Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11.NOTA🎵

@nazo_65

Göz yaşlı gönül zülf-i perîşânlar içinde
Kaldım Karanu gecede bârânlar içinde.

 

*Taci bey

 

 


"Şehit öğretmen Şenay Aybüke Yalçın'ın anısına..."

 

"Ben seninle anladım; dokunmadan da alev almanın mümkün olduğunu."

 


DİYARBAKIR/BAYIRLI
-
-ÖZEL KUVVETLER ÜSSÜ-

 

2 hafta sonra...

 

Özel kuvvetler üssünde, büyük bir tören vardı. Bütün askerler, albaylar, komutanlar, üst rütbe askerler bahçedelerdi. Herkes pür dikkat bayrağı izliyordu. Bir şehidin daha kanıyla daha al olmuş bu bayrak, öyle nazlı öyle hürce dalgalanıyordu ki gökyüzünde, herkes ya rab nasılda güzel yaratmışsın. Binlerce yiğit uğruna can veriyor. Diyordu.

 

Devdi, yüceydi. Aldı, daha da al oldu. Şehit Tekir için anma töreni düzenlendi, üste. Büyük bir kalabalık onun için toplanmış, sabırsızlıkla bekliyordu. Bu törende daha bir hafta önce okulun 3. Sınıf öğrencileriyle hazırlanmış olan etkinlikte bu törende yer alacaktı. Aheste'nin hazırlandığı bu tören onun için büyük bir anlam taşıyordu. Çocukları güzel bir şekilde hazırlamış, onlara ilk defa katıldıkları bu törende bir eğlence amaçlı törende bulunmaları ve bu törende şehit Tekir'i anacaklardı.

 

Törene şehidin ailesi de katılmış, töreni düzenleyen yetkililere şeref vermişlerdi. Nişanlısı, annesi ve küçük kız kardeşi vardı. Küçük kızın en büyük hayali abisinin çalıştığı köye gelip onu görmekti. Askeri üniforma ile onu görebilmekti, kanlı canlı. Nasip bu güneymiş. Köyü gördü. Ama abisini göremedi. Kanlı canlı görseydide, üniformaya ne hacetti...

 

Büyük ve geniş alanda kurulmuş sandalyeler ve masalar alanı kaplamıştı. Bayraklar Her bir yanı doldurmuştu. Köylülerin de katıldığı bu tören bayağı kalabalık olmuştu.
İnzibatlar kenarda, ellerinde birer tüfekle duruyordu. Hemen başlarında duran kılıçlı bir diğer inzibat ise düz bir ifadeyle bakıyordu. Tek bir tarafa; Türk bayrağına...

 

Sonunda törenin başlamasına 5 dakika kalmıştı. Herkes son hazırlığını yaparken, aheste ayna karşısında bir türlü baş edemediği saçlarıyla uğraşıyordu.
"Allah her bir telinin belasını versin. Bu nedir ya!" Demişti sitemkâr bir sesle. Tokayı nereye taksa başka bir bukle tel kenardan sıyrılıp kurtuluyordu. Buda sinirlerinin bozulmasına bir hayli sebep oluyordu. Törene 5 dakika kalmıştı. Ve hala hazır olmaması iyice sinir bozucuydu. Törenin sunucusu olması da cabasıydı.

 

Sahneye ilk onun çıkacağı onu daha da heyecanlandırmıştı.
"Aheste! Hadi, seni bekliyoruz." Demişti içerden bir ses. Bu sesin kime ait olduğu belliydi.

 

Kübra...
1 haftadır atandığı köyde sağlık ocağında çalışmaya başlamıştı. Kendisi tayinini buraya istemişti. Aheste'nin de etkisi büyüktü.
"Geliyorum!" Diye yanıt veren aheste'nin durumunu merak edince içeri girip, saçları ile cebelleşen aheste'yi görmeyi beklemiyordu, Kübra.

 

"Bu halin ne? Törene 5 dakika kaldı."

 

"Biliyorum. Şu gerizekalı tutamlar çıkıyor sürekli. Bir yeri tutturuyorum diğeri çıkıyor." Hala saçı aynı durumdayken sinirlerine hakim olmakta zorluk çekiyordu.
"Ver halledeyim." Demişti Kübra. Aheste artık toplamaktan yorulduğu tutamlarını, serbest bırakmış ve Kübra'nın ellerine teslim etmişti.

 

"Çok kalabalık mı?" Diye sordu aheste.
Üssün tuvaletinde ki aynanın karşısında, annesinin sabah kızlarını okula hazırlayan çocuklar gibi üst üste sorular soruyordu. Kübra ise bıkmadan gülerek cevap veriyordu.
"Yani. Bütün herkes orda desem yeridir." Birden arkasını dönüp, Kübra'ya korkuyla baktı. Bu kadar kalabalık ona da stres olmuştu. Böyle kalabalık bir topluma ilk defa sunuculuk yapmak, onu bir hayli heyecanlandırmıştı.

 

"Daha önceki bütün konuşmalarım öğrenci ve öğretmenler önünde idi. İlk defa bir asker ordusunun önünde sunuculuk yapacağım." Dedi.
"Merak etme. Bunuda yaparsın."
Tesellisi boşunaydı. Aheste'nin git gide harlanan heyecanı sönmüyordu.
Kübra ise daha iki hafta önce tanıştığı ama nedeni bilmediği onu kendine çeken bir bağ vardı, bu kızla onun arasında.
Saçı istediği gibi olunca ayağa kalktı ve aynaya baktı.
Tutamlar sıkı, düz ve güzel bir şekilde toplanmıştı. Kabarık saçlarından kurtulup, ortaya çıkan dev altın sarısı halka küpeleri, kar gibi beyaz tenine yakışmıştı.

 

Üstüne giydiği siyah, vücudunu saran elbise ile kombinlediği düşük topuk topuklu ayakkabılar ile güzel görünüyordu. Kehribarları apaçık ortada idi. Gözünün altında ki ben, kehribarlarına nazaran uyumluydu. Yüzüne yakışan bir bene sahipti.
Lavabonun kenarına bıraktığı kağıtları alıp kapıya doğru ilerledi.
"Beklemeyecek misin beni?"
Dediğinde, aheste arkasına dönüp Kübra'ya baktı.

 

"Gel işte. Zaten heyecandan öleceğim şimdi." Sinirli miydi, heyecanlı mı? Belli değildi. Kübra ise azla diretmeden peşinden çıkmıştı tuvaletten.
"Ben kalabalığın olduğu yere gidiyorum. Sakın heyecan yapma. Başarırsın." Demişti Kübra. Aheste pekte güvenmiyordu kendine. Eli ayağı zangır zangır titrerken bu mümkün değildi. "Sağol. Heyecanıma yenik düşmemeye çalışacağım." Demişti. Törenin kürsüsünün nerede olduğunu ararken, merdivenlerden inerken, gözleri aynı zamanda dışarı bakıyordu. Kalabalık bayağı vardı. Gözleri hala kalabalıkta iken, son basamağı farketmekmemiş olacak ki dengesini kaybedip düşmüştü.

 

Ya da düştüğünü sanmıştı. Çünkü sıkıca kapattığı gözleri karanlıktan başka birşey görmezken, refleks olarak düşeceğinin acısını önceden vücudunda tahmin etmiş olmalı ki, acıyı hissetmeyi bekledi. Ama hissetmedi. Tam aksine hissettiği şey, çıplak kolundaki soğuk ve kalın parmaklardı. Sıkıca kavramıştı kolunu. Düşmesini engellemiş olan bu bedene bakamadı. Lakin gözlerini açmış ve yapışmak üzere olduğu yere bakmıştı. Burnuna gelen ağır losyon kokusu, Okyanus esintisi ile birleşmiş, ortaya ferahlatıcı bir koku çıkarmıştı.

 

Tanıdıktı...

 

Aklının bir köşesine mıhlanmış bu koku, yabancı değildi. Öylesine tanıdıktı ki, unutmaya yüz tutması bile mümkün değildi.
Kafasını ağır ağır ondan taraf dönmesi ile gözleri ilk geniş omuzlarını ve heybetli göğsünü gördü. Üstünde yeşil bir üniforma vardı. Madalyalar ve kurdaleler ile doluydu. Beyaz gömleği ile uyumlu bu üniforma, kalıplı yapısını bir hayli ortaya sermişti. Aheste bu durumda, bu heyecanın üstüne birde ona bakmaya utanmıştı, her zaman ki gibi. Bakışları öylesine anlam yüklüydü ki, ne hissettiğini veya ne gördüğünü anlamak mümkün değildi aheste için.

 

"Ayağınla derdin ne?" Demişti. Soğuk ve sert çıkan sesiyle. Aheste bu soru karşısında afalladı. "Ne?" Dedi, soruyu anlamadığını belli eden bir tonda. Aytekin'in ise gözleri onun gözlerinin gözlerine değmedini fırsat bilmiş, baştan aşağı süzmüştü. Siyah elbisesinin üstüne güzel duran ve hoşa giden birşey vardı.

 

Bukle bukle saçları...

 

Anlamsızca göze hoş gelen saç tutamlarının kıvrımları, bukle bukleydi. Yüzüne düşen birkaç tutam ve teninin beyazlığı arasında ki zıtlık garipti. Gözlerine baktı. Ama o onun gözlerine bakmadı. Nedeni neydi bilmiyordu. Sormak istiyordu.
Fakat sonucunda yine sormayı bir kaybediş ilan etmemek için bundan vazgeçiyordu. Gözünü altında ki ben kehribarları ile aynıydı. Kirpikleri tane taneydi. Tuttuğu kolu sıcaktı. Teni alev gibiydi. Soğuk parmakları bu alev ile ısınmıştı, bir nebze.

 

Her bir ayrıntısını kazıdı aklına, nedensizce. İlk defa kendini sorgulamadan, bunu neden yapıyorum demeden yapmıştı birşeyi. Çelişkisiz, kuşkusuz ve nedensiz...
Aklında sorularla boğulmadan.
Bu kızda garip birşey var der gibiydi. Bakışları hoyrat, sözleri sertti.
Canevinden vururdu bu insanı, derdi.
Gözlerinde hasetin ateşi yakılmış, sözleriyle ise o ateşe odun atar gibi olmuştu. Baktığı yeri yakıyordu...
2 hafta önce hastanede ona erkek avcısı bir kadın muamelesi yaparken, aklında bu düşünceler yoktu.

 

"Sürekli bir burkma eylemi içerisindesin." Demişti buz gibi sesiyle.
"Yani? Bilek benim bileğim sanane..." Demişti oldukça düz ve sert bir sesle.
Aytekin'in kaşları çatıldığında, yine sinirli ve hoyrattı. Ona söyledikleri yüzünden yapıyordu bunları. Çok iyi biliyordu...
Ama aldırış etmedi. Sıkıca tuttuğu kolunu yavaşça bıraktı. Teninden kurtulan parmakları yine soğukla buluşmuştu. Kollarını arkada birleştirmiş, başı dik önünde duran neredeyse 1.70 olan bu kadına baktı.
Sinirli ve öfkeliydi. Elinde tuttuğu kağıtları sıkıca kavramış, burnundan soluyordu. Merdivenlerden sinirle aşağı inmiş, topuklulara inat ayakta durmaya çalışmıştı. Aytekin ise hemen arkasından merdivenlerden aşağı ağır ve aheste aheste inerken, bütün bir heybeti ortadaydı.

 

Aheste'nin tam karşısında durduğunda ona yukarıdan bakmıştı.
Boyu bir hayli uzun olan bu adama bakmakta zorluk çeken aheste ise aşağıdan bakıyor, boynu kırılır dereceye geliyordu.
"Senin bileğin evet. Ama sende benim insanlığımı sorgulayamazsın." Demişti. Aheste ne demek istediğini anlamış olacak ki, "Sana bana yardım et diyen oldu mu?" Tavrı netti.
Ona benimle muhatap olma diyen bu adama böyle davranması gerektiğini o söylemişti. Şimdi niyeydi bu itirazı?

 

"Sesin fazla çıkıyor. Nerede nasıl davranacağını bilmiyorsun, albay kızı."

 

"Nerede nasıl davranacağımı senden öğrenecek değilim!"
Aytekin bu kadının ona karşı olan öfkesinin nedenini bilemiyordu. Sadece bir yabancı olan bu kadına onunla fazla muhattap olmaması gerektiğini söylemişti. Bu cümle bile bir insanı çileden çıkaracak kadar sinir bozucu olamazdı ona göre. Gözü sadece bu kıvırcık saçlı kadının mimiklerinde dolandı. Tavırlarının yansımadığı cümlelerinden çok mimiklerinde aramıştı sorularının cevaplarını.

 

Ama nafileydi. Sadece öfke vardı, mimiğinde. Konu onun cümleleri ise bir yabancı bile alınabilirdi. Asla konuşmayan, yeri gelince emir kipiyle dilinden kurtulan cümleleri, soğuk bakışları, sert tavırları, düz ve hiçbir şey ifade etmeyen mimikleri onu her insana karşı aynı şekilde yorumluyordu.

 

Fazla disiplin manyağı...
Ya da konuşmayı sevmiyor.
Belki de sadece kadınlarla...
Ya da bütün insanlar onun için birşey ifade etmiyordur. Onun için sadece vatanı var. Bunun gibi sayısız cümleyi insanların bakışlarından okumuştu. Daha önce görmediği tanımadığı insanlar, onun için böyle düşünüyordu. Çünkü hep konuşan değil asla konuşmayan dikkat çekerdi bu toplumda.

 

Sert ve soğuk kahvelerini, keskin göz kapaklarının altından onu süzerek hareket ettiriyordu. Ondan bir hayli uzunken, yüzünü görmek zor değildi. Burnunun üzerinde dağılan ve bir hayli az olan çilleri vardı. Bunu yeni farkediyordu. Gözlerini dikkatlice yüzünde ve bedeninde gezindirirken, sessizliği bozan yine o olmuştu.

 

"Bilseydin, bas bas bağırmazdın her yerde. Haksız mıyım?" Dedi, İmalı sesiyle. Sesinde bir ima ve çağrışım varken, aheste bunu çözmeye çalışıyordu.
"Her neyse. Benim ne yapıp yapmayacağımı senden öğrenecek değilim. Bir yabancıdan emir almıyorum. Haksız mıyım?"
Aytekin bu cümlesine karşılık aheste'nin hayran kaldığı kaşlarından birini kaldırdı. İmalı bir şekilde bakarken, ellerini arkada birleştirmiş, omuzları ve başı dik duruyordu. Giydiği zümrüt yeşili üniformalar ve üzerinde çeşit çeşit rozetleri olan ceketin yakasını düzeltti. Hemen sağ bacağının kemerinde bir silah vardı.
Kabza bölümünün üstünde kırmızı Türk bayrağı işlemesi bulunuyordu.

 

"Haklısın. İki yabancı olarak, sana ne yapıp yapmayacağını söyleyecek değilim. Ama seninde benim karşıma çıkmak gibi bir niyetin olmasın. Zira yabancılar yabancı olarak kalırsa benim için, bu o yabancının yararına olur." Hayatında belkide kurduğu en uzun cümle bu iken, anlaması zor olmamıştı aheste için. Bu adamın her cümlesini idrak edebiliyor, sadece bir mimiğinden ne hissettiğini tahmin edebiliyordu.

 

Birbirilerini anlamsızca bir şekilde anlayabiliyorlardı. Bunun farkına varan henüz olmamıştı.
"Aheste!" Sesin geldiği yöne çevrilen gözler, tek bir kişiye bakıyordu.

 

Mehru...

 

Evet. Mehru. Küt kısa sarı saçları, kenarına taktığı papatyalı minik tokası ile şirin duruyordu.
Çiçekli elbisesi ve altına giydiği sandaleti ile koluna taktığı çantası tam bir piknik kızı havası vermişti. Şaşkın gözlerle mehru'ya bakan aheste, olayın şokunu atlatamamıştı. Çünkü haber vermeden asla hiçbir yere adım atmayan bu kız, birden kendini bayırlı'da bulmuştu. O da şaşkındı. Sürekli aradığı aheste'nin cevap vermediği sayısız telefondan sonra artık ya başına birşey gelmişse düşüncesi doğmuştu içine.

 

Mehru hızlı adımlarla aheste'ye doğru ilerlemeye devam etmişti. Yanına vardığında, sıkıca sarmıştı kollarını bedenine. Aheste ise afallamış bir şekilde yavaşça sardı kollarını mehru'ya.
"Neredeyse 2 haftadır aralıksız arıyorum seni. Cevap vermiyorsun. Aklım çıktı orda. Binbir türlü senaryo geçti kafamdan, bir bilsen..." Demişti. Aytekin kenardan bu iki kadını izlerken, mehrunun sesi aheste'nin omzunda boğuk çıkmıştı. Mehru'nun bakışları Aytekin'e kayarken, aheste'den ayrılıp, elini uzattı.

 

"Merhaba. Kusura bakmayın bir an aheste'yi görünce heyecanlandım." Dedi. Aytekin uzatılan eli koca eliyle sıkarken, aheste'nin aklından tek birşey geçmişti; Zamanında bende elimi uzattım, insani bir tavırla. Ama o sıkmadı. Mehru uzatınca niye tutuyor?
Aklına saçma sapan sorular ve cümleler gelirken, bu adamın her hareketini neden sorguluyordu, o da bilmiyordu. Dikkat çeken özellikleri varken, onun hakkında akıldan geçen sorular da normal olmuyordu.

 

"Mehru ben." Demişti, hemen ardından. Aytekin'in ise keskin hareleri bir aheste bir mehru arasında ikilemde kalırken, sonunda mehru'nun elini bulmuştu.
"Aytekin Alpay." Demişti o da. Aheste ilk defa verdiği cevapta sesinin daha fazla soğuk çıktığını duymuştu. Yüzüne dikkatle baktı. Mimik oynamamıştı. Yüz ifadesi soğuk ve düzdü. Mehru'ya arada bir bakıyordu. Bakışları genellikle onun üstündeydi.

 

"Memnun oldum." Dedi mehru mütevazı bir sesle. Utanıyorcasına takılırken aslında öyle olmadığını en iyi aheste biliyordu. Kenarda suskunca dururken, bütün dikkati onların üstündeydi.
Mehru sonunda aheste'ye baktığında, sorduğu soruyu cevaplamak üzere kenarda bekliyor bir şekilde görmüştü onu.

 

"Telefonum köyde çekmiyordu. Uğradığımız saldırı yüzünden zaten parçalandı." Son kelimesi mehru'yu bozguna uğratmıştı. Haberi yoktu daha.
"N-ne!? D-dur bir dakika ne saldırısı?"
Aheste bilmediğini bilmeyince elini anlık alnına atmıştı. Derincesine bir of çekerken, "Mehru, benim şuan çok önemli bir töreni sunmam gerek. Uzun hikaye sana sonra anlatırım. Tamam mı?" Derken elini omzuna atmıştı, mehru'nun. Mehru hiçbir şey anlamamıştı. Üstüne üstlük birde geldiği uzun yol yorgunluğu onu iyice sersemletmişken, bütün bu tantananın tam ortasında bulmuştu kendini.

 

Aheste Aytekin'e bakıp, "Tören yerinde ona yardımcı olur musun?"
Aytekin ona hiçbir cevap vermedi. Sadece karşılık olarak başını usulca salladı. "Sende beni tören bitiminde bahçede bekle. Ben seni bulurum." Demişti mehru'ya. Elinde sunuş belgeleri ve topuklularının çıkardığı tok ses ile törenin yüksek merdivenlerin olduğu kürsü bölümüne bakan salonda bekledi. Bir iki asker ve aheste'nin koro için hazırladığı öğrenciler de oradaydı. Azer ve Zerda ise çocuklara son öğütleri veriyordu. Aheste'nin geldiğini görünce o tarafa bakmışlardı.

 

"Abla, hazır mısın?" Diye sormuştu Zerda. Saçlarını sıkıca toplamış gözlerini ortaya çıkarmıştı. Giydiği uzun elbise ile sandaletiyle yardım ettiği aheste'nin töreni için orada idi.
"Hazırım." Demişti, heyecanla aheste.
"Çok güzel olmuşsun, aheste." Diyen Azer'in durduk yere söylediği söz aheste'nin afallamasına sebep olmuştu.
"Teşekkür ederim." Diye geçmişti.

 

Çocuklara yavaşça yaklaşıp, önlerinde durduğunda, hepsine teker teker baktı. Simsiyah giyinmişlerdi. Kızlar erkeklere nazaran daha dikkat çekiyordu.
"Çocuklar hazır mısınız?" Diye sormuştu. İlk defa hayatlarında bir törende koro halinde şarkı söyleyecek olan bu çocuklarda heyecan zirveydi.
"Hazırız!" Demişti hepsi hep bir ağızdan. Hepsinin elinde birer kağıt vardı. Ezber konusunda zorlanmasınlar diye verilmişti.

 

"Ee hadi o zaman. Hepinize güveniyorum."

 

"Sen heç meraq etme ögretmenim. Biz yapacagız bu işi." Demişti, Hamza. Bozuk bir Türkçe ile koroda bulunmasının sebebi, diğerlerinden ayrı hissetmesin kendini diye düşünmüştü, aheste.
"Hadi bakalım, Hamza. İnşaallah..." Diye gülümseyerek söylediği sözünden sonra son bir kez dışarda gördüğü kürsüye baktı. Ve önünde toplanan kocaman kalabalığa. Heyecan onun içinde fazlaydı. Elindeki belgeleri son kez kontrol edip, derin bir nefes aldı ve kürsüye doğru yol aldı.

 

Topuklularının çıkardığı tok ses yankı yaparken, kocaman alanda. Herkes susmuştu. Minik fısıltılar vardı. Gelen sese doğru bakan Topluluk, aheste giriş yaptığı gibi alkış tufanına tutulmuştu. En önde üst mertebe askerler, hemen ardında bir alt kademe olanlar, yan tarafta ise köylüler vardı. Sağ ve sol olarak yeşil üniformalı askerler duruyordu ayakta. Diğer taraf sağ taraf inzibat sol tarafta ise kılıç timi vardı. Erdem en önde oturmuştu. Kızının sahneye girişiyle alkışlamaya başlamıştı, büyük bir gururla. Aheste'nin ise gözleri fıldır fıldır kalacağın üstünde geziniyordu.

 

Babasını gördüğü an gülümsemişti.
Kürsüye varmış, elinde ki belgeleri sırayla dizmişti kürsüye.
Mikrofonu kendine göre ayarlayıp, tekrar kalabalığa baktı. Köylüler arasında fısıltılar devam ediyordu. Gözleri kılıç timine kaydı. En başta duran ve o uzaklıkta bile belli olan gözleri ile oydu. Hemen yanında Teoman, cengiz, Sancar, şahin, yaman, çakır vardı. Sırayla dizilmiş net bir pozisyonda dik bakışları ile kürsüye bakıyorlardı. Aheste daha fazla heyecanlanmıştı. Bu kadar kalabalık değilde, onu zan altında bırakan bakışları yormuştu yüreğini.
Başını kaldırdı ve derin bir nefes alarak,

 

"Öncelikle bu anma törenine gelen Genelkurmay, yarbay, albay, askerlerimiz ve köy halkına törene icabet ettikleri için büyük teşekkürlerimi sunuyorum. Şehit Tekir Dada'lı ve daha nice şehitlerimizi anma törenine hepiniz hoşgeldiniz!" Demişti gür bir sesle. Bunun ardından yine bir alkış tufanı koparken, heyecanla gülümsemişti kalabalığa. Alkışlar yavaş yavaş son bulurken,

 

"Bugün burada, daha 2 hafta önce şehit verdiğimiz askerimiz Tekir Dadalı için toplanmış bulunmaktayız. Kılıç timinin bir mensubu olan şehidimiz, yaklaşık 2 hafta önce benimde içinde bulunduğum bir askeri araç konvoyunda yardım götürdüğümüz köyden dönüş yolunda idik. Yola haince planlar kuran vatan haini terör örgütünün bombalı saldırısına uğradık. Araçların bastığı mayının patlama etkisiyle savrulan araçlara en yakın olan şehidimiz maalesef kaçamadı. Patlamanın etkisiyle yaklaşık 10 km geri savrulan şehidimiz..."
Burda boğazına düğüm olmuş acı, konuşmasını engellemişti. Gözleri tekrar kalabalığa bakarken, en önde üst mertebe askerlerin yanında oturan yaşlı bir kadın, küçük bir kız ve genç bir kadın oturuyordu. Yaşlı kadın soluk ve atmış bir benizle kürsüyü dinliyordu.

 

"Ağır darbeler sonucu, c-can verdi. Kendisine karşı bu saldırıyı düzenleyen terör örgütünden alınacak bir intikam ve vatan için sorulacak bir hesap vardır. Kılıç timi kardeşlerinin kanını yerde bırakmayacak, vatanın hesabını ağır bir şekilde soracaklardır hainlerden. Şimdi, şehidimiz ve daha nice şehitlerimiz için 1 dakikalık saygı duruşu ve İstiklal marşı için sizi ayağa davet ediyorum."

 

Büyük bir alkış tufanı daha koparken, herkes ayağa kalkmış, başları dik bayrağa bakmışlardı. Kılıç timi ise ortaya konulan türk bayrağı serili masanın üstünde yer alan Kur'an-ı Kerim'e doğru yol almıştı. Hepsi masanın sağına ve soluna dizilmiş başlarını kalabalığın arkasında ki bayrağa çevirmişlerdi.
Timden gelen sert ve gür sesle,

 

"RAHAT!" Demişti biri. Bu Aytekin'di. Verdiği komutla hem kalabalık hem tim pozisyon almıştı.
"HAZIR OL!" Diyince ardından hazır pozisyon alan tim ve kalabalık beklemişti.
Dik bir duruş, hazır pozisyonda dururken, arkadan gelen saygı duruşu için açılan sesle derin bir ölüm sessizliği sarmıştı her bir yanı. Başlar dik gözler dosdoğru sadece tek bir sesin geldiği yöne baktı.

 

Sarp dağların ardından gelen sert rüzgar kasvetlice dalgalandırırken nazlı bayrağı, sesi yere göğe sığmıyordu. Şiddetlice bir şekilde dalgalanıyordu gök kubbede. 1 dakikalık saygı duruşunun hemen ardından seslice çalan İstiklal marşı eşliğinde sesler yükselmişti kalabalıktan. Yüksek sesle okunan İstiklal marşı, yeri göğü inletmişti.

 

İstiklal Marşı'nın ardından gözler kılıç timini bulmuştu. Hepsi ellerini kuran'a bastırmış, bayrağa bakıyordu.

 

"VATANIM VE MİLLETİM İÇİN BAŞ KOYDUĞUM BU YOLDA!" Diye seslice bağırırken Aytekin, tekrar etmesi için beklemişti timi. Tim hemen ardından,

 

"VATANIM VE MİLLETİM İÇİN BAŞ KOYDUĞUM BU YOLDA!" Derken, sesleri gür ve hep bir ağızdan çıkmıştı.

 

"CANIMI VERMEYE YEMİN ETTİM!"

 

"CANIMI VERMEYE YEMİN ETTİM!"

 

"VE YİNE YEMİN EDERİM Kİ,"

 

"VE YİNE YEMİN EDERİM Kİ,"

 

"CANIMI VERDİĞİM BU VATAN İÇİN CANINI VERMİŞ HER BİR KARDEŞİMİN İNTİKAMINI ALACAK, KANINI YERDE BIRAKMAYACAĞIM!"

 

"CANIMI VERDİĞİM BU VATAN İÇİN CANINI VERMİŞ HER BİR KARDEŞİMİN İNTİKAMINI ALACAK KANINI YERDE BIRAKMAYACAĞIM!"

 

"YEMİN EDİYORUM!" dedi tekrardan.

 

"YEMİN EDİYORUM!" dedi tim.

 

"YEMİN EDİYORUM!"

 

"YEMİN EDİYORUM!"

 

"YEMİN EDİYORUM!" demişti hepsi hep bir ağızdan tekrardan. Ellerini Kuran'dan çektikleri gibi kalabalığa baktılar. Alkış tufanı tekrar koparken, gururlu bakışlar vardı timin üstünde.
Masayı yavaşça alan inzibatlar başka bir tarafa almıştı. Tim ise eski yerine geçerken, aheste sözüne devam etti.

 

"Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp, sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir.

 

Sızlasa da gönüller, düşenlerin yasından,
Koşar adım gitmeli onların arkasından.
Kahramanlık; içerek acı ölüm tasından
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir."

 

Şiirini gururla okumuş, kalabalığa bir kez bakmıştı. Alkışlar yükselirken, sözüne devam etti.
"Bayırlı köyümüzün ilkokul 3. Sınıf öğrencilerinden size hazırlanan koro ekibini sahneye davet ediyorum." Demişti. Alkışlar eşliğinde sahneye gelen küçük çocuklar sırayla dizilmişti, kürsünün ön tarafına. Aheste onları güzel bir düzene sokarken, kürsüden aldığı mikrofonu önlerine tutturdu. Hemen önlerine geçip, arkasını kalabalığa dönmüştü. Müzik verildiğinde, aheste elleriyle komut vermeye başladı.

 

Küçük gözleri dikkatle öğretmenlerini izlerken, beklediler.

 

Arkadan çalan şarkı, Barış Manço'nun dere boyu kavaklar şarkısıydı. Tekir'in hep söylediği, dilinden asla düşmeyen türküydü. Ne zaman göreve gitseler, dağın başında silahına nefesi çarpa çarpa söylerdi. Sesi de pek güzeldi. Timin yanık seslisiydi. Ona armağan edilen bu türküyü şimdide çocuklar seslendirecekti.

 

Aheste bekle işareti verdiğinde, müziğin sesi yükselmeye başladı. Çocuklar pür dikkat onu izliyordu.

 

Dere boyu kavaklar, dere boyu kavaklar.
Açtı yeşil yapraklar, açtı yeşil yapraklar.

 

Ben o yare doyamadım. Ben o yare doyamadım,
doysun kara topraklar. Doysun kara topraklar.

 

Aheste dur işareti verdiğinde, nefeslenmişti çocuklar.

 

Kalk gidelim sevdiğim. Kalk gidelim sevdiğim.
Devriyeler basmadan. Devriyeler basmadan.

 

Acem kızı, çeçen kızı.
Sen allar giy ben kırmızı.
Çıkalım şu dağın başına,
sen gül topla, ben nergisi.
Hadi gülüm yandan yandan yandan.
Biz korkmayız ondan bundan, biz korkmayız ondan bundan...

 

Aheste'nin eliyle yaptığı hareketleri bir bir izleyen çocuklar, şarkının bu kısmında susmaları gerektiğini anlamışlardı. Aheste kıvırcık saçlarından kurtulan tutamları ağır bir edayla kulağının arkasına sıkıştırdı. Yüzü sıcak havadan ve kavurucu güneşten dolayı terlemişti. Heyecanın da verdiği hararet cabası.

 

Şarkının nakaratından sonra bekleme yeri bitmişti. Bir diğer nakarat başlarken, aheste ellerini yeniden havaya kaldırdı.

 

Oy bulancak bulancak.
Oy bulancak bulancak.
Bu işler ne olacak?
Bu iş nasıl olacak?

 

...

 

Erkeklerin günahı, biz erkeklerin günahı; kız sizlerden sorulacak.

 

Acem kızı, çeçen kızı
Sen allar giy ben kırmızı.
Çıkalım şu dağın başına,
Sen gül topla ben nergisi.

 

Hadi gülüm yandan yandan yandan,
Biz korkmayız ondan bundan.
Biz korkmayız ondan bundan...

 

Şarkı bitince, fon müziği çalmaya devam etmişti. Aheste ellerini havaya kaldırıp son işareti verince, çocuklar sustular. Fon müziğide yavaş yavaş son bulurken, aheste yüzünü kalabalığa dönmüştü. Alkışlar yükselirken başını öne doğru eğmişti. Çocuklar da yanına davet edince hepsi teker teker aheste'nin yanına gelmişti. Onlar için de ayrı bir alkış tufanı koparken, hepsini yüzünde tebessüm vardı.

 

Aheste'nin bakışları onun olduğu yöne çevrilince, gözlerine denk gelmişti. Keskin kara gözleri ile buluşunca gözleri. Daha çok yandığını hissetti. Yukarda ki güneşten daha yakıcıydı bakışları. Soğuk bakıyordu, ama yarattığı hisler yakıyordu her bir yanını. Etkisi büyüktü. Nedeni neydi bilmiyordu. Gözlerini yine ilk kaçıran aheste olmuştu. Daha fazla bakmaya cesareti yoktu, zaten. Cehennemi yaşarken şu sahnede, onun gözleri de cabasıydı.

 

Çocuklar yavaş yavaş sahneden ayrılırken, aheste ise kürsüye geri dönmüştü. Belgeleri düzenleyip, sıradaki belgeye geçti.
"Sırada, kılıç timi komutanı üsteğmen Aytekin Alpay Karakum'un üstlendiği operasyonda, sergilediği üstün fedakârlığı ve başarısı için üsteğmenlikten yüzbaşı'lığa yükselmesi üzerine plaketini vermesi üzere genelkurmay Hayri Bayraktar ve albay Erdem Karakılıç'ı kürsüye davet ediyorum." Alkışlar eşliğinde sahneye gelen genelkurmay ve albay sırayla kürsüye geçmişti.

 

Aheste arkada plaketlerin bulunduğu masanın yanında durmuştu. Sadece bir değil bütün time plaket takdim edilecekti. Tekir'e verilecek olan plaket orda törene katılan ailesine verilecekti.
Genelkurmay orgeneral Hayri Bayraktar kürsünün başına geçip, mikrofona doğru konuştu.
Oldukça olgun ve birazda yaşlı görünen orgeneral, yıllarını verdiği askerliği için beyazlatmıştı bu saçları.
Üniformasının üstünde bulunan sayısız bronş bunun kanıtıydı.

 

"Türk milleti..." Dedi yıllanmış sesiyle. Mahmur gözlerle bakarken ileriye, sözüne devam etti.
"Asırlardır binbir asker, yiğit, Mehmetçik yetiştirdi. Anası olan olmayan babası olan olmayan. Aile nedir bilmeyen, baba ocağından çıkan, evli, çocuklu. Bir sürü asker yetiştirdi. Hepsinin de birer canı ve sadece vatanı vardı. Anasının ayak bastığı ya da bağrında yattığı bu vatanı canı pahasına korumak için bu yola baş koyanlardı onlar."

 

Gözleri kalabalığa dikkatle baktı.

 

"Şehidimiz Tekir'de, o binlerce askerden sadece biri. Her biri gibi onun için de bir yara açıldı yüreklerimizde. Onun için de bir mezar açıldı kutsal toprakta. Kusursuz onun için şehadet bir şerefti. Tıpkı her biriniz gibi." Dediğinde kalabalıkta ki askerleri işaret etmişti.

 

"Sizler için vatan; ananızın, karınızın namusu. Babanızın şerefi sayılır. Vatan sizler için bir parça ekmek bir damla sudur. Ne yemeye doyarsınız ne de içmeye. O yüzden asker demek ölüm demek değildir. Asker demek kahraman demek, yiğit demek, savaşçı demektir. Vatanın isimsiz kahramanları demektir sizin adınız."

 

"Huzurlarınızda Kılıç timini buraya davet ediyorum." Büyük bir alkışla sahneye teker teker gelmişti kılıç timi. En başta Aytekin vardı. Diğerleri onun ardından onu takip ederek geliyordu. Hepsi başları ve omuzları dik Erdem Albay'ın yanında hıza almıştı. Fotoğrafçı her görüntüyü ayrı ayrı alırken, genelkurmay aheste'nin elinde tuttuğu plaketi ve apoleti aldı. Timin yüz ifadesi düzdü.
Genelkurmay elinde plaketle beklerken, apoleti aheste'ye uzattı, takması için.

 

Yüzbaşı rütbesinin simgesi olan bu apoleti alan aheste, Aytekin'in hemen önünde durmuştu. Bakışları ileriye bakan bu adama dikkatlice bakmış, apoleti titreyen elleriyle nereye takacağını şaşırmıştı. Ona bakmamaya çalışarak, apoleti takmayı umuyordu. Zan altında kalmış, heyecan ve sıcak basmıştı.
Derin derin soluduğu havada içine çektiği oksijen ise onun losyonu ile doluydu. Okyanus esintisi...
Ferahlatıcıydı. En azından bu havada nefes almayı sağlıyordu. Heyecanı bastırıyordu.

 

Kısık bir ses ona bakmamaya çalışarak, düz bir ifadeyle,
"Omzumda ki apoleti çıkar oraya tak." Demişti, Aytekin. Aheste ise buram buram Okyanus kokan bu adama biraz daha yaklaşmak zorunda kaldı.
Fakat imkansızdı. Aytekin boyunun uzunluğu neticesiyle yetersiz kalmıştı boyu.

 

"Biraz eğilir misin? Deve kadarsın yetişemiyorum." Demişti, aheste.
Bunun üzerine geniş omuzlarını onun hizasına getirdi Aytekin.
Aheste omzunda ki apoleti çıkarırken, kıvırcık saçları Aytekin'in yüzüne gelmiş huylandırmıştı onu.
Üniformaların içinde cayır cayır yanarken, bir meltem esintisi gibi yüzünün kıyısına vuran nefesi ve saç tutamları, burnuna nergis kokusuyla karışık gül kokusu gelmişti. Daralmış sıklaşmış nefesini açan bu kokuyu daha fazla solumak istedi.

 

"Beni uğraştırma." Demişti kıvırcık saçlarının arasından asla görünmeyecek olan dudaklarını oynattı. Bu söz üzerine aheste'nin eli titredi.

 

Beni uğraştırma?

 

Ne demek istiyordu? Beni uğraştırma derken ne demeye getiriyordu?
"Apoleti ben takıyorum. Uğraşmıyorsun bile." Demişti.

 

"Apoletten bahseden kim? Ben senden söz ediyorum." Sesi boğuk ve yumuşak çıkmıştı. İç ürperten cinstendi. Aheste ise bir an için durdu. Apoleti sonunda takıp geri çekilmişti. Aytekin tekrar dik pozisyona geçerken, Hayri bey elindeki plaketi Aytekin'e uzattı. El sıkışıp, tebrik etmişti.

 

"Bu vatan sizin gibi yiğitler olduktan sonra emin ellerde." Demişti.

 

"Sağolun komutanım." Demişti Aytekin. Hayri bey teker teker timin plaketlerini verirken,
Teoman, yavaşça Aytekin'e yanaştı.
"Komutanım. Yanlış anlamazsanız size birşey soracağım." Dedi.

 

"Sor, bozkuş."

 

"Şimdi siz bir üst mertebe geçtiniz ya, bize niye sadece plaket verildi?" Dediğinde, Aytekin yavaşça Teoman'a yaklaştı. "Bozkuş,"
"Buyrun, komutanım."

 

"Timin komutanı kim?"

 

"Sizsiniz komutanım."

 

"Haliyle operasyonu ben üstleniyorum. Dimi?"

 

"Evet komutanım."

 

"Yüzbaşı sen mi olacaktın? Bozkuş."

 

"Estağfurullah, komutanım. Siz varken ben kimim. Hani bizden birinide bir üst mertebeye teşvik ettirebilirlerdi. Mesela beni." Dediğinde sesinde istek vardı.
"Bozkuş, seni şimdi burda bir üst mertebeye atarım. Öyle üstte kalırsın."

 

"Emredersiniz komutanım." Diyip susmuştu Teoman.

 

"Şahin." Çakır'ın sesinde bellj belirsiz bir heyecan vardı. Koluyla Şahin'in omzunu dürttü.
"Hmm." Demişti Şahin, genelkurmay'a bakarken. "Oğlum ben galiba rüya görüyorum." Demişti.
"Niye lan? Alt tarafı bir plaket aldın. Abartma." Demişti Şahin alaycı bir sesle. Çakır ters bir bakış attığında, gözlerini devirmişti.
"Sikerim plaketini. Oğlum ben ondan mı bahsediyorum? Kalabalığa bak." Dedi. Şahin kalabalığa bakıp, "Baktım. Ne oldu?" Dediğinde, Çakır sırıtmaya başladı.

 

"Kızıl saçlı kızı gördün mü?" Diye sordu. Şahin'in gözleri kızıl saçlı bir kız ararken, kalabalıkta tek kızıl saçlı olan kıza baktı. "He gördüm. Ne olmuş?" Dedi pişkin pişkin. Çakır'ın ağzı kulaklarına varıyorken,
"Tamam sende görüyorsan, rüya değil." Demişti.

 

"Lan oğlum, sen mal mısın? Şu durumda bile işin kız kesmek mi?"

 

"Ne kız kesmesi lan! Numarası bile var bende. Burda ne işi var? Onu merak ettim." Dedi. Kalabalıkta ki kızıl kıza bakmaya devam ederken,
"Nereden tanıyorsun kızı?" Diye sormuştu. "Oğlum Aheste'nin kaldırıldığı hastanede doktor olan varya o işte. O zaman tanışmıştık."

 

"O zaman da mı fırsattan istifade ettin? Yuh oğlum. Lan gittiğin yerde kız kesmesen ölür müsün?"

 

"Oğlum ben kız kesmiyorum. Onlar benim görüş alanıma giriyor. Sonra kafamı nereye çevirsem ordalar. Çekim alanım güçlü. Napayım..." Dedi övünmekten zevk alırcasına.
"Senin çekim alanına tüküreyim."
"Yalnız onu bunu boşverde. Hatun ateş gibi. Saçlara bak. Yeminle oğlum şu sıcakta bile beni yakan güneş değil onun saçları oldu."

 

"Oğlum, birşey diyeyim mi? O kız senle olmaz." Demişti Şahin. Kendinden emin sesle. Çakır'ın artık uzmanlık alanı olmuş bu konular, onun için alay konusu olmuşken, Çakır ciddiydi. Önüne gelen Kıza yazan, girdiği her ortamda kız kesen, telefonu kız numaraları ile dolu olan bazen birkaç kişiyi aynı anda idare eden bir adamdı. Fazlası zarar demeden, üst üste biriktirdiği bu kızların bir o imha ettiği bombalardan farksız olup patlayacağını bilemiyordu. Uyarılar ise umurunda değildi.

 

Bu işi kendine göre tanımlıyordu. Bir nevi mesleğiyle eşdeğer görüyordu. Her gün ölümün eşiğinden dönen bir adamın birkaç kızın gazabından korkacağını sanmıyordu kendine göre.

 

"Cık, bakar. Bugüne kadar hangi kız bana hayır demiş ki oğlum, bu desin."
Şahin gülerek kafasını sağa sola salladı. "Bakmaz. Böyle kızlar zordur."
"Kızı daha tanımıyorsun. Nereden biliyorsun zor olduğunu?"
"Böyle kızları tanımaya gerek yok. Senin şuana kadar konuştuğun kızların herhangi bir mesleği varmıydı?"
Çakır düşünmeye başlarken, aklına gelen Kızların mesleği olduğunu hatırlamıştı.

 

"Evet hepsinin de vardı. Bir tane vardı, hostes. Onunla da hala konuşuyorum." Dediğinde Şahin'in şaşırmasıyla Çakır'a bakması bir olmuştu. "Yuh oğlum. Sende hostes de mi var?"

 

"Ne sandın oğlum. Hostes var, avukat var, işletmeci var, öğretmen var."

 

"Koleksiyona birde doktorda mı ekleyeyim dedin?" Şahin haklıydı. Çakır'ın şuana kadar konuştuğu bütün kızların mesleği vardı. Doktorun eksik olduğunu anlayınca, bu kızılcık marmelatının koleksiyonuna yakışacağını düşünmüştü.

 

"Neden olmasın? Şöyle ateşlisinden, kızıl bir doktor. Hem öldürür hem iyileştirir. Benim bu kızı kaçırmamam lazım."

 

"Sen bu kızı unut. Doktorlar asidir oğlum. Gelmez senin aşkına meşkine."

 

"Öyle bir gelir ki, sen bile şaşırırsın."
Dedi meydan okurcasına.
"Şaşırt lan. Hadi, iddiaya var mısın? Bu kızı kendine aşık etmezsen şuana kadar konuştuğun bütün kızları aynı gün, aynı saat, aynı yere, aynı anda çağıracaksın. Hemde özel kuvvetlere."
Bu bayağı ağır bir iddia olmuş, Çakır'ın gözünü korkutmuştu.
Kendinden emindi ama bu kızıl doktorun sağı solu belli olmazdı.

 

"Tamam lan. Bu kızın bana sana aşık oldum. Dediği gün sende, bütün üsse baklava ısmarlayacaksın. Ismarlamazsan köpeksin."
Bu biraz ağır bir iddia haline gelmişti. Şahin için önemli olan maddi tarafı değildi bunun. Maneviyatı önemli idi. Yenilmeyi, hele Çakır gibi bir adama yenilmeyi asla kabullenemezdi.
"Tamam lan. Ismarlamayan köpek olsun." Dediğinde, Çakır kendinden emin bir tavırla dik durdu.

 

Gözleri Kübra'ya bakarken, aklından ise sadece tek birşey geçiyordu. Bu kız bana aşık olur mu? Güzel kızdı. Çakır'a göre her kız güzeldi. Bu kızda onlar gibi miydi?

 

Gözlerini tekrar kürsüye çevirdi. Genelkurmay plaketleri teker teker dağıtıp, tebrik etmişti timi. Son bir plaket kalmıştı. Adının yazılı olduğu ve gördükçe yürek yakan o isim.

 

Tekir Dadalı...

 

Onun plaketi masa da kalmış, sahibini bekliyordu. Erdem Albay mikrofonu eline alıp,

 

"Şu aslanların arasında, bir o eksik. Bir onun sesi, bakışı, duruşu, bir o eksik. Şu plaketi tutacak ve sağolun komutanım diyecek sesi eksik. Onun boşluğunu dolduracak, onun yerine bu plaketi hakeden, onun gibi bir yiğit yetiştirip vatana feda eden anasına takdim etmek istiyorum." Dediğinde Zahide hanım şaşkınlıkla dolu gözlerle ayağa kalkmıştı. Gelini nurşah ve kızıda sahneye çıkmıştı. Erdem Albay'ın yanına doğru yürümüş, timdeki askerlere gururla bakmıştı.

 

"Bu plaket senin emeğinin karşılığını vermesede, Tekir'e yad ediyorum. Biz Tekir gibi bir yiğitten razıydık. Allah da senin gibi bir anadan onu yetiştirdin diye razı olsun." Zahide Hanım'ın elini öpüp başına koymuştu.
"Sağolun oğlum. Allah'da sizin gibi cesur, mert, yigitlerden razı olsun. Bu vatan siz var oldukça var olacak. Allah ayağınıza taş değdirmesin."
Timdekilere baktı Zahide hanım.
Hepsi boylu poslu, dik duruşlu dik bakışlı, korkusuz birer yiğitti.
Tekir'i vardı bir zamanlar bu timin içinde.

 

"Sağolasın Zahide anam." Teoman'ın öne atılması üzere, elini öpmüş başına koymuştu. Timdekilerde teker teker öperken zahide Hanım'ın elini, kenarda duran küçük kızın dikkatini çeken kişi aheste'ydi.
Aheste ise Zahide hanım'a bakarken, nurşah'ın gözleri küçük kızdaydı.

 

"Ablam, sen nereye bakıyorsun öyle?" Diye sormuştu. Küçük kız nurşah'a bakmıştı.
"Kıvırcık saçlı ablaya. Benim gibi bir sürü çocukla şarkı söyledi. Bende şarkı söylemek istiyorum."

 

"Öğretmen abla mı?"

 

"Evet o. Abla ben yanına gitmek istiyorum." Nurşah'ın gözleri aheste'ye bakarken, küçük kızın elini tuttu.
"Hadi bakalım gel götüreyim seni." Demişti. Küçük kız sevinçle nurşah'ın elini tutup, aheste'ye doğru giderken, içinde heyecan vardı. Bir nebze utanıyorken, duyguları karmakarışıktı. Timin önünden geçip, arkadaki masanın önünde duran aheste'nin yanına varmıştılar. Timin gözü onları izlerken, Aytekin pür dikkat onları izliyordu. Aheste ona doğru gelen nurşah ve küçük kızı farkedince, ilk nurşah'a sonra da küçük kıza baktı.

 

Nurşah tebessümle aheste'ye bakarken, "Pardon, öğretmen hanım. Bir iki dakikanızı alabilir miyiz?" Derken sesi gayet ince ve nazik çıkmıştı. Aheste bu soruya karşılık tebessümle. "Tabi. Buyrun." Demişti.
Nurşah küçük kıza bakıp, tuttuğu elini diğer eline verip, bir elini onun sırtına koymuştu. Hafif öne itekleyip,
"Mine sizinle tanışmak istedi. Kıramadım." Dedi.

 

Aheste oldukça gülümser bir şekilde mine'ye baktı. Kıvırcık saçlarından kurtulan bir kaç tutamı kulağının arkasına sıkıştırdı. Mine'nin önüne eğilip, elini öne doğru uzattı.
"Merhaba, ben aheste." Demişti. Mine utangaç bir şekilde, ablasının elinden kurtardığı elini aheste'nin eline uzattı.
"Mine." Dedi kısık sesle. Aheste avucunda tuttuğu küçük eli tuttu ve sıktı hafifçe. "Memnun oldum." Dedi.
"Bende." Dediğinde mine, oldukça mutluydu.

 

Aheste ayağa kalkıp, nurşah'a baktı.
"Siz... Tekir'in yakınları mısınız?" Diye sormuştu. Bu soruyla nurşah'ın yüzü düşmüştü. Mine'de bu soruyu duyunca nurşah'a bakmıştı. Aheste surat ifadelerinden anlamıştı öyle olduğunu. "Başınız sağolsun." Demişti.
"Vatan sağolsun." Dedi nurşah.
"Nesisiniz Tekir'in?" Diye sorduğunda, nurşah, parmağında ki yüzükle oynadı. Aheste'nin bakışları o yöne bakınca anlamıştı nesi olduğunu.
"Kızınız mı?"

 

"Tekir'in kardeşi. Küçük görümcem." Demişti. Bunu söylerken ifadesi mutluydu. Mine gibi bir kız ona görümceden çok kardeş olmuştu. Tekir'in belkide ona bıraktığı en büyük emanetlerden biriydi. Mine Tekir'in aynısıydı. Gözleri, kokusu... Onu andırıyordu. Öyle değil miydi? Her kardeş birbirine benzer.

 

"Ben nurşah bu arada. Tekir'in nişanlısıyım." Demişti. Bir ömür boyu kendini böyle tanıtacaktı belkide. Belki de nikahları Allah katında, cennette Tekir'in yanında kıyılırdı. En büyük hayali onunla mutlu bir yuva kurmak ve bir ömür boyu yaşamak iken, şimdi ölmek şehadete erip, onun yanına varmaktı. Gözlerinin bir ömür boyu onsuz açık kalmasındansa bir sonsuza kadar kapatıp, onun yanında açmayı yeğlerdi. Onu en büyük hayali buydu artık. Tekir'in yanına varmak.
Bunca zaman amacı buydu. Ona varmak. Bundan sonrası da o olacaktı.

 

"Bende aheste. Memnun oldum." Demişti. Nurşah tebessümle, mine'nin elini tutup, "Minecim oldu mu? Tamam mı? Tanışman bittiyse artık gidelim mi?" Diye sormuştu. Mine aheste'ye bakıp, "Oldu. Ama öğretmen abla'yı bir daha nerede göreceğim?" Sorusu üzerine aheste ve nurşah birbirlerine bakmıştı. Mine'nin sorusuna karşılık aheste önüne eğilmişti. "Ben nurşah ablanı ararım. İstediğin zaman konuşuruz. Hem belki buluşuruz birşeyler yaparız ne dersin?" Demişti. Mine tebessümle bakıp, "Olur. Ama ne zaman istersem görüşebiliriz miyiz?"

 

"Ne zaman istersen." Demişti aheste işaret parmağıyla mine'nin burnuna minik bir fiske vurup göz kırpmıştı.
Tekrar doğrulup nurşah'a baktı.
"Memnun oldum tekrardan. Kendinizi de üzmeyin. Tekir bir cennet uğruna canını verdi. Şimdi ise feda ettiği can karşılığında cennette." Demişti.
Nurşah buruk bir tebessümle bakmıştı.

 

Nurşah ve mine ordan ayrılırken, aheste yalnız başına yine masanın yanında dikili kalmıştı. Teni kavurucu güneşte yanarken, terlemeye de başlamıştı. Ense kökü yanıyordu sanki. Eliyle yüzüne hava çarpmaya başlarken, önüne uzatılan su şişesine baktı. Kalın parmakları olan bu adama yabancı gelmişti. Gözlerini kaldırıp, baktığında eliyle yüzüne gelen güneş ışınlarını engellemeye çalışmıştı.

 

Sancar'dı bu. Uzun boyuyla aheste'nin karşısına dikilmiş, bir pet su uzatmıştı. Aheste tebessümle suyu alıp içerken, suyun soğukluğu hem ferahlatmış hem de ürpertmişti.
"Sağol." Dedi suyu içtikten sonra. Sancar ellerini arkada birleştirmiş aheste'ye bakarken. "Rica ederim. Umarım hararetini almıştır."

 

"Aldı aldı. Güneş kavuruyordu beni. Diyarbakır sıcak yer."

 

"Diyarbakır'ı bilmem ama bayırlı cehennemdir. Bir kere güneş vurdu mu buralara dayanamaz insan."

 

"Belli oluyor. Sizin içinde zordur şimdi. Dağlarda, o güneşin altında kamuflajlarla terörist avlamak zor."

 

"Alışkınız, biz. Güneşe, dağa, kamuflaja. Askerlik kanımıza işledi artık. Bazen normal kıyafetler içindeyken kendimi çıplak hissediyorum. Kamuflajlarımı arıyorum." Dedi gülerek. Aheste buna karşılık gülerek bakarken Sancar'a, soğuk suyu tutan ellerini ovuşturdu.
"Haklısın. Askerlik bir nevi bizim açımızdan da zor. Asıl cehennemi biz yaşıyoruz." Demişti aheste.

 

"Kendimi bildim bileli hep babamı beklerim. Küçüklüğüm babamın görevden dönmesini pencere kenarında bekleyerek geçti. Hala da öyleyim."

 

"En azından erdem albayın bir bekleyeni var. Bizim de olsa ne ala." Demişti Sancar. Aheste'nin dikkatini çekmişti bu sözü.
"Senin yokmu bekleyenin?"

 

"Yok be bacım. Ne anamız var ne babamız. Sevdiğim bile yok."
Demişti.

 

"Annen baban nerdeler ki?"

 

"Bilmem. Belki yaşıyorlar belki de öldüler. Beni küçük yaşta yetimhaneye bırakıp gitmişler. Ne adlarını bilirim, ne de kim olduklarını."

 

"Yetimhane de mi büyüdün?"

 

"Ev gibiydi biliyor musun? Bir sürü arkadaşım vardı. Müdüresi anam gibiydi. Ha şu yaman'da benim yetimhaneden arkadaşım. Anası babası ölmüş. Onu da küçük yaşta kaderine terk etmişler. Vermişler yetimhaneye. Beraber büyüdük sayılır. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmedi. Kardeşim sayılır. Hatta öyle de." Sözleri ağırdı. Ama sanki bir anısını anlatıyormuş gibi mutluydu. Aheste şaşkındı. Acılarıyla dalga geçer gibi anlatan sancar'a hayretle baktı. Üzülmüştü ona. Ama o üzülmüyorsa bunun bi anlamı yoktu.

 

"Zor olmadı mı? Annesiz babasız büyüyüp asker olmak."

 

"Asker olmak bir nebze ananı babanı ölmeden mezara koymak gibi. Sen onları hiç var olmamış gibi bırakıp ölmeye gidiyorsun. O yüzden zor olmadı. Önüne sıcak bir aş konuluyorsa, yatacak yerin varsa, sıcaksa ellerin, anan baban aklına gelmez. Benim gelmez. Benim sıcak bir yerim olacak mı? Aş yiyecek miyim? Demeden beni bırakıp giden hiç hatırlamayan bir anam babam varsa ben, onlar hiç var olmamış gibi davranırım. Allah'a şükür bugüne kadar ne anama ne de babama ihtiyacım olmadı. Başım hep dikti. Harama el uzatmadım. Ne zor geliyor biliyor musun?" Dedi, gözleri dalarken başka yere.

 

"Başkası gözünün önünde evladını severken, sen o kişinin sevgi gördüğünü görürken, zoruna gidiyor. Benim bundan ne eksiğim vardı? Diyorsun. Sonra sorduğunla kalıyorsun. Ama buna da alıştık. Buna da eyvallah dedik, yolumuza devam ediyoruz. Bizim için bir yerlerde dua eden var onu biliyoruz ya, ona da şükür." Demişti halinden memnun bir şekilde konuşmuştu. Şükür etmişti, Kaderine. Haklıydı. Her sözüne hak vermişti aheste. Onu yıllarca düşünemeden aramadan eden bir aile olacağına, onlar olmadan devam etmek bu yola, daha cazipti onun için. Daha kolaydı...

 

"Timde sadece siz mi böylesiniz?" Diye sormuştu aheste.
"Cengiz abinin karısı ve bir kızı vardı..." Dedi cümlenin devamı getirmedi. Getiremedi. eki niye geldiği her cümlenin kurşun işlevi görmesine sebep oluyordu?
Niye kalbe hızla saplanıp izini bırakıyordu? Anlamsızdı herşey gibi.

 

"Dı?" Derken bile sesi titremişti aheste'nin.
Sancar kenarda timle sohbet eden cengiz abi'ye baktı.
"Teröristler tarafından kaçırıldı, her ikiside. Canice katlettiler. Aylarca aradık. Cesetlerini kamplarının yakınında bir yerlerde yarı yakılmış bir halde bulduk. Karısı tecavüze uğramıştı. Kızı da darpedilmişti. Cengiz abinin acısının tarifi yoktu. Ne yaşarsa yaşasın içine atar hep. Arada bir Aytekin komutanıma anlatır. O da nadiren, kendisiyle ilgili olmayan şeyleri."

 

Aheste duydukları karşısında nutku tutulmuş bir halde dinlemişti. Gözyaşı kendiliğinden usulca akıp gitmişti. Boğazında acı bir düğüm atılmıştı. Kalbi sanki başka eller tarafından sıkılmış, atmasını engellemişti. Sancar'ın bakışları garipleştiğinde, "İyi misin?" Diye sormuştu. Aheste başını usulca sallarken hala aynı ifade vardı yüzünde. "İyiyim. Sadece anlattıkların biraz ağır geldi."

 

"Anlatılana ağır geliyorsa, yaşayana ne kadar zordur bunu sadece Allah bilir. Biz önce Allah'ın sonra Türk'ün ordusuyuz. Bizim ayak bastığımız yerler ya barut kokar, ya çiçek açar." Demişti gururlu bir sesle.
"Peki Çakır ve Komutanınız? Teoman ve Şahin. Onlar..." Dedi devamını getirmedi. Sancar'ın anladığından emindi.
"Çakır'ın bir babası var onunla da yıllardır konuşmuyor. Küsler. Babası her gün arardı. Artık aramadı. Onun da umrunda olmadı."

 

"Babasının başına birşey gelmiş midir diye hiç mi düşünmedi kendi kendine?"

 

"Düşünmedi. Bilmiyorum belki de kendi içinde düşünmüştür. Çakır herşeyi kendi içinde yaşar. Onun çok farklı bir yapısı var. Timin en gevezesidir ama içinde belki de kaç ateş yanıyordur. O da biliyor anladığımızı. Çareyi susmakta buluyor." Dedi. Aheste'nin gözleri time kayarken, her birinin hikâyesini duymuşken onlara aynı gözle bakmanın zor olduğunu şimdi anlıyordu.

 

"Teoman komutanım ve Şahin komutanım ikizler. Yani Teoman Şahin'den 10 gün büyük ama kardeşini kırmamak için herkese ikiziz diyor Teoman komutanım. Şahin komutanım onun canı ciğeri. İkisinin bir anası var. Babaları yıllar evvelden vefat etmiş. Anaları tek kalmış. Şahin uslu bir adamdır. Yiğittir merttir. Bugüne dek tek bir yanlışı olmamıştır. Teoman komutanım ise fazla espri yapar. Timde goygoyun alasını yapar. Aytekin komutanımla çok yakınlar. Can ciğer kuzu sarması gibiler. Belki de Aytekin komutanımı güldüren tek kişi Teoman komutanımdır."

 

"Yüzbaşı olan komutanınız... Aytekin. Çok soğuk biri. Onun hikayesi ne?"

 

"Valla işte onu bilmiyorum. Timde onun hikâyesini bilen bir Cengiz birde Teoman komutanım vardır. Hiç konuşmaz. Sadece emir verir. Ama timini öyle sever ki canı gibi korur. Tekir şehir olduğu gün karakolda onu gören olmadı. En son ben, karakoldan çıkarken gördüm onu. Bir yerlere gider, orda kalır kendi kendine içindekini yaşar. Ne yaşar onu da bilmeyiz."

 

"Herkese karşı böyle. Özellikle kadınlar. Mesela bana karşı öyle bir odun ki, bazen yanında erkek benmişim gibi hissediyorum."

 

"Kadınlarla arası pek yoktur. Şuana kadar yanına dişi sinek bile yaklaşmamıştır eminim. Sadece sana karşı değil bu tavrı emin ol."

 

"Aramızda kalsın ha odun ha komutanınız. İkisi arasındaki tek fark biri canlı biri cansız." Dedi aheste. Sancar güldü. Gülerken ortaya çıkan gamzesi dikkat çekiciydi. Ellerini arkada buluşturmuş, gülerken başını eğmişti. "Valla ben susarım o konuda. Komutanım canıma okur yoksa. Eğer 50 şınav çekmek, karakolun camlarını silmek, suda 10 dakika nefesini tutmak, tur atmak istemiyorsam susarım." Dedi. Sancar gülerken, aheste söyledileri karşısında afallamıştı.

 

"Size işkence gibi şeyler mi ediyor?"

 

"İdman gibi birşey." Dedi. Eliyle aheste'ye yaklaş işareti verdi. Aheste yavaşça Sancar'a yaklaşırken, bakışları yana kaydı. Onun keskin bakışları üstündeydi. Zifiri karanlık bir gecede, soğuk ayazın altında yolunu bulmaya çalışırken kaybolmak gibiydi bakışı. Öyle karanlık öyle derin bakıyordu ki, yaptıkların ve yapacakların, sana saçma geliyor, sanki tehdit ediliyor gibi hissettiriyordu. Sadece bir kere bakması bütün bunlara sebepti.

 

Sancar aheste'nin kulağına,
"İnan işkenceyi aratmayan yöntemleri var." Demişti. Aheste'nin göz bebekleri büyürken, baktığı kişi bahsedilen kişiydi. Bu adam böyle biri miydi? Diyordu kendi kendine.
Sancar tekrar doğrulduğunda aheste de doğrulmuş, hala karanlık bir çift gözün etkisi altındaydı.

 

"İyi misin?" Diye sorarken sancar, eliyle aheste'nin gözünün önüne perde çekiyordu. Baktığı yönü bulmaya çalışırken, komutanının ölümcül bakışları üstündeydi.
"Eyvah, yandık." Dedi, eyvah kelimesini tonlayarak söylerken.
"Bacım, benim için bir cevizli helva kavurun. Hayrına köye dağıtın. İyi biriydi diyin. Ben gidiyorum, hadi eyvallah." Demiş, hızla ayrılmıştı aheste'nin yanından. Aheste afallamış bir şekilde önüne dönerken, tesiri altında kaldığı bakışlara anlam vermeye çalışmıştı.

 

Ama nafile. Hiçbir anlam yüklenmiyordu bu bakışlara. Kalbinin küt küt attığını yeni farkediyordu. Yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Göğüs kafesini zorluyordu. Kaburgalarını kırıp birazdan dışarıda atmaya başlayacakmış gibiydi.
Bütün bunların sebebi ise bir çift koyu kahve çekik gözdü. Soğuk demir bir kurşundan farksızdı. Şah damarına saplanır, kanı fışkırtırdı. Ne cümleler ne kelimeler yetmiyordu yaşanılana.

 

Aheste elini kalbinin üstüne koydu. Kalbini avucunda hissediyordu sanki.
"Ne var sanki bu kadar atmakta? Yavaş ol yavaş ol." Demişti kendi kendine. Elindeki suyu alıp hızla içti. Soğuk su yanıp kavrulan göğsünden aşağı, bir şelale misali akıp giderken ürpermişti.

 

"Aheste, iyi misin?" Sesin sahibi tanıdıktı.

 

Mehru...

 

Elini omzuna atmış, endişeli gözlerle aheste'ye bakıyordu.
Aheste suyun hepsini kana kana içip, mehru'ya baktı.
"İyiyim. Sadece hararet bastı. Sen nerdeydin? göremedim seni."

 

"Şurada bir yerlerdeydim. Tören bitti galiba."

 

"Bitti bitti. Birazdan tamamen dağılırlar."

 

"Anladım. Ee sen nerede oturuyorsun? Gidelim. Valla kızım yol yorgunuyum. Öleceğim uykusuzluktan. Hem sen bana şu askerlerle niye bu kadar haşır neşirsin onu anlatacaksın."

 

"Off mehru! Gözüne takıla takıla bunlar mı takıldı? Askerler ne alaka?"

 

"Onu ben bilemiycem." Dedi, birden aheste'nin kolunu kavradı ve kendine çekti. Kulağının dibine sokulup,
"Bir şu esmer şimdide az önceki. Ne iş?" Dedi imalı imalı.
Aheste kolunu birden çekip, mehru'ya sert bakışlarını sergilerken,
"Hiçbir şey ima etme. Parmağımda bu lanet olası varken aklımdan bile geçmeyen şeyleri sakın ima etme. Hem aksi takdirde babamın timinden bir asker sadece arkadaşım olabilir. Ve albaylarının kızıyım diye bana bu kadar iyi davranıyorlar. Aksi takdirde hepsi de kadınları sikine bile takmayan birer odun." Dedi sinirli nefes alışverişleri arasında.

 

"Aheste. Sakin ol bebeğim. Şampiyon sensin. Hadi gel, beni mutlu ve sıcak yuvana götür kıvırcık kuzum. Hadi benim kınalı kuzum." Demişti. Aheste hala sinirli iken, mehru'nun sözüyle yürümeye başlamıştı. İlerde duran erdem albay, üst mertebe askerler ile konuşuyordu.
Aheste babasını bir kere görüp gitmeyi yeğlemiş, o yöne yürümüştü.

 

Erdem albay kızının geldiğini farketmiş olacak ki, o yöne baktı. Yanında ki yetkililerden müsade isteyip aheste'ye doğru gelmişti.
"Ahestem, nereye kızım?" Sorusu üzerine, aheste gülümseyerek,
"Eve geçeceğim baba. Mehru geldi yol yorgunu. Bende yoruldum hem."
Demişti. Erdem albay, mehru'ya bakıp, "Hoşgeldin kızım." Demişti. Mehru karşısında utangaç bir tavırla, "Hoşbulduk efendim." Demiş susmuştu.

 

"Ben sizi tutmiyim o zaman. Dikkatlice gidin." Demişti, oldukça kalın sesiyle.
"Tamam. Görüşürüz baba. Sende dikkat et." Başını usulca eğip olumlu anlamda işaret vermişti erdem.
Aheste ve mehru, karakolun çıkışına doğru yürürken, mehru bir ağacın dibine bıraktığı bavulunu almaya gitmişti.
"Gerçekten şaka gibisin mehru."

 

Bavulunu ağacın çukurundan kurtarmaya çalışırken, "Ne kızım ya? Yanımda getiremezdim."
"Zeki olduğun içinde buraya koydun dimi?" Demişti. Kollarını önünde bağlamış, mehru'yu beklerken sitem eden aheste. Mehru'nun zorlandığını görünce, oflayarak yardımına gitmişti.
"Sen harbi gerizekalısın mehru. Bazen senin şu beynini şu bavula atıp kaldırdığını düşünüyorum." Bavulu el birliğiyle çıkarmaya çalışırken, çıkmamaya yemin etmiş gibi sıkışmıştı bavul. Mehru ise sanki savaşa gidecekmiş gibi doldurmuştu bavulu.

 

"Y-yok o-olmuyor." Dedi zorlanarak.
"Tabi olmaz. Doldurmuşsun ağzına kadar. Kızım bir insan köye gelirken bile mi süslenmek ister?"

 

"Aheste. Bak tek kelime daha edersen geldiğim gibi geri dönerim."
Tavırlı bakışlarını mehru'ya atıp Önüne döndü aheste.


"Yok mu senin şu askerlerden biri. Dağ gibi adamlar çağır birini yardım etsin."

"Mehru adamlar benim ayak işimi yapmıyor. Asker onlar asker. Bordo bereli. Sırf albaylarının kızıyım diye bana hizmet edecek değiller."

"Kendi ağzınla söylüyorsun. Bordo bereliler. Gücün alası vardır onlarda. İki dakika çıkarsınlar gidelim."

"Ölürüm de söylemem." Yemin etmiş gibi konuşmuştu.
"İyi, tamam. Ben isterim." Dedi kendi işini kendi halleder havasıyla etrafına bakındı. Yardım edecek birini ararken, gözüne yine günün şanslı ismi takıldı.

Teoman...

Elinde plaketi ile oynarken, bütün bir heybetiyle yürüyordu. Mehru bu yardım eder. derken, "Pardon? Bakar mısınız?" Demişti. Teoman sesin geldiği yöne bakarken, önce bir etrafına bakındı ona mı sesleniyor diye. Etrafında ondan başka kimse yokken anlamıştı ona seslendiğini.
"Sana diyorum. Etrafına bakınma." Demişti ardından.
"Buyrun? Bir sorun mu var?" Diye sormuştu Teoman.

Mehru mütevazı bir tavırla, "Ya... bizim bavul sıkıştı. Çıkaramadık. Yardım eder misiniz?" Diye sorarken bavulun sıkıştığı yöne bakmıştı. Hemen bitişiğinde aheste'yi görünce yüzünde anlık bir tebessüm oluşmuştu.
"Aheste bacım? Ne yapıyorsun burda?" Diye sordu keyifle. Aheste Teoman'ı görünce, "Arkadaşım gelmişti Ankara'dan. Bavulunu ağacın dibine bırakmış, sıkışmış. Çıkaramadık, yardımcı olur musun?" Demişti kibarca. Teoman az önce ondan yardım isteyen kadına baktı. Arkadaşının o olduğunu anlamış olacak ki, bavulu almak üzere ağacın dibine yanaştı.

Bavulu bütün bir heybeti ile çıkarırken, hemen mehru'nun önüne bırakmıştı. Mehru aheste'ye bakıp, demiştim dercesine işaret etmişti Teoman'ı. "Sağol." Demişti aheste.
"Sağolun." Dedi hemen ardından mehru. "Rica ederim. Arkadaşınız kim?" Diye sordu birden. Mehru hemen öne atılıp, "Mehru ben. Aheste'nin hem arkadaşıyım hemde meslektaşı." Demişti tebessümle.
Teoman mehru'nun uzattığı eli koca eliyle kavrarken, "Memnun oldum. Ben de Teoman. Teoman bozkuş. Aheste bacımın babasının timinde ki askerlerden biriyim." Böyle açıklayıcı bir şekilde konuşmuştu. Mehru şaşkınlıkla afallamış bir şekilde aheste'ye, ne diyeceğim ben şimdi? Bakarken, Teoman'a, "Bende memnun oldum." Dedi tebessümle. Teoman, "Nereye gideceksiniz, ben bavulu taşımanıza yardım edeyim." Demişti.

"Köye, lojmana gidecektik. Ama gerek yok. Biz gideriz sağol Teoman."

"Olur mu öyle bacım? Ben yardım edeyim size." Demişti. Bavulu kavradığı gibi, aheste ve mehru'nun peşinden gitmişti. Onlardan bir hayli uzundu. Mehru arada bir bakmak isterken boyun fıtığı geçiriyordu.
"Nerede yaşıyorsunuz mehru hanım?"

"Ankara'da." Dedi tekdüze bir cevapla.

"Ya. Ankara güzel memlekettir. Ne öğretmenisiniz?"

"Türkçe."

"Ne güzel. Güzel dilimizin öğretmeni olmak güzel seçim olmuş sizin için."

"Sağolun." Dedi mehru bu cevaplar karşısında ne tepki vereceğini bilemeyerek.
Karakolun çıkışına vardıklarında, kapıda bekleyen nöbetçi asker, Teoman'a selam durup, kapıyı açtı.
Teoman selamına karşılık başını usulca sallayıp, önden geçmeleri için aheste ve mehru'ya yol verdi. Dışarı çıktıklarında, köye doğru yürümeye başladılar.

"Güzel köymüş." Dedi, hiçbir cevap alamadığı cümlesine karşılık.

Aheste ise kenarda onları pür dikkat dinlerken, yaklaşık on dakika önce ona askerlerle ne işin vardı diye soran mehru değilmiş gibi Teoman'la girdikleri sohbete şaşkındı. Mehru işte diyip geçiştirmişti.

"Çok terör olayı görüyor musunuz? Saldırı falan oluyor mu?" Sorusu garipti. Ama böyle bir köye göre gayette makuldü.
"Dağlarda genelde oluyor. O şerefsizler her an, vakit kollarlar. Ne zaman ne yapacakları belli olmuyor. Bizde işte gece gündüz peşlerindeyiz."

"Zor olmuyor mu? Yani asker olmak?"
Sorusu üzerine Teoman gülmüştü.
"Zor olsa seçer miydik?"
"O da doğru."

"Yani zor yanları da var. Ama asker olmak bir şereftir. Her yanı ile."
Sessizlik ortama hakim olur iken, mehru ve Teoman aheste'nin sessizliğinn farkına yeni varıyordu.

"Aheste bacım, sen niye sustun?"

"Ha? Yok ben sohbetinizi bölmek istemedim. Ondan." Dedi. Lojmana yaklaşırken, adımları yavaşladı. Lojmanın önünde siyah bir arazi aracının önünde arabaya yaslanmış olarak bekleyen, iri yapılı bir adam vardı. Teoman'ın eli anlık silahına giderken, bu adamın bir tehlike arz edeceğinden emin değildi.

"Aheste bacım. Bekleyin." Demişti. Tedbir amaçlı. Aheste ve mehru endişe ile beklerken, arabanın önünde bekleyen adam onları farketmiş olacak ki, o tarafa doğru gelmeye başladı.

"T-teoman bu geliyor." Dedi aheste. Mehru ile birlikte Teoman'ın heybetli gövdesinin arkasına saklanırken, adamın dikkatlice adımlarını takip ettiler.

"Dur! Yaklaşma!" Diye bağırdı, Teoman sert sesiyle. Ama adam inadına yürüyordu onlara doğru.
Teoman silahını çıkarıp ona doğrulturken, gözünde en ufak bir korku yoktu.
"Sana yaklaşma dedim!" Dedi ardından. Adam tam karşılarında durduğunda, artık durmuştu.
"Kimsin?!" Diye sordu Teoman.

"Aheste karakılıç hanginiz?" Diye sordu karşıda ki adam sert sesiyle.
Aheste bu soru karşısında daha korkarken, Teoman'ın ardından sıyrılıp, adamın görüş alanına girdi.
"Benim! Kimsin?!" Dedi. Adam aheste'ye baktı. Çınar'ın ona attığı fotoğraftaki kadınla aynıydı. Bahsettiği kişi buydu.

"Çınar Erkuran tarafından gönderildim. Yeni koruman olarak. Güvenliğiniz ve sorumluluğunuz benim sorumluluğum altında." Aheste duyduğu isim karşısında sinir küpüne dönerken, "Söyle o gerizekalı patronuna, benim sizin gibi emir kulu itlere ihtiyacım yok. Geldiğin gibi geri dön!" Dedi yüksek sesle.

"Eğer geri dönersem beraberimde sizi de götürmek zorunda kalacağım. O yüzden zorluk çıkarmayın." Adamın niyeti ciddiydi. Çınar'ın göndereceğim dediği koruma bu olmalıydı.

Teoman silahını beline geri koyarken, aheste tamamen arkasından çıkmış adamın tam karşısına dikilmişti. Ayağında ki topuklu ile yürümek zor olsada ayakta durmayı başarmıştı.
"SEN BENİ ANLAMAKTA ZORLUK MU ÇEKİYORSUN BE ADAM?! BENİM SİZİN GİBİ KORUMA BOZUNTULARINA İHTİYACIM YOK!"

"İyi o zaman buyurun Ankara'ya geri dönelim. Zira Çınar bey sizi çok özledi."

"BEN GELMİYORUM SEN GİDİYORSUN! O GERİZEKALI PATRONUNA DA SÖYLE BANA BİR DAHA BÖYLE OYUNLARLA GELMESİN. ONUN UMRUNDA OLAN BENİM GÜVENLİĞİM DEĞİL, ONA KARŞI YAPACAĞIM YANLIŞ DAVRANIŞLAR." Engerek isimli adam dev cüssesi ile aheste'ye doğru yürüyüp, kolundan sıkıca kavradı. Aheste anlık bağırmaya başladı.

"Ne yapıyorsun ya?! Bırak!"

"BIRAK LAN KIZI!" Teoman sinirle engerek isimli adama hızla koştu ve vardığı gibi okkalı bir yumruğu suratının ortasına koymuştu. Engerek sadece sendeledi. Tekrardan doğrulduğunda dik duruşuyla sanki hiç yumruk yememiş gibi Teoman'a boş boş baktı.

"SANA GELMEK İSTEMİYORUM DİYORSA ÖYLEDİR! ŞİMDİ NASIL GELDİYSEN ÖYLE DE DÖN."

"Teoman sakin ol tamam." Dedi aheste. Teoman'ın önüne geçti. herhangi bir hareketinde engellemek için. Gerçi bu iki dev cüssenin arasında herhangi bir hareketi zayıf bedeni ile nasıl durduracaksa o da bilmiyordu. Engerek denilen adama sinirle baktı. Nefes nefese beklerken, sinirle inip kalkan göğsünü kontrol etmeye çalışıyordu. Ama nafile ne siniri dinerdi ne de göğsü öfkeli nefes alışverişlerini bırakırdı.

"Aheste erdem albayıma haber verelim. Çözse çözse o çözer."
Aheste arkasına dönüp Teoman'a korkuyla baktı.
"Hayır hayır. Ona söyleme. Sakın. Teoman rica ediyorum babama söyleme. Onun bu olayla bir ilgi alakası yok. Ortalık daha da karışmasın." Bu adamın gitmeye niyeti olmadığını anlamıştı. Ya sakince konuşup gönderecekti ya da burda kalacaktı. Başka çaresi yoktu. Babası olayları öğrenmemeliydi. Erdem öğrenirse aheste'ye yapılanları, mesleğini bile tehlikeye atacak şeyler yapabilirdi. Aheste'nin korktuğu da buydu. Yıllarını verdiği mesleğini bu aşağılık herifler yüzünden kaybetmesine gönlü elvermezdi.

"T-tamam. Anladım. Ben seninle bu konuyu konuşacağım. Ama şimdi değil." Dedi nefes nefese. Göğsü ağır nefesler karşılığında sıkışıyordu. Teoman'a baktı birkez daha.
Kısık sesle, dolan gözlerine inat düğüm olmuş boğazıyla yutkundu ağır ağır. Elleriyle işaret verircesine,
"Teoman, sana yalvarırım, babama hiçbir şey söyleme. Lütfen... Ben ona konuyu bir şekilde izah edeceğim. Ama senden duymasın lütfen."

"Niye bacım? Bu şerefsiz kim? Niye seni götürmek istiyor? Çınar kim?"
Sesi gür ve öfkeyle çıkmıştı. Aklı karışmıştı. Yardım edememek belki de zoruna gidiyordu. Bu adama gereken cevabı veremediği içindi belkide. Bilmiyordu.
Aheste ne cevap vereceğini bilmiyordu. Mehru'ya baktı çaresizce. Ne diyecekti. Saplantılı bir adamla zorla nişanlanıp her gün ayrı bir adamın esiri olmak zorunda olduğunu mu? Ya da parmağında sadece bu günlerinin iyi günler olduğunu defalarca hatırlatan bir kelepçeyi taşıdığını mı? Hangi yoldan söylemek isterdi?

Sonuç yine aynıydı. Birilerinin canı yine yanacaktı. Birileri yine üzülüp onun uğruna yara alacaktı. İnsanlardan uzak olmak belki de ona daha kolaydı. Çevresi ne kadar az insanla çevrili olsa belki o da daha az yara alırdı. Çünkü çınar ona canıyla değil cananıyla zarar vermenin daha kolay olduğunu çoktan farketmişti. Parmağındaki yüzüğün temennisi de aheste'nin cananı değil miydi?

Şimal miydi, bütün bunların sorumlusu? Yoksa aheste'nin kendi canından çok sevdiklerinin canına kıymet verdiği kalbi miydi? Belki de her ikisi.
"Anlatamam sana Teoman. Senden sadece babama söylememeni istiyorum." Sesi gitgide kısılırken, gözyaşları daha şiddetlendi.

"Lütfen..." Dedi son kez kısık sesle. Boğazında öyle bir düğüm oluşmuştu ki, yutkunsa boğazı yutkunmasa gözleri acı çekiyordu. Her türlü canını yakan bir düğümdü bu. Çözülmezdi, çözülemezdi. Susardı. Soğuk, keskin bir bıçaktan farksız suyu içerdi açılarının üstüne. Onunda eyvallahı buydu. Bir bardak soğuk su. Ya da keskin bir bıçak...

Teoman çaresizce baktı. Sustu sustu. Birşey diyecekken demedi. Yuttu cümlesini, zorla yutkunarak.
Ne diyebilirdi ki, ona böylesine çaresizce yalvaran bir kadına karşı? Sadece susardı. Tıpkı annesine karşı yaptığı gibi...
Babası annesini öldüresiye döverken, çaresizce sustuğu gibi. Yardım istemek için adım attığında, annesinin onu susturup durdurduğu gibi. Bir kadın yine ondan çaresizce yardım istemişti ve o yine susmuştu. Diline mührü vuran yine aynı kelimeydi. Ama bu sefer sihirli değildi. Zehirliydi.

Lütfen... Onun için hiçbir zaman sihirli sözcük olmadı. Yalvarırım dercesine söylendiği zaman onun için zehirden farksızdı. Kanına ilmek ilmek işlerdi. Ve Teoman susmaya mahkûm olurdu. Çaresizlikle...

"T-tamam. Tamam. Kimseye söylemeyeceğim. Söz veriyorum. Ama," dedi nefes nefese kalan bu sefer oyken.
"Bu adama ya da o çınar denen it her kimse. Sana en ufak zarar verdiği an bana söyle. Yemin ederim bacım, en ufak bir yanlışlarında susmam." Yemini lanet gibiydi. Susmayacağına yemin etmişti ama sadece bir süreliğine.

Aheste hiçbir şey diyemedi. Sadece sustu. Mehru çaresizce bakarken ona, içi yanıyordu. Her şeyi bilip susmak onun içinde ağır bir yükten farksızdı. En sevdiğin dostun gözlerinin önünde çaresizce sana bakıyorken, belki de onu sonsuza kadar bu cehennemden çekip çıkaracak olan insanların yanında sana sus derken çaresizlik onu en zayıf noktasından kıskıvrak yakalamıştı. Ağzına bir yama dikmişti. Sadece bakabilirdi ona. Susarak... Haykırmak yerine...

Aheste tekrardan engerek'e döndü. Hiçbir şey demedi. Ne sinirliydi ne de siniri yatışmıştı. İçi kor alevken sadece baktı ve sustu. Birşey diyecekken yuttu. Biliyordu, ne dese kifayetsiz, kendini parçalasa şurada boşunaydı. Çünkü Çınar değil ölüme kadar, öbür dünyada bile peşini bırakmayacaktı. Sorsan aşıktı. Aşk böyle birşey miydi? Hiç yaşamamış, hissetmemiş sadece görmüşken, başkasından aşkın böyle olduğunu, inanacak mıydı kötü birşey olduğuna? Onu aşktan bile soğutacak bir aşk idi bu.

Sadece canını yakacak, yara verecek, can alacak bir sevgi. Saplantı haline getirdiği bu sevgi sadece onu değil, aheste'yi de öldürecekti. Çünkü ölürken bile onu yalnız bırakmamak için ya da yalnız kalmamak için onu da ölüme sürükleyecekti. Onun aşkının adı buydu; Saplantı.
Sevdiğini sanarken, kıskanmanın sevmek olduğunu bellemişti.

Bir hışımla lojmana yürüdü. Ayağında mi topuklular engel olsa da yürümesine, inatla devam etti yolun mehru elindekileri bırakıp peşinden koştu içeriye. Lojmanın anahtarını hararetli bir şekilde ararken kapının önünde ki paspasın altından, bulduğunda hala hararetli bir şekilde açmaya çalışmıştı. Gözyaşları artık kendini akmaya adamıştı. Durmak bilmiyorken, yanağı sırılsıklam olmuştu. Lojmanın kapısı açılmak bilmezken, tekmelemeye başladı. Sert tekmelerle tahta kapıya darbeler indirirken, ayak parmakları kan içinde kalmıştı.

Daha tam iyileşmemiş olan kırık ayağı bir kez daha ağrıyla inletmişti onu.
"AÇIL ALLAH'IN CEZASI AÇIL!"

Öfkeyle nefes nefese kapıyı tekmelerken, mehru ne yapacağını bilemedi. Durdurmak istedi. Canı yanmasın istedi. Yapamadı. Alev almışken canı, dokunupta daha fazla yakmak istemiyordu.

Tekmelediği tahta kapı sonunda açıldığında, bir hışımla içeri girdi. Mehru peşinden koşarak kapıyı kapattı. Birazdan neler olacağını bilerek duvarın bir köşesine sinip elleriyle başını korudu.
Aheste sinirle eline ilk gelen tüplü televizyonu olduğu gibi yere savurdu.

"YETER ARTIK! YETER! BIKTIM SENDEN! ŞEREFSİZ ADİ KÖPEK! NE İSTİYORSUN?!" Bir tekme attı televizyona.

"Ne?!" Bir tekme daha.

"Ne?!" Bir tekme daha.

Duvara asılı bulduğu odun bastonlardan birini aldı. Lojmanın pencerelerine sert bir darbeyle vurdu. Camlar yerle bir olup etrafa savrulurken, durmadı. Mehru duvarın bir köşesinde sessizce bekledi. İçine ata ata artık dolup taşdığı için bunları yapmasına izin verdi. Engel olmadı. Olamadı.

"BİRGÜN BAŞKA BİR ADAM GÖNDERİR! BAŞKA BİRGÜN BAŞKA BİR ADAM. GÖTÜMÜN PEŞİNDEN AYRILMAZ! ŞEREFSİZ GERİZEKALI! PARMAĞIMA BİR YÜZÜK TAKAR, HAYATIMI ZİNDAN EDER!" Pencereler tuzla buz olmuşken, gözyaşları içinde durmadı. Yıkmaya devam etti.

"SORSAN AŞIK! AŞK BU MU LAN?! AŞK BU MU GERİZEKALI?! SEN KENDİNE ADAM MI DİYORSUN?!"

Elinde baston ile nefes nefese kalmışken, yerdeki yastıkları dağıtmaya başladı. Kimisine tekme attı kimisi savruldu mehru'ya ulaştı. Bastonu alıp televizyonu paramparça etmeye başladı. Arada bir durup gözyaşlarını sildi. Tekrardan devam etti.

"BEN MALIM! BEN GERİZEKALIYIM! BENİ SIRTIMDAN VURAN BİR KADIN İÇİN HAYATIMI KARARTTIM! SONUÇ; BOMBOK! BENİ GÖTÜNE BİLE TAKMIYOR."

Defalarca kez üst üste vurdu. Bileği ağrıyordu artık. Ayak parmağı kan revan içinde kalmışken, acıyı hissetmedi. En büyük içinde idi. Canı teniyle değil kalbiyle yanıyordu. Artık boğazına kadar içine battığı bu bataklık onu çırpındıkça içe çekiyordu. Hareket etmese tekrar batıyordu. Her türlü o sondan kurtulmak için çırpınmaya devam ediyordu. Ama boğazına ulaşan bataklık çamuru onu artık vazgeçirmeye başlamıştı. Pes etmeye başlamıştı. Bırakıyordu savaşı yavaş yavaş.

Kılıcı kayıptı, elinde sadece kalkanı vardı. O da zayıflıyordu, aldığı darbelerle. Aheste savaşı yavaş yavaş kaybediyordu. Ateşkes diyemezdi. Bu kaybettiğini açıkça belli ederdi. Kalkanını indiremezdi, yine kaybettiğini belli ederdi. Çare yine onun için susmakta saklıydı.

Sessizce, yenildiğini farketmelerini bekleyerek...

"GİTME DEDİM! SEVME DEDİM! O ADAM SANA ZARAR VERECEK DEDİM! DİNLEMEDİN!" Dedi çaresizce.
Sitemi yine şimal'e idi. Yüzüne söyleyemediği daha o kadar çok şey vardı ki, haykırmak ona bu kadar kolay geliyorken, söyleyemedi.

Diğer pencereye doğru yönelip onu da kırmak, dökmek, rahatlamak istiyordu.
Bastonu sıkıca kavradı pencereye bir darbe indirdiğinde bir darbeye daha gitmedi eli. Durdu. Bastonu tutan eli bir darbe daha indirecekken durdu.
Gördüğü şey ile durdu.

Nergisler...

Annesinin kokusu. Babasının hediyesi. Bir kere koklasa giderdi bütün siniri, derdi tasası. Bastonu yavaşça yere bırakıp nergislerin olduğu saksıyı avuçlarına aldı. Nazikçe, zarar vermeye çekinircesine aldı avuçlarına. Gözyaşı dökülüp, usulca saksıya aktı.

Mehru sindiği duvardan doğrulup aheste'ye koştu. Cam parçalarının arasına çöken bedenin önünde durdu. Haykıra haykıra ağlayan aheste'nin önüne, cam parçalarının arasına çöktü o da. Beraber kanayan dizleri hiç yalnız bırakmadıkları birbirleri gibi beraber kanadı. Aheste'nin derdi vardı, mehru beraber dertlendi. Aheste ağladı, mehru ağladı. Aheste kanadı, mehru kanadı.
Ve yine aheste yıkıldı, mehru yine beraberinde yıkıldı. Düşerken de kalkarken de, iyi gününde de kötü gününde de yanında hep o vardı.

Yanında susarak değil, bağırarak ağladığı tek kişi oydu. Ve yine öyle yaptı. Haykırarak ağladı. Bunca zaman içine attıklarının acısını bu evden, gözlerinden, sesinden çıkardı.
Canından sordu bedelini...

"AHH!"

"CANIM YANIYOR MEHRU! CANIM YANIYOR AMA ANNEM YOK!"

"Şşş, ben burdayım. Yanındayım." Dedi. Elleriyle tuttuğu başını göğsüne yasladı. Kıvırcık saçlarını okşadı, öptü.

"Geçti, geçti. Bitti hepsi. Ağla, dök içini. Ben varım yanında. Kimse yok bak. Sakin ol."

Ağladı. Bağıra bağıra ağladı. Sesi inletti lojmanı. Mehru beraberinde ağladı. Gözyaşları akıp kıvırcık saçlarında kaybolurken, öptü aynı yerden defalarca.

