Yeni Üyelik
13.
Bölüm

13.NOTA🎵

@nazo_65

Gönlümdeki azgın devi rüzgârlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki senin en katı zulmün ve silâhın,
Vur şanlı silâhınla, gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de, vururken de güzelsin!

...

Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur.
En hisli şiirden de örülmez bu güzellik. Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik...

 

"ŞEHİT ÖĞRETMEN ŞENAY AYBÜKE YALÇIN'IN ANISINA..."

 

>KUZEY IRAK/ SİNCAR<
-
DARBASİYAH PANAYIRI•

 

Kuzey Irak'ta hava 30 °C'ydi. Gökte güneş, saatlerdