seninde zayıf bir noktan var..." Dedi demgüzar. Ayağa kalktı. Giydiği elbise ve topuklularıyla, göze batan bir tarzı vardı. Kalın dalga maşalı saçlarını ağır bir edayla geri savurup, ellerini önünde birleştirdi.
"Ve sonucunda bunlar doğuyor." Dedi son kez. Çınar sadece gülmüştü. Başını iki yana sallayıp, demgüzar'a baktı. "Benim aklımdakilerle kalbimdekilerin birbirine öyle bir savaşı var ki, her gün bir taarruz başlıyor. Ve ben bu taarruzlar sonucunda yeni oyunlar getiriyorum meydana. Kimse bunu anlayacak kadar zeki değil. Sende öyle... O yüzden bir daha o aklının sadece para üzerine ürettiği entrikaları bana anlatmaya çalışma. Akıl alacağım son kişi bile değilsin."
Sehpadan doğrulup, uzun boyuyla demgüzar'ın topuklu giymesine rağmen kısa olan boyundan yukarı baktı.
"Nerde?!" Dedi seslice. Biraz beklediğinde, "Hiçbir bok yapmayın! Ben hemen geliyorum."
"FEYZO!" diye bağırdı, adeta bahçeyi inletircesine. Feyzo hızla arabaların arasından fırlarcasına koşup Çınar'ın yanına gelirken, "Buyur abi!" Dedi nefes nefese.
"Yok abi. Dün gece kimse eve dönmedi."
"Hazırlanın, Erman itini bir ziyaret edelim."
Çınar'ın dikkatini çekmişti bu sözü.
"Lan oğlum bunlar şimdi mi söylenir?!"
"Ne yapayım abi? Sen dün yengenin uğradığı saldırı yüzünden biraz gergindin, söyleyemedim. Kusurumu maruz gör abi." Demişti.
"Tamam abi." Diyip hızla ayrılmıştı çınar'ın yanından. Çınar ise cebinden çıkardığı sigaranın paketinden bir dal sigara çıkarıp, at işlemeli piposuyla yaktı ucunu. Yaktığı gibide sanki oksijen çekiyormuş gibi çekti içine dumanını. Tekrardan havaya üfleyip, içmeye böyle böyle devam etti.
Metehan yanına vardığında, üstünde yine giydiği salaş kıyafetleri vardı. Parmakları ve boynu boydan boya dövmeli, yüzüklerle kaplanmıştı.
"Oğlum, babamın gazabına uğradım yine. Beni şirkete gönderip sabahtan akşama kadar çalıştıracak. Oydu buydu sevmiyorum o işleri. Şöyle bir kaçamak yapsak senle. Aksak gecelere?" Demişti soru edasıyla. Tek derdi eğlenmek ve tantana olan Metehan'ın hayatı ise onun gibi pekte eğlenceli geçmiyordu. Sürekli boğan işlerden böyle kaçamaklar ile kurtuluymaya çalışıyordu.
"Oğlum, beni karıştırma. Sonra kurtulamıyorum babanın dilinden." Çınar'ın sitemi üzerine Metehan, "Hadi oğlum ya, nereye gidersen peşindeyim. Hiçbir şeye karışmam. Söz valla."
"Sikerim peşini. Sokak köpekleri gibi surat yapma, sikerler."
"Adamsın." Demişti Mete sevinçle.
Çınar'a gelen telefonda, Leman ve Gülşan'ın dün geceden beri Erman'ın mekanında olduğunu söylemişti adamı. Çınar'ın zaten baskın yapma planı yaptığı Erman'ın mekanında birde Leman'ın olduğunu öğrenince iyice küplere binmişti. Erman'ın Çınar'a olan garezi asla bitmeyecek, onun sonunu getirecek derecedeydi. Masanın bir üyesi olabilmek için babasını bir tetikçiyle ile öldürmüş, onun işlerinin, malının, parasının sahibi olmuştu. Bundan elbette masadakilerin haberi yoktu.
Sadece bir sabah onlara gelen haberle apar topar cenaze törenine katılmışlardı. Erman'a sorulan "Nasıl oldu bu?" Sorularına Erman, "Dört bir yanımız düşman kaynıyor. Ölüm onun için kaçınılmazdı." Cevabını vermişti. Ve masaya ölmeden önce oğlumun benim vasiyetime sahip çıkacağına inanıyorum diyen Erman'ın babası, sadece bir mektupla sırra kadem basmıştı.
Tabiki de mektup sahteydi. Erman'ın oyunun bir parçasıydı. Babasının sahte yazısı ve imzasıyla masadakileri kandırmış, ve eninde sonunda ulaşmak için babasının bile canını hiçe saydığı mevkiye ulaşmıştı.
Masanın üyelerinin her birinin hayatları diken üstündeydi.
Bazen hayatlarının istediği akışta gitmeyenlerin onları değiştirmek için her yola başvurduğu bir dünyaydı burası.
Normal bir aileye, bir çocuğa, bir işe ve en önemlisi bir hayata sahip olmayanlardı onlar. Ama herşeyden önce vatanına milletine hainlik eden birinin, geldiği hayat ona ilerde dönüşeceği insana haktır. Yurtdışından getirdikleri maddeleri ülkesinin çocuğuna, gencine veren birine bu hayat elbette mübahtır.
Ülkesine saldırısın diye silah, bomba, nükleer silah alıp, onun gibi hain olan kalleşlere yardım edip, destek veren birine ölüm mübahtır...
Mekânın önünde durdu, peş peşe gelen araçlar. Feyzo hızla arabadan inip Çınar'a kapıyı açmıştı. Çınar ağır bir edayla araçtan inmişti. Metehan'da hemen peşinden indiğinde, "Gecelere akalım dedik, yok dedin. Getirdiğin yere bak. Lan çıno, sen varya..." Diye alaycı bir sesle konuşurken, geldikleri yere eğlence için geldiklerini sanmıştı.
"Buraya eğlence için gelmedik Mete.
"Abi, mekân dolu." Demişti feyzo.
Çınar önde, feyzo ve Metehan arkalarında peşlerinden gelen iki adamla mekâna giriş yaptıklarında, içerde yoğun içki ve alkol kokusuyla karışmış sigara ve nargile kokusu vardı.
Çınar ise bunların hiçbirine aldanış etmeden, mekana göz gezdirdi.
"Leman'ı mı? İyide o böyle yerlerden nefret eder. Burda olduğunun kanısına nerden vardın?"
"Şimdi görücez, neden burdaymış."
"Birşeyler içmek ister misiniz beyler?" Diye sordu yanındakilere.
"Abicim, sabah sabah ne içkidir içiyorsunuz? Valla sizdeki mide bende olsa ohoo." Demişti, feyzo. Kilosu nedeniyle biraz zayıf olmasından dolayı Mete, "Oğlum, içki için mideye gerek yok. Zamana da... İç gitsin, kafa bitsin hesabı. Anladın?" Feyzo Metehan'ın söylediklerine hiçbir tepki vermeyerek, hiç alışık olmadığı bu mekana göz gezdirdi. Daha önce sadece birkaç kez oturduğu olurdu ama sadece birkaç dakika sürerdi. Şimdi ise alışkın olmadığı bu yerin ortamı böyle miydi? Diye bakıyordu.
"Feyzo... Oğlum biraz rahat davran. Sanki hiç gelmediğin yerler." Çınar'ın alaycı sesi, feyzo'nun dikkatini çekmişti. "Öyle deme abi. Hep baskına geldik. İlk defa basmadan oturduk."
"Birazdan basacağız zaten."
"Noldu lan! Feyzo iyi misin?"
"İyiyim abi. Gazozu bile kalitesiz. Erman'ın mekânı işte, ne beklersin..."
"Öyle deme ama feyzo. Kırılırım bak." Ses Erman'a aitti. Yine şık giyindiği bariz ortadaydı. Çınar bacak üstüne bacak atmış, Erman'ı alaycı bakışlarla süzmüştü. Feyzo gazozu daha fazla içmeyip masaya bıraktı.
"Erkuran... Seni burda görmek ne büyük şeref."
"Senin için aynı şeyi söylemeyeceğim. Çünkü seni görmek benim için bir şereften ziyade, rezillik ve ötesidir. Erman..."
Erman pişkin ve gıcık bir sırıtmayla Çınar'a bakarken, başını iki yana salladı. Ellerini cebine koydu ve bakışlarını ona çevirdi. "Öyle deme ama. Daha çok göreceğin bu surat senin için başka şeylerde ifade edecek." Dedi.
Erman yine güldü, sinir bozacak derecede. "Ah çınar ah... Senin en çokta bu kibirli ve egoist hallerini seviyorum. Aslında soyadın olmasa bir kibrit çöpü bile olamayacak adam, ormanı yakacağım diyor. Sencede bu biraz komik ve saçma değil mi?"
Bu sefer çınar ellerini arkasında birleştirdi. Başını yana eğerek, alaycı bir tavırla baktı. "Ben... Soyadım olmasa bile sadece adımın yettiği adamım. Sana ağır gelecek bir kişiliğe sahibim ve bu da senin zoruna gidiyor. Yeri gelince o ağaçta olurum. Yeri gelince o ağaçları yok edecek kibritte... Ama asıl mesele şu; senin sürekli benim gözüme batan hal ve hareketler yapman."
Bir adım daha attı ve neredeyse aralarında bir karış mesafe kalmıştı.
"Leman?" Dedi en sonunda Erman.
Gözleri bir silaha birde Çınar'a bakarken, Metehan arkadan, "Çınar... Bırak o silahı." Demişti. Kuzeninin yaptığı işlerden habersizdi. Silah taşıdığını vesaire biliyordu fakat onu işlevi gereği kullandığını şuan öğrenmişti. "Mete bey, siz karışmayın. Abim halledecek şimdi." Demişti feyzo.
Mete olduğu yere geri oturmuş, tedirgin bir şekilde hâlâ çınar'ı izliyordu. "Sana bir kere soracağım demiştim, değil mi şerefsiz?"
Çınar daha da sinirle bakarken,
Çınar arkasına dönüp feyzo'ya baktı.
"Ha! Siz bana Allah'ın cezası mısınız?"
"Zoruna mı gitti... Nişanlına yapılan saldırının sebebi olmam ya da üvey kardeşinin mekanıma gelmesi?" Çınar bir alev topuna dönüşmüşken, ona bir adım daha yaklaşmak Erman'ın ölümü olurdu ama Erman buna aldırış etmeden çınar'a inadına bir adım daha yaklaştı. Gözlerinin içine bu sefer gayet ciddi bir bakışlarla baktı ve yüzüne yüzüne, "Söylesene çınar... Hangisi daha çok zoruna gidiyor?"
Ortam sessizliğe bürünmüştü. Çınar'ın bu kadar sessiz kalması herkesi endişeye düşürmeye başlamıştı. Silahını sıkıca kavradı.
"Şimdi... Bende sana bir soru soracağım. Ama sen bu soruya yanıt verebilme şansına sahip olan tek şanslı kişi olacaksın." Erman
Erman hiçbir cevap vermediğinde, arka taraftan gelen ses Leman'a aitti.
Adından sonra gelen, okunup geçilen, gerektiği gibi davranılması gereken, davranılmadığı hâlde kınanan, karakteri kadar yüceltmeyen soyadları... Oysa onlar sadece birkaç harf ve tek seste söylenip geçilirdi.
"Noluyor burda?" Diye sorduğunda Leman, çınar ona bakmıştı öfkeli bakışlarla. "Asıl senin burda ne işin var?! Bu şerefsizin mekânında ne yapıyordun?!" Sesli bir şekilde konuşmuştu. Leman hemen yanına vardığında, ürkek bakışlarla çınar'a bakmıştı. "Ö-önce silahını indir."
"LEMAN!"
"Çınar sakin ol! Kız korkuyor." Metehan'ın sesiyle, bakışları o yöne çevrildi. Tereddütle silahını çekti, Erman'ın şakağından. "Ne işin vardı burda?!"
"Benim de hakkım var bunlara!" Dedi Leman gür bir sesle. Sitem ediyordu artık bütün bunlara. Abisi olmayan bir adamın kendini ona karşı sorumlu hissetmesini artık kaldıramıyordu. Birçok sosyal aktivitelerini kısıtlamış, onu o yalı denilen hapishaneye hapsetmişti. Hem annesi hem Çınar...
"Leman gel, eve gidelim. Sakinleşin ikinizde sonra konuşun. Olur mu?"
"Hayır! Bunca zaman içimde tuta tuta artık doldum taştım. Kendini abim sanan bir adamın narsist davranışlarına ve zorbalıklarına artık katlanmaktan bıktım! Bir soyadı var... Onun getirdiği kurallara uymayanlara böyle adamları musallat ediyorlar!" Derken Çınar'ı kastediyordu.
"BANA ABİLİK YAPMAYA ÇALIŞMA! BECEREMİYORSUN! YAPAMIYORSUN! BEN SUSTUKÇA ÜSTÜME GELİYORSUN! ANNEMDEN FARKSIZSIN! BASKI, KABA KUVVET, ZORBALIK, MERHAMETSİZLİK KALBİNİZE İŞLEMİŞ HEPİNİZİN!"
Gözyaşı usulca akarken yanağından aşağı, gözleri Çınar'daydı. Çınar'ın ise onun... Suskundu ilk defa. Dinlemiş belki de haklı bulmuştu kendi içinde... Ama dışa asla vurmayacaktı o kesindi. Çünkü çınar, içinde ateş yakar; o ateşin korları ile diline mühür basardı. Leman'a anlamsız bir değer veriyordu.
Ama boşunaymış...
Yavaş yavaş Leman'ın önüne doğru yürüdü. Nefesi Leman'ın yüzünün kıyısına çarparken, ona yukarıdan bakıyordu. Leman ise bu bir hayli uzun adama aşağıdan bakmaya çalışıyor, bir nevi korkuyordu.
