Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12.NOTA🎵

@nazo_65

"Can verme gam-ı aşka ki aşk âfet-i cândır; aşk âfet-i cân olduğu meşhûr-ı cihandır."

 

"Kanadı paramparça bir kuştum. Oysa ki ne de çok seviyordum özgürce uçmayı..."

 

 

-ANKARA-
-
-

 

GEÇMİŞ ZAMAN-

 

Elinde rengarenk, çeşit çeşit rengin bulunduğu bir allık kutusuyla diğer elinde fırça ile ayna karşısında süsleniyordu şimal.
Yüzünde onu hiç andırmayan bir makyaj ve içinde kendini çıplak bile hissettiği elbiseler vardı üzerinde. Aynadan kendine bakarken, bir yandan da elmacık kemiklerine allık sürüp solmuş tenine renk vermeye çalışıyordu.

 

Odanın içi sade nargile ve sigara kokarken, içki ve rakı kokusu daha baskındı. Kokusu midesini bulandırırken, dayanmaya çalışıyordu sadece birkaç saatliğine. Arkada bulunan boydan aynaya bakmak için yerinden kalkmaya yeltendi. Giydiği yüksek topuklular ile bir hışımla kalktı ayağa. Yavaş yavaş yürüdü aynaya doğru. Kendine baktığında, kendini görmüyordu. Kendini, olduğu gibi görmüyordu.

 

Uzun platin sarı saçları omuzlarına tel tel dökülmüştü. Saçlarını okşadı yavaşça.
Gözleri başka yere dalarken, aklında sadece o vardı.

 

Çınar erkuran...

 

Ankara'ya aheste ile birlikte üniversite okumaya geldiğinde, elinde beş kuruş olmayan zavallı bir kızdı. Ne ev tutmaya ne de eğitim masraflarını karşılamaya gücü vardı. Bir annesi vardı birde abisi.
Abisinin yüzünü bir kere olsun görmemişti. Asker bir adamın yüzünü ancak fotoğraflardan ya da görüşmelerden görürdü.
Abisi asker olup başka bir şehre göreve giderken, annesi birlikte tek başına kalmıştı.
Aydan aya abisinin gönderdiği bir miktar parayla geçinmek zordu.

 

Üniversite için dershaneye gitmesi gerekiyordu. Durumları el vermediğinden, onu da gerçekleştirememişti.
En son başvurduğu bir dershanede bursluluğu yeteri miktarda kazanamadığı için dershaneye gidememişti. Hayat bir sille de burdan vururken ona, pes etmek istemedi. Ya da pes etmemeye çalıştı. Aheste sayesinde. Ona güç veriyordu. Her zaman destek veriyor, yanında olduğunu hissettiriyordu hem maddi hem manevî anlamda.

 

Ama bir yere kadar gelen bu mahcubiyetin artık son bulmasını istedi. Kendi parası ve emeği ile okumak, ona destek olmak istiyordu.
En son gittiği dershanenin kaybettiği sınavında, belkide daha önce başına gelmemiş birşey yaşamıştı.
Ona bir süre ücretsiz eğitim alabileceğini, iş bulunca borç olarak geri ödeme yapabileceğini söylemişti dershane sahibi, Cevahir erkuran.

 

Erkuran eğitim merkezlerinin sahibi olan Cevahir erkuran, bu yönden halkın gözüne girmeye çalışmıştı. Tabi herşey gibi bunu da haber yapmış, magazinlerde; Erkuran ailesinin fedakarlıkları diye geçmişti.
Halk gözüyle gördüğüne inana dursun asıl gerçekler perde arkasında idi.
Şimal'in bu aileye olan merakı arttı. Magazinlerde, internette görüp bulduğu her bilgi onlarla ilgiliydi.
Ama ilgisini çeken tek bir kişi olmuştu bunca haber, magazin ve bilgi içerisinde.

 

Çınar Erkuran...

 

Onun bu ailenin varisi olduğunu, mekânlarını, yaptığı işleri, tipi görüntüsüne kadar herşeyi incelemiş ve ilgisini bir daha geri salmamak üzere çekmişti üstüne. Ona yardım eden bu fedakâr ailenin oğlu ile tanışmak için Ankara'ya bile gitmek istemişti.
Peşinden sürüklenecek ve mahvolacak olan hayatları göz ardı ederek...
Arkasında bir anne bırakacak, peşinden bir arkadaş sürükleyecekti. Bunun farkında değildi.

 

Gözü artık sadece birine körken, başkasına kimse umurunda olmuyordu. Kalbide aklıda hep onun için çalışıyordu. Düşünceleri hep ondan ibaretti. Gözleri sürekli onu görmek istiyor, sesini duymadan edemiyordu kulakları, yüreği.
Şimal bir adam uğruna amnesini, abisini, kardeşim dediği kadını hiçe sayarak onun peşinden gitmişti.

 

Kapı çaldığında, yüksek sesle,
"Gir!" Demişti. Kapı açıldığında içeri, Türkan girmişti. Süslenmiş püslenmişti. Yüzünde ağır bir makyaj vardı. Mini bir elbise ve yüksek topuklular giymişti. Boyu zaten uzun olduğundan, giydiği topuklular onu iki metre daha da uzatmıştı. Kalçaları apaçık ortada, geniş bir göğüs dekoltesi vardı. Saçları gece karasıydı ve omuzlarına tutam tutam dökülmüştü. Omuzlarına attığı parlak şal kollarına kadar inmişti ve tutmakta zorluk çekiyordu. Çekici bir görüntüsü vardı. Asıl amacı da buydu ya. Erkeklerin gözünde nasıl göründüğü onun geçim kaynağı idi.
Dikkatini çektiği erkek onun için büyük bir kazançtı.

 

"Hadi be kızım. Az kaldı. Sıradaki sahne senin." Dedi sitemkâr bir sesle.
İçeri girdiğinde elinde kocaman tuttuğu şarap bardağından bir yudum aldı. Sürdüğü koyu kırmızı ruj bardağa bulaşırken, dudaklarından ufak bir küfür çıkmıştı. Parmakları ile ruju kontrol ederken, şimal'in önünde hazırlandığı aynadan dudağını kontrol etti.

 

G


özleri aynadan şimal'e kayarken, pür dikkat onu izliyordu şimal.

Aynı evde yaşıyorlardı. Bazen Türkan eve geç saatlere kadar gelmez, sabahları gelirdi. Geldiği gibide sızar kalırdı çok içtiğinden. Şimal ise geceden geceye mekâna gelir şarkısını türküsünü söyler giderdi. Ağzına sürdüğü tek şey sigara veya nargileydi. Ona teklif eden adamlara bile yüz vermiyordu.
Çınar için girdiği bu işte üniversitesini yarıda bırakmıştı. Aheste ile beraber yaşadıkları evden ayrılmış Türkan'nın yanına taşınmıştı. Türkan ise yevmiyesi ondan fazla olduğu için onunla bir anlaşma yapmış, evin ihtiyaçlarını karşılamak şartıyla yanında kalabileceğini söylemişti. Aheste ile arasında ki bütün ilişkiyi kesmiş, onunla, aşık olduğu adamın doğru biri olmadığını savunduğu için görüşmemeye karar vermişti. Arasındaki bütün bağların meğerse bunca zaman onunla işini gördükten sonra onun çınar gibi bir adamdan kıskandığı için böyle davrandığına bağlamıştı. Aheste ona defalarca yanıldığını söylemiş, onun iyiliğini düşündüğü için böyle davrandığını söylesede, şimal inatla onu kıskandığını söylüyordu.

Bunların hepsini sadece tek bir adam için yapmıştı. Sevdiği içinmiş kendine göre. Ona yardım ettiği içinmiş. Ona güven verdiği içinmiş. Kimsenin onu anlamadığı zamanda elinden tutanmış sözde. Belki de o öyle düşünüyordur. Ya da en başından beri ihtiyaç duyduğu şey güven duygusu veya yardım eli değildir. En başından beri ihtiyacı olan şeydir belki de çınar'da aradığı...
Kalbinin yıllardır aradığı sıcaklık belki de onun teninde gizlidir ona göre. Aradığı sevgi belki ondadır.

Baba sevgisi...
Kalbinin attığını hissetmek için birine ihtiyaç duymak onun suçu değildi. Abisi gibi biri onu sadece çocukken sarılıp sarmalamışken, büyüdüğü için onu sevmemesidir belkide onu bu yollara sokan. O da bilmiyor, çaresizce aradığını bulduğu adamın peşinden gidiyordu. Bir kere daha onu sıcaklığı ile sarsın, elini tutsun, yıllardır hissedemediği sevgiyi bir kez daha onda hissetmek içindi bütün bu çabası.

Bıraktığı, feda ettiği, çektiği acıların hepsinin tek bir gün ışığı vardı onun için; adı da çınar'dı kendi nezdinde.

"O... Gelmiş mi?" Diye sordu tereddütle. Bakışlarını gizledi, bu sorudan sonra. Kalbi hızla atarken, yüzü onu anarken bile kızarıyorken, tek istediği Türkan'dan olumlu bir cevap duymaktı. Türkan ise bu soru karşısında cevap vermek yerine, çirkefçe gülmüştü.
Alay edercesine kahkaha atmıştı.
Şimal'in biran için kendine yakın hissettiği bu kadına, sırlarını vermişti. Onu ciddiyetle bile dinlemiş miydi, bilmiyordu.
Ama bu tavrı sonrası anlamıştı, onun için değerli olan hislerinin Türkan için alay konusu olduğunu.

Kahkahası bittiği an, karnını tutarak üstüne eğildi şimal'in.
Yüzüne doğru alaycı ve sinsi bir tavırla, "Sence..." Dedi, gözleri göz bebekleri arasında gelip giderken.
Şarap kokan nefesi yüzünün kıyılarına sertçe çarpıyor, daha önce hiç tatmadığı tadını damağında hissetmişti.
"Gelsede gelmesede senin için değişen birşey olacak mı?" Dedi.

Sorusu can alıcıydı.
O da aheste gibiydi. Kini öfkesinin bir benzeri de onun için oluşmuştu yüreğinde.
"Çınar... Erkuran, senin gibi bir sahne gülüyle ne işi olur?" Üst üste gelen soruları daha sıkarken nefesini, ciğerlerinin patlayacağını hissetti biran için. Hızla ayağa kalktı. Bakışlarını ve gözyaşlarını görmemesi adına arkasını dönmedi. Başını kaldırdı usulca. Ağır ağır yutkundu. Ama nafile. Boğazında ki düğüm dikenli bir sarmaşık gibi takılmışken boğazına. Nefes bile almak azaptı sanki.

"Yanlış anlama senin adına konuşmuyorum. Benim içinde öyle. Bizim kaderimiz bu kızım. Böyle adamlar için tek kullanımlığız biz. Gözlerine çarparsak belki, ama çınar erkuran için sen, bir orospudan farksızsın. Gözüne asla kestirmeyeceği bir kadınsın. O adam sana iki beden büyük gelir. Giyemezsin."
Çarpıcı sözlerine daha fazla tahammülü kalmayan şimal, derin bir nefes alarak, "Çık dışarı." Dedi.
Türkan ilk başta şaşırdı. Nedenini ise zoruna giden sözlerine bağlamıştı. Buna bilerek sinsice gülmüştü.

"Sana çık dışarı dedim!" Diye tekrarladı yüksek sesle." Türkan yaslandığı masadan doğrularak tekrar yüksek topuklularının üstüne basmıştı. Şarap bardağını alıp, şimal'e yaklaştı. Topuklularının çıkardığı tok ses odada yankılanırken, tam karşısında durdu.
Nefret dolu gözlerle baktı yüzüne şimal'in.

"Gerçekler... Can alıcıdır güzelim. Yarası olan gocunur. Kabul et ve bu söylediklerimi o küçük beynine sok." Sanki meydan okuyormuş, çınar için bir vazgeçiş arayışı sunuyormuşcasına konuşuyordu. Sözlerini büyük bir zevkle yüzüne tükürürcesine söyleyip, yine aynı yavaşlıkta odadan çıktı.
Şimal ise yine bir başına, kini ve öfkesi ile yalnız kalmıştı.
Aklını kemiren binbir türlü düşünce minik bir kurtçuk gibi kemirip duruyordu.

"Hepiniz aynısınız! Sende öylesin. O da..." Dedi nefret içerici bir söylemle. Aynadan son kez kendine baktı. Hiç kimseyi takmayacağına inanarak, morelini bozmamak adına aldırış etmedi bu sözlere. Sahne için gerim sayım başlamıştı yine her zamanki gibi. Elbisesini düzelterek, odadan ağır adımlarla çıktı. İçerden gelen yüksek sesli müzik ve eğlenen insanlar, sahnede ki kişinin süresinin daha dolmadığına işaretti. Topukların çıkardığı sesle, Kalabalığa karıştı.

Yoğun içki, sigara, nargile kokusu sarmıştı etrafı. İnsanlar deli gibi dans edip, eğlenirken, yüksek ses ortamı sallıyordu. Alışmıştı hepsine. Zorunda kalmıştı...
Hayat size seçemeyeceğiniz seçenekler sunduğunda, ya seçmek zorunda bırakır ya da alışmak...
Size seçenek sunarken bile seçmeniz için yine seçenekler sunar. Ama değişmeyen tek şey, seçeneklerin size uygun olmaması ve zorunda bırakılmak.

Elinizde sadece kalbiniz ve aklınızın savaşından kalan birkaç parça düşünce kalmışken, sunulan seçeneklere bunlarla karar vermek elbette ki tek bir çıkışa götürür, sizi.

Ya seç ya da zorunda kal.

Şimal için sunulan seçenekler onu çıkmaz bir yolun soğuk ve küflü duvarlarıyla karşı karşıya bırakmıştı.
Bir tarafta kalbi bir tarafta aklı savaşırken onun savaşı daha bitmemişti. Elde kalan düşünce parçaları değildi, sonu belirsiz bir savaştı. Ve şimal o savaş ortasında en çok zarar gören olmuştu.
Ve şimal yine tek birşey yapmıştı. Zorunda kalmış, alışmıştı.

Kendi kendine hep bunu demişti; herşey senin içindi. Sen, için kelimesinin benim nezdimde ne kadar büyük bir anlamı olduğunu biliyor musun? Sen ve için kelimesi yan yana gelince, bana tek bir kelime beliriyordu; imkânsız.
Buna rağmen, herkese rağmen, sadece iki üç harflik bir kelimeye rağmen ben yine vazgeçmek nedir bilmedim.

Yine dedim ki, herşey senin için.

Sahnede ki kadın şarkının son sözlerini de söyleyip, sahneden alkışlar eşliğinde indi. Sıra ona gelecekti birazdan. Ortam insanların kahkahaları, sesleri, gülüşmeleri, bağırışmaları ile dolup taşarken, onun gözleri tek bir kişiyi arıyordu koskoca kalabalıkta.
Çınar'ı...

Barmene yaklaşıp, "Çınar bey geldi mi?" Diye sorduğunda, barmen başını olumsuz anlamda salladı.
Acı bir tebessümle gülümsediğinde, önüne döndü. Sıra ona gelmişti. Ağır adımlarla sahnenin arkasında ki kulise ilerledi. Birçok assolist şarkısını söylemiş, kuliste birer içki ve sigara eşliğinde sohbet ediyordu. Kimisi ise dikkatini çektiği kişilerle konuşuyor sahte kahkahalarda boğuluyordu. Şimal hiçbirine aldırış etmedi. Doğru sahnenin merdivenine yürürken, birden önüne çıkan garsonla az kalsın çarpışıyordu.
Bu Fatih'ti. Henüz 17 yaşında gencecik bir delikanlıydı. Ekmek parasını kazanmak için hiç doğru olmayan bir yerde garsonluk yapıyordu.
Yüzü mahzun, utangaç ve mahçup bir tavırla, "Kusura bakma şimal abla. Acelem vardı. Birşey dökülmedi inşallah üstüne." Dedi. Sesinde minik bir endişe vardı. Ama şimal hiçbir şey olmadığını belirten sıcak gülümsemesi ile fatih'in omzuna dostça dokunmuştu.

"Birşey yok, sakin ol. Neymiş acelen?"

"Assolistlerin siparişi, müşterinin siparişi derken ne yaptığımı bilmiyorum. Acelem ondan." Dedi.

"Anladım. Kolay gelsin. Nurcihan teyze nasıl? Durumunu en son gördüğümde iyiydi." Dedi.

Fatih'in yüzü düştüğünde, kötü birşey olduğunu anlamıştı şimal.
"Ne oldu, bir sıkıntı mı var?"

"Annemin ilaçları artık bir etki etmiyor abla. Öksürüğü dinmiyor. Yataktan kalkamıyor. Yeni ilaçları çok pahalı. Gece gündüz demeden çalışıyorum. Ama biliyorsun bizim yevmiyeyi. Yetmiyor işte." Dediğinde şimal'in yüzü düşmüştü. Yüreğinden bir parça kopup giderken, fatih'in annesine üzülmüştü.
Kanser hastasıydı. Kronik rahatsızlıkları da üstüne gelirken, ona bakan tek kişi fatih'ti. Ne ameliyat ne de tedaviye paraları yoktu. Fatih'in kazandığı para ancak küçük kardeşine ve annesinin ilaçlarına yetiyordu.

Şimal iki üç sefer ilaçların alımına yardım etti. Ama fatih gururlu çocuk olduğundan bunu da borçtan sayıp en kısa zamanda ödeyeceğini söylemişti. Bu sefer durum ciddiydi. Annesinin durumu gitgide kötüye gidiyor, ameliyat için gereken para henüz bulunmamıştı. Fatih çaresizce, tek geçim kaynağı olan bu rezil yerde ekmek parası kazanmaya çalışıyordu.

"Fatih bak-" sözüne henüz yeni başlamışken, sözünü kesti fatih.
"Abla, gözünü seveyim yine para vereceğim ya da ben vereyim deme. Zaten mahcubum. Sende böyle yapınca daha çok yüzüm kızarıyor.
Daha geçen ilaçların parasını ödemedim. Kusura bakma ama alamam. Ben bir şekilde hallederim. Sen takma kafana."

"Fatih, ben senden para falan istemiyorum. Ben bunu karşılıklı olarak da yapmıyorum. Annenin durumu kötü, gel bırak şu gururuda al parayı."

"Abla, benim için bir abla gibisin. Allah senden razı olsun ama senin de yevmiyen belli. Seni zor durumda bırakmak istemiyorum. Beni daha fazla mahçup bırakma. Nolur."
Israrla kabul etmeyeceğini söylemişti. Ama şimal'in tek derdi onun annesinin ilaçlarıydı. Onların ortamını bir kere gördükten sonra yüreği el vermiyordu hiçbir şeye. Elinde olsa bütün kazancını onlara verirdi ama fatih haklıydı. Onun da kazancı belliydi. Belki de çocuğu böyle yaparak mahçup duruma sokuyordu. Utandırmak istemezdi. Tek isteği bir yardımının, iyiliğinin dokunması.

"Şimal hanım, sıra sizde. Buyrun sahneye." Demişti, alımlı ve güzel giyinen menajer.
Şimal başını olumlu anlamda sallayıp, fatih'e baktı.
"Ben şimdi gidiyorum. Ama ne zaman ihtiyacın olursa bana geliyorsun tamam mı?"

"Sağol abla. Ama bundan gayrı geleceğimi sanmıyorum. Herşey için sağol." Dedi ve şimal'in ne diyeceğini beklemeyerek hızla yanından uzaklaştı. Şimal ise öylece kalakaldı.
Sahneye doğru durgun bir ruh haliyle yürürken, sahne ışıklarının yüzüne çarptığı sırada yükselen alkış sesleri onun içindi. Başını usulca sallayıp, mikrofonun olduğu yere tam ortaya geldi. Çalgıcılara bir kez dönüp baktığında, başını başlamaları için salladı. Onlar müziğe başlarken, şimal çalınan şarkının sözlerini aklında hızlamıştı.

Konservatuarın en başarılı ve gözde öğrencilerinden biriydi. Sesi güzeldi ve herkes tarafından oldukça beğeniliyordu. Hayali güzel bir şarkıcı olmak iken, kendini bulduğu yer burası olmuştu. Hayaller ve hayatlar cümlesi onun durumunu izah eden en açıklayıcı cümleydi belkide.
Ayak basmak istediği sahne bu değildi, hayalini kurduğu mikrofon bu değildi. Onu alkışlaması gereken kalabalık bu değildi ona göre. Adının iğrenç posterlerde, varoş elbiseler içinde tanıtımının yapılması değildi hayali. Onun istediği hayat bu değildi. Bambaşka bir şeydi. Bambaşka bir dünyaydı. Öylesine masum ve öylesine narindi ki hayalleri. Hepsini silip bir kenara atmasına neden olan adam şuan en baş köşede oturmuş, onu izleyen kişiydi.

Gelmişti. Umudu kestiği an gelmişti. En çokta bu yanını seviyordu. Umudunu yitirdiği an belirirdi siyah silüeti. Saatlerce baktı gözlerine. Uzakta olsa ezbere bildiği yeşil gözlerini yakınmış gibi görürdü. Bir kere yanına gitmek için can atıyordu kalbi. Elleri bu buz gibi yabancı soğuktan kurtulmak için onun sıcak tenini istiyordu. Sinesi kokusuyla dolsun, genzinde ki düğümler biranda çözülsün istiyordu.
Ve bunların hepsi bir istekten ibaretti. Asla yapamayacağı şeylerin hayaliydi ve bu hayalle yanıp kavruluyordu.

Müzik bittiğinde, başlayacağı şarkıya içten bir nefesle başladı.

Sabah olmadan/ Güllü

Rüyamda gördüm seni bu gece
Hemen uyandım sabah olmadan
Göz yaşlarım birden
Boşalıverdi seni düşündüm
Sabah olmadan

Rüyamda gördüm seni bu gece
Hemen uyandım sabah olmadan
Göz yaşlarım birden
Boşalıverdi seni düşündüm
Sabah olmadan

Gözlerimde senin gözlerin kaldı
Ellerimde senin ellerin kaldı
Giden yıllarımda yıllarım kaldı
Seni düşündüm sabah olmadan
Seni düşündüm sabah olmadan

Gözlerimde senin gözlerin kaldı
Ellerimde senin ellerin kaldı
Giden yıllarımda yıllarım kaldı
Seni düşündüm sabah olmadan
Seni düşündüm sabah olmadan

Sözlerini bitirmişti. Araya müzik girerken, gözlerini açıp bir kez daha baktı ona. Bir anlam veremiyordu bakışlarına. Ne soğuktu, ne sıcak. Ne yabancıydı ne de yakın. Boş boş bakmıyordu. Aksine öyle anlamlı bakıyordu ki yüreği yer yer yanan ateşler ile doldu. Sıcacık oldu her bir yanı, bu soğuk sahnede.
Ellerinin terlediğini hissetti.
Gözlerini ondan ayırıp kalabalıkta gezdirirken, gözüne çarpan şey, yüreğinde yanan ateşlerin üstüne buz gibi soğuk su misali dökülmüştü. Gördüğü sima ve silüet onun kalbinin paramparça olmasına neden olmuştu. Anıları canlanmıştı gözlerinin önünde. Çocukluğunun adıydı o. Hayatının yarısına sahip olan kadındı.

Aheste'ydi. Sahnenin diğer tarafında, üstünde bulunduğu ortama çok yabancı, masum gösteren bir elbise vardı. Bembeyazdı. Gözleri sadece ona odaklanmış ve buz kesmişti teni.
O da aynı şekilde onu izliyordu mahzun mahzun. Yaşlı gözlerle baktılar birbirlerine.
Kendi kendine, sana yazık ettim. Bir çocukluğuda heba ettim. Dedi.
İçi paramparça iken. Buruk bir yürek, heba edilmiş bir çocukluk ve paramparça hayaller vardı ellerinde. Oyuncağı kırılmış bir çocuk misali, boş boş bakıyordu ellerine.

Onun adı da şimal'di. O da sustu. Yüreği dolu âh u zâr ile doluyken. Haykırması gerekirken, o da sustu.

Daha fazla kalamadı sahnede. Şarkısını yarıda bırakıp sahneden indi. Çalgıcılar sustu. Kalabalık yarım kalan şarkının devamını beklerken böyle birşeyle bozguna uğramışlardı.
Şimal ağlayarak kulisteki assolistlerin arasından odasına doğru koştu.

Çınar yerinden kalkıp Şimal'in neden böyle birşey yaptığını anlamak için yanına gitmeye karar verdi. Adamlarından birine, "Birine söyleyin, rahatsızlığı sonucu inmek zorunda kaldı. Desinler." Adamı usulca baş sallayıp, ordan ayrıldı.
Çınar ise şimal'in odasına giderken, onu gördü.

Aheste'yi...

İki yıl önce önce şimal'in çalışmaya geldiği dershanelerinde, onu ziyarete gelen kızdı bu. Çınar'ın tanıştığı üzere adının aheste olduğunu öğrenmişti.
Bir müddet sonra artık sürekli dershaneye başladığında, bu kız daha çok dikkatini çekmişti. Birkaç kez mekânın etrafında da görmüştü.
Fakat yanına gitmemişti.
Bu kadar çok görünmesi onun dikkatinden kaçmamış, merakını arzulandırmıştı. Kızın kim olduğunu oldukça merak etmişti.

Sonunda merakına yenik düşüp, kim olduğunu öğrenmek istemiş, ve öğrenmiştide. Sürekli gözüne ilişen bu kız onu büyük tesiri altına almıştı. Onu daha çok görmek istemişti.
Şimdi ise yine görmüş ve yanına gitmek istemişti. Adımları ondan taraf dönünce, ona doğru yürüdü.
Kalabalığın arasından sıyrılarak kızın yanına vardığında, telaşlı gözlerle etrafa baktığını fark etmişti. Şimal'i merak etmişti. Bunu bariz apaçık belli ediyordu.
Çınar usulca yanına yanaşıp, hafifçe dokundu omzuna.

Ürkek bir hareketle ondan taraf dönünce, böyle ortamlara alışık olmadığını belli etmişti.
Karşısında çınar'ı görmeyi beklemeyen aheste, tanıdık gelen bu sima ile tereddütte kalmıştı.
Kaşları çatılı, gözleri tanıyormuşcasına bakıyordu.

"Aheste'ydi dimi?" Diye sordu korkutmamaya çalışarak. Aheste ise soğuk ve yabancı bakışlarını sergilemiş, "Evette, kimsiniz tanıyamadım?" Diye sordu. Çınar tebessümle, "Ben arkadaşınızın patronuyum. Çınar Erkuran. Hatırlarsanız dershanede de karşılaşmıştık." Dediğinde, yüzünde hatırladığını belli eden bir ifade belirdi. Yüzü öfke ile kıpkırmızı oldu. Gözleri adeta ateş yerine dönüşürken, alev kırmızısı hareleri kin kusuyordu.

Anlamıştı. Şimal'in hayatını bilmeden karartan adamın bu olduğunu. Bu iğrenç boktan ortama düşmesinin sebebi yine bu adamdı. Hakkında epey bir araştırma yapmıştı. Şerefsizin teki olduğu magazin haberleri ve gazetelerden belli oluyordu. Şimal'in uğruna herşeyini arkasında bıraktığı adam buydu.
Bilseydi hayatlarını mahvedeceğini, daha 2 yıl önceden müdahale ederdi. Engellerdi şimal'i gitmesin diye. Başka bir yere girmesini sağlardı. Ama bilemedi. Bilseydi yapmaz mıydı?
Aklında ki düşüncelerle boğulurken, sıyrılıp sirkelenmek geldi aklına.

"İyi misiniz?" Diye sordu. Aheste birden ürpererek kendine gelmeye çalıştı. "İ-iyiyim. Hatırladım. Siz 2 yıl önce ki o zenginlik içinde yüzen ailenin çocuğusunuz." Çınar güldü.

"Araştırmışsınız. Beni böyle bilmeniz açıkçası şaşırttı beni."

"Niye? olmadığınız gibi hatırlamak yerine olduğunuz gibi hatırlamam sizi şaşırttı?" Diye sorduğunda, çınar yine güldü.
"Bilmeden bir kabahat mi işledim?"
Aheste yüzüne yüzüne söylemek isterdi. Ama ona engel olan anlamsız bir duygu vardı içinde. Gülerek bu sefer cevap veren oydu.
"Yoo, ne kabahati estağfurullah. Daha yeni gördüm sizi dakka bir gol bir. Kendinizi ne kadarda odak noktası sandınız. Kusura bakmayın ama ben sizin o ahım şahım soyisminizi sadece sizi tanırken duydum. Ondan önce namınız bana hiç ulaşmadı."

"Yaa, benim sayemde duymuş oldunuz. Yalnız benim adım çınar. Erkuran soyadım. Ben soyadımın gerekçelerine göre yaşamıyorum. Dikkat ederseniz adım soyadımdan önce geliyor."

"Kusura bakmayın. Malum Erkuran soyismi bazı isimleri ezip geçiyorda. Sizinki de onlardan sandım." Dedi. Çınar şimal'in yanına gitmek için aheste'ye dönüp, "İzninizle. Mekanıma hoşgeldiniz bu arada. Sizi burda görmekten şeref duydum. Duymayı çok isterim." Dediğinde, sesinde başka bir istek daha vardı. Aheste anlamıştı. Kini ve öfkesi daha çok harlanırken, çınar yanından ayrılmıştı. Onun ise şuan tek derdi vardı. Şimal...

Kalabalığın arasından sıyrılıp, odaların bulunduğu solana gelmişti. Her bir odanın üzerinde farklı bir isim yazıyordu. Onun ise gözleri tek bir ismi arıyordu.
Koridorun sonunda ki odanın üzerinde yazan isim ona aitti. Koskoca şimal sargın yazısıyla yüreği yandı.
Odanın kapısına geldiğinde, içeri girmesine engel olan şey, birtakım seslerdi. Bu iğrenç yerde, genzini yakan şey ağır içki, şarap ve sigara kokusu idi. İnsanların seside yükselirken, sesleri duymakta zorluk çekiyordu.
Kapıya yavaşça yaklaşıp, kulağını kapıya dayadı. İçerden gelen sesler tanıdıktı.

Biri Şimal'di. Diğeri ise erkekti. Demin yanına gelen çınar denen adamın sesiydi bu. Sesler gitgide yükseliyordu.

"NE YAPTIĞINI SANIYORSUN? O SAHNEDEN İNERKEN AKLINDAN NE GEÇİYORDU?" Bağıran kişi çınar denen adamdı.
Şimal'e sesini yükseltmişti.

Şimal'in sesi geldi sonra. "AKLIMDAN HİÇBİR ŞEY GEÇMİYORDU. SADECE BİRAZ RAHATSIZ OLDUM VE SÖYLEYEMEDİM. O KADAR."

"BU KADAR MI? SEN BÖYLE YAPARAK, MEKÂNIN İTİBARINI YERLE BİR ETTİĞİNİN FARKINDA MISIN?!"
Sesler gitgide artıyordu. Çınar denen adamın siniri niyeydi o da belli değildi.
"Çınar bak, telafisi yok biliyorum. Tamam maaşımdan kesin olsun bitsin."
Şimal biraz daha alttan almaya çalışırken, çınar inadına abartıyordu.
"NE SAÇMALIYORSUN?! HERŞEY BÖYLE KOLAY DEĞİL! BİR DAHAKİNE BÖYLE BİR HATAN DAHİLİNDE SENİ BİR DAKİKA BİLE BURDA TUTMAM! ANLADIN MI BENİ?!"
Sesler gitgide kesilirken, "Şerefsiz kıza bağırıyor " demişti aheste sinirle. İçeri girmek istedi ama giremedi. Seslerin kesildiğini anlayınca hemen kenarda bulunan küçük bir duvarın dibine sindi. Çınar çıkıp kapının önünde telefon konuşması yapmıştı.

"Bir iki adam gönderin şimal'in kapısına. Kapıyı kitlesinler. İçerden de çıkamasın." Dediğinde aheste buz kesti. Yeni ürperip, tüyleri diken diken olurken, bu adamın söyledikleri onu bozguna uğrattı. Kapının önünden ayrıldığında, şimal'in yanına gitmek istedi. Ama aklının tam tersini yapıp, çınar'ın peşinden gitti. Çıkışa değilde, başka bir odaya yöneldi. Aheste peşinden saklana saklana giderken, görünmemek için ecel terleri döküyordu.

Nereye gittiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Bu lanet iğrenç yerde binbir türlü oda vardı. Bambaşka bir koridora girdiğinde, buranın assolistlerin odalarından daha farklı olduğunu anlamıştı. Yine de devam etti onu takip etmeye.
Sonunda bir odanın kapısının önünde durduğunu gördü. Bekledi bir süre. Aheste ise bir köşede durmuş, ne yapacağını bekliyordu. Dikkatle beklerken, önünde durduğu odanın kapısı açıldı ve bir kadın karşıladı onu. Gayet dekolte giyinmiş, abartı bir makyajla, süslü püslü bir kadındı. Kapıyı açtığı gibi yüzünde çapkın bir gülümseme belirmişti her ikisininde.
Kadın cilveli bir tavırla, çınar'a doğru
"Hoşgeldin." Dediğinde, kollarını boynuna dolamıştı. Çınar ise kadının belini sararken, boynuna bir öpücük kondurmuştu. Aheste ne yapacağını bilmeyerek hemen telefonunu çıkarıp fotoğraflarını çekmeye başlamıştı. Çınar kadınla beraber odaya geçtiklerinde, aheste ağzı açık izlemişti herşeyi. Tüyleri diken diken olmuş, yüreği küt küt atıyordu.

Telefonuna kaydettiği bu fotoğrafları belki de şimal'i vazgeçirmek için kullanabilirdi. Ya da şimal'in hayatından bir şekilde çıkması için çınar'a karşı bir tehdit olarak kullanabilirdi. Şimal'in üzülmesini istemiyordu. Bu video onu paramparça ederdi.
Ne yapacağını bilmiyordu. Sindiği duvardan ayrılıp, arkasına bakmadan bu ucube yerden kaçmak istedi lakin kurtulamadı. Hızla çarptığı dev beden sarsılmasına neden olmuştu.

Ağzına dayatılan bir bezle, sert bir kuvvet onu tutmaya çalışmıştı. Gücü ona Başkoymaya yetmezken, bir kere aldığı nefes sonucu gözleri yavaş yavaş kapanmıştı. Bedeni bir kuş gibi süzülüp yere düşerken, son anda onu tutan adam yere düşmesini engelleyip sırtına almıştı.
Aheste'yi alıp götürürken, bir yandan cebinden telefonunu çıkarıp, çınar'ı aradı.

Çınar ise Türkan'ın odasındaydı. Ona güzel bir gece sunmuş olan bu kadınla karşılıklı şarap içip sarmaş dolaş iken çınar'a gelen telefonla yarım kalmıştı. Telefonu cevaplayıp, "Alo." Dediğinde, karşıdan gelen ses adamlarından birine aitti. Verdiği haber ile ayaklandı. Bir casustan bahsetmişti adamı. Bir gazeteci olduğunu düşündü. İlk başlarda. Görüp öğrenecekti.

"Nereye?" Diye sorduğunda Türkan. Çınar gömleğini giymeye başlamıştı.
"İşim çıktı güzelim." Dediğinde, Türkan elinde şarabı ile koltukta, derin dekolteli elbiseleri ile oturmaya devam etti.
"Benim iş ne olacak?" Diye sordu Türkan. Çınar ceketini de giymeye başladığında durdu.
"Ne işi?" Diye sorduğunda, Türkan ayağa kalktı. Şarabının son yudumlarını da tek dikişte içtiğinde, bardağı masaya bıraktı. Cilveli hareketlerle çınar'a doğru geldiğinde,
"Hani ailenle tanıştıracaktın beni?" Dediğinde, çınar güldü. Türkan ise afallamış bir tavırla bakarken ona, ne olduğunu anlayamadı. "Sen ciddiye mi aldın onu? Hadi ama sen zeki bir kadınsın. Boşuna orospu değilsin. İki gecelik bir kadını nasıl dedemin karşısına çıkarayım? Bunuda mı düşünemedin?" Dediğinde sesinde derin bir alay tonu vardı.

Türkan'ın beti benzi atarken, çınar'ın söyledikleri zoruna gitmiş olmalı ki sert bir tokadı yüzüne atmıştı. Çınar yediği tokatla, yana savrulan yüzünü tuttu. Gülerek önüne döndüğünde, Türkan'ı baştan aşağı süzdü.
"Niye öyle değil misin? Daha iki gece önce başka bir adamın altındaydın. Bu gece ise benim. Sizin gibi kadınlar niye bu kadar salak oluyor anlamıyorum. Şu güzelliğiniz yerine akıl verilseydi belki şuan sürtük olmazdınız." Dediğinde, bu tokadın karşılıksız kalmayacağını biliyordu. Arkasından çıkardığı silahı direkt Türkan'a doğrulttu. Göğsüne doğrultulan silaha korkuyla bakmıştı.

Adamınında Türkan'la çekilen fotoğrafları üzerine, artık yaşamasının bir lüzumu olmadığına karar vermişti. Sadistçe gülüp,
"Sonra da böyle tek bir kurşuna heba olur güzelliğiniz." Dediğinde, türkan'ın gözünden süzülen tek damla yaş akıp silahın kabzasına düştü. Çınar ise daha fazla beklemeye lüzum görmeyip, tek kurşunu Türkan'a sıkmıştı. Türkan sıkılan tek kurşunda yere düşerken, kalbine yakın bir yerlere yediği kurşun nefesini kesmişti. Son anda bağırmak istemiş ama canının acısından sonsuz bir sessizliğe gömülmüştü sesi. Odanın ortasında can verirken, çınar kalan eşyalarını toplayıp, aklına esen şeyi yapmıştı. Telefonunu çıkarıp Türkan'ın fotoğraflarını çekmişti. Cansız bedeninin fotoğrafları ona nasıl bir fayda sağlayacaktı bilinmez. anahtarı aldı. Son kez Türkan'a bakıp, "Bu gece de harikaydın." Diyerek gülmüştü psikopatça. Sonra ise kapıdan çıkıp kapıyı kitlemiş, anahtarı ise çöpe atmıştı.

Adam, bahsettiği casusu tanımadığını ama bir kadın olduğunu söyledi. Aklından bir sürü isim geçmişti. Belki de daha önce onun hakkında yalan haber yapmış binlerce gazeteci veyahut magazincilerden biriydi. Gidip görecekti. Keyfi yerindeydi. Çünkü onu görmüştü. Belki de 2 yıl boyunca ara sıra gördüğü ve aklına mıh gibi işlemiş olan kadını gördü yakından bugün.

Depoya doğru inip, merdivenleri hızla indi. Deponun kapısının önünde bekleyen adamlarına baktı.
Kapıyı açtıkları an, çınar ağır bir edayla içeri adım atmıştı. İçeri adım attığı gibi, bir kadının sandalyeye bağlı olan bedeni ile karşılaştı. Başındaki bez yüzünü gizlemiş kim olduğunu sağlamıştı. Adamlarından biri başında beklerken,
Bu beyaz elbiseli kadın ona yabancı gelmiyordu. O olabilir miydi? Diye düşündü. Oysa eğer işler karışırdı.
"Nerede yakaladın?"

Adamı dev cüsseli iri yarı birşeydi. Soğuk ve sert bakışlarını çınar'a çevirdi. Elleri önde bağlı, başı dikti.
Çirkin bir çehresi vardı. Sakallı ve kilolu bir yapıya sahipti.

"Sizin gittiğiniz odanın önünde fotoğraflarınızı çekerken yakaladım efendim." Dedi. Çınar bu zayıf ve çelimsiz bedene baktı.
"Çekebildi mi hiç?" Diye sorduğunda, adamı elinde ki telefonu uzattı. Cevabı evetti.
Birkaç tek tük fotoğraf çekmişti. Çınar telefonu hızla yere fırlatıp, çıkardığı silahla telefona iki el ateş etti. Telefon paramparça olurken, silah sesiyle korkup, bağırmaya başlayan kadın, uyanmıştı. Başındaki torbadan dolayı sesi boğuk geliyordu. Ama tanıdıktı sanki çınar için.
Adamına torbayı açması için işaret verdiğinde, adamı torbayı yavaşça kadının kafasından çekmişti.

Torbanın çekilmesi ile birlikte, ortaya çıkan sima yabancı değil bilakis gayette tanıdıktı. Saçları çekilen torba ile dağılmış omuzlarına dökülmüştü.
Duyduğu silah sesiyle korkuya kapılmıştı. Lakin gördüğü sima ile korkusu yerini kin ve nefrete bırakmıştı.
Çünkü karşısında ki çınar idi.
Çınar'ın yüzünde ki ifade de hemen hemen aynıydı. Şaşkındı.
Gördüğü kadın aheste'ydi.

Casus oydu. Nedeni neydi? Para avcısı bir kadın mıydı? Sorusu geçti ilk aklından. Tehdit için mi kullanacaktı fotoğrafları? Aklından geçen binbir türlü soruya birazdan teker teker cevap bulacaktı.
Silahını diğer eli ile tutarken, artık konuşmanın zamanı geldi diye geçirdi içinden.
"Aheste... Beklenmedik isim."

"Ne istiyorsunuz benden?! Niye getirdiniz beni buraya?! Söylesenize!" Sesi boş depoda yankı yaparken, bağırmaya devam etti.
"O soruyu asıl sana sormak lazım. Senin benimle ne işin vardı? Söylesene, ne yapacaktın o fotoğraflar ile?" Çınar'ın sesinde gizli bir ima vardı. Birşeyleri ortaya çıkarmak istiyormuş gibi konuşuyordu ve bu aheste'nin dikkatinden kaçmamıştı.
Anlamış olacaktı ki, sinirli bir sesle,
"Benim ne işim olur senin fotoğraflarınla! Daha doğrusu benim senin gibi bir adamla ne gibi bir işim olabilir?!" Dediğinde, çınar sinsi bir şekilde sırıtmış sandalyeye bağlı olan aheste'ye bakıyordu. Aklından geçenleri bir bilseydi böyle cüretkar konuşur muydu?

"Binlerce sebep sayabilirim sana. Mesela..." Dediğinde cümlesini bilerek yarım bırakmış, bu cüretkar kızı çileden çıkarmıştı. "NE MESELASI ALLAH'IN GERİZEKALISI!" Demişti.
Saçları yüzüne geliyor, konuşurken ağzına giriyordu. Bu adamın karşısında zaten ecel terleri dökerken, birde saçları ona bu zulmü yaşatıyordu. Kıvır kıvırdı her bir teli. Biçimli buklelerdi her biri.
"Şşş, sakin ol. Güzel sesin sadece şarkılara yakışıyor, bağırmaya değil." Sessizce söylemişti. Yüzüne yaklaşmış, bir nevi ağzına girecek gibi olmuştu.
Bu psikopatça tavrı karşısında ona daha da çok kinlenen aheste, yüzünün ortasına tükürmüştü. Sebebi belliydi.
Onun müzikle olan uğraşını nereden bilip bilmediğini sormayacaktı. Çünkü adam hâl ve hareketleri ile açıkça belli ediyordu.

Yine narsistçe gülmüş, yavaş yavaş doğrulurken, yüzünü silmişti. Gözleri usulca kapatıp aynı anda açmıştı. Ve yine harelerinin değdiği ilk beden onun olmuştu. Öfkeli ve hırçın olan bu kıza nasıl karşılık vereceğini bilmiyordu. Siniri artık sabrını da taşırmıştı. Silahını arkasına yerleştirmişti. Ağır ve usul usul aheste'nin önüne kadar gelmişti. Biçimli ve süt beyazı teninin belirgin olduğu bacaklarına dikkatle bakmıştı.
Aheste bundan rahatsız olmuş olacak ki, bacaklarını gizlemeye çalışmıştı. Elleri bağlı olduğu için bunu yapmakta zorluk çekmişti. Gizleyemedi. Bu adamın çirkin ve iğrenç bakışlarının değdiği her bir noktayı gizleyemedi. Sadece nefret etti kendinden. Yüzü adamın yerine kızardı. Utanması gereken o değilken utandı.
Bakışlarını yavaş yavaş yukarı doğru yüzüne karşılık getirirken aheste'nin, hırçın ve nefret dolu gözleriyle karşı karşıya geldi. Korkmadı, sinirlenmedi. Aksine hoşuna gitti. Bu kadının ateş olup her yeri yakan öfkesi, onu yakmamıştı. Bilakis zevk almıştı

Elleri bağlı olan kıza doğru uzattı elini. Yavaşça çenesine konumlandırdı. Dokunmak için can atarken, çenesini başka tarafa döndüğünü gördü. Elleri yerine gelmeyen istekle, yerine usulca dönerken, sustu bu sefer. Ellerini cebine yerleştirip, başı öne eğik yürüdü bir ileri bir geri. Aheste ise bu adamın her hareketine kin kusarken, sadece baktı ona.
"Bana yaptığın yanlış birşeydi." Dedi cümlesinin bir devamı varmışta, yarım bırakırmış gibi sustu.
"Aklından geçen her bir tilkiyi tahmin edebiliyorum Aheste karakılıç."

Aheste bu cümle ile irkildi. Tahmin edebiliyorum da ne demek?
"Nesin sen, kahin falan mı?"
Sesi sert ve taviz vermezdi.
"Kahin değilim ama senin o fotoğraflar ile ne yapacağını az çok tahmin ediyorum. Mesela arkadaşın... Şimal." Dediğinde, aheste'nin beynine saplanan bir kurşun misali girdi ismi kulaklarına. Söz konusu oyken, bütün bu saçmalık neydi? Bu adamın derdi neydi?
"Fotoğrafların şimal ile bir ilgisi yok!"
Amaç oydu. Zarar görmesin diye, onu hedef olarak görmesin diyeydi bütün çabası.
"Ya neydi amacın, o fotoğraflar ile?"
Dediğinde, sorusu açık ve netti. Ama aheste suskundu çünkü cevabı yoktu.
"Para... Amacım paraydı. Malum soyadın senin zayıf noktan. Tehdit amaçlı kullanacaktım. Mekâna gelme sebebim de oydu. Senin hakkında birşeyler bulup tehdit yolu ile kullanmak." Dedi. Aklı reddetti dediklerini. Keşke o da bu kadar bencil olsaydı. Onu tek kalemde silen şimal kadar gaddar olsaydı. Belki şuan burda olmazdı. Olsaydı bile bu adama korkusuzca cevap verebilirdi. Birşeyleri kaybetmek korkusuna kapılmadan. Varsın kaybedeceği kendi canı olsun. En azından kendi canına üzülebilmenin nasıl bir his olduğunu tadardı.

"Cık." Dedi diliyle çıkardığı sesle.
"Yıllardır çalışıp didinip kendi parasını kazanan gururlu müzik öğretmeni aheste'nin aklına bunlar yeni mi geliyor?" Dedi. İmalı bir sesle.
"Ya da babası albay olan bir kızın böyle işlerle işi mi olur?" Ardından gelen beklenmedik soru, artık aheste'nin aklını oynatıyordu. Taşlar yerine yeni otururken, anlamıştı.
Bu adamın onu gördüğünden beri ya da sonradan araştırdığı. Bir şekilde biliyordu herşeyi. Babasının albay olması, müzik öğretmeni olduğu. Bunlar tesadüf değildi. Hele ki böyle narsist, psikopat, manyağın teki bir adamın bilmesi tesadüf ötesi birşeydi.
"S-sen bunları nereden biliyorsun?"

"İlk günden beri, elini sıkıp gözlerine baktığım günden beri aklımdasın. Aklımın bir köşesine kendine bir yer açtın ilk önce. Sonra günler geçti, her köşesi krallığın oldu. Başka bir kadına bakarken, onu öperken, ona dokunurken bile sendin benim karşımda olan. Öyle bir kadınsın ki tesirin altında kalmamak mümkün değil." Sözleri, kelimeleri, cümlesinin her bir anlamı korkunç bir ifade yaratıyorken beyninde, bu adamın uzun bir süredir onu manyakça kafasına takıp onunla ilgili hayaller kurduğunu öğrenmişti. Kafasında nasıl bir kadın olduğunu düşünmek bile midesini alt üst ederken, yüzüne bakmak azaptı sanki.

"Nasıl bir psikopatsın sen? Nasıl bir manyaksın sen?" Dedi sesinde nefretin, iğrenmenin her tonu varken.
"Aşk ne zamandan beri psikopatlık, manyaklık oldu? Şayet sana karşı olan bütün düşüncelerimin kalbimde karşılığı olarak adını koyduğum hisleri var. Seninde bildiğin gibi adı aşk. Ama benim aşkım aşktan öte artık sana karşı bir arzu hâline geldi." Elde etmek onun cümlelerinde gizliydi. Kaybetmek bir nebze onun için istediğinin yerine gelmemesiydi. Aheste'nin artık bütün bu sözlere nutku tutulmuştu. Sustu. Suskundu.
Aklına gelen saygısızca küfür, cümle, kelime diline varmadı. Şayet bütün hepsi boşunaydı. Bu adamın bu kadar iğrenç cümlesine karşılık hiçbir şey yoktu. Hepsi boşunaydı.

"Aşk... Siz narsistlerin dilinde elde etmek, bir savaş iken nasıl olurda his olarak anarsın? Senin bana karşı aklında kurduğun elde etme duygusu kalbinde bir savaş olarak geçiyor." Sustu bir süre. Sadece gözlerine baktı hırçın bir şekilde. Binlerce küfür geçti aklından. Sus sus dedi dili. Bunun şakası yok dedi bağırıp yalvarırcasına.
"İstediğin savaşsa, ben hazırım. Boşuna iki yıl beklemedim. Her gün aklımda kurduğum seni, hislerini bilerekde düşündüm." Güldü ardından. Bunun bir oyun olduğunu sanıyordu.
Aheste ağzını açacakken susturdu çınar.
"Şşş, boşuna yorma kendini. Sadece dediklerimi dinle. Dinleyip anla. Yoksa sonucunda üzülen sen olacaksın." Dedi. Cebinden çıkardığı telefonundan buraya gelmeden önce öldürdüğü Türkan'nın cesedinin fotoğrafını açtı. Adamına verdiği işaretle adamı da telefonunda açtı birşeyleri.
"Az önce kendin söyledin. Benim istediğimi elde etmem lazım. Benim için elde edilemeyen şey savaşa dönüşür." Dedi. Sustu bir süre. Baktı. Tepki vermesini bekledi. Ama aheste hiçbir şey anlamamıştı.

"Benimle evlen." Dedi tek seferde. Cümlesi bir bıçak görevi görürken, bir bıçaktan daha keskindi. Acıydı, zehirliydi. Açtığı yara derin, bıraktığı iz korkunçtu. Sustu aheste. Sessizliği devam etti. "A-asla. Asla senin olmam. Ölürüm de sana evet demem. Duydun mu beni! ASLA!" Sesinde inkârların doruklarında bir isyan vardı. Az önce sustuğu kadar bağırmıştı. Sessizliği tiz sesiyle bozmuştu. Elleri bağlı olduğu halde bu adamı öldürmeye can atıyordu. Bir teklif değildi bu. Emirdi.
"Şşş, o kadar emin olma." Dedi sessizce konuşurken.
Adamına işaret verdi. Adam elindeki telefonda her ne varsa aheste'ye göstermişti. Aheste'nin göz bebekleri telefonda gördüğü görüntü ile büyümüştü. Kalp atışları gitgide hızlanmış, göğsünü delercesine kaburgasına vuruyordu. Nefes alışverişleri sıklaşıyordu.

Telefonda ki şimal'di. Ama şimal şimal değildi. Öldüresiye dövülmüştü. Yüzü gözü mosmor, ağzı burnu kan içindeydi. Yerde hareketsizce yatıyordu. Onu her çeken kimse aheste sayısızca küfür etti. Bağırdı çağırdı. Nafileydi. Çınar'da en ufak bir acıma zerresi bulunmazken aksine zevk almıştı fazlasıyla. Çaresizce çırpınışları hoşuna gitmiş, onu kendine mecbur bırakmanın verdiği hazzı yavaş yavaş tadıyordu.
"Ş-şimal, şimal uyan! Şimal! Ne yaptınız ona?! Şerefsizler! Allah belanı versin. Manyak psikopat! Bırakın onu! Onun bir suçu yok!"

"Onun tek suçu seni tanıması. Seni bilmesi. Şimdi bağırmayı bırak ve beni iyi dinle. Sana bir kere teklif ettim. Reddeceğini bile bile. Ama..." Dedi ama kelimesini bastırarak söylerken. "İkinci bir defa reddedersen," dediğinde cümlesinin bir devamı varmış gibi yine bekledi ve elindeki telefonu gösterdi.
Türkan'ın ölmüş cesedi ve şimal'in baygın bedeni yan yana iki ekranda idi. Aheste anlamıştı bütün olanları. Tahmin etti çınar'ın yarım kalan cümlesinin devamını. Aklında bir yerlerde bir bomba patladı. Bir düşünce bir ülke misali yok olup gitti. Sonuna kadar karşı koymak yoktu artık aklında.

"Eğer," dedi onu anladığını bildiği hâlde bu çaresizliğinden zevk alarak.
"Reddedersen, bu kadının göğsüne saplanan kurşunun bir benzeri arkadaşının göğsüne de saplanır." İşte o cümlenin devamı buydu. Kulaklıkların zonklatan sesinin, acımasızca duygularını beslediği kalbinin işlevi buydu. Aheste'nin gözünden akan bir damla, iki damla, üç damla. Sayısızca damla aktı. Beraberinde cesarette akıp gitti. Sesi gitti. Sessizliği kaldı.
Çınar'ın beklediği cevap hazırdı dilinde.

Şimal'in yerde yatan bedenine çaresizce baktı. Biliyordu. Yine başka yolu yoktu. Yine yanan onun canı değildi belki ama cananı canıydı. Bundan öte acı mı vardı?
"Nasıl bir manyaksın sen?" Dedi ağlamaklı sesi ile. Başı öne düştü. Çaresizliğini gizlemek istercesine saklamaya çalıştı başını. Gözyaşlarını gizledi. Biliyordu kaybettiğini bildiğini. Ama görsün istemedi.
Başını geri attı.
Gözyaşları silinip atılacak bir el bile bulamazken, sadece akıp gitti.
"T-tamam." Dediğinde kaybettiğinin göstergesi sesinde saklı olan kırık parçalardı. Ve bariz ortadaydı. Artık çıkış yoktu.

Çınar ağır adımlarla ilerleyip aheste'nin arkasına geçti. Aheste ise yüzüne bile bakmadı. Hırsla karşı duvara kitlendi sadece.
"Birgün benim olacağını biliyordum. Sadece belirsizdi." Dedi. Adamına elini uzattı. Adamı elinde oynadığı bıçağı çınar'a verdi. Çınar bıçağı iyice incelerken, "Ve bugün hem senin için hemde benim için bir milad." Aheste'nin kulağına eğildi. Soğuk elini omzuna yerleştirip, irkilmesine sebep oldu. "Ve bugün aramızda ne geçtiyse, tek bir kelimesi dahi dışarıda duyulursa," bıçağın ucuyla aheste'nin sırtına derin olmayan ama iz bırakacak bir yara açtı.

Hilal şeklinde...

Aheste'nin acı dolu çığlıkları depoyu doldururken, akan kan bembeyaz elbiseyi kana bulamıştı. Artık saklamaya çalıştığı gözyaşları ondan habersizce akıyordu. Sesi arşı inletiyordu. Dişlerini sıkıyordu. Bugünün bitmesini istiyordu. Çünkü artık dayanamıyordu.
"A-allah," dedi nefes nefese acıyla.
"S-senin b-belanı versin!" Son kelimesi gür çıkmıştı. Çınar ise sessizce gülüyor, sırıtıyordu. Adamına bıçağı geri verip aheste'nin karşısına geçti.

"Bunlar senin için bir uyarıydı. Aynısı arkadaşına olsun istemiyorsan, susacaksın. Sesin çıkarsa, canınla değil cananınla öldürürüm seni. Ve inan senin her halin bana zevk veriyor." Bunu açıkça dile getirip geri çekildi. Aheste kan ter içinde, pars bakışları ile çınar'a baktı. Hırçınca nefes alıp verdi. Kimseyi suçlamadı. Şimal'i de...
Suçu yine kendinde bulmuştu.
Sustuğu için suçlu oydu sanıyordu.

Oysa avazı çıktığı kadar bağırsa, suçlu başkası olurdu.
"İlk önce herşey erkuranlar'a yakışır bir şekilde usulünce olacak. İsteme falan olmayacak direk nişan. Sonrası düğün. Bu süre içinde özgürsün. Nişanlı olduğumuz zaman...
Evlendiğimiz zaman iyi günlerini mum ile arayacaksın."
Yüzüne yaklaştı. Mahmur gözlerine kenetlendi.
"Erkuran soyadı benim özgürlüğümü nasıl aldıysa, seninde özgürlüğünü alacak. Beraber bir mahkûmuz aheste karakılıç. Ve hapishaneme hoşgeldin." Dedi son cümlesini kısık sesle söylerken.

Yaralara tuz basılır, acıları hep tazedir. Kabukları soyulur, izleri hep tazedir. Dokunursun, dokunurlar ve dokunur.
Parmakları ile gelen yeller silip süpürür izleri. Sonra bir onu bilirsin birde merhem olan tenini. Gerisi yalandır...

 

-DİYARBAKIR/LİCE-
-BAYIRLI KÖYÜ-

 

-ŞİMDİKİ ZAMAN-

 

1,2,3,4... Sayamadım bilmem kaç saat oldu. Geldiğimizden beri mehru'nun göğsünde sayısızca gözyaşı döktüm.
Ağladım, ağladım, ağladım. Başka da birşey yapmadım.
Gözyaşlarım elimdeki nergislere can suyu olmuş iken bana, gözlerime zehirdi. İçime ata ata kara bir zehir olan bu can suyu ciğerimi karartmışken, bir çiçeğe can suyu olacak kadar masumdu.
Ellerim zonkluyordu. Damarlarımın kurduğunu, sanki kanımın çekildiğini hissettim.

 

Aklım yine o geceye gitti. Bir yaz gecesine...
Hayatımı tek kalemde silen o yaz gecesine.
Bir kez daha ölmüş annemin ruhuna ah ettim. Beni neden doğurdun diye. Keşke senin yerine ben ölseydim dedirtti hayat bana bir kez daha.
Belki kaç ah edişimle mezarında sızladı kemiklerin. Kaç çığlığım ile çınladı ölü kulakların. Kaç kere anne diye bağırdığımda haykırışlarıma ses veremediğin için azap çektin mezarında.

 

Bu yüzdendi bana susmak helal.
Bu yüzdendi dilime vurduğum mühür. Sesime vurduğum kilit.
Ağzıma çektiğim paslı fermuar. Ben buydum işte. Bir insan hiç kendi canından çok başkasının canına değer verir mi?
Verirdi.
Ben veriyordum. Ben ölü bir cana bile kıymet veriyordum. Onunda azap çekeceğini bile bile susmayı kendime pay bildim hep.
Bu sefer adım aheste değil. Sus aheste. Sus, sus, sus. Yıllardır kendi canına vermediğin kıymeti başkasına verdin. Sus. Kendi canın içinde sus. Başkasının canı içinde sus. Bütün kaderler senin iki dudağının arasında olsun. İki kelimen belirlesin bütün hayatları.

 

Ama sen yine de sus.
Kalbin kan ağlasın, gözlerin kan ağlasın, kan kus ama yine de sus. Çünkü sen...
Susmaya mahkûmsun.

 

"İyi misin şimdi?" Dedi mehru, saçlarımı okşuyorken. Göğsünde saatlerdir kalp atışının ritmini ezberleyecek kadar kalmıştım. Sıcaktı, güvenilirdi, huzurluydu en azından burası. Gözlerim artık akıttığı yaşlar yüzünden açılmayacak kadar yorgundu. Göz kapaklarım ağır ağır uykuya kurban gidiyordu. Ama yine gözümün önüne gelen silüet irkilerek uyanmama sebep oluyordu.
Ellerim sıkıca nergislerin olduğu saksıyı tutuyordu. Solmuşlardı.
İki üç yaprağı saksının içine düşmüş geri kalanları da düşmeye yüz tutmuştu.
Gözlerim ise halının desenine takılı kalmış, saatlerce oraya bakmıştım. Mehru'nun naif sesi gözlerimi ordan ayırmama sebep olmuştu.

 

"Değilim." Dedim kısık kısık ve parça parça çıkan sesimle.
"Ben iyi biri değilim."
"Şşş, o nasıl söz. Sen bugüne kadar tanıdığım en iyi insanlardan birisin. Senin çok temiz bir kalbin var. Bir çiçeğe bile zarar vermeyecek kadar narinsin. Söylesene böyle biriyken nasıl kötü biri olabilirsin?"

 

"Keşke olsaydım. Keşke kötü biri olsaydım. Bencil, kendinden başka kimseyi düşünmeyen biri olsaydım. Belki hayat benim için daha kolay olurdu. Belki ölmüş annemin ölü kalbi sızlamasın diye her hareketimden korkmazdım. Belki, uğruna hayatımı zindan edecek kadar birine değer vermezdim. Belki kendimi düşünüp sesimi çıkarabilirdim."

 

Bu cümleme karşılık cevap ise sessizlikti yine. Mehru sustu. Cevap vermek bir yana dursun, nefes bile alamadı. Hissettiğim tek şey, çıplak omzuma akan bir damla soğuk gözyaşıydı. Ona aitti. Ağlıyordu. Kim için? Benim için mi? Benim için ağlanır mıydı? Gözyaşı dökülür müydü benim gibi aptal biri için?

 

"Sen..." Dedi sustu yine. Cümlenin devamını bekledim. Sessizce benden habersizce akıp giden gözyaşlarım kim bilir düştüğü yerde göl olmuştur.
Ellerim terledi. Cildimin soğuyup, teriminde soğuk hava ile buz kesmesi şu çöl ortasında üşümeme sebep oldu.
"Ben, aheste. Sus aheste. Ağzına bir fermuar çek otur. Yoksa çıkan sesine bedel olarak biri ölür. Sonsuza kadar susmaktan iyidir."

 

"Annen seninle gurur duyuyor aheste. O seninle övünüyor cennette. Onsuz, annesizde olsan büyüyüp bir kadın oldun. Hemde dünyanın en iyi yürekli kadını." Cümleleri içinden seçmekte olduğum tek kelime annesiz ve kadın olmak olmuştu. Annesiz, kadın olmak... Annen senin elinden tutup, kızım dediği günler olmadan, sana saçlarını nasıl tarayıp, nasıl giyineceğini göstermeyen, okula ilk başladığında, mezun olduğunda, okula gidişlerde eve dönüşlerde seni uğurlayan, karşılayan bir annen olmamış. Olmuş ama senin yüzünden ölmüş. Hayatın boyunca kendini suçlamış, onu hâlâ kanlı canlı bir insan gibi hayal edip en ufak davranışında seni doğurduğuna pişman etmişsin gibi hissediyorsun. Çünkü öyleyim.

 

Benim yüzümden, ben yaşayayım diye son nefesini veren bir kadın toprağın altında yatıyor, sen ise o toprağın üzerindesin. Altında olmak için can atarken, üstelik.

 

"Ben hiçbir zaman büyümedim, mehru. Ben hiçbir zaman kadın olmadım. Ben hiçbir zaman ayakta durmadım. Ben aslında iyi bir insanda değilim. Sadece safın tekiyim. Yalnız kalmaktan korktuğum için etrafımda olan insanları kaybetmemek için verdiğim saçma bir savaş bu. Boşunaymış. Yeteri kadar güvenilir değildim belki de."

 

"Sen güçlü-"

 

"Değilim. Olsaydım şuan koynunda ağlar mıydım? Yıkar döker miydim her tarafı? Beni kandırma. Boşver," dedim birden ayağa kalkarken. Saksıyı pencere kenarına koydum. Çift pencereli olan lojmanın iyi yönü belki de buydu. Her neyse ne. Şuan düşüneceğim hiçbir şey yoktu.
Ayakta iken, mehru'yla göz göze geldim. Yarım bıraktığım sözümü tamamlamak adına, kollarımı iki yana açtım.

 

"Sadece biraz daha, ufak bir zaman daha dayanacağım. Ondan sonrası huzur." Parmaklarımın uçları ile büyüklüğü ifade ederken, bu cümlem ona ne ima etmişti bilmiyorum ama onu ayağa kaldırıp, karışma dikilmesine sebep olacak kadardı.
"Hey hey, dur. Ne saçmalıyorsun? Ne huzuru? Aheste sakın düşündüğüm şeyi aklında barındırma."
Sustum. Cevap vermemekle beraber sessiz kalıp, dağıttığım etrafı toplamaya başlamam onu iyice çileden çıkardı.
"Bana bak!" Kolumdan kavrayıp sertçe kendine çevirdi beni.
Elimde birkaç cam kırığı kalmıştı.
"Açık açık konuşsana. Susma. Ne huzuru, ne ima etmeye çalışıyorsun?!"

 

"Off, mehru. Boşver öylesine bir sözdü işte."

 

"Bana bak aheste! Aklımdan geçen şeyi yapacak olursan veya kalkışırsan. Bu sefer bana ettirdiğin yemini bozar çıkarırım sesimi. Ben senin gibi sessiz kalamam. Erdem amca'ya herşeyi anlatırım. Ve inan o zaman ona engel olacak hiçbir şey ortada kalmaz."
Dediğinde, gözü kararmış bir şekilde yemin üstüne yemin etmişti. Birşey diyemedim. Zaten bir babam vardı belki beni bu çukurdan çıkarıp, özgürlüğümü geri verebilecek olan. Başka kimsem yoktu. Bu yüzdendi bu güne kadar susmam.
Lafım boğazıma dizili kaldı, sebebi ise çalan kapıydı.

 

Üstünde zar zor durduğum topuklularda ayak parmaklarım kan revan içindeydi. Cam parçaları batmıştı. Yürürken bile canım acıyordu.
"Dur sen dur. Ben açarım." Diyip beni durdurdu. Kendisi kapıyı açmak üzere küçük koridora doğru yöneldi.
Ben ise içerdeki dağınıklığı her kimse görmesin diye kapıyı kapattım. Kapının önünde beklerken, içerden gelen ses, Zerda'ya aitti.
Kapıyı açıp, beni görmesini sağladım. Ve öylede oldu. Kapının önünde bitik bene bakarken, gözleri fırıldak gibi her bir yanımı inceledi.
"Abla?" Dedi şaşkın bir sesle. İçeri telaş içinde girip önümde durdu.

 

Gözleri arkamdaki salonun dağınıklığında gezinirken, sonunda bana baktı.
"Noldu burda? Bu halin ne?" Diye sordu. Hiçbir cevap veremedim.
Mehru kapıyı kapatıp yanımıza gelirken, "Birşey olmadı."
"Emin misin? Bu evin halı öyle demiyor ama. Hem o kapının önündeki adam kim?" Bu soru ile anlamıştım birşeyler sezdiğini.

 

"Çınar'ın adamı." Dedim umutsuz bir sesle. Arkamı dönüp salonun ortasında ki yastıkları toplamaya başladım. "Niye gelmiş bu şerefsiz?" Sesi sinirle çıkmıştı.
"Korumam olarak gelmiş. Çınar'a her yediğim boku iletmek için." Dedim. Aynı anda etrafı toplarken.
Mehru'da benimle beraber toplarken, Zerda boş boş bana bakıyordu.
Olayı anlamış olacak ki, bu dağınıklığın sebebini de anlamıştı.
"Erdem albay biliyor mu?"

 

"Bilmiyor. Bilmeyecekte."

 

"Duyan, gören biri söylerse?"

 

"Arkadaşım derim. Ya da bir yolunu bulup göndermeye çalışacağım. Hiç sanmıyorum ama babamın duymaması için elimden geleni yapacağım."

 

"Teoman denen asker söylerse? Sonuçta babanın timinden." Sorusu mehru'ya aitti.
Ve cevabı belliydi.
"Teoman abimde mi gördü?"
"Kimseye söylemez. Sır çıkmaz ondan en azından tanıdığım bildiğim kadarıyla." Dediğimde benimde tek tesellim buydu. Öyle birine benziyordu en azından. Sözleri, yeminleri onu hissettiriyordu.
"Söylemez. Ondan sır çıkmaz. Yeminleri pistir onun." Demişti Zerda.
"İçimize su serptin valla." Diye çıkıştı mehru.
"Abla ben bildiğim kadarını söylüyorum. Kefil değilim ama insanları tanıyorum. Bu arada ben Zerda." Dedi elini uzattı.

 

"Bende mehru." Uzatılan eli sıkıp, gülümseyerek baktı.
"Yardım edinde bitirelim şurayı." Sesim kısık ve zorla çıkmıştı.
Elim ayağım o kadar darbeden sonra hiçbir şeyi kaldırmaya gitmiyordu. Sadece suskun bir şekilde etrafı toplamaya başladım.
"Ben sana buraya başka bir şey söylemek için gelmiştim." Dedi Zerda.
İşime devam ederken, "Ne?"
"Nasıl desem bilemedim."
Başımı yaptığım işten kaldırıp, Zerda'ya baktım.
"Söyle hadi." Dediğimde, çekingen bir tavırla bana baktı.

 

"K-köylü seni konuşuyor." Dediğinde afalladım. Bu saki ve bitkin ruh halimle duyduğum sözcükleri idrak etmekte bir hayli zorlanıyordum.
Ne demek köylü seni konuşuyor? Tamam bana bilenen bir köy ahalisi vardı da, yine ne yaptım da dillerine düşmüştüm? Beni en çokta bu sorular yoruyordu. Sorun üstüne sorun bana doğru yuvarlanan bir çığ gibi geliyordu. Ve hepsi yine onun yüzündendi.

 

Çınar Erkuran...

 

"Niye düşmüşüm dillerine?" Diye sorduğumda, bu sefer işi gücü bırakıp ona odaklandım. Mehru ise yine aynı benim gibi zerda'yı dinliyordu. Zerda ise şuan çok önemliymiş gibi etrafı topluyordu.
"Sen ve..." Cümlenin devamını cımbızla alıyorduk sanki ağzından.
"Hadi kızım ya ne yarışma sunan sunucular gibi uzatıyorsun?"

 

"Aytekin abi. İkiniz köylünün ağzına sakız olmuşsunuz." Dedi tek nefeste.
"Ne?!" Dediğimde, mehru'ya Baktım.
"Aytekin, şu ilk geldiğimde tanıştığımız esmer mi?" Sorusu yerli yerinde hazırdı. Cevap verecek olan ise yine bendim.
"Maalesef o." Zerda'nın maalesefi beni daha da çok çileden çıkardı.
"Ne yapmışız da dillere düşmüşüz?"

 

"Son bir iki haftadır köyde gündem konusu sizsiniz. Bugünde maşallah bombayı patlatıp elinde verdiniz ahalinin."

 

"Ne yapmışız kızım açık açık söylesene!" Sinirim hat safhadaydı. Zerda inadına kesik kesik konuşuyor uzatıyordu. Her şeydi tamdı, bir dedikodumuz eksikti ahalinin dilinden.
"Ben değil, Naciye abla anlattı; bilmem kucakta taşımalar, canını kurtarmalar, sürekli yan yana olmalar, törende sarmaş dolaş apolet takmalar bu kız nişanlı ama gözü hâlâ dışarda dedi." Naciye, ismi kadar lanet bir kadınmış. İşi gücü yok benim kiminle ne yaptığım zoruna gitmiş.
"Nişanlıysam nişanlıyım. Ona ne. O kimmiş be! Ona mı kalmış benim kimle fing attığım?"

 

"Hah, bende tam o konuya parmak bakacaktım. Annem ağzının payını tam vermişti ki, kadın açtı ağzını yumdu gözünü. Bizim umrumuzda olan onun namusu değil, Aytekin. Onun gibi mert, yiğit, aslan gibi aslan, yakışıklı bir çocuk böylelerinin ağına düşüyor. Olan gencecik istikballere oluyor, dedi." Göz kapaklarım bu son cümleden sonra ağır ağır kapandı.
Ağına düşürmek demiş. Avcı mıyım ben? Allah aşkına.
Bu ne biçim dedikodudur.
Kan beynimde fışkıra fışkıra kafatasımı patlatırken, elime yerdeki bastonu aldım.
Bir hışımla kapıya koştum, koştum ki, beni engelleyen kollar, olduğum yerde sabitlemişti beni.

 

"Abla dur gözünü seveyim. Elini kana bulamaya değmez!" Zerda'nın boşuna yakarışları beni durdurmaya yetmedi. Yetmezdi. Düşündüğüm tek şey şuan hakkımda konuşan kim var kim yok hepsinin sonunu şu tüplü televizyon gibi yapmaktı.
"Duramam! Ağzına sakız gibi koymuş bir söz. Kimin yanına gitse ağzına tükürüp, onun çiğnemesini sağlamış. Köy köy değil, kahpe Bizans. Kim kime dum duma!"
Mehru iki eliyle suratımı tutup, gözlerine bakmamı sağladı.
"Ahestem, kuzum. Bana bak! BANA BAK!" dediğinde yüksek çıkan sesi ve emir verir gibi çıkan cümlesi ona bakmamı sağladı.
"Sakin ol kıvırcığım, sakin ol. Derin derin nefes alıp ver." Şuan ne yaptığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Mehru ne derse onu yapıyordum. Derin derin nefes alıp veriyordum.

 

Ama nafile, sakinleşemiyordum.
"Zaten barut olmuş birine birde fitilini ateşler gibi söylenir mi bu şimdi?!" Zerda'ya çıkıştı mehru.
"Ne bileyim abla. Bilsin istedim. Bütün köy dedikodusunu yapıyor."

 

"İyi bok yedin!" Diye çıkıştı mehru.
"Abla, bir dur. Bak bu gece bizim köyün kızlarından Melike'nin hem düğünü hem kınası yapılacak. Bütün herkes gelecek. O zaman sorarsın hesabını herkese. Ha?" Söylediği sözle direnmekten vazgeçtim. Elimde ki baston yavaş yavaş aşağı inerken,
"Herkes gelecek, bu gece olacak öyle mi?"

 

"E-evet. Valla bu gece olacak ve herkes gelecek." Dedi Zerda beni ikna etmiş zaferine ulaştığını hissederken.
"Tamam. Bu hain ölüm planımı bu geceye saklıyorum."
"Huh! Abla vallahi ödümü kopardın, biran bastonu alıp şey edince."
Elini göğsüne koyup sesli nefesler alıp verdi. Güldüm biran.
Mehru bana bakarken, bastonu omzuma attım.
"Bu gece aklını alacağım o Naciye'nin. Sakızcı Naciye."

 

"Beraber alacağız." Dedi mehru. Elini omzuma atarken. Zerda güldü. Bir yandanda tereddütte kaldı.
"Bende demeyi çok isterdim ama hatun anayı bilirsin. Beni kıtır kıtır keser."

 

"Hiçbir şey yapamaz. Ben varken. Sen hele gel. Sonrası bende." Dediğimde Zerda'nın gülümsemesi büyümüştü.
"Biz üç kişiyiz onlar ise tombul tombul kadınlar. Üçe bir ahali haksızlık değil mi?"
"Kübra var!" Dediğimde biran korktuklar. Bende irkilmedim değil. Sayımız dört olmuştu. Yine azdık ama benim derdim naciye ileydi.
Gerisi yalan.
"Kübra?" Diye sordu mehru.
Tanımıyordu daha sormakta haklıydı.
"Kızıl doktor." Dedim. Sustum. Zaten tanışacaklardı. Sadece biraz daha beklemesi gerekiyordu.
El birliği ile dağıtıp bir yakmadığım salonu topladık. Birçok şeyde iz kalmışken, aklımda da izleri kalmıştı.

 

Bir şey daha benim yüzümden darbe almıştı. Bizzat benim tarafımdan. Ya cansız eşyaydı ya da insan. Ya sözcüklerimle hasar alırdılar, ya da ellerimle. Ben zarardım, ziyandım. Bana dokunan yanıyor kül oluyordu. Sonra bilmeden küllerine basıp geçiyordum. Hâlbuki bilmeden basmıştım. Suç bende miydi bana dokunanda mı? bilmiyordum.
Ben uzaklaştıkça yakınıma, kıyıma vuruyorlardı. Ben güneşin yakıp kavurduğu bir taş iken, kıyılarıma yaklaşan bir dalga vardı. İçime suyunu serpip korları söndüren.
Güven veren, herkesin içinde kaybolduğu, korkup kaçtığı bir okyanus bana kokusu ile huzur, güven, ferahlık veriyordu.

 

Adı da öyle. Adının manası ne idi bilmiyorum ama her duyduğumda kalbimde çarpıntı, kasıntı, hızlanma oluşuyordu. Bakmaya utandığım bir çift göz, konuşmaya varamadığım tesiri, dokunduğu an yakan değilde söndüren biriydi.
Niyeydi bütün bu tantana? Zaten ateşler içindeydim, adını bile dilime alamadığım bu adamın neden böyle bir yapısı vardı?

 

Bilmediğim ve huzuru aramaktan vazgeçtiğim yerdi orası sanki. İçimden bir his oraya gitmek istiyordu. Güvenin kollarını bedenine sardığı kokusunu duymak istiyordum.

 

🎶

 

Akşam olmaya az bir zaman kalmıştı. Güneş yavaş yavaş batmaya yüz tutarken, dağların ardından son ışıklarını bayırlı'ya gösteriyordu.
Aytekin karakolun bahçesinde oturmuş çay içiyordu.
Huzurlu muydu? Hayır. Bedeni dinlenirken, zihni sürekli üst üste binen düşünceler üretip duruyordu.
Elinde dumanı tüten çay havaya nazaran sıcaktı. Bardağı yarılamış, bitirmek üzereydi.

 

Yine aklında o vardı. Susup susup onu düşünüyordu. Bir işle uğraşsa belki susardı aklında ki tantana. Ama nafile. Silahının parçalarını çıkarıp tekrar taktı, duş aldı, simetri hastalığından dolayı düz olmayan odasını düzenledi, semaverde çay demledi ama düşünceler biran olsun susmadı. İçini yiyip bitiren bir kurtçuk misali sürekli bir parçayı koparıp bitiriyordu. Teoman'da işin içine girip aklını iyice bulandırmıştı. Zaten tesiri altında olduğu bu kadınla ilgili birde sır ortaya dökmüştü. Öyle sayılırdı. Hâlâ neyi gizlediğini bilmiyordu. Beynini kemiren de buydu ya. Bir süre gözüne ilişti hal ve hareketleri. Sonra daha çok ilgisini çekti. Zaman geçtikçe daha çok tesiri altına girdi.

 

Neydi dikkatini çeken peki? Ona göre gayet iyi saklamıştı sırrın bu her neyse. Aytekin gibi bir adamdan iyi saklanmıştı. Onun insanlar üzerindeki gözlemleri öylesine derindi ki. Uzun uzun inceler, beyninde adeta bir rapor sunardı hakkında. Askerlikten gelen bir içgüdü idi bu. Özel ve zor eğitimler sonucu doğmuştu bu özellik. Üniforma giymekle sadece olmuyordu ona göre. Birşeyler bilip, öğrenip onu hayata geçirmek askerliğin bir tecrübesi sayılırdı. Nasıl ki bir insanda normal erdemli davranışların tümü vardır ki, askerlikte erdemli davranışların her biri birer hazinedir onlarca. Silah tutan ellerinin ardında aynı zamanda o silahı kime yöneltmesi gerektiğini gösteren bir yürek vardır. Öyle bir yürektir ki; düşmana ateş gibiyken, masuma su gibidir. Bu değil midir erdemli davranışların hepsi?

 

Asker olmak sadece savaşmak değildi ona göre. Silahı tutan elinin tutmayan gününü bilmekti aslında. Gözünün sisten, dumandan kurtulduğu zamanlarda vardı. Onun için askerlik; babasının yıllar önce kaybedip uğruna ölümle bile el sıkıştığı bir mertebe idi. Küçükken oğluna askerlik anılarını anlatan babasının gözlerinde yıllarını verdiği, emeklerinin seferber olduğu, üniformasını bıraktıktan sonra vatanına feda ettiği canının artık yaşamaya değer bir yanının kalmadığı zamandı, onun için askerlik. Türk bayrağında kanının da bir payının olacağını bilip bu uğurda can verme arzusuydu bir nevi.

 

Aytekin ismi gibi mertebesi yükseklerde bir yere adım basmıştı. Öyle bir adımdı ki onun için, kanının aktığı damarlarında daha da çok hırçınlaşan her hücresinin bir coşkusuydu. Şehvet meselesi idi askerlik. Şehadet ederdi uğrunda.
Onun için yıllardır buydu tek aşk. Meselesi, işi, gücü, duyguları, düşünceleri, aşkı herşeyi bu olmuştu.

 

Elinde bir şiir kitabı vardı. Bütün şairlerin yazdığı şiirlerin sıralandığı bir kitaptı bu. Çok sevdiği dizelerden birkaç mısrayı işaretlemişti. Genellikle Hüseyin Nihal atsız'ın şiirlerini beğenirdi. Ama gözüne ilişen fuzuli'nin bir beyiti, onu mest etmişti.
Şöyle diyordu fuzuli;


Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdir muttasıl. Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su.

Sesli okumuştu. Böyle beyitleri sesli okuyunca anlamı birazda olsa çağrışıyordu aklında.
"Âvâre su..." Dedi kendi kendine.
Gökyüzüne baktı. Kızıl bürünmüş gökyüzü gece karası gözlerinde belirdi. Bulutlar parça parça yek pare dağılmıştı etrafa. Güneş son ışıklarını ulaştırmak için uğraşır gibi batmamaya yeminliymiş gibi gitmiyordu.
"Avare avare gezmek... Su avaredir. Neye avare bu su?" Dedi ardından.
Beyiti iyice inceledi. Anlamını bilmek şuan onun için bir düşmana karşı kazanmak için verebileceği bir savaştı.
"Su, sevgilinin ayağının altında ki toprağa avaredir, komutanım!" Sesin geldiği yöne doğru başını çevirdi. Bu aylak ses Teoman'dan başka kimse değildi.

İnce belli çay bardağını yere bırakıp, şiir kitabını kaldığı yeri kaybetmemek adına rastgele kopardığı kağıt parçasını arasına koydu.
Teoman kenarda bulduğu boş sandalyelerden birini çekip oturdu.
Aytekin ise çay doldurup Teoman'a uzattı. Sıcak çayı alıp, güzelce kokladı.
"Eyvallah." Dedi. "Su niye bir faninin ayaklarına avare olsun, bozkuş? Su Allah'ın bize bir lütfudur. İçilir, abdest alınır, yıkanılır, nimettir. Bir kadının ayaklarına niye avare olsun?"

"Ben değil, fuzuli öyle diyor."

"Fuzuli nereden bilsin suyun kime avare olduğunu?"

"Biliyor." Dedi Teoman, düz bir sesle.

"Nereden biliyor?"

"Çünkü aşık." Çayı höpürdete höpürdete içerken, hem sözleri ile hem hareketleri ile Aytekin'i çileden çıkarıyordu.
"Hadi ordan amına koyayım. Fuzuli Allah'ın verdiği nimetleri başkasının ayağına avare ediyorsa aşık değil, delidir. Kimse aşık olduğu için kendini bir kadına köle ettirmez."

"Ettirir." Dedi inatla.

"Ettirmez. Senin gibi bir fani, bir ölümlüyken neyedir canını, ciğerini boşuna harcamak?"

"Ettirir. Aşk öyle bir duygudur ki komutanım. Şehveti damarlarında akan bir ateş olur. Kan ateşle kavrulur, yüreğine pare pare serpilir.
Yürek har vurup harman savurur göğüs kafesini. Kadın öyle bir varlıktır ki, Yunan mitolojisinde güzellik kadına, güç erkeğe verilmiştir. Ve her güç bir güzelliğe yenilir. Bizim dilimizde buna her yiğidin harcına bir güzel düşer derler. Erler yiğittir, hırçındır. Güzeller; narindir, uysaldır, yatıştırıcıdır. Toy bir atı güzel sözle uysallaştırırsın. At senin kölen olur. Erkekler de öyledir. Toydur, hırçındır. Kader bir kadın çıkarır karşısına, ne toyluğu kalır ne de hırçınlığı. O at gibi köle olur ona." Sözlerini peşi sıra söyleyip çayın keyfini çıkarmaya koyuldu.

Aytekin sinirle doğrulup, Teoman'ın kafasına sert bir şaplak yapıştırdı.
"Hay senin yapacağın benzetmeyi sikeyim. Bozkuş siktir git şuradan. Ağız tadıyla çay içirmedin." Teoman inadına kaldı.
"Tamam komutanım, söz veriyorum burda oturacağım ve çıtım çıkmayacak." Ağzına görünmez bir fermuar çekip, yerine iyice sindi.
"Aheste mevzusu... Hakkında birşeyler düşündün mü?" Aytekin duyduğu isimle beynine sıçrayan kan, sanki vurgun yapmış gibi hızla akıyordu. Hissediyordu. Düşünceleri yine harekete geçmişti.

"Hiç susmadı ki amına koyduğumun düşünceleri."

"Ne düşüncesi?"

"Bak bozkuş, sen söylemeden öncede bu kızın hal ve hareketleri benim dikkatimi çekmişti. Birşeyler sezmiştim. Bu kızda bir gariplik var dedim. Tahminlerimde yanılmadığımı sen söyleyince bu meseleyi anladım. Ya zorla ya da tehditle bir şekilde birşeyler yaptırılmış bu kıza. Ve benim vicdanım kaç gecedir, belkide o geldiği günden beridir susmuyor. Aklıma vuruyor. Düşünceler sürekli harekete geçiyor. Anlayacağın susmuyorlar."

"Peki ne yapacaksın?"

"Ya susturacağım bu sikik düşünceleri ya da kendisi susacak."

"Kıza soracaksın direk yani?"

"Bir şekilde. Yoksa bu önemli operasyonda bu düşüncelerle adamı yakalamam zor."

"Göreve gitmeden sorma imkanın var mı? Belki herşey daha kolay olur."

"Bana güvenmesi gerek. Güven hissini uyandırmazsam bana hiçbir şeyini söylemez."

"Bana nasıl güvendi o zaman? Ben o güven hissini verecek kadar yakın değilim ona."

"Sana güvenmiyordu zaten. Sadece zorunda kaldı. Güvenmek ve zorunda kalmak ayrı şeyler."
Dedi Aytekin. Tereddüt içinde yine sorup sormamak arasında kalmıştı. Teoman haklıydı. Belki sorsa herşeyi, bu kadar zor olmazdı. Belkide kendi iyiliği içindi bütün bu kıvranmalar. Beyninde susmayan bir düşünce ve ses bulutunu yakıp yok etmek içindi ya da vicdanını susturmak içindi bütün bu çaba. Bunun başka bir anlamı yoktu onun nezdinde.