Saatlerce öyle kaldılar. Aheste ağladı, mehru sustu.

🎶

 

"Hadi beyler. Hadi hadi hadi! Görev yakın. Böyle mi hazırlanacaksınız?!" Aytekin'in sesi gür ve sert çıkmıştı.
"Ben bir kayıp daha vermek istemiyorum! BEN BU TİMDEN BİR KARDEŞİMİ DAHA TOPRAĞA VERMEK İSTEMİYORUM!"

 

"K-komutanım. B-bari kutlama yapsaydık yeni rütbenizin şerefine." Çakır'ın sesi zorlanarak çıkmıştı. Kan ter içinde kalmıştı hepsi. Tören bittiğinden beri kavurucu güneşin altında idman yapıyorlardı. Daha doğrusu Aytekin idmanı yine işkence haline getirmişti. Hepsinin sırtına birer asker oturtup şınav çektiriyordu.

 

"Kutlamayı kendin yaparsın Bayramoğlu! Rütbe alındı diye kutlama mı yapılır?! Babanın evinde de kutlama yapıyordun zaten!" Sözleri sertti. Ama tim gülmüştü.
"BOZKUŞ!"

 

"Emredin komutanım!" Demişti Şahin.
Aytekin elleri arkada bağlı, başında askeri şapka üstünde askeri kamuflaj pantolonu ve penyesi vardı. Kasları belli oluyor her hareketinde kasılıyordu.

 

"Teoman nerede?"

 

"Bilmiyorum komutanım!"
Dedi bağırarak. Gitgide zorlanıyordular. Şahin'in sözüyle Aytekin tatmin olmamıştı. Timden biri bile eksik olunca, yine oynuyordu sinirleri. En çokta ağrıyan şey başıydı bu durumlarda. Migreni vardı. İlaç kullanıpta doktora görünmek bugüne kadar hiç geçmemişti aklından. Ölümü öyle kazımıştı ki belleğine, yaşamak bir yerlerde umrumda oluyordu. Ona tavsiyede bulunanda azdı. Ya Erdem albay ya da cengiz arada bir uyarırdı bu konuda.

 

Üstüne basa basa gerek yok dedikçe daha çok inatlaşıyorlardı birbirleri ile. Aytekin buydu. Umrunda olan tek şey işiydi. Görevi ve sorumlulukları.
Hayatını da bu yolda adamamış mıydı? İyileşmek ne diye diyip duruyordu, aklında ki düşünceler.
Beynini kemirip bitiren o kadar çok düşünce vardı ki, lanet olası hastalık ağrıları ile felç ediyordu vücudunu.

 

Bazen o düşünceleri susturmak adına sadece sigara içerdi. Ya da tek bir yere gider, içine bu düşünceleri susturan şarkıları yüklediği kasedini yanına alır oraya, nergis ve güllerin beraber yetiştiği çayıra giderdi.
Nergislerin güllerle karışık kokusunun bezendiği çayırın ortasına yatardı. Yüksek dağların ardında, her gece o çayırı aydınlatan ay, onun içinide aydınlatıyordu. Düşünceleri şarkılarla, ay'la ya da nergislerin ve güllerin birbirine karışan kokusuyla susuyordu.

 

Yıllar önce bırakmıştı aslında düşüncelerle boğulmayı. O kadın diye kastettiği annesi ondan sadece kalbini almamıştı. Gidişi değilde belki kalışı onu boğardı düşüncelere. Aklında onunla ilgili en ufak bir düşünce kırıntısı kalmamışken, neyin düşünceleriydi bu susmayan? Sigaralara, ay'a, çiçeklere ihtiyaç duyan bu zihnin oyunu ne idi? Zekasından, gücünden ödün vermeyen bir adam nasıl olurda bu kadar zayıf şeylere bağımlı olurdu?
Ne o anlam verebiliyordu ne de zihni.

 

Son iki üç haftadır aklına takılan bir iki isim vardı sadece. Beynini kemirip duran sürekli cevabını aradığı tek soru vardı.
Aheste denen kadının, çınar denilen adamdan bahsedilince verdiği tepkileri. Nişanlın mı? Sorusuna verdiği tahammülsüzlük cevapları. Kafa karıştırıcıydı, onun için.

 

Aytekin zeki adamdı. Yıllarca insanlarla konuşmayarak, insan sarrafı olmuş biriydi. Bazen dışardan sadece dikkatlice incelemesi ya da hal hareketlerini inceden inceye gözetlemesi yetiyordu, o kişi hakkında bir kanıya varmasına.
Aheste'de bu kişilerden biriydi.
Dışardan belli etmemeye çalışan ama Aytekin'in gözünden kaçmayan hal hareketleri vardı. Birşeyler saklamaya çalışırken, aynı zamanda ele vermeye de çalışıyordu. Yardım istiyor ama yardım almaktan korkuyordu sanki. Kendi aklında buna varmıştı.

 

Hastanede sırtında boylu boyunca bir yara izi vardı. Parmakları ile dokunup yarayı hissettiğinde, herhangi bir cisim tarafından yapılmadığını anlamıştı. Bıçak veya keskin bir cisim aracılığıyla bilerek açılmış derin bir yaraydı. İşin garip kısmı ve ilgisini çeken yönü ise yara hilal şeklindeydi. Hilal'e yakın bir şekil verilmeye çalışılmıştı. Zamanla kabuk tutup kumaşlar yüzünden kabuklar sökülünce yara iz kalmıştı.

 

Bunu biri mi yaptı sorusuna karşı ise bir yerlere çarpmış olabilirim. Cümlesi dikkatini çekmişti. Herhangi bir cisim yarayı hilal şeklinde açamazdı. Burda sakladığı her neyse pot kırmıştı Aytekin'e karşı. Aytekin bunu farketmişti. Çayıra giden yolda, çayırda, dönüş yolunda, sigara içerken bile aklına takılan tek düşünce ve soru buydu; bu kadında birşeyler var, ama ne?

 

Belkide ilk defa susturamadığı tek düşünce bu olmuştu. Onu susturmak için düştüğü yolda bile düşünen ve susmak bilmeyen zihninin yeni oyunu belkide bu kadın ile ilgiliydi.

 

Şiddetle mi takılmıştı, o yüzük o parmağa?
Zorunda bırakılmış mıydı birşeyleri yapmaya?

 

Bu düşünceleri susturmak için tek yol vardı; peşinden gitmek, düşüncenin kaynağını incelemek.
O kadın diye bahsettiği annesinin uğruna onu terkettiği ailenin soyadına sahipti o adam. En çokta bu dikkatini çekmişti. Sadece küçükken bir kere olsun baktığı televizyonda annesinin başka bir adamla evlendiğinin haberini izlemişti. Ve tek bir isim kalmıştı zihninde, o günden bugüne.

 

Erkuran.

 

Annesinin saadeti bulduğunu sandığı ailenin ismi buydu; Erkuran.
Uğruna yaktığı gençliği, hayatı ve hiç sevmediği oğlunu bırakıp gittiği sebepti. Ardında adından önce parası gelendi.

 

5 yaşındaki bir çocuğu, uçurum kenarında bir kulübede kaderine terk eden kadın, yıllar sonra yeni soyismi ile bulmuştu onu.
Ama ne adam yıllar önceki çocuktu, ne de kalbi hâlâ varolabilmişti.
Sesi içine, kaburgalarının arasına hapsolması gereken kalbinin yerine hapsolmuştu. Kalbi gibi kaburgalarının duvarlarına çarpa çarpa çıkmaya çalıştı yıllarca. Çıkamayınca, zihnine hükmetti adamın.

 

İçinde susmak bilmeyen sesi, zihninde hükümdarlığını ilan etti. Artık orda bağırabiliyor, kaburgalarını çatlatmak için indirdiği darbeleri kafatasına indiriyordu.

 

İleriden gelen Teoman, hızlı adımlarla time doğru koştu.


"Haaah! Geldi haspam." Dedi çakır.
Teoman nefes nefese Aytekin'in önünde durdu. Elini alnına atıp selam durdu.
"Geç kaldığım için özür dilerim komutanım!" Diye bağırdı. Aytekin sadece baktı, sinirli gözlerle.
"Nerdeydin bozkuş?!"

"Erdem albay'ın kızına köye kadar eşlik ettim, komutanım!"
Aytekin duyduğuyla afalladı. Sahnede onu gözlemlerken, yanına mehru denen arkadaşı gelmişti. Hararetli hararetli konuşurlarken, parmağındaki yüzüğü kıza işaret etmişti sinirle. Sonra ise hızla ayrılmıştılar ordan.

Teoman Aytekin'e doğru eğilip, yaklaşmasını istediğinde, Aytekin yavaşça düz bir ifade ile Teoman'a doğru eğildi.
"Komutanım, sizinle sonra konuşmak istediğim birşey var. Özel olarak..." Demişti. Aytekin tekrar dik duruşa geçtiğinde, hiçbir şey söylememiş, başını usulca eğmişti, olumlu anlamda.
"BOZKUŞ! GEÇ ŞINAVA!"

"EMREDERSİNİZ KOMUTANIM!"

"BİZ KİMİZ?!"

"TÜRK ASKERİ!"

"BİZ KİMİZ?!"

"TÜRK ASKERİ!"

"BİZE UYKU HARAM!" Dedi Aytekin elleri arkada bağlı, bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelirken.

"BİZE RAHAT, HUZUR, EĞLENCE, MUTLULUK, DİNLENMEK, SEVGİ, AŞK HEPSİ HARAM! REHAVETE KAPILMAK YOK! DÜŞMAN BEKLEMEZ! ÇAKAL AVINI AVLAMAK İÇİN BEKLEMEZ! TÜRK UYUMAZ, UYUTUR!"

"BİZ NEYDİK?!"

"TÜRK ASKERİ!" Tim hep bir ağızdan bağırıp, aynı zamanda hırslıca şınav çekerken, gözlerini kara bürümüştü.
Nefes dahi almadan kan ter içinde devam ettiler. Onlar için sadece birkaç söz yeterdi.
İki kelimeydi onların hırsı.
Türk ve görev...

Karşıdan gelen asker, emin adımlarla Aytekin'e doğru gelmiş ve selam durmuştu.
"Komutanım, Erdem albay sizi ve timinizi toplantı odasına bekliyor."
Aytekin hiçbir şey demeden başını ağır bir edayla sallamıştı aşağı yukarı.
Asker emri duyunca birkez daha selam durup ordan ayrılmıştı.
"TİM! Toplan gidiyoruz." Dediğinde tim toplanmış ve Aytekin'in peşinden üsse yürümüştü.

"Olm Çakır, bir siktir git amına koyayım. Terin bok kokuyor."

"Aşk olsun komutanım, hepimiz terledik." Dedi cengiz'e. Cengiz yüzünü ekşitmiş bir şekilde iğrendiğini belli eden bir tavırla, çakır'a bakarken hâlâ, çakır utanmıştı. O kadarda kötü kokmuyordu. Aytekin komutan ağızlarına sıçmıştı yine.

"Hepimiz terledikte senin gibi bok kokmadık be oğlum."

"O kadar mı kötü?"

"Burnumun direği sızladı."

Çakır koltuk altını koklamak için başını askeri tişörtüne doğru yavaşça eğerken, kokuyu daha eğmeden almıştı. Kendi kokusundan ilk defa midesi bulanırken, cengiz'e hak vermişti. Duş jelleri, sabunları, şampuanlar yetmezdi bu kokuyu gidermeye.

"Haklıymışsınız komutanım." Dedi utangaç bir tavırla.
"Beyler Erdem albay hepimize birer madalya takar artık."
Demişti Teoman.
Tim ne dediğini anlamamış olacak ki birbirlerine baktılar. Aytekin en önde devam ederken yoluna, Teoman'ın ne diyeceğini o da merak etmişti lakin hiçbir tepki vermemişti.

"Nasıl yani komutanım?" Dedi yaman.

"Aytekin komutanım canımıza okudu yine. Güneşin altında davar gibi askerleri sırtımızda şınav çekerek kaldırdık. Gölge varken. Erdem albay elbet görmüştür."
Aytekin olduğu yerde durup Teoman'a baktı.
"Valla Teoman komutanım boku yedi."

"Bozkuş, yürü. Düş önüme."

"Emredersiniz komutanım." Dedi çaresizce Teoman.

Timden uzakta bir köşede Aytekin ve Teoman durmuş, Aytekin Teoman'ın derdini anlamaya çalışıyordu.
"Nedir oğlum senin derdin? Söyle kurtul bu oyunlarla gelme bana."
"Komutanım sadece birkaç dakikalığına rütbeden çıkabilir miyim?"

"Çık."

"Ohh... şimdi aga benim dert büyük. Başkasının çaresizliği yüreğimi yakıyor." Dediğinde, Aytekin anlamamış olacak ki merakla daha yaklaştı Teoman'a.
"Kimin çaresizliği?"
Teoman söyleyip söylememekte çaresiz kalırken, bu yükü daha fazla tek başına taşıyamayacağını anlamıştı.
"Aheste... Aga bu kızın başında bir bela var, rahat bırakmıyor şerefsizim." Dedi. Aytekin duyduğu isimle iliklerine kadar ürperirken, şakaklarına yine bir ağrı girmiş, sinir sistemine kadar hücum etmişti.

"Nasıl bir bela?" Diye sordu, oldukça sert ve kalın çıkmış sesiyle.
"Hani bu kız nişanlıydı ya, işte bunun nişanlısı olacak şerefsiz kızdan haberdar olmak için peşine koruma göndermiş köye. Az evvel kızla arkadaşına köye kadar eşlik ettim, itin teki çekmiş parayı sineye kızı tehdit edercesine konuştu. Yok bilmem çınar Bey'in selamı varmışta, sorun çıkarırsan seni Ankara'ya geri götürürümde. O an kıza öyle bir bakışı vardı ki öldürüp gömesim geldi şerefsizim."

"O ne yaptı?" Bahsettiği aheste idi.
Yine şakağına keskin ağrıyı getiren o isimdi. Diline varmayan ama bir zelzele gibi beynini kasıp kavurandı.
"Ne yapsın kızcağız, öylece kaldı. Adama istemiyorum desede adam sümük gibi yapıştı. Erdem albay'a söylemeye korkuyor. Yemin ettirdi söyleme diye. Sustum. İçimde tutamadım sana geldim aga. Bu kızda birşey var. Arkadaşı biliyor birşeyler. Susuyor ama." Aytekin düşünmeye başladı. Yine hücum etti aklına o düşünceler. Tahminlerinde haklıymışsın dedi aklı.

Bu kızda birşeyler var. Ama susuyor.
"Arkadaşına yakınlaş." Dedi birden sert ve soğuk sesiyle.
"Sen ne diyorsun aga. Ben hayatta yapmam öyle birşey. Bilirsin beni bugüne dek yanıma dişi sinek bile yaklaşmamış. Yapamam."
"Bozkuş, kıza evlenme teklifi et demedim. Yakın ol. Ne bileyim arkadaş ol. Sana kendini yakın hissetsin. Belki öter birkaç birşey."

"Direkt soralım. Belki yardım edebileceğimizi anlar öter."

"Lan sikik, sen demiyor musun kız susuyor. O zaman ona da yemin içirmiş. Öter mi hiç. Bu şerefsiz nişanlısı nasıl bir sikse bir şekilde korkutmuş gözünü."

"Haklısın aga. O zaman sen arkadaş ol. Ben niye oluyorum?"
Aytekin'in sinirleri hat safhaya ulaşırken, Teoman kötü enerjiyi almış olacak ki, lafını geri almayı diledi.
"Bozkuş, beni biliyorsun. Siktirme belanı. Sus, dediğimi yap."
"Tamam aga. Tamam." Demiş susmuştu. Time doğru yürümüş, hiçbir şey demeden toplantı odasına gitmişlerdi.

Aytekin önden kapıyı çalıp gir komutu alınca, içeri girmişti. Timde peşinden içeri girerken, odada tek kişi görmeyi bekleyen tim, bir kişiyle daha karşılaşmışlardı.
Erdem albay ve bir kadın asker masada oturmuş konuşurlarken, Aytekin ve timi Erdem albay'a selam durmuştu.
"Kılıç gel. Geçin şöyle oturun." Demişti. Rahat ve tebessümlü bir tavırla. Kılıç timi içeriye ağır adımlarla yürürken, teker teker buldukları sandalyelere oturmuşlardı.
Hepsinin tek odak noktası kadın askerdi. Aytekin'in ise gözleri Erdem albay'ın üstündeydi.

"Hoşgeldiniz çocuklar. Konuyu fazla uzatmayacağım. Timimizin gözde ve en iyi eğitimli askerlerinden Tekir'i şehit verdik. Kılıç timi ve daha bir sürü benzeri gibi timler en iyi eğitimi almış askerlerden oluşurlar. Kılıç timine yeni bir asker gerekiyordu. Eğitim ve disiplin açısından en iyi askerimiz olan teğmen Afet Zehre Çetemen'i kılıç timine uygun buldum.
Timinizin komutanıyla da anlaşıp yeni askerimizi timinde ilk göreviyle görmek isterim."
Herkes sessizdi. Aytekin'de aynı şekilde. Kardeşlerinin yerine gelen yeni askere alışmaları zordu. Elbet onun yerini tutamazdı. Ama tim asker açısından eksik kalamazdı. Aytekin, albay'ının lafının üstüne laf söyleyemeyeceğini ve bu konu hakkında haklı olduğunu biliyordu.
Suskundu yine her zamanki gibi.

"Komutanım, askeri açıdan evet bir eksiğimiz var. Ben bu konuya manevi bakmıyorum. Ama timimin söz konusu psikolojisi ise bakmak zorunda olduğumu da bilin. Askerimizi ilk görevini görmek üzere timimde görmek isterim. Lakin başarısız olması hâlinde kendisini timimde istemem. Timimin bugüne kadar hiçbir başarısızlığını görmedim." Teğmen kadına doğru bakarken, ona ithafen,
"Zira ben timimde zayıflara yer vermem. Bunu da en iyi siz bilirsiniz." Demişti son cümlesini erdem albay'a karşı yöneltirken.

"Bilirim, bilirim. Aytekin. Ama bu konuda teğmenime kefilim. Yüzümü kara çıkarmayacağına eminim." Dedi.
"Umarım." Dedi sadece soğuk ve boğuk sesiyle Aytekin.
"Yeni operasyonunuz, operasyon odasında söyleyeceğim size. Oraya geçelim." Dediğinde Aytekin timiyle beraber ayaklanmış, odanın çıkışına ilerlemişti. Yeni teğmen ve Erdem albay önden giderken, Aytekin ve timi arkadan onları takip etmişti.

"Komutanım bu yeni teğmeni time kabul edecek misiniz?" Sorusu Sancar'dandı. Aytekin'de bilmiyordu. Hem askeri açıdan erdem Albay'a güveniyordu aynı zamanda timinde kararı onun için önemliydi.
"Bilmiyorum, temli. Time yeni bir asker elbet askeri açıdan iyi olur ama manevi açıdan sizin de kararınız benim için önemli."

"Komutanım ben bu konuda size güveniyorum. Siz asla yanlış kararlar vermezsiniz."

"Eyvallah temli."

Operasyon odasının önüne geldiklerinde, albay önden girmiş, tim ise peşinden giriş yapmıştı odaya. Odadaki istihbarat üyeleri, albay'ı görünce ayaklanmış selam vermişti.
"Oturun çocuklar." Demişti.

Tim sırayla dizilmişti, masanın etrafına. Masanın ortasında dev bir harita vardı. Üstünde işaretlenmiş birçok yer vardı. Timin gözleri haritada takılı kalırken, Erdem albay söze girdi.
"Beyler, yeni operasyonun adı Sincar. Kuzey Irak Sincar'da habeyb'e kimyasal silah teminatı için habeyb'in adamıyla görüşecek olan mossou adlı adamın istihbaratı ulaştı elimize. Adam 7 farklı ülkede birçok kimyasal madde üreten şirketin sahibi. Elinde öyle bir silah var ki, habeyb'in birçok plan yapabileceği bir türde silah bu.
Mossou'uyu ve habeyb'in adamını takip edip mossouyu ele geçireceğiz. Geri kalan olan Aytekin sende. Timi nasıl yönlendireceğin sana kalmış."

"Emredersiniz komutanım. Bu mossou'yu tanıyor mu habeyb?"

"Tanıdığını sanmıyorum. Bir kereliğine mahsus adamla iş yapmayı kabul etmiş. İlk işide bu. Habeyb'in adamı ise onu yakasına takacağı ve en çok kullandığı simgeyle yani kuru kafa rozeti ile tanıyacaktır."

"Rozetin kendisini mossou'yu ele geçirdiğimiz zaman alırız."
Demişti Teoman. Mantıklı gelmişti.
"Peki mossou'nun yerine kim görüşecek adam ile?" Çakır'ın sorusu dikkatleri üzerine çekmişti.
"Ben görüşeceğim." Dedi Aytekin.
"Adamı tırların olduğu yere getirmem yeterli."

"Adama habeyb ile görüşüp tırları ele geçirdiğini söyletirsek habeyb tırları getirmesi için konum bildirecektir. Belkide onu orda kıskıvrak yakalarız."
Yeni teğmenin fikri Aytekin'in hoşuna giderken, time de mantıklı gelmişti.
"Riskli ama imkansız değil."

"Sincar'da tam olarak neresi?" Diye sordu ardından.
"Sincar'ın bir bölgesinde kalabalık bir pazarda olacak buluşma. Fazla dikkat çekmemek adına düzenlenmiş olabilir. Size konumu net ve belirgin bir şekilde bildirilecektir." Dedi Erdem albay.
"Anlaşıldı. Görev saati?" Diye sordu Aytekin.
"Yarın sabah şafak sökmeden yola koyulun." Dedi erdem.

"Emredersiniz komutanım."

"Hadi bakalım Allah yardımcınız olsun."

Tim dik duruşa geçip ellerini alınlarına attılar ve, "SAĞOL!" diye bağırdılar hep bir ağızdan. Teker teker odadan ayrıldılar. Afet hepsinin ardından çıktığında, dosdoğru karakolun çıkışına yürüdü. Tim bu tavrına karşılık hiçbir tepki vermemişti.
"Neydi bu şimdi?" Dedi çakır.
"Valla bilmem. Ama bayağı disiplinli. Aytekin komutanımdan daha taşşaklı." Dedi Teoman.

"Ah keşke bir duysa. Nasıl sikerdi belanı." Diye iç geçirdi çakır.
Teoman sadece güldü.
"Olsun kurban olsun belam ona."
Dedi tebessümle. Aytekin ise çoktan ayrılmıştı yanlarından.
"Hadi beyler ben gidiyorum." Dedi çakır. Şahin gülerek, "Nereye lan?" Dediğinde çakır, "Duş almaya, sonra gidip hatun anamı bir göreyim. Özledim valla." Ciddiyetsizce söylediği cümle şahin'e bir imaydı aslında.
"Hatun anada seni özlemiştir. Hemde ne biçim. Öyle böyle değil. Of..." Diye dalgasını geçmişti şahin.

Hava kararmaya yakın güneş batıyor yerini aya bırakıyordu. Çakır timin yanından ayrılmıştı. Tim ise uzun bir idman sonrası duş almaya gitmiş ardından ranzalarına çekilmişlerdi. Sabahleyin onları zorlu ve yorucu bir görev bekliyordu. İyi bir uyku onlara iyi gelecekti.

Aytekin ise yine her zamanki gibi ayın ortaya çıktığı an soluğu yine orada almıştı.

Lâyetezelzel'de...

Bir çayırdı burası. Kimsenin bilmediği, nergis ve güllerin beraber yetiştiği bir tarlaydı. Ufak bir dere geçiyordu yanından. Her akşamüstü ay gökyüzünde belirince oraya giderdi. Yine içine eskilerden kalma şarkıların dolup taştığı bir kaset vardı elinde. Tepenin yamacından aşağı yavaşça inip çayıra ulaşmıştı. Nergis ve güllerin kokusunun birbirine karıştığı bu yerde derenin sesi eşlik ediyordu sessizliğe. Dağların arasında beliren ay, bu gece dolunaydı. Işığı tamamen düşerken çayıra, tek ışık oydu.

Nergis ve güllerin tam ortasına geçmiş oturmuştu. Eline aldığı kasetinden rastgele bir şarkı açmıştı yine.

Neşat Ertaş'tandı...

Sazıyla girerken müziğe, Aytekin kollarına başının üstünde kavuşturmuş, çayırın tam ortasına uzanmıştı. Gözleri yine aya takılırken,

Yardan ayrı kalmak ya dost ya dost ya dost ya dost, zor imiş meğer.
Zor imiş meğer.

Demişti Neşat Ertaş.

Düşünceler yine serbestçe dolanıyordu zihninde. Şakaklarına ağrılar girmeye başlamıştı bile.
Cebinden çıkardığı sigara paketinden bir dal sigara çekti ve ağzına götürdü. Çakmağı ile yakıp derin bir nefes çekti içine. Dumanı bir süre içinde bekletip öyle saldı havaya.

"Niye susuyorsun?" Sorusu ona idi. Aklına gelipte diline varamayan birçok sorudan bazısıydı bu.
"Neyden korkuyorsun?" Dedi ardından. Düşünceler aklını ele geçirdi. Sigarasından bir fırt daha çekti. Onun aklına gelmiş yine ona nasıl yaklaşacağını düşünmüştü. Çünkü biliyordu, o kızda birşeyler var derken haksız değildi. Tahminleri doğru çıkınca, daha da emin olmuştu. Teoman'ın söylediğine göre babasına bile söyleyemeyecek kadar çok korkutulmuş olmalıydı. Nişanlısı olacak adam onu her ne ile tehdit ettiyse gözünü korkutmuş olmalıydı.

Yine yine ve yine ağrıların sebebi o olmuştu. 2 hafta boyunca dayanılmaz hale gelmişti. Konuşsa mıydı? Karşısına geçip Neyden korkuyorsun? Seni tehdit mi ediyor? Diyebilir miydi?

Birden doğruldu yerinde. Ağzında sigarası varken yavaşça çekti ağzından sigarayı. Bir saniye için olsun düşündü. Sorabilir miydi?
Sadece bir soru; inkâr ederse peşini bırakırdı bu işin, düşüncelerin. Evet derse ne yapabilirdi ki?
Nişanını mı atacaktı? Kolundan tutup kaçıracak mıydı? Hiçbir şey yapamazdı. Onu hiç tanımayan bir kadın ona nasıl güvenebilirdi ki?
Ona nasıl yardım edecekti, o bile bilmiyordu.

"Bana kimse güvenemez. Güvenmez. Sen bile..." Dedi kısık sesle vazgeçiş ve hayal kırıklığı ile dolu tonuyla.
Bu zamana kadar güvenilir biri olduğunu asla hissetmemiş, düşüncelerini işgal etmiş bu kadına nasıl yardım edebilirdi? O yine bildiğini yapardı.

Susardı, bakardı, uzun uzun izlerdi ve hiçbir şey yapmazdı. Taa ki onun canı yanıp kül olana kadar.

"Sen busun..." Dedi nefret dolu sesiyle.
"Senin kalbin yokken, duyguların yokken kim sana güvensin ki? Kim sana derdini anlatsın ki? Sikik!" Dedi, kasedi sertçe kapatıp bir kenara fırlatırken. Sigarası sönmüş, dumanı tütüp suratını teğet geçip gitmişti. Başı yukarı kalktı, ona baktı. Ulaşamayacağı kadar uzak olan parlak şeye.

Ay'a...

Yetimhanede kaldığı geceler, tahta arabasını pencere kenarına koyup ayı izlerdi. Bir kağıda her gece ayın aldığı şekli çizer, yatağının baş ucuna asardı. Annesinin birgün elini tutacağını hayal etti. Başını okşayıp bağrına basacağı günü bekledi.
Çünkü babası öyle dedi ona.

Annenle beraber gelip alacağız seni buradan. Söz veriyorum oğlum...
Söz sana.

Demişti. Sonucu bariz ortadaydı. Ne annesi bir kere elini tuttu ne başını okşayıp bağrına bastı. Babası sözünü tutmadı. Annesiyle gelmedi. Gelmeyeceğini anladığı gün, hayal etmeyi de beklemeyi de bıraktı.
Yetimhanede kimseyle konuşmaz, herkesle mesafe koyardı arasına.
Suskun bir çocuktu Aytekin.
Kimse ile konuşmaz öğretmen zoruyla bir iki kelime ederdi.
Tahta arabasını büyüyene kadar yanında gezdirdi. Üstünü yara bandı ile süslediği arabası...

Hep sustu. Diline öyle bir mühür vurdu ki, diliyle beraber aklı sustu, kalbi sustu, gözyaşı sustu. Aytekin baştan aşağı susmaya mahkûmdu.
Çocuktu sustu. Büyüdü sustu. Asker oldu sustu. Hep sustu. Hiç konuşmadı.
Ona kimse sus demedi. Mahkûm ettiler.

Onun adı Aytekin'di. Vicdan mahkemesinde, ellerine değilde diline mühür vurulup, zihninin zindanlarında susmaya mahkûm edilen adamdı. Kimse onu kurtarmak istemedi. Kimse ona el uzatmak istemedi.
O hep orda kaldı. Oysa bir kere el uzatıp, hissettirseler kendilerini, yaşardı belki, kalbi...
Ölmezdi çaresizce. Atardı, varım dercesine delice.

"Sus. Sadece sus. Konuşursan sesinden korkarlar. Belki susarsam bana güvenirler." Dedi çaresizce kendine. Yattı çiçek çayırının içine. Lanet olası çiçekler uykusunu getiriyordu. Kokuları zehirdi aslında onun için. Zehirli bir uykuya vesile olanlardan.

"Lâyetezelzel..." Dedi.
"Güvenilirsin. En azından benim için..." Diye devam ettirdi ardından.

İnsanlar bazen birbirlerinden göremedikleri hissiyatları cansız varlıklarda ararlar. Bir çiçekğe konuşursun seni anlamaz belki ama büyür sözlerinle. Aya bakarsın, huzur dolar için. Şarkı dinlersin derdinin benzerini melodilerde, bestelerde bulursun.
İnsan baştan aşağı etten, kandan bir can. Cansıza dert yanar, derman buldu sanır. Hâlbuki dermanı verende o'dur. Ona içini dökse bulur dermanını.

O'dur, derdi verip dermanınıda peşi veren...

______________________________________

Uzun bölümlerin en uzunu bu oldu galiba. İyi okumalar diliyorum.
Oy verip yorum yapmayı unutmayın!!!!!.

Nzn...

🔥🎵...

Loading...
0%