Titrek nefesler alıp verirken, kekeleyerek, "B-bana karışma artık. Sen benim abim değil-"
"Kes... Bunlara inanacağımı mı sandın? Ya da annenin bu laflarını ezberlerken aklından buna enayi gibi inanacağım mı? Sana abilik yapmaya çalışan yok. Soyadın Erkuran olduğu sürece, sana karışacağım. Ve şunu asla unutma; taşıdığın soyadının gerektirdiği davranışları yerine getirmezsen, bundan sonra göreceğin kötü tarafımın en beterini göreceksin. Aklını başına al ve o anne dediğin kadının laflarına uyup saçma sapan hareketler yapma."
"Ha, çok doğru bir noktaya parmak bastın; ben senin abin filan değilim. İşin bu tarafınada ben parmak basayım; asla senin abin olmayacağım. Feyzo... Leman, gülşan ve mete'yi yalıya götür." Dediğinde, Leman yine hırçın kız hallerine bürünüp, "Kendim giderim gerek yok. Hadi gülşan." Demişti.
"Feyzo," dedi aşağılayıcı bir sesle.
"Nesin sen ya eşkiya falan mı?"
"Leman hanım, zorluk çıkarmayın." Demişti feyzo. Ama Leman'ın sesi kulakları çınlatırcasına çıkarken, feyzo geri kaçmıştı. Fazla ses kulağını çınlatmış olmalı ki parmaklarıyla tıkamıştı kulaklarını.
"Feyzo... Hadi." Dedi tekrardan çınar.
"LEMAN HANIM LÜTFEN ZORL-"
"KES YA!" Dedi feyzo'ya karşı bağırarak. "BIRAK KOLUMU! HİÇBİR YERE GİTMİYORUM. SENİN VERDİĞİN KENDİNDEN BOZMA EMİRLERİNE DE UYMUYORUM, ANLADIN MI BENİ ÇINAR ERKURAN! SENİ A-DAM YE-Rİ-NE KOY-MU-YOR-UM! ANLADIN MI?! HANGİ YOLLARLA SÖYLEYEYİM DAHA?!"
"Şşş, sakin ol sevgili biricik kardeşim. Sesini alçalt. Sana zarar gelmesini istemiyorum. Şimdi eve gidiyorsun ve uslu uslu oturuyorsun." Sırıtırken konuşmuş, Leman'ın öfkesine öfke katmıştı bu haliyle.
"Ne?! Hey Dur bir dakika! Beni böyle tutsak gibi bir odaya kitleyemezsin! Deden, baban, annem buna izin verir mi sanıyorsun?!"
"Onlar kim ki, ben Çınar Erkuran'ım.
"Sana bu gücü de soyadını da veren kişi deden! Kendini ondan üstün görmen saçma değil mi?!"
"Soyadını, evet o verdi ama güç doğuştan gelen birşey. Ne soyadım ne de arkamdakiler... Benim gücümün kaynağı onların hiçbiri değil. Benim gücümün kaynağı burası..." Demişti, elini şakağına iki kere vurunca.
Feyzo sonunda onu mekândan yaka paça çıkarıp, arabaya bindirdi. Gülşan peşinden giderken, Mete çınar'a baktı.
"Mete uzatma. Sen de ya yalıya dön ya da başka bir yere git. Benim işlerim var." Mete hiçbir şey diyememiş, fazla diretmeden mekândan çıkmıştı o da.
"İstersen sende gidebilirsin. Yoksa mekanımda seni daha fazla ağırlamak isterim Erkuran." Belli belirsiz sözcükler arasından en saçma cümleyi kurmuş ve çınar'ı güldürmüştü. Yine saten gömleğinin yakalarını düzeltip, özenle taradığı at yelesi saçlarının ense kısmını okşadı. Koluna taktığı altın saatte baktı.
"Yalnız işlerim var, Erkuran. Biraz acele edersen sevinirim."
Erman bu sefer ciddiyete bürünmüştü. Çınar'ı bu vakte kadar idare edebilmiş fakat artık sabrın zerresi kalmamıştı içinde. Kaşlarını çatıp, gözlerini çınar'a dikti.
"Hay hay..." Dedi ve yumruk yaptığı elini Erman'ın suratına geçirdi. Erman aldığı darbeyle sendeledi ve arkadaki masanın üstüne düştü.
"BENİM OLANA EL UZATIRSAN, O ELİNİ KIRARIM DİYE!" O sırada içeri giren siyah takım elbiseli adamlar çınar'ın adamlarıydı. Hızla içeri girdiklerinde, çınar'ın hemen arkasında durdular. Geri kalan adamlar ise Erman'ın adamlarını rehin alırken, hiçbir şey yapamamışlardı.
"Şunu alın, içeride bir odaya götürün ben geliyorum." Dediğinde, hepsi neredeyse kaslı olan adamlardan ikisi Erman'ın kolundan kavradığı gibi kaldırıp içeri götürdüler. Adamları çaresizce sahibinin götürülüşünü izledi. Erman ne kadar çırpınsa da, sudan çıkmış balık gibi, boşunaydı. Bu adamlara karşı koymak neredeyse imkansızdı.
"Alo, bahri. Senden birşey isteyecektim..." Dedi bir süre bekleyerek. "Adamına bildir, onu sana atacağım konumda bekliyor olacağım." Telefonda konuşan adamı dinlerken, "Tamam." Diyip kapatmıştı.
🎶
İçimde sayısızca ateş vardı, yakanı belli olmayan... Söndürmeye çalıştıkça daha çok alevlenen, yanıp kor haline gelince ciğerimi yakan ateşpareleri.
Bana ölmeyi diletenler, ölümün fragmanını izletince şükür ettirmişti. Acımasızca...
Keşke dedem yine bana güzel sözler söyleseydi. Düştüğümde beni sözleri ile ayağa kaldırıp, oyalı mendilleri ile sarsaydı yaralarımı. Keşke her yara iz kalmasaydı. Ben o yaraları tenimde taşıdığımı her an hatırlamasaydım izine dokunup baktıkça. Ama şöyle bir gerçek var; tende ki yaraya çözüm vardı da, yürekte ki yaraya hal çare yoktu. Ne kabuk tutup tutmadığını anlayabilirsin ne de merhemler çaredir. Hoş, merhemler tende ki yaraya da çare olamazlar ya...
Derin sızı ve acılar içinde kıvranıyordum. Bir kere olsun göremediğim annemi özledim.
O da beni özlüyor mudur, ölü kalbiyle?
Anne kelimesi benim dilime hiç yakışmayan, bu hayatta hiç kullanmayacağım bir kelime. İnsan susarda gözleri konuşur. Ben her iki türlü de suskundum. Her iki türlü de beni asla anlamayacaklardı.
Hayal meyal kalıyordu aklımda, siması. Sadece kokusu vardı aklımın her köşesinde. Nergisler sayesinde...
Ya düştüğüm çukurlar...
Beni öylesine zorlamıştı ki, kalbimin her yanını paramparça edecek bir hatıra ve hatrı söküp almıştı benden. Gülmek haram, gözyaşı helal, acılar iliklerime işlemişti. İpler ruhumu çekip, bedenimden ayırıyordu. Sebebi büyük, sonucu acıydı.