"Şansını dene en azından belki bir ihtimal birşeyler söyler. Belki sana güvenir anlatır. Hem sen kaç kez hayatını kurtardın. Bir insan güvenme hissini canının derdine düştüğü an tadar. Belki sana en başından güveniyordur ama sende o şey yoktur..." Dedi cümlenin bir yerinde aksaklık vardı. Aytekin farketmişti. Bakışları garipserken Teoman'ı, keskin kara harelerini ona dikti.
"Ne yoktur? Açık konuş bozkuş!"

"Cesaret." Dedi tek ve tereddütlü bir sesle. Aytekin kendi içinde seslice inkâr etmişti. Onun bu güne kadar çekindiği kimse olmamıştı, üstleri dışında. Disiplin konusunda komutanlarına karşı çekingen bir tavrı vardı evet ama bir başkasına hele ki bir kadına karşı asla çekingen olmamıştı. Korkaklık da neyin nesiydi? Cesaretin her zerresi damarlarına işlemişken, ona korkaklık var içinde diyemezdi Teoman.

"Saçmalık. Bir kadından niye çekineyim? Ya da korkayım?"

"Kadından değil, kadının gerçeklerinden. Onun her kelimesi aslında seni kendi içinde gerçeğe inandırıyor. Bu güne kadar hangi kadın senin aklında bu kadar süre yer edindi?"

Annesi...

Belki de en uzun süre yer edinen tek kadındı. Her gece, gündüz, saat, dakika, saniye uyuduğunda, rüyalarında, kabuslarında, her an annesi aklındaydı. Sussa düşünceleri konuşsa kelimeleri yoruyordu beynini. Belki de bu yüzdendi kadınları birer boş bir varlık olarak görmesi. Hiçbir kadının onda en ufak bir anlamının olmaması. Annesinden sonra belki de hiçbir kadın onun için aynı kalmamış, isminin layığını onun nezdinde anlamı başka olan ve o anlama gelen olmuştu.
Kadın diyince aklına hiç kimse gelmiyordu.

Ne annesi ne de başkası...

"Benim aklımda yer edindiği falan yok. Sadece vicdanımın bir parçası olan saçma salak düşünceler beynimi kemirip duruyor. Hâlbuki iki soru ile susarlar."

"Niye susturmuyorsun o zaman? İki soru ile susacak düşüncelerinin susmayacağını biliyorsun. Bu yüzden iki soruyu bile soramayacak kadar cesaretsizsin, Karakum."

"Susturmayan şerefsiz olsun amına Koyayım. Bir daha bana cesaret yoksunuymuşum gibi imalar edersen, üstüne birde benden izinsiz rütbeden çıkarsan seni şu yaylalarda koştururum bozkuş."
Teoman birden ayağa kalkıp esas duruşa geçti. Elini başına koyup selam verdi.
"Emredersiniz komutanım!" Dedi,
Ciddi bir sesle.
"Komutanım, bu akşam köyde düğün var. Osman söyledi timide davet etmişler."

"Kimin düğünü?"

"Muhtar bayram amcanın kızı melike'nin."

"Gerek yok yarın görev var. Timin dinlenmesi gerek."

"İbo ağa yemin etmiş. Tim gelmezse komutanına darılırım. Demiş. Gitmezsek ayıp olur komutanım. Hem erdem albayda gidiyor." Teoman o düğüne gitmek istiyordu. Ve bunun için uğraşlar veriyordu.
Aytekin biran tereddütte kaldı. Gidip gitmemek arasında kaldı. Biran için düşünürken, aklına onun da geleceğini düşündü. Aheste'de düğüne gelirdi. Belki bir fırsatını bulup ona sorardı. Gitmeyi işte şimdi istemişti.
"Tamam time haber ver gidelim bir görünüp gelelim. Muhtara hayırlı olsun dedikten sonra geri döneceğiz. Yarın şafak sökmeden operasyon için yola koyulacağız. Aylaklık istemiyorum hayde hayde hayde!"
Seslice Teoman'a emir vermiş, Teoman ise birden, "Emredersiniz komutanım!" Demişti.

Teoman oradan ayrılırken, Aytekin yine yalnız kalmıştı. Düşünceleri ile...

🎶


Kübra köyün sağlık ocağındaydı. Hava kararmıştı. Dağların ardından ay yavaş yavaş yükseliyordu. Elinde kağıt bardakta çay vardı. Çayı yavaş yavaş içiyordu. Bir eli önlüğünün cebinde, bayırlı'yı gözetliyordu. Köyün tek sağlık merkezi bu sağlık ocağı olduğundan, sabaha kadar açıktı. Doktorlar ve hemşireler devirli olarak nöbet tutuyordu. Ki şuan ki teyze bunun en büyük örneğiydi. Aksak aksak yürüyordu. Elinde bastonundan destek alarak sağlık ocağının merdivenlerini tırmandı. Kübra koşarak yardımına gitti.

"Teyzem hayırdır gecenin bu saatinde buraya geldin? Hemde yalnız başına..." Dediğinde sesinde naifliğin en ince tonu vardı. Nazik bir tavırla teyzeye sorusunu sorarken,
"Heç gızım. Evim hemen şura. Biraz yürüverem dedim, hava karardı. Benim uzun süredir boğazım ağrıyordu. Hazır gelmiş iken doktora görünüverem dedim gari."
Teyzenin sohbeti uzuyordu. Kübra sıkılmamış aksine dinlemişti.
"Ya. İyi hoşgeldin bakalım. Ben doktorum seni bir muayene ederim." Dediğinde, teyze memnun bir ifade ile gülümsedi Kübra'ya. Yavaş yavaş muayene odasına yürüdüler. Odaya vardıkları an Kübra teyzeyi yavaşça sedyeye oturttu.

"Teyzem sen otur ben geliyorum." Diyip, kendi odasına doğru yol aldı. Stetoskopunu almaya gittiği odasında, çakır ile karşılaşmayı beklemiyordu.
Masasında bir aile fotoğrafının olduğu çerçeveyi inceliyordu. Fotoğrafa tebessümle bakıyordu, Kübra'nın geldiğinden habersizdi.
Kübra içeri girip mütevazı bir tavırla,
"Çakır?" Dedi. Çakır sesin geldiği yöne baktığında, elinde çerçeve ile kalakalmıştı.
"Kızılcık marmelatı?" Dedi aynı sesle çakır.
"Seni görmeyi beklemiyordum."

"Sürpriz yapmayı severim. İstersen gidebilirim."

"Hayır, hayır. Yani öylesine lafın gelişi söyledim. Hoşgeldin. Geçsene otur şöyle. Benim bir hastam var muayene edip geleceğim hemen. Uzun sürme." Demişti sandalyeyi işaret ederek. Çakır, "Yanında beklerim. Eğer müsait olursa hastan."

"Maalesef kadın biri."

"İyi o zaman burda bekliyorum seni."

"İyi o zaman ben hemen geliyorum." Diyip odadan çıkmıştı. Üstünden 5 Saniye geçmeden Kübra tekrar odaya geldiğinde, çakır'ın bakışları şaşkınlıkla ona bakmıştı. Bir o kadarda çapkınca bir gülüştü bu.
"Ee, stetoskopu almaya gelmiştim. Almayı unuttum." Diyip stetoskopu hızla aldı ve odadan tebessümle çıktı. Çakır bu haline gülmüştü. Hoşuna da gitmişti aynı zamanda.
"Oluyor oğlum. Kızılcığın kafasını karıştırıyorsun." Dedi kendi kendine bir zafer kazanmışcasına sevinirken.
Sandalyeye oturmak yerine odayı dolaşmaya başladı. Dikkatini çeken şey, koltuğunun olduğu duvarında kocaman bir kilim asılıydı.
Üstünde bir kadın, küçük bir ceylanı seviyordu. Dere kenarında bulunuyorlardı. Gülmüştü. Bir o kadarda dikkatini çekmişti. Antepli olduğunu söylemişti. Bu kadarını beklemiyordu.

Kübra odaya dönüp teyzenin oturduğu sedyeye yanaştı. Eline feneri ve bir boğaz çubuğunu alıp teyzeye,
"Teyzem, ağzını büyük aç." Demişti. Komutu ile teyze ağzını açabildiği kadar açmış, o da çubuğu boğazına kadar götürüp, fenerle bademciklerine bakmıştı. İltihaplanma vardı boğazında.
"Teyzem, boğazında iltihap var. İlaç kullanıyor musun?"

"Benim tansiyonum var gızım. Onun ilaçlarıdır kullanıyorum."
Dediğinde, sorunun kaynağını anlamıştı Kübra. Tansiyon ilaçları boğazında uzun süreli kullanımdan dolayı iltihap oluşturmuştu.
"Bundan dolayıda olabilir. Peki köyün suyunu mu içiyorsun yoksa başka bir su mu?"

"Köyün suyunu içiveririm gızım. Başka su içmem. Hem bayırlı'nın suyu şifadır. Nasıl hasta etsin?"

"Eder be teyzem. Hemde nasıl eder. Soğuktur, sarp kayalıklardan akar da gelir musluğuna. İçmişsin soğuk soğuk boğazında iltihap olmuş. Ben sana birkaç ilaç yazacağım. Onları al iç boğazında iltihap falan kalmaz. Ama soğuk su içme."

"Ben bayırlı'nın suyundan başka su içmem."

"Bende zaten sana suyunu içme demiyorum. Soğuk soğuk içme. Isıt ya da ılık iç." Dediğinde, teyze kabul etmiş bir ifade ile tebessüm etti.
"Eyi peki gızım. Sen yaz gari. Benim oğlan alıverir." Dediğinde, Kübra stetoskopu kulaklarına taktı.
"Bir göğsünü de dinleyeyim sonra yazarım ilaçlarını."
Demişti. Teyze sırtını açmış Kübra'yı beklemişti. Kübra yavaş yavaş dinledi. Kalp atışları normaldi. Sadece nefes alışverişleri biraz ağırdı.
"Öksür teyzem." Dediğinde teyze öksürdü. Kübra iyice dinleyip bitirdi işini.

"Bitti mi gızım?" Diye sordu.
"Bitti teyze. Kalkabilirsin." Demişti. Teyze yavaşça sedyeden inip çantasından telefonunu çıkardı.
Bir numara tuşlayıp açmasını bekledi.
Telefon açıldığında teyze,
"Oğlum, ben köyün sağlık ocağındayım. Gel hele al beni. Zifiri karanlıktır, gelemiyorum."
Bir süre bekledi. Kübra ise bu sırada etrafı topladı.
"He. Doktor gızım yardımcı oldu sağolsun." Dediğinde Kübra tebessüm etmişti teyzeye.

Telefonu kapatıp çantasına geri koydu teyze. Bastonuna tutunarak, ilerdeki sandalyeye oturdu.
"Benim oğlan mühendis. Uzun zamandır beni görmeye gelmiyordu. Gelmişti de gördüm."
Dedi konudan bağımsız.
"Yaa ne güzel." Dedi Kübra ne diyeceğini bilemeyerek.
"Adı Kemal." Dedi ardından. Kübra niyetini anlamış değildi.
Suskundu bu sefer.
"Bekardır. Delikanlı gibi delikanlı. Yakışıklı, boylu poslu. Birazdan gelir tanışıverirsiniz gari."

Kübra susmuştu. Etrafı toplamakla yetinirken, o da bitmişti. Konuyu değiştirmek istese yapamazdı.
Denemek istedi bir an.
"Adın neydi teyzem?" Diye sordu. Teyze mütevazı bir şekilde,
"Müesser, gızım. Senin adın ne gari?" Diye sordu bu sefer soruyu soran oydu.
"Kübra."

"Yaa, ne güzel ismin varmış. Saçların necedir? Kına mı?" Diye sordu müesser teyze.
"Yok teyzecim, boya." Dedi.

"Bizim eskiden saçlarımız sırmaydı. Uzatırda uzatırdık. Köyün erkekleri bizden önce saçlarımıza vurulurdu gari. Ama şimdi nerdeee. Kızların saçları ha böyle fırça gibi rengarenk.
Sevdiceğin varmıdır?"

"Yok be teyzem."

"Yaa, ne güzel ne güzel. Belki kısmetin bu köyden olur gari."

"Sanmıyorum teyzem. Biz Antepliyiz. Babam büyük bir aşiretin ağası. Bizde sevilirde, sevdanın ateşi sönmeden gömülür." Demişti iç çekercesine.
"Olur mu öyle gızım? Sevdiğin yiğitse peşinden, seviyorsa elinden tutar. Değilse de topuğuna babandan önce sen sıkarsın gari." Dedi alaycı bir sesle. Kübra güldü.
Sustu ikiside bir müddet.
Sonra içeri bir adam girdi. Boylu poslu, yakışıklı ve esmerdi.
Müesser teyze ayağa kalkıp, adamı karşılamak için yanına gittiğinde, ağzından dökülen iki kelime olmuştu.
"Oğlum. Hoşgeldin gari." Demişti.
Kübra ise bir köşede mütevazı bir şekilde beklerken, müesser teyze gülümsedi ve oğlunu Kübra'ya doğru götürdü.

"Bak oğlum bu sana bahsettiğim doktor gızım, Kübra." Demişti. Oğlu mütevazı bir tavırla Kübra'ya elini uzatmıştı ki, elini tutan el Kübra değil bir başkası olmuştu.
Çakır'dı bu. Kemal'in elini tutmuş, sıkıca sıkmıştı.
Gözleri sert ama bir o kadarda iyi bakmaya çalışıyordu.
"Bende çakır. Çakır Bayramoğlu." Demişti. Kübra şaşkınlıkla çakır'a bakarken, "Doktor hanımın, sevgilisiyim." Demişti. Kübra'nın gözleri iki metre açılırken, afallamıştı.
Çakır arkasına bakıp, Kübra'ya göz kırpmıştı.

"Çakır, oğlum? Senin ne işin var burda?" Diye sormuştu müesser teyze. Çakır elini çekmeye çalışan Kemal'in elini bırakmayarak, "Sevdiğimi görmeye geldim, teyzem." Dedi.
Müesser teyzenin kafası karışmıştı.
"Nasıl olur oğlum? Doktor hanım kızım, bana sevdiğim yok dedi." Çakır büyük pot kırdığının farkına varmıştı. Kübra ise arkada olan biteni izlerken, olaya artık müdahale etmesi gerektiğini anlamış, etmeye çalışmıştı ama çakır ondan önce davranıp,
"Ben öyle söylemesini istedim. Malum bizim köy dedikodu kazanı, içine düşen bir daha çıkamıyor. Onun da başı ağrısın istemedim. Herkese böyle söylesin istedim. Ama anladım ki kısmetleri artıyor böylede."

"Yaa, hayırlı olsun oğlum. Allah bir ömür boyu mutluluklar versin. Kübra kızımda zaten maşallah çok güzel kısmeti tabi olur. Bizden sır çıkmaz merak etme." Dedi yarı sevinçli yarı mutsuz bir şekilde. Amacı Başkaydı aslında. Ama kader kısmet diyip geçiştirdi içinden.
"Sağolasın teyzem. Ee hadi o zaman bize müsade." Dedi ve arkasında duran Kübra'nın elini kavradı. İçi zaten kor ateşken, birde alev diye adlandırdığı kızın elini tutarak yakmıştı kendini.
Kübra tutulan ele karşı kızarmıştı. Bedeni çekilip giderken, zar zor yürümüştü. Teni yanıyordu adeta.
Odadan çıktıkları an, Kübra'nın odasına vardılar. Çakır içeri geçip kapıyı kapattı. Aklında tek birşey vardı aslında. Kübra'yı tavlayıp iddiayı kazanmak. Ve Şahin'e ne olduğunu göstermek. Bu sevgili yalanı belki de işine gelirdi.

"Niye öyle söyledin? Ben sevgili olduğumuzu hatırlamıyorum. Hem daha tam tanımıyoruz bile."

"Benim niyetim o değildi. Farketmemiş olacaksın ki bu köy öyle sandığın kadar iyi yürekli degil. Dediğim gibi dedikodu kazanı. O teyze senin bekar olduğunu öğrendiği an oğlunu sana ayarlamaya çalıştı farkında değil misin?"

"Farkındaydım. Ama böyle halletmek daha çok düşürecek beni kötü duruma. Ya gider köyde dedikodumuzu çıkarırsa?"

"En azından sana sürekli kısmet sunmazlar. İyi tarafından düşün."

"Hemen gidiyorsun ve kadına aramızda hiçbir şey olmadığını söylüyorsun. Ben böyle bir dedikodu duymak istemiyorum."

"Neden? Sevgilim olmak çok mu kötü birşey?"

"Evet! Tanımadığın biri çıkıpta başkasına bu benim sevgilim diyip elini tutarsa ne dersin?"

"Allah kerim derim."

"Anlamadım? Bak oğlum benim asabımı bozma!"

"Yalnız bağırma burası bir hastane."

"Off! Nasıl bir illete bulaştım ben?"
Çakır sakindi ama Kübra hiç aynı durumda değildi. Babasının duymasından korkuyordu. Büyük bir aşiretin ağasıyken, Kübra'nın bu haberini duyarsa, ağalığı bırakıp kasaplığa başlardı. Ve Kübra'yı kıtır kıtır kesmek için yer arardı.
"Bir sorun mu var?" Diye sordu çakır.

"Evet sorunların en büyüğü var sayende!"

"Ne, söyle halledeyim."

"Hee, gördük senin halletme şeklini.
Bunu babam duyarsa beni öldürür."

"Niye öldürsün? Kısmetinin önüne niye taş koysun adam?"

"Birincisi sadece beni değil seni de öldürür. İkincisi büyük bir aşiretin ağasının kızı olmak demek ömür boyu bekar kalmak demek. Üçüncüsü ise sen benim kısmetim değilsin ve asla da olamazsın."
Çakır duyduğu sözle işinin zor olduğunu farketmişti. Hem inatçı hemde bir Ağa'nın kızıyken, onu tavlamak bir hayli zor olacaktı.
"Nereden bileceksin, kaderin işini? Belkide kısmetin benimdir?" Çapkınca gülüp göz kırptığında, Kübra elini alnına sertçe vurmuştu.
"Eğer kısmetim sensen, sikerim böyle kaderin işini."
Küfürbaz bir kadın olduğunu öğrenince ettiği küfürlerin naif bir şekilde ağzından çıkıp ses tonuna ne kadar yakıştığını farketti, çakır.
Kendi kendine güldü.

"Kaderin işine karışamazsın."

"Kısmetim sen olacaksan karışım. Ve bozarım."

"Hayır anlamadım ki benim neyim var, bu kadar küçümseyici davranıyorsun?"

"Sosyal medya hesaplarına baktım neredeyse hepsi kız. Erkek hiç yok. Nedir senin bu kızlara zaafın?"
Çakır birkez daha büyük pot kırdığını anlamıştı.
"Kızlara zaafım yok." Tamamen yalandı.

"Hepsi arkadaşım."

"Senin 1000 tane kız arkadaşın var ve sen hepsiyle de sadece arkadaşsın?"

"Olamaz mı? Arkadaş canlısı biriyim.'

"Sadece kızlarla mı?"

"Erkeklere arkadaş demem ben. Zaten kardeş diyebileceğim erkek kardeşlerim de var." Timden bahsediyordu. Ama Kübra şuan tek bir konuyla ilgiliydi.
"Her neyse. Ama babam duyupta gelirse bütün sorumlu sensin."

"Merak etme kızılcık marmelatı, herşey bende sen sadece relax ol."

🎶

 

Benim mütevazı güzel lojmanımda, hepbir cümbüş cemaat hazırlanıyorduk. Sadece düğünde bir arbede çıkarmak içindi bütün herşey.
Dedikoduyu çıkaran her kimse bedelini ödeyecekti.
Mehru hazırdı. Mini bir elbise giymişti köye nazaran. Sanki kraliyetin düğünüydü. O makyaj o takılar, topuklular. Biraz zordu.
Zerda burda değildi. Evdeydi ama büyük ihtimalle o da bu gece bizleydi. Kübra ise alev kırmızısı saçlarını maşalıyordu. Aynı zamanda sinirliydi.

 

"Noldu, niye sinirlisin?" Diye sorduğumda, maşayı tutup beklerken, aynı anda kapı çalmıştı. Mehru kapıya bakarken, Kübra aynı zamanda anlatıyordu.
"Sorma ya. Boktan bir gündü."

 

Zerda içeri geldiğinde üstüne giydiği çiçekli elbisesi dikkatimi çekmişti. Makyajsız yüzü daha güzel görünüyordu. Ama mehru zorla yüzüne birşeyler yapalım diye zorluyordu. Çaresizce kabul etmişti o da.
"Neden?"

 

"Ya şu timin askeri olan çakır varya, çakır gözlü olan. İşte o bugün sağlık ocağına geldi. Bende yaşlı bir teyzeyi muayene ediyordum. Muayenem bitince bu teyze bana sürekli evlilikle ilgili sorular sormaya başladı. Hasbi Allah ben takmadım. Ama sonra zorla bana oğlunu beğendirmeye çalıştı. Sonra işte bunun oğlu geldi. Tanıştırmaya çalıştı. O sırada bu çakır geldi kendini adama benim sevgilim diye tanıttı."

 

"NE!"

 

"Amacı meğersem bana kısmet bulmaya çalışan teyzeden kurtarmakmış."

 

Zerda güldü. Güldüğünde ona makyaj yapan mehru'nun gazabına uğramıştı aynı zamanda.
"Kız! Sen bunların kaç para olduğunu biliyor musun? Öyle resim defterine sürülür gibi sürülmez. Rahat dur."

 

"Pardon abla." Dediğinde, herkesin dikkatini çeken, zerda'nın güldüğü şeydi.
"Niye güldün?" Diye sordum.
"Abla sen yanlış kişiye denk düşmüşsün ona güldüm."
Kübra merak etti. Ne dediğini anlamadığı zerda'ya dikkatle baktı.
"Anlamadım." Dedi. Bende merak etmiştim açıkçası.
"Çakır abim çapkınlıkta ustadır. Kitabını yazmıştı da okuyan olmadı."

 

Kübra tahmin etmiş gibi bir ifade ile sarsıldı.
"Vay çakal vay." Dedi mehru.
"Her gittiği yerde bir kız varsa bilin ki o kıza yürüyen bir çakır vardır. Kaç kişiyle çıktı ohooo. Onun amacı seni de avucuna almak. Ama beni şaşırtan birşey var. O hiçbir kızın ayağına gitmez, onun için iyilik yapmazdı. Sadece oynardı. Ciddi ilişki sevmez o."

 

"Yaa, çakır efendi. Takipçilerinden belliydi. Çakal."
Dedi Kübra kendi kendine.
"Çakır abiye dikkat et abla. Avlanan olma. Mazallah kurban gidersin."

 

"Bakalım kim avlıyor kim avlanıyor." Dediğinde sesinde savaşın kokusu vardı. Benim de işim bittiğinde, herkes hazırdı. Etrafı toplayıp, çıkmıştık.

 

🎶

 

Köyün ortasına kurulan küçük sahne ışıl ışıldı. Bütün köylü düğüne gelmişti. Böyle manevi günler onlar için önemliydi. Eş dost herkes gelmişti. Damat ve gelin masasında oturmuş tebessümle sohbet ediyorlardı. Kadınlar oradan oraya koşuşturuyorlardı. Küçük çocuklar meydanın ortasında birbirlerini kovalayıp duruyorlardı.

 

Tim özel olarak hazırlanan masasaya oturmuş önlerine konulmuş baklavaları yiyorlardı. Teoman yine tatlı krizine girmiş gibi bütün baklavaları tek lokmada yiyordu. Şahin ve çakır derin bir sohbete dalmışken, cengiz, İbo ağa ile sohbet ediyordu. Sancar ve yaman tatlılarını yemiş, İbo ağa ile cengiz'in sohbetini dikkatle dinliyordu. Afet masadaydı biraz önce ama ortalıkta yoktu bir süre.

 

Ve o...

 

Aytekin, o ise yine geceden daha karanlık bakışlarını kalabalığa dikmişti. Dikkatini çeken küçük bir erkek çocuğuydu. Elinde küçük bir topaç ile oynuyordu. Arkadaşlarına katılmak yerine tek başına oyun oynuyordu. Ve en güzeli ise ona göre çocuğun topacı büyük bir ustalıkla çevirmesiydi.
Ona yetimhanede ki günlerini hatırlattı.

 

Bütün arkadaşları birbirleri ile iyi anlaşırken o her zaman ki gibi tahta arabası ile oynardı. Onlarla oynamanın vermediği zevki, en iyi dostu belki bu tahtadan olan eski bir araba veriyordu. Neşe doluyordu içi belkide. Yalnızlık dostu olmuştu bir nebze. Annesinin onu terk ettiği yalnızlık, babasının da üstüne onu bırakıp gitmesi ona başka çare bırakmamıştı emanet edilen yalnızlığa alışmaktan başka.

 

Belki de emanet edilen yalnızlık hiçbir zaman emanet olmamıştı.

 

Gözlerini masaya diktiğinde İbo ağa koyu bir sohbete cengiz, yaman ve sancar'ı çekmişti.
Bahsettiği, Aytekin'in duyduğuna göre köy hayatının zorluğu ve hayatın asıl gerçekleri idi.

 

"Komutan, sohbetimiz dikkatini çekmedi acep?"

 

Aytekin sorulan soruya karşılık net bir cevapla, "Sohbetini dinlemiş kadar oldum İbo ağa. İlgi çekici ama ilgi alanım değil."
İbo ağa anlamış gibi yapmıştı. Aytekin'in gözünden tabiki de kaçmamıştı. Başını aşağı yukarı hızlıca salladı İbo ağa.
"Ya ya, ilgini çeken şeyleri konuşalım o zaman komutan." Demişti.
Aytekin, hiçbir mimik değişikliği olmaksızın sadece hafif İbo ağa'ya döndü.

 

"Benim ilgimi hiçbir şey çekmez İbo ağa. Sen sohbetine devam et." Sohbet etmek hiç yapmadığı şeyler arasındaydı, konuşmak zaten bir hayli zor gelirken ona. Gözlerini tekrar kalabalığa dikti. Koşuşturup duran çocukların arasında berceste ile konuşan kadın dikkatini çekmişti. Arkası dönüktü ve saçları düzdü. Tanıdık geliyordu. Bu saç rengi ve ten rengi ona birini andırıyordu. Sezgileri o yöndeydi. Sadece arkası dönük bu kadının yüzünü ondan taraf dönmesi yeterdi, tahminlerinin doğru olup olmadığını anlaması için.

 

Ve istediği de oldu. Kadın ayağa kalkıp yüzünü onun olduğu yöne çevirmişti. Bu kadın oydu. Tahmin ettiği, tahminlerinin başında gelen o isimdi.

 

Düşünce zelzelesi...

 

Beyni biran için sarsıldı. Saçlarının bukleleri neredeydi? Kıvır kıvır olan saç telleri neden düzdü? Gözleri görmek istemedi. Yüzünün çehresi değişmişti sanki. Sık bir nefes aldı ve tişört üstüne giydiği smokin ceketi daraltmıştı onu. Ceketin düğmelerini açtığı an rahat bir nefes aldı. Ve gözleri yine sanki bile isteye sadece o yöne bakmak istercesine oraya baktı. Giydiği beyaz ve minik minik çiçeklerle bezenmiş elbise beyaz tenine meydan okuyordu. Işıkların vurduğu ve gökteki yıldızlardan daha parlak olan kehribar gözleri parladı biran.

 

Onun kapkara gözleri o ışıkla aydınlandı sanki. Baştan aşağı onu incelerken, sanki günah işlediğini hissetti. Yanlış birşey yaptığını düşündü biran. Ama gözleri bunu umursamıyordu. Aklı başka, kalbi başka, gözleri başka alemdeydi. Kalbi de gözlerinden yanaydı ve aklına adeta bir savaş açmıştı.

 

Adı da aheste'ydi.
Anlam veremediği güzellikte ki çehresine baktıkça baktı. Ve aklına tek birşey geldi.

 

Suya versün bâğban gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün teg verse min gülzâre su.

 

Yine dile getiremeyip, aklının anlam veremediği şeylere tercüme olan fuzuli'nin kasideleri oluyordu.
Şiir kitabından altını çizdiği ve sadece bir kere okuduğu kasideyi, onun çehresi aklına getirmişti. Neydi sebebi peki?
Çehresi, elmacık kemikleri ve yanakları beyaz teninde seyrek olan birkaç çille bezenmişti. Elmacık kemikleri kırmızıydı. Tatlı ve güzel bir hava katıyordu. Peki neydi çehresine bu keskin çekiciliği veren?

 

Çenesi...

 

Çenesi sivri ve belirgindi. Boynu yüzüne yakışıyordu. Düz saçlarını kulağının arkasına alırken, çehresi ortaya çıkıyordu. Kehribar gözlerine doğru tırmanırken gözleri, bir yerde takılı kaldı. Sol gözünün altında minik bir ben konmuştu. Sanki özenle oraya konulmuş gibiydi. Gözlerinin rengindeydi. Çehresi, tıpkı atsız'ın dediği gibi;

 

Hançer kadar keskin, çiçekler kadar ince...

 

Devamı da vardı ama getiremedi. Aklı dur dedi sanki. Yeter bu saçmalık. Dedi kendi kendine. Allah yaratmışda senin için mi? Diye düşündü.

 

Gülzâre...

 

Diline varamayan ismi değilde, kasidede ki gül bahçesi yakışırdı sanki çehresine. Bahçıvanın sulayıpta açtıramadığı güllerin güzelliği sanki çehresine vehmedilmişti.
Yine durdu dünya etrafında. Neydi bu?
Eli, terlemiş ve yanan ensesine gitti. Eli değdiği an suyla buluştu teni.
Soğuk hava vurdukça ürperti yaratıyordu vücudunda. Masadan aldığı peçeteyi ensesine atıp, teri aldı. Bakışları tekrar kalabalıkla buluştuğu an, onu göremedi. Çünkü hemen bitişiğinde oturan erdem albay'ın yanına kurulmuştu. Babasıyla tebessüm ede ede konuşurken, ona bakmadığını yahut onu daha farketmediğini düşünüyordu. Haklıydı.

 

Ona bakmaktan utandığını biliyordu. Bakışlarını sürekli kaçırması, gözleriyle gözlerinin arasında oluşan kovalamaca bunu gösteriyordu.
Masada ki soğuk suyu içti. Su içindeki lavlarla buluşmuşta taşa çevirmişti sanki. Peçeteyi masaya bırakıp, ona bakmamaya gayret etti. Lakin tam tersi oldu. Erdem albay kızıyla girdiği sohbete Aytekin'i de almaya çalışmıştı.

 

"Karakum, iyi misin?" Diye sorduğunda, yine düşündüğü gibi olmuştu. Gözlerini onun gözlerinden başka her tarafa çevirmişti.
"İyiyim, komutanım. Hararet bastı biraz." Dedi. Düz ve sert sesiyle. Sesi her seferinde önceden düşündüğü cevaba uygun bir tonda çıkıyordu. Harareti bastıranda, tonunu değiştiren de albayın kızı olmuştu.
"Hiç eğleniyor gibi değilsin sanki." Erdem albay, çıtayı zorluyordu.
"Komutanım, eğlenmek ve beni yan yana getirmeniz şuan İbo ağa ve timin sohbeti kadar saçma oldu."
Dedi. Erdem albay hafif öne eğilip ibo ağa ve onun sohbetini pür dikkat dinleyen time baktı. Gülümseyip, tekrar yaslandı.

 

"İbo ağa tatlı dillidir. Sohbeti baldan tatlı. Tim bu gece şeker komasına girecek belliki." Demişti. Aytekin hafif tebessüm etmişti sadece kısa bir süreliğine.
"Kızım, arkadaşların nerede?"
"Gelinin ve damadın kınasını hazırlıyorlar." Dedi aheste. Sesini duydu. Bütün seslere sağır bir onun sesine kulak kesildi.
"Sende gitsene yanlarına."

 

"Yok." Dedi. Nedenini kendi içinde sordu. Sorusunu duymuştu sanki erdem albay.
"Neden kızım?"

 

"Köyün kadınlarıyla aramı biliyorsun. Yine kavga çıkmasın. Düğünü mahvetmek istemiyorum." Demişti. Korktuğu şey yine kendisi için değildi. Yine başkasıydı düşündüğü. Tıpkı sustuğu şeyin, zarar verdiği canın kendi canı değilde sevdiklerinin canı olduğu gibi. Susupta konuşmadığı şey her neyse.
"Düğünü nasıl ki sen düşünüyorsan, onlarda düşünür böyle bir günü. Sen sadece arkadaşların ile muhatap ol. Gerisine kulaklarını kapa." Demişti.

 

Biran için düşündü. Gidip gitmemek arasında kalmıştı. Tereddütle yapıyordu yine birşeyi. Dikkatinden kaçmamıştı, Aytekin'in.
Sonra ise gözleri kalabalıkta bir yere takılı kaldı. Onun baktığı noktayı takip ettiğinde, neresi olduğunu anlamıştı. Siyah takım elbiseli adamdı. Bakışları keskin, sert ve tehditkâr bir havası vardı. Ağaca yaslanmış ona bakıyordu.

 

Tahmin ettiği şey olabilirdi.
Nişanlısı olacak adamın gönderdiği, Teoman'ın bahsettiği koruma bu olmalıydı.
Gözlerini sadece adama dikti. Niyeti her hareketini izlemekti. Ve anlaşılan yerinden bile kıpırdamaması için gözünü korkutmaktı amacı. Aheste'nin ise neden yerinden kalkamadığı belli olmuştu. Babasının birşeyler farketmesini istemediği için.
Adamın onun birşeyler yapmayacağından emin olduktan sonra belki ortalıktan kaybolacağını düşünmüştü.

 

Korku gözünü bürüdüğü gibi aklınıda bürümüştü. Düşünmek denen şeyi yapamıyordu. Ve anlamıştı.
Peki böyle iğrenç adamları ona musallat eden nişanlısının amacı neydi? Görevi gereği geldiği köyde ondan kaçmak ya da başına birşey getirmesinden korkması mı?

 

Neden kaçsın ki nişanlısından?
Nedir sebebi? Niye böyle davranıyorsun? Nişanlın kim ki bu kadar korkuyorsun?
Bütün bu soruların cevabı ya bu gece alınacaktı. Ya da cevabı bulunacaktı. Çünkü ortada göze batan ve zorla yaptırılan birşey vardı. Ve bu Aytekin'in hoşuna hiçte gitmemişti.

 

Aheste tereddütle yerinden kalktı ve sahnenin arkasında ki eve girdi. Ortaya konulan masa ve iki sandalye gelin ve damat içindi muhtemel.
Süslenmişti o da.