Benim pişmanlığımın adı; Şimal'di.
Beni Çınar'ın zindanına hapsedip üstüme kapıları kitlemişti.
ARDAHAN/TÜRKGÖZÜ KÖYÜ/ -GÜRCİSTAN SINIRI-
-Geçmiş zaman-
Sınır kapısının önünde küçük karakolu sayesinde, askerlerin yardımları dokunmuştu onlara. Ağaçların ve yeşil bitki örtüsünün hakim olduğu bu köye Türkgözü deniliyordu. Eski adı; badela olarak bilinen bu köyün bağımsız bir köy iken, Türklerin eline bir sözleşme ile geçmesi, adının Türkgözü olmasına sebep olmuştu.
Bu köyde adını hâlâ badela olarak kullanan iki küçük kız çocuğu vardı. Köyün imamı olan Ehliman dede, küçük kızlara hikayesini anlatmıştı köyün. Kızların dikkatini çekmiş olan bu köyün hikayesinde, en çok ilgilerini çeken şey; isminin Badela olmasıydı.
Hemen hemen aynı yaştalardı. Köyün en küçük çocukları onlardı. Diğerleri büyüktüler. 16-17 yaşlarında genç kız ve delikanlıydılar. Kıvır kıvır saçları olan kızın adı Aheste'ydi. Köye yeni gelmiş neredeyse hiç arkadaşı yoktu. Dedesinin lojmanından çıkmıyor, sadece nergislerini suluyordu. Küçük bir bez bebeği vardı annesinden hatıra kalan. Arada bir onunla konuşurdu, sanki onu anlıyormuşcasına.
Babası askerdi. Görev yeri Diyarbakır'a gidecekti fakat küçük kızını dedesinin yanına bırakması gerekiyordu. Bunun için ise Ardahan'a gelmişlerdi. Görev yeri Artvin'de Karabağ köyüydü. Kızını dedesine bırakır giderdi. Bu sefer güneye çıkan tayinle kızını birkaç yıl göremeyecekti. Arada birde ziyarete gelmesi mümkündü. Fakat kızının gönlüne düşen sıkıntılar, babasının birgün bedeninin değilde haberinin kapıya dayanacağı korkusuyla dolup taşmıştı.
Elinde annesinin kokusuyla bir olan iki dal nergise bakıp, onları yaşatmaya çalışarak geçen günlerden birgünde tanıştığı sarı saçlı küçük kız arkadaş olmuştu ona. Belki de köyde birkaç ay ona arkadaş olan dedesinden sonra kendisiyle onun dilinden konuşacak bir arkadaş bulma ümidiyle sevinmişti. Dedesi genelde ona nasihat verir, hikayeler anlatırdı. Yaşından dolayı torunuyla oyun oynamak zordu onun için. Bu küçük kız aheste'ye belkide büyük bir hediyeydi.
Sarı saçlı kızın ise bir annesi birde abisi vardı. Babasını daha çok küçükken kaybetmiş, acısını yüreğinde hep taze tutmuştu. Abisini babası bilmişti. Ona adeta bir baba merhametiyle yaklaşan abisi, onu canından çok seviyordu. Annesinin tek oğluydu. Kızın adı şimal'di. Abisinin kızı, annesinin mis kokulu kızıydı. Babasının gonca gülü dediği, kokusuna doyamadan öldüğü küçük sarışın kızıydı. El üstünde tutulurdu.
"Şimal!" Diye bağırdı aheste.
Şimal koşa koşa aheste'nin yanına vardı.
Şimal dürbünü indirip, aheste'ye baktığında, üzüldüğünü belli eden bir tavırla, "Ben kör değilim. Onlar kendini göstermiyor." Dedi.
"Yoo, senin gözlerinde kahverengi benimkide." Dedi aheste, oldukça normal bir tonda. "O anlamda söylemedim akıllım. Senin gözlerin daha iyi görüyor olabilir. Benim gözlerim öyle olmayabilir." Dedi. Kollarını önünde bağlamış, tepenin ucunda sert esen rüzgarla savrulan saçlarına baktılar ikiside. Aheste tepenin sert ve büyük olan kayasının düz olan kısmına oturdu. Elinde babasının dürbünüyle bir kez daha baktı. Şimal haklıydı, orada o küçük hayvancıklar yoktu.
Şimal de hemen yanına çömeldiğinde, aheste ona baktı. "Babam bugünde gelmedi." Dedi umutsuz bir sesle. Şimal kollarını, bedenine çektiği bacaklarına sarıp, çenesini dizine koymuştu. Aheste'ye baktı. "Geleceğini söylemedi mi?" Diye sordu. "Söyledi. Ama ne zaman geleceğini söylemedi. Dedem sürekli, sabrın sonu alamettir diyip duruyor bana."
"Alamet değil selamet."
"Çemberimde Gül Oya diye bir şarkı."
"Ne peki?"
"Türkü..." Dedi tek nefeste. Rüzgar kıvırcık saçlarını savururken, şimal'i görmekte zorlanıyordu. Şimal türkü olduğunu söyleyen aheste'nin eline gül oyalı bir mendil bıraktı.
"Evet çok güzel. Senin olsun mu?" Aheste şaşırdı. Annesinin özenle işlediği gül oyalı mendili ona vermek isteyen şimal'e baktı. "Ama annenin sana hediyesi bu. Alamam ki." Dedi mütevazı bir tavırla.
"Teşekkür ederim. Bunu ömrüm boyunca saklayacağım. Asla kaybetmeyeceğim." Şimal elini usulca aheste'nin omzuna attı. "Beğenmene sevindim. Mendile her baktığında beni hatırla olur mu?"
"Benimde sana bir hediyem olsun mu?" Dedi, bu sefer aheste. Şimal ondan ayrıldığında, "Olsun." Dedi tebessümle. Aheste cebinden çıkardığı, dedesinin ona eli yaralanınca verdiği mendili ona uzattı. "Bunu kim işledi bilmiyorum ama çok güzel bir mendil. Hem nergis kokuyor. Kokla." Dedi. Bu sefer mendili şimal'e o koklattı.
"Olsun mu?" Dedi aheste. Şimal güldü.
"Ben mendili asla kaybetmem. Atmamda... Ama seni de asla unutmam. Sen benim kardeşimsin. Bu köydeki tek dostum ve sırdaşımsın. Seni asla unutmam ki." Dedi sıcak ve samimi bir sesle. "Şimal, biliyor musun?"
"Benimde hiç kız kardeşim olmadı. Ama senin sayende artık bir tane var." Dedi. Ve sustu. Aheste başını şimal'in omzuna koydu. Karşı ki dağları izlediler. Uzunca...
"Badela..." Dedi şimal. Sustu birkaç saniye. Ve derin bir nefes aldı. Omzuna yaşlanmış kıvırcık saçlı kıza baktı.
Bu iki kızı birleştiren bu köyün adı onların nezdinde; Badela'ydı. Anlamı olmayan bir kelime onlar için anlam bulmuştu. Anlamı onlar için ev ve krallık olmuştu. Sarışın ve kıvırcık saçlı iki kızın krallığı olan Badela...
İşte şimdi anlam bulmuştu.
-Diyarbakır/Bayırlı-
"Hatun teyze, Allah aşkına yeter. Tamam yerim güzel. Valla iyiyim."
"Yoq gızım. Olmaz böyle. Vurulmuşsun. Bir an önce iyileşmen gerek. Hem sen yemek yedin mi?"
"Zerda gızım. Koş mutfağa geçip, bir taş çorba neyin yapalım. Aheste gızım açtır şimdi." Dedi. Zerda, bana bakıp, elinde ki yastıkları kenara bıraktı.
Hatun teyze birazdan yanıma gelip, çorbayı içirmişti. Ezogelin çorbası yapmıştı. Kokusu buram buram sarmıştı salonu. Çorba bittikten sonra tabağı mutfağa bırakıp, yanımıza gelmişti.
"İlaç almadım daha. Hastaneden apar topar getirdiler. Eczaneye gidemedim." Dediğimde, Zerda'yla birbirlerine baktılar. "Ee o zaman şimdi nolucak? İlaçların olmazsa nasıl iyileşeceksin. Ayağının pansumanı var. Onu nasıl yapacaksın?" Zerda'nın üst üste gelen soruları, aslında benim şuan ki en büyük sorunlarımdı. Ve nasıl alacaktım hiçbir fikrim yoktu. Babama da bunca işin gücün içinde ilaç almasını istemekten biraz utanıyordum. Durumumu bilen zaten şuan sadece bir Zerda birde hatun teyze vardı.
"Bilmiyorum. Şuan istediğim tek şey uyumak. Yorucu birgündü. Hem saat kaç?" Diye sorduğumda, hatun teyze kolundaki küçük saate baktı.
"Yok gızım. Ben giderim belki ama Zerda burda kalsın bu gece. Birşeye ihtiyacın olur. Yaralısın." Ellerimi ovuştururken, başımı Zerda'ya çevirdim. Aslında kalmasını istiyordum. Ayağımın ağrısı bütün bir gece beni unutmayacaktı. Yanımda olması korkmamı birazda olsa engellerdi.
"Tamam anne. Çabuk gelirim." Hatun teyze emin olmuş bir ifadeyle gidecekken, "Hadi o zaman Allah rahatlık versin." Dedi.
"Sanada." Demiştim. Hatun teyze ağır adımlarla dış kapıyı açıp gitmişti. Zerda hemen arkasından gidip kapıyı kitlemişti. Tekrar salona döndüğünde, tebessüm ederek yamacıma oturmuştu. "Ayağın nasıl?" Sorusu üzerine gözlerim yorganın altında ki ayağıma çevrildi.
"İyi. Biraz ağrı var ama idare eder." Dediğimde, başını salladı.
"Annem timde ki bütün askerleri evladı gibi sever. Birine birşey olsa yüreği parçalanır. Timin şehitlerinden, Nesrin'in abisinide oğlu gibi severdi. Şehit olduğunda gece gündüz ağladı. Ağıtlar yaktı. Annem hassastır bu konularda." Dediğinde, yüzüm düşmüştü. Tekir'in mağarada öylece, hareketsizce yattığı an aklıma gelmişti. Belki çok evvel şehit olmuştu ama biz sadece emin olmak için beklemiştik. Terör, dağlarda can aldıkları her gün, bir damla kan için nice kanlar dökülüyordu.
Bugün tekir, yarın başka bir asker şehit olabilirdi. Sadece birkaç acımasız kalleşin sıkmaktan korkmadığı kurşun veya patlatmaktan korkmadığı bir bomba yüzünden oluyordu bütün bunlar. Onların silahı aslında acımasız kalpleriydi. tetiğe basan parmakları cesareti ordan alıyordu. Ve bu onlar için sonsuza dek sürecek bir duyguydu. Tabi ömürleri yeterse.
"Bu köyün daha nice şehidi var. Sadece tekir abi değil. Kaç şehidin ağıdı yakıldı bu köyde. Bu köyde ne terör biter, ne de şehit o terör ölsün diye kanını dökmekten vazgeçer. Ben küçüklüğümden beri bu köydeyim. Bomba, silah, sesleriyle büyüdüm. Barut kokusu hep sardı bu köyün dört bir yanını. Ama tek birşey değişmedi, ne askeri mücadele etmekten ne de köylüsü yurdundan vazgeçti." Başı bunları söylerken bile gururla dikti.
Tekir'e üzüldüğünü açıkça belli ediyordu. Üzülmemek elde değildi. Acaba ailesi ne durumdaydı. Cenaze namazına katılamamıştım. Belki ailesinin yanında olabilirdim. Timde durumlar nasıldı? Babam...
"Onlarda, bizde bu vatan için verilecek birer cana sahibiz. Sadece Tekir değil bizimde vermemiz gereken bir canımız var. Allah ailesine sabır versin. Elbet annesi vatan sağolsun demiştir. Vatan hep sağolur. Ve bu şehidin canını vatana vermesi ile olur." Gözyaşını silip, elini elimin üstüne koydu.
"Vatan sağolsun." Dedi kısık sesle.
Ayağım bu haldeyken çocuklara ders vermem mümkün değildi. Yeni enstrümanlar gelmişti. Hevesle çalacağım günü beklerken bunun başıma gelmesi, ne heves bırakmıştı ne de heyecan. Yaşadıklarım bana ders mi diye düşünürken, öyle olmadığını çok iyi biliyordum. Yaşadıklarıma tesadüf diyemezdim. Tesadüfler bu kadar acı ve ağır olamazdı. O an ayağımı bile kaybetmem söz konusu iken böyle birşeyi ne kadere ne de tesadüflere bağlayamazdım.
Beni koruyan asker olmasaydı belki de şuan hayatta olan canım, toprağın altında olabilirdi. Canım yanıyordu evet. Tekir'in sonu için içim yanıyordu. Diğerleri için üzgündüm. Babam için üzgündüm. Timdekiler için üzgündüm. Hatun teyzeyi görünce yüreğim yanıyordu. Kalbime bir ağrı giriyor, girdiği an yarattığı acıyı aynı şekilde çıkmaya çalışırken de yaratıyordu.
Kendi halime asla üzülemezdim. Üzülmedim de. Ama kırık bir kalp buruk bir yürek başıma gelenler için bana ağır geliyordu. Sol göğüs kafesimde taşıdığım kan torbası bana artık ağır geliyordu. Bedenime sıkıştırılmış ruhta ağırdı benim için. Bu yüzden kambur kalmıştı bedenim. Kambur bir ruhla...
Babamı üzmemek adına Çınar'la sevmeyerek nişanlandığımı söyleyemedim. Parmağımda aslında bir tehditin güvencesi var diyemedim. Onun acımasız bir cani olduğunu, kan döküp bundan zevk alan bir adamın beni tutsak ettiğini söyleyemedim. Sustum. Söyleyemezdim. Çünkü emindim ki babam bana bunları yapan birini yaşatmazdı. Mesleğine zarar gelsin isteyemezdim. Zaten bana zalimce oyunlar oynayan bu hayatta; tek varlığım oydu.
Bazen sevdiklerimiz için yalanlar söylerdik. Onların bunu ihanet olarak adlandıracağını bile bile. Oysa en büyük ihanet senin iyiliğin için söylenmiş bir yalanı ciddiye almaktı. Birkaç ay sonra düğün vardı. Artık az da olsa elimde bir mücevher gibi tuttuğum özgürlüğüm tamamen ellerimden kayıp gidecekti. Soyadım artık Karakılıç değil, zalim bir adamın soyadı olan Erkuran olacaktı. Bu yüzüğün azda olsa umudu vaadeden işlevi artık gidecek yerine tamamen hapsedilmiş bir bedeni zapteden bir kelepçe gelecekti.
Bunların hepsi çınar'ın oyunuydu. Belki kaçar kurtulurum, oyunbozanlık eder giderim sandım. Ama o öyle bir oyun kurmuştu ki bana, dört tarafımı kapatmış, çıkmaz bir yolda kapkaranlık tehditlerle kalmıştım kirli bir duvarın dibinde. Bağırsam yetersiz, sussam sessiz kalıyordum. Bana aşık olduğunu söyleyip, beni bir idam mahkumundan farksız kılmışken, aşktan bahsetmesi, onun ve onun gibilerin gerçek dediği dünyasıydı. Onun için saplantılı bir aşktan ibarettim oysa. Elimi tutmaya çalışır elimi çekerdim. Gözlerime bakmaya çalışır, gözlerimi kaçırırdım. Beni sever, ondan nefret ederdim. Ben bunları her hatırlattığımda onun öfkesine yenik düşüp benden bir karşılık bekleyeceğini adım gibi biliyordum.
Ailesinin beni bir oyuncak diye önüne attığı bu adam, bir çocuğun oyuncağıyla oynadığı gibi oynayacaktı benimle. Tek fark, bir çocuğun oyunları onunkiler kadar acımasız olmazdı. Birkaç ay da olsa ondan uzakta olmak benim için sınırsız bir yaşam gibiydi. Kaçmak, kurtulmak, özgür olmak, umut etmek... Bunların hepsini kalbime gömen, içimde ukde bırakan, şehrin adı Ankara'ydı. Hayatıma sis gibi çöktüğü günden beri yolumu arıyorum. Ve ben yolumu bir daha bulmamak üzere kaybettiğimi, o yolu ararken kaybolunca farkettim.
Farkına vardığımda ise çok geçti. İş işten geçmişti. Sonu belirsiz, başı bir daha dönülmeyecek kadar imkansız bir yoldu bu. Ve kurtuluşum yoktu.
"Kahveler geldiiii!" Diye neşeyle içeri, elinde kahve tepsisiyle giren Zerda'ya baktım. Derin düşüncelerden kurtulmamı sağlayan sesi olmuştu.
Anneannem'e aitti. Bana hediye olarak vermişti bunları.
"Evet. Niye sordun?"
"Bir durgun gibisin. Birşey mi oldu?"
"Yok. İyiyim. Sadece biraz yorgunum. O kadar." Dedim. Kahveden usulca bir yudum aldım. "Kahve güzel olmuş. Ellerine sağlık." Dediğimde, tebessüm ederek, "Sağol. Afiyet olsun." Demişti.
"Var mı sevdiğin biri ya da sevgilin?" Soruma karşılık utanmış olmalı ki yanakları al al olmuştu. Fincanı tepsiye geri koyduğunda, "Y-yok be abla. Babam gibi biri varken, sevmekte sevilmekte biraz zor bu köyde. Daha doğrusu benim için heryerde aynı." Demişti. Babasının ona getirdiği kısıtlamalar, saçmaydı. Her kızın hayatına elbet biri girer biri çıkardı. Bunun sonucunda da doğru kişiyi bulmak değil miydi, amaç? Her insanın düşüncesi farklıydı. Zerda'nın babasının düşünceleri biraz eski kafalı olanlarındı.
"Olur mu öyle şey. Her kızın hayatına elbet birileri girer de çıkar da. Baban bunun farkında değil sanırım."
"Farkında olmayı bırak, hayatımın eşiğinden geçen biri olsa sıkar topuğuna." Demişti. Gülmüştüm.
"Yani. Benim babam için her erkek ayıdır. Onun kuralları katıdır. Seviyorsa gelir ister, hesabı. Ee bu devirde böyle adamda kalmadığı için, haliyle güvenmiyor kimseye."
"Önemli olan sensin. Sen ona güveniyorsan, baban bile karşı gelemez size." Başını eğdiğinde, utandığını belli eden bir ifadeyle güldü. "Öyle biri var mı?" Diye sorduğumda, gülmüştü.
Zira onu en iyi anlayan bendim. Sırlarını ve bildiklerini içinde tutmak kolay birşey değildi. Dost yoksunu biri için bunlar bana anlamsız gelmiyordu.
Köyde ki adamları pek fazla tanımadığımdan, kime aşık olduğunu da tahmin etmem zordu. Aklıma timden biri olabileceği geldi. Ama kim olduğunu bilemiyordum.
"E-evet." Dediğinde gülüşü büyüdü. Ağzı kulaklarına varacaktı.
"Vay anasını. Sen timde ki şahin'e aşıksın." Diye sorduğumda, sanki duyacakmış gibi, sus işareti verdi.
Ağzı açık bana bakarken, ciddi olduğumu düşünmüyor gibi baktı.
"Nedenmiş o? Sıkıntı babansa, ben halledererim. Hiç merak etme." Dedim.
Birden doğrulup, itiraz edercesine elimi yorgana vurduğumda, "Ne münasebet! O da seni seviyor. Eminim. Hem sevmezse, babandan önce ben vururum onu." Demiştim. Ciddiydim. Zerda gibi bir kızı bir daha nerede bulurdu. Hem güzel hem alımlı, saygılı. Tam asker yareni...
"Kimse zorla sevmek zorunda değil, abla. Sevmiyorsa zorlayamam."
"Bana bacım diyor. Kardeşi gibi görüyor beni. Sen söyle abla, sevseydi böyle mi derdi?" İş zordu. Şahin zerda'yı kardeşi gibi görüyorsa ona karşı hisleri başka yönde olamazdı.
"Allah aşkına abla, bu söylediğine sen bile inanmıyorsundur eminim. Ben sevseydi, sözlerinden değil gözlerinden anlardım. Ama ne sözleri öyle diyor ne de gözleri... Benim baktığım gibi bakmıyor bana. Aşık gibi..." Kalbi kırılıyordu. Bunu hissedebiliyordum. Ama elimden geleni yapacak, şahin ve Zerda için bir yol açacaktım.
"Hazırım. Sevmesine de sevmemesine de hazırım. Her iki türlü de olsa sonuçta, benim için bir aşk hikayesi olmayacak ortada. Sadece aşkımın karşılıksız olup olmadığını bilmek istiyorum." Kırık ve buruk bir sesle, söylediği sözler beni üzmüştü. Sevdiğini söyleyemezken, babasının baskısı da üstüne tuz biber diye gelmişti. Onun adına üzgündüm ama onların kavuşması için elimden geleni ardıma koymayacaktım. Bir süre sessiz kalmıştık ikimizde. Ben ona, o bana bakıyordu. Sesli bir nefes aldığını hissettiğimde, birden konuşmaya başladı.
"Ee sen söyle. seviyor musun nişanlını?" Sorusu üzerine gülmekten kendimi alamadım. Onu sevmek bir yana dursun, yüzünü görmeye tahammül edemiyordum.
"Bilemiyorum. Nasıl anlatsam. Hiç bilmiyorum. Susmak tercihimdi bugüne kadar. Ama sana güvenmekte emin olabilir miyim işte o beni şüpheye sokuyor." Çekingen bir şekilde söylediğim cümle hiçbir şey anlamamasına sebep olmuştu.
"Ben..." Dedim, cümleye nereden başlayacağımı bilmeden. Pür dikkat dinlemeye başladı. "Benim, nişanlı olduğum adamı tanıyor musun?"
"Ne tehditi? Ölümle mi?" Keşke ölüm olsaydı. Belki herşey daha farklı olabilirdi. "Hayır. En yakın arkadaşımı, kardeşim dediğim kadının ölümüyle tehdit etti beni. Çünkü o kadın ona aşıktı. Onun için beni bile hiçe saydı. Kardeşim demekten başka birşey demeye kelime bulamamışken, bu yaptığı ihanet ile kardeşten başka her kelime yakıştı ona. Parmağıma takılan bu yüzük beni öyle bir çıkmaza soktu ki, ne kaçabiliyor, ne de yardım isteyebiliyorum. Sadece susuyorum. Çünkü susmak benim mahkum olduğum ikinci en büyük şeydi. Görürdüm, bilirdim, duyardım, yaşardım ama susardım. Sonu ne olursa olsun o sona kadar susacağımı, susmam gerektiğini bilirdim. Dilime öyle bir mühür vurmuştu ki, ölüm her an birini alacak diye o mührü söküp atamıyordum. Beni değil. Ben ölmekten bugüne kadar hiç korkmadım. Bazen keşke beni ölümle tehdit etseydi dedim. Çünkü ben asıl ölümün sevdiklerimin ölümü olduğunu anlamışken, kendi canımın işte o zaman derdine düşmüştüm. Ben hayata zayıf ve çelimsiz başlayanlardanım. Gözlerimi açtığımda, başka gözler kapanmıştı. İlk nefesimi alırken, son nefesler verilmişti. Benim kalbim atarken, başka bir kalp durmuştu."
Gözyaşlarım usulca akıp elime düşmüştü. Onların da bir anlamı yoktu ya. Akar ve düşerlerdi, göz pınarlarımdan. Belki de yaşadığım acıların bedelini göz pınarlarım ödüyordur. Canım, yandığı günlerin hesabını gözlerimden soruyordu.
Yüklenir acılar, dayanamaz ölürdü. Tatlı canlar...
"Benim hayata tutunmak gibi bir gücüm yoktu. Çünkü ben doğduğumda, ölümler de doğmuştu. Tek çareyi susmakta buldum. Benim yüzümden başka ölümler de olmasın diye. O yüzden birkaç aya kalmadan evlenmek zorunda olacağım. Ona uzaklaş dedim. Git kurtar kendini. Kaybol, uzaklara kaç dedim. Belki bende kaçıp kurtulurum. Bende kurtarabilirim kendimi. Dedim. Ama dinlemedi. Bana, senin nişanlını elinden alacağım için korkuyorsun. Onunla aranıza girmemden korktuğun için benden uzak durmamı istiyorsun.
Bu kadar cümle üzerine her ikimizde suskunduk. Dışa yansıttıklarımla, içimde yaşadıklarımı öğrenince, afallamıştı. Hayatımı dışardan gören, içine girince, susan insanlardan sadece biriydi, Zerda. Onu da susturan benim cümlelerim ve ağırlığı olmuştu. Varlığında artık habersiz olduğum gözyaşlarımı tenimde hissediyordum. Bir damla akıyor yerine yenisi süzülüyordu.
Çaresizliğin dibine vurmuşken, buna karşılık göreceğim muamele acınacak duruma düşmekse. Susmak benim için bir yere kadardı.
"Sakın! Zerda... Sakın kimseye söyleme." Dedim cılız çıkan sesimle. Ağladıkça daha da zayıflayan, güçsüz ve bithap halimle yalvardım. "Benim için artık yapılacak hiçbir şey yok. Sana ne diyorum, onlar güçlü. Benim ona karşı bir gücüm yok."
"Var!" Dedi gür bir sesle. Onun da gözyaşları akarken, hiddetle karşı çıktı bu sözüme. "Baban var. Ben varım. Annem var. Biz varız burda."
"Söz ver, Zerda. Kimseye söylemeyeceğine yemin et." Dediğimde, sesim boğuk çıkmıştı. Benden ayrılmadan, "T-tamam... Söz. Kimseye söylemeyeceğim." Demişti. İçim birazda olsun rahatlarken, saatin geç olduğunun farkına yeni varıyordum. "Geç oldu." Dedim gözyaşlarımı silerken. O da gözyaşlarını silerken, "Haklısın. Annem duysa keser ikimizide." Demişti. Güldüm.
Hemen yan tarafıma yer yatağı yapmaya başladı. Tepsiyi mutfağa bırakıp yatağına geçmişti.
"İyi geceler."
ANKARA/ETİMESGUT
Kapıyı sertçe çarpıp, hiddetle içeri girdi, çınar. Erman'a yapacaklarını aklından geçirmiş, ama vakti olmadığından yarım kalacağını bilmişti. İçerde eli kolu bağlanmış, yüzü kan içinde duran Erman ve başında bekleyen feyzo vardı. Duvarın dibinde duran korumalara baktı, çınar.
"İçeri gidin kapıyı tutun. içerdekiler polis falan çağırmasın." Demişti. Dev cüsseli bu iki adam soğuk ve sert simaları ile başlarını ağır bir edayla sallayıp çıkmışlardı. Çınar ise kollarını arkasında kavuşturmuş ağır ağır Erman'a doğru yürümüştü.
Feyzo ise pür dikkat izliyordu, onu.
"Aheste'ye..." Dedi kısık sesle. Zaafı, hassas noktası bir nevi sınırları olan kadındı. Erman ise bu zaafı vurmuş, çınar'ın zar zor zaptedebildiği öfkesini serbest bırakmıştı.
"Zeki adamsın ama bunu geç anlayacak kadar aptalsın, çınar." Demişti zorla. Feyzo'nun nefret dolu bakışları Erman'a yukardan bakıyordu. Çınar ise bu dediğine sadece gülmüştü.
"İnan bu işin sonunda sana zarar vermek bana zevk veriyorsa, eline düşmekte, aptal olmakta umrumda değil." Dedi alaycı bir sesle. 32 dış sırıtırken, çınar sakin ve soğukkanlı olmaya çalışıyordu. Çünkü biliyordu bu adama zevk veren şeyin onun delirmesi olduğunu. Ama bu kozu vermeyecekti eline.