 

Sonrası ise kulakları inleten tiz bir ses yankılandı, sahneden.
Bir müzik başladı. Geriye götüren, acı anıları geri getirip önüne koyan, o kemençe sesi. Aytekin'in kulaklarında yankılandı. Yüreği sızladı, kanadı, kana buladı.
Trabzon geldi aklına. Maçka'nın sert ve keskin uçurumlarından birinde dünyaya geldiği gün almıştı o toprakların kokusunu. Dünyaya gözlerini açtığı an, uçurumun kıyılarına deli dalgalar gibi vuran rüzgarın sesi uğuldadı kulaklarında.
Sonra ise onun sesi narince geçti kulaklarından.

 

Gözlerumun yaşini, yağmur ettiler anam.

 

Karadeniz şivesi ile dile getirmişti sözlerini. Sahnenin arkasından elinde mikrofon ile gelirken, ortada oturmuş olan gelin ve damadın masasına doğru ağır ağır yürüyordu.
Arkasından ise diğer kadınlar yürüyordu. Ellerinde kına tepsileri ile ağır ağır yürürken, aheste'yi takip ediyorlardı.

 

Ağlama, canım anam. Ben gelin oldum gelin.

 

Şu üç günün içinde, ben elin oldum elin.

 

Dediğinde, şarkının devamı tiz kemençe sesi ile devam etti. Hemen gelin ve damadın önünde durduğunda, yüzü aydınlıkta tam karşısında idi. Geline mahmur mahmur bakıyordu.
Aytekin'in gözünden kaçmayan şey onun gözyaşı idi. Usulca yanağından aşağı akıp gitmişti.
Annesi aklına gelmişti belli. Acıları, sıkıntıları, sırları öylesine açıktı ki.
Anlamamak mümkün değildi. Ya da belki Aytekin çok detaycı olduğu için herşeyi anlayabilmişti.

 

Ya da insanlar onun acılarını değilde, başka yanlarını tek görmek istemişti. Çünkü bariz ortada idi.

 

Kadınlar ellerinde tepsiler ile etraflarında dönmeye başlamıştı.
Ahese çemberin içinde kalmış, şarkısına devam etti.

 

Ben senden ayrılmazsam, eller alınırdı bana.

 

Senin bu yokluğuna, nasıl dayansam anam?

 

Sesi titremişti, son cümleyi söylerken. Mikrofonu yavaş yavaş indirmişti. Geriye kalan sadece kemençe sesi idi.
Göründüğü kadarıyla gözyaşlarını silmişti. Çemberin içinden çıkıp, sahneye doğru yürümüştü. Mikrofonu sahneye teslim edip yürümeye başladı. Ve gözleri direkt olarak onu gördü. İstediği zaman gözleri olduğu yeri dakikasında buluyordu, bunu Aytekin'de biliyordu.

 

Yürümeye devam ettiğinde, karanlığa doğru gitmiş ve ortalıktan kaybolmuştu. Aytekin'in gözleri ağacın altında ki siyah gölgeye bakarken, o adamın orada olmadığını farketmişti. Sandalyeyi çekip ayağa kalktığında, bir hışımla sorulan sorulara cevap vermeden gitmişti.
Karanlığın olduğu yine gittiğinde, sadece ayın ışık verdiği meydana geldi. Hiçbir yerde yoktu. Neredeydi? Gözleri harıl harıl onu beyazlar içindeki bedenini ararken, bulamadığı her köşeye küfür etti kendi içinde.

 

Adımları temkinli ve kendinden emin bir şekilde karanlığa yürüdü. Bu kadar karanlık bir yere gitmeye tek başına da cesaret edemez diye düşündü. Adımları yavaşladığında,

 

"Beni mi arıyorsun?" Sorusu olduğu yere çakılmasına sebep oldu. Onun sesi olduğu o kadar belliydi ki, içinden bir küfür savurdu.
Arkasını yavaş yavaş dönmek istedi. Zira görmek istediği simanın ifadesini merak ediyordu. Bedeni yavaş yavaş ona doğru döndüğünde, siması tam karşısında idi. Hemde sanki ay, ışıklarını onun yüzünde görmeye yemin etmişcesine vurmuştu.
Bedeni, esen soğuk rüzgarlara rağmen dik ve taviz vermez bir duruşta idi.
Başı dik ve gözleri gözlerinde idi.
Belki de karanlığa güvenip, gözlerini göremeyeceğini sanmıştı. Ama yanıldığını en iyi Aytekin biliyordu.

 

"Soru gayet basit. Beni mi arıyorsun?"
Diye tekrarladı. Aytekin sanki dili tutulmuş ve konuşmamaya yemin etmiş gibi, ağzını bıçak açmadı.
"Babamın seni peşimden gönderdiğini biliyorum. Merak ettiği için. Ama sorun yok. Biraz hava alıp geleceğim. Yalnız.." dedi son kelimesini bastıra bastıra söylerken.

 

"Baban göndermedi." Dedi artık yalan ya da dilinden dökülmeyen yalanların boşuna olduğuna karar vererek. Bu gece yemin etmişti. Bu kadının sorunu neydi, çözecekti.
"O halde niye geldin? Sen mi beni merak ettin?" Sorusu bu sefer onu can evinden vurmuştu. Bir gerçek gibi suratına çarpmıştı sanki.

 

Gözüne çarpan şey öylesine belliydi ki o adamın olduğundan. Bir duvarın karanlık köşesine sinmiş olan bu adamın onları izlediğini farketmişti.
Sorulacak soruların cana mal olacağını biliyordu. Daha güvenli bir yere gitmeleri gerektiğini düşündü. Ama nasıl olacaktı?
Aklına sadece tek bir çare geldi.
Yapıp yapmamakta kararsızdı. Çünkü kafasını allak bullak edebilirdi bu hareketi. Ama zorundaydı.

 

Yavaşça aheste'nin kulağına doğru eğildi. Rüzgarın etkisiyle savrulan saçları, onun dokunuşuna gerek bırakmamıştı. Kokusu...
Burnuna gelen koku bile dikkatini dağıtıp, ne diyeceğini unutmasına sebep olmasına yetmişti.
Aheste ise afalladı. Bu adamın her hareketini sorgularken, birden bunu yapması onuda şaşırtmıştı yine.

 

"Sadece... Sadece elimi tut ve bana güven." Dedi. Kulağına söylediği cümle basitti. Ama aheste için zordu. Elini tutmak...
Ona güvenmek... Zor şeylerdi.
Başını boynundan çekmeden önce son kez burnuna, istemeden gelen koku ciğerlerine sanki zorla dolmuştu.
Ciğerleri adeta nergis kokusu ile dolmuştu.
Ne yakıcıydı ne de ferahlatıcı. Tatlıydı...
Ve belkide tenine en çok yakışan bu kokuydu onun nezdinde.

 

Başını tekrar yüzünü görecek şekilde konumlandırdı. Karanlıkta belli olmasa da gözlerinin büyüdüğünü anlamıştı. Göz bebekleri saatlerce aynı noktayı izledi. Ve bir hamle yapmasını bekledi.
Ama zaman yoktu. Hamleyi o yaptı. Uzattı elini. Kolaydı elini uzatmak.
Zor olan, güvenipte eli tutmaktı. Ve zor olan yine aheste'ye kalmıştı.
Tereddütlüydü.

 

Kendi içinden yalvardı. Güven, güven, güven. Ben o adamlar gibi değilim.
Dedi sessiz bir isyanla. Aheste elini yavaşça uzatılan eli tutmak için ona doğru götürdü. Etrafına bakındı biri görür mü diye. Ama artık çok geçti. Çünkü duvarın karanlık köşesinde onları izleyen engerek'i gördü. Bu sefer elini çekmek için çok geçti. Çünkü Aytekin bir hışımla elini kavramış ve onu peşinden sürüklemişti. Köyün karanlık meydanından daha karanlık yollarda, ayağında hafif topuklu sandaletler ile koşuyordu. Ve ayakları neredeyse kopacaktı. Aytekin ise hiçbir şey söylemememiş sadece güven diyerek onu peşinden sürüklemişti.

 

"Nereye?! Götürüyorsun beni?!" Diyebilmişti sadece.
"Sana güven dedik. Bir kere olsun, karşındakini ciddiye al!" Demişti.

 

"Yine ne yaptım?!"

 

"Sorun bu hiçbir şey yapmaman!"
İkiside nefes nefese koşarken, aheste savrulan saçlarına saydığı küfürlerle arkasına baktı. Kimse yoktu. Ne peşlerinden gelen biri ne de başka birşey. Acaba o da mı gördü engerek'i? diye düşündü. İyide niye kaçsın? Bordo bereli değil mi bu? Üstüne giderdi. Kafası allak bullak iken, evde parçalayıp döktüğü eşyaların zarar verdiği ayak parmakları zonkluyordu.
Belkide kanamıştı. Değen bitkiler sertti.

 

Köyün dışına çıktıklarını farketti. Durmak istedi. Ama durmadı. İçinde bu adama karşı belli belirsiz bir güven vardı ama bir yanı o güven boşuna diyor diğer yanı ise güven diye bas bas bağırıyordu.
Onun için canını tehlikeye attığı zamandan beriydi bu güven çelişkisi. Sert ve soğuk tarafı onu uzaklaştırıyordu kendinden belkide. Onu yarı yolda bırakır diye düşündürmüştü belkide bu yanı. Ama öyle birşey vardı ki bu adamda ona karşı. Güvenme diyen yanına inat bas bas güven diye bağırıyordu. Tıpkı şuan burnuna rüzgarın etkisiyle esen okyanusun ferahlatıcı kokusu gibi. Güven barındıran okyanus esintisi.

 

Dik yokuşlu bir yoldan aşağı hızla inerken, ay ışığının aydınlattığı kadarıyla görünüyordu etraf. Aheste'nin nereye gittikleri hakkında hiçbir fikri yoktu. Ama Aytekin nereye geldiklerini çok iyi biliyordu. Çünkü burası lâyetelzelzel'di.
Aytekin'in sürekli geldiği gizli çayırı.
Güvenli bölge bir nevi.

 

Artık durdukları an, aheste nefeslenmeye başladı. Ama Aytekin sanki her gün koşu yapıyormuş gibi gayet düzgün nefesler alıp veriyordu. Çünkü askerdi. Ve bu koşular ona çocuk oyuncağı gibiydi.
Aheste ellerini dizlerine koymuş, hafifçe öne eğilmiş bir vaziyette nefes nefese inip kalkan göğsündeki nefesleri düzene sokmaya çalışıyordu. Geldikleri yeri bilmiyordu. Ama akarsu sesi burda bir dere ya da çay olduğunu işaret ediyordu. Burnuna gelen çiçek kokuları tanıdıktı. Biran annesi burda sandı. Çünkü kokular nergis ve gülün karışık bir kokusuydu.

 

"N-neresi burası? Niye geldik buraya?"

 

"Burası lâyetelzelzel." Dedi tereddüt etmeden. Kimsenin bilmediği çayırı artık aheste'de biliyordu.
"Lâyetelzelzel? Ne yapacağız burda? Hem biz neyden kaçtık?" Soruları Aytekin'i direk soruya sürüklüyordu. Ama sormadı. Çünkü güvenip güvenmediğini bilmiyordu.

 

"Senin kaçtığın şeyden. Gerçeklerden..."
Aheste afalladı. Bu adamın ima ettiği şeyin ne olduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktu.
Sustu.
"Gerçekler? Ben birşeyden kaçmadım. Sen kaçtın ve beni peşinden sürükledin."

 

"Ben hiçbir şeyden kaçmam."

 

"O halde niye koştuk biz?"
Aytekin sorularında emin bir ifadeyle direkt devam etti. Biliyordu. Üstüne gitmedikçe susacağını.
"Dediğim gibi gerçeklerden. Senin gerçeklerinden... Bak etrafına. Burada kimse yok. İnsanlar, sesler, sırlar, yalanlar ve gerçekler. Burası lâyetelzelzel; buraya hiç kimse giremez."
Aheste afalladı yine. Suskundu. Ne cevap vereceğini bilmiyordu. Çünkü bu adam öylesine birşey ima ediyordu ki, sanki... Sanki birşeyler biliyormuş gibi.

 

"Ne istiyorsun benden? Niye gözlerin sürekli üstümde? Niye her kalabalıkta gözlerin sadece beni görüyor?"

 

Bir adım daha yaklaştı Aytekin'e.
"Kimsin sen?"
"Bana güven." Dedi birden Aytekin. Aklına gelen ilk kelime ile cevabını verdi. Uzatmaya lüzum yoktu.
Aheste yine tekrarlanan bu cümleye yine hiçbir cevap veremeyerek kalakaldı öyle. Sürekli bana güven diyen bu adamın amacı neydi?
Ama artık emin olmuş kadar olmuştu. Çünkü bu adam birşeyler öğrenmişti o yakıcı sır hakkında.

 

"B-beni köye götür. Gitmek istiyorum." Diyebildi sadece. Veremeyeceği cevapların yükü ağır gelmişti omuzlarına. Kaçmak yine tek yoldu.
"Hiçbir yere gitmiyoruz. Bu gece geldiğin bu yere, seninle beraber sırların ve gerçeklerin de girdi. Lâyetelzelzeldeysen hiçbir sır aklınla aranda kalmaz. O sırrın ne?" Diye sordu tereddüt bile etmeden tek nefeste sordu.
Rüzgar sert esti. Çayırda ki çiçekler, etkisiyle bir o yana bir bu yana savruluyordu. Akan suyun sesi de sessizliğe eşlik ediyordu. Ölümün gölgesi sanki çayırda gezinirken, Aytekin'in keskin bakışları sertleşmiş ve sadece bir çift göze bakmıştı.

 

"Biri sana... Zorla birşey mi yaptırdı?"
Diye devam etti. Aheste kaçmak için hızla arkasına bakmadan yürümeye başladı. Beynine bir kurşun yemiş gibiydi.
Hızla yürürken, Aytekin kolundan tutup onu durdurdu. Bedenini büyük bir sertlikle kendine çektiğinde, göğsü göğsüne büyük bir şiddetle çarpmıştı.

 

Ağlıyordu...

 

Sessizce...

 

Gözyaşlarını ay ışığı aydınlatmıştı. Aheste'nin gözleri Aytekin'e bakarken, gökyüzünde ki ayın hilal olduğunu farketti. Gözleri tekrar Aytekin'in yüzüne bakmadan önüne düştü.

 

"B-benim bir sırrım yok. Senin saçma sapan gerçeklerin buysa yanılmışsın."

 

"Senin sırların benim gerçeklerim değil. Ve sen öylesine bir azap çekiyorsun ki bunu anlamamak mümkün değil. Neyden korkuyorsun? Söyle söyle ki..."
Cümlesinin yarım kalan tarafını bu sefer aheste tahmin edemedi. Söyleseydi ne olacaktı? Bu adamın umurunda mıydı ki? Niye bu kadar önemsiyordu onun hallerini?
"Ne? Söylesem ne? Ne yapabilirsin ki? Daha 3 haftadır tanıdığın, belkide hiç tanımadığın bir kadın için niye böyle telaşlısın?"

 

"Bana güven. Güven ki sussun şu vicdan azabı."

 

Aheste'nin kaşları çatıldı. Gözleri ne demek istediğini anlamadığını ortaya çıkarıyordu.
"İki de bir bana güven diyip durma!
Hem sen kimsin ki ben sana sırrımı, halimi, mazimi anlatacağım?! Ne sanıyorsun kendini?! Herşeyi, herkesi kurtarıp yaralarıma merhem olabileceğini mi? Bir asker olabilirsin, bir kahraman olabilirsin ama sadece vatanın ve masumlar için savaşırsın. Beni kurtarma. Çünkü ben ne senin vatanın gibi kurtarılmaya değerim ne de masumlar kadar masumum!"

 

Sesi gür çıkmış, sadece kulaklarını değil varsaymadığı kalbinide çınlatmıştı. İsyan eder gibi inletmişti çayırı. Ne suyun sesi ne de rüzgarın uğultusu bastıramadı sesini.
"Beni bilme. Öğrenmeye çalışma. Bana bakma. Bana yaklaşma. Güvenini verme. Ben boş bir umuda kapılmak istemiyorum. Kurtarılmak bana göre birşey değil. Kaderine terk edilmiş birine elini uzatma çünkü o kader mahkûmu ve senide mahkûm edecek."

 

"Neye mahkûmsun? Niye, kim mahkûm etti seni? Susma, bağır. Tıpkı şuan yaptığın gibi. Çünkü sustukça batarsın. Bırak sesin çıksın, biri duysun, elini uzatsın."

 

Aklına bana güven diyerek elini uzattığı az önceki an geldi. O bataklıkta batma diye elini uzatmak isteyen birinin elini tut demek istiyordu. Ama bilmiyordum onu o bataklıktan çıkarmak isterken, onun da o bataklığa sürüklenip bakacağını. Korktuğu buydu. Belkide yalnız batmak, başka canların canına mal olmaktan daha iyiydi.

 

"Bana el uzatabilir misin, bataklıktan çıkmam için?"

 

"Sen o eli güvenipte tutabilir misin?"
Aytekin sorduğu soru karşısında sustu. Cevap bekledi. Olumlu bir cevap... Evet dese belkide çekip çıkarırdı onu ordan.
Ama aheste hiçbir cevap vermedi.
Sessizliği evet değildi.

 

Hayırdı...

 

______________________________________
Hellüüü... Hepinize merhaba. Yeni bölüm baya sancılı geçti. Çınar hakkında bana pek güvenmeyin, zira binlerce kez onun iyi biri olmadığını söyledim ama bazıları onun kötü yanını seviyorum diye diye çınar'ı sevdi. Ve seçti. Yanıltıcı....

 

Her yansıma gerçek değildirrrrr. Yanıltıcılar. Gözünüzü yanıltmasın!!!! Good bye🙋

 

🎵🔥...

 

Loading...
0%