"Senin öldürmem için bana bir neden sunmuş oldun. Yalnız bunu kayıt altına alalım. Masadakilere de izletiriz. Ne dersin feyzo?"
"Olur abi. Çok güzel olur. Bol şerefsizli bir film olur. Dimi len?!" Demişti Erman'ın omzuna sert bir sille çakarken. Erman ise bozuntuya vermemeye çalışarak dik durmaya devam etmiş, feyzo'ya ters bir bakış atmıştı.
"Beni öldüremezsin. Masaya nasıl hesap vereceksin? Beni sinirlendirdi falan mı? Hem babanda bu işin içinde." Dediğinde, çınar'ın aklında babasına da soracağı bir hesap vardı. Bu fikrin en başından hata olduğunu ne kadar söylese de babasının onu dinlemediğini ona söyleyecekti.
"BENİ ÖLDÜREMEZSİN! ANLIYOR MUSUN BENİ?! MASANIN BENİM GİBİ BİR ADAM OLMADAN BİR BOK YAPABİLECEĞİNİ Mİ SANIYORSUN?! SENİ DE ÖLDÜRÜRLER! BABAN BİLE KURTARAMAZ SENİ!" Gür ve sitemkâr bir sesle isyan ederken, ses yalıtımı yaptırdığı bu odanın birgün onun sesini bile kısacağını tahmin etmemişti.
"Bağırma len! Sağır mı var burda?" Feyzo'nun sinirlerine hakim olamaması sonucu Erman'a bağırması odanın daha çok sesle dolmasına sebep olmuştu. Çınar'ın kenardan aldığı sandalyeyi önüne bırakıp oturmuştu. Tam karşısında durduğunda, Erman'ın aklında tek birşey vardı. Adamları neredeydi? Eğer birazdan gelmezlerse çınar'ın ona yapacaklarından korkuyordu.
Ama artık çok geçti. Çınar silahını geri çıkartmış, kurşunu sürgüye itmişti. Ve Erman'ın şakağına dayamıştı. Haset dolu gözlerle bakarken Erman'a, Erman'ın tek derdi, burda sağ çıkmaktı. "Süre doldu. Senin için ayrılan zamanın sonuna geldik. Son duanı et demeyeceğim. Zira senin gibi bir itin duası bile kabul olmaz. Sana hoşçakal Erman..." Dediğinde, parmağı tetikte yavaş yavaş kaymıştı. Feyzo, üzerine kan sıçramasın diye çekildiği duvarın dibinde pür dikkat çınar'ı izliyordu.
Çınar'ın bakışları feyzo'yu bulduğunda, ağır bir edayla göz kapaklarını kapatıp açmıştı. Ve hemen erman'a bakmaya devam etmişti. Feyzo ise emri almış olacak ki, cebinden çıkardığı telefonu ayarlayıp yukarı tutmuştu.
Erman kapattığı gözlerini, çınar'ın bu sözüyle açınca bir umut yaşayabileceği geldi aklına. Tek derdi aheste'ye yaptıkları sanmıştı. Ama onun içinde aşk bir yere kadar demişti kendi içinden.
"Canının pazarlığını bile yapacak kadar korkaksın."
"Canımın değerini bilsen, sende pazarlık yapardın."
Bunun üzerine çınar bir kahkaha patlattığında, feyzo sırıtmıştı.
Erman beynine yiyeceği kurşunun acısını önceden tahmin eder gibi gözlerini sıkıca kapatmıştı.
"Tamam bu kadar yeterli." Demişti çınar. Silahı şakağından çekip, bel oyuğuna geri yerleştirmişti. Feyzo ise çınar'ın komutuyla tamamladığı kaydı gülerek izlemişti. Erman ne olduğunu anlamamış olacak ki, şaşkınlıkla etrafına bakıyordu.
"Hadi feyzo. Gidiyoruz." Dediğinde, Erman'a son birkez bakmıştı.
Erman ise o oda da yalnız başına, adamlarının gelmesini beklemişti.
"Senin şu akıl oyunların beni bile geçiyor artık." Demişti. Feyzo gülmüş, "Eyvallah abi. Teveccühünüz." Demişti. Çıkışa yaklaşırken, cebinden çıkardığı gözlüğü gözüne takmıştı. Kapının önündeki kalabalığı farkedince durdu bir an.
"Görüyorum." Demişti sakin bir sesle.
"Sen bilirsin abi." Dediğinde, çınar'ın peşinden çıkışa yürümüştü. Önde çınar arkada feyzo dışarı çıktıklarında, ellerinde mikrofon ve kamera olan spiker ve kameramanlar çınar'a sorularını ardı ardınca yöneltmişti. Çınar'ın korumaları ve Erman'ın bodyguardları onları zaptetmekte zorlanırlarken, çınar gözünde gözlüğüyle, tebessüm etmişti.
İçlerinden biri, "Çınar bey! Nişanlınız saldırıya uğramış doğru mu?" Dedi. Bir diğeri, "Durumu iyi mi? Bu olaydan sonra görev yerinde bir değişiklik olacak mı?!" Demişti.
"Çınar bey, nişanlınız ile süren 5 aylık nişanlılık dönemi uzun sürdü. Düğün ne zaman? Merakla bekliyoruz." Demişti, içlerinden sarı saçlı ve bir o kadarda olgun görünen kadın. Çınar ise bu sorunun cevabını sırıtarak vermek istemiş olacak ki, gözlüğünü çıkarıp kameraya bu haberi aheste'nin de göreceğini bile bile bakarak, "Bir bilemediniz iki ay sonra düğünümüz var. Erkuran ailesinin şahşahalı düğününe hepinizi bekliyorum." Demişti sadece. Bu cevabı vereceğini beklemeyen feyzo bile şaşırmıştı. Korumalara işaret verdiğinde Çınar, artık gitmesi gerektiğinin haberini vermişti aslında. Kalabalığın arasından zorlukla çıktığında feyzo hemen arkasındaydı.
"Abi, bahri abinin adamı halledebilir mi sence?" Sorusu üzerine Çınar gülmüştü. Birşeyler biliyormuş gibi sırıttı. "Ayıp ettin. O adam bahri'nin gözü kapalı canını emanet ettiği adamı. Ondan iyisini bulamazdım piyasada."
"İşi kabul eder mi?" Dedi. Tereddütle. "Zorunda." Dedi herşeyi zorla yaptıran Çınar'ın sözleri iken bunlar.
Masa da oturan ve bir hayli heybetli yapısı, sert siması ile hiçbir tepki vermemişti. Çınar gelip masaya oturduğunda, adamın gözleri onu bulmuştu. Keskin bakışlarının görüş alanına girdiği bu adamın ifadesi sertti. Ama Çınar yine gayet rahattı. Garson masaya yanaşıp, "Hoşgeldiniz efendim." Demişti çekingen bir tavırla.
Adamın kasları çatıldı. Ne istediğini merak etmişti.
______________________________________________________
Yeniiiii bölümmmmmmmm 🥳🥳🥳🥳
İg: barutunnotasıofficial
🔥🎵...
|
0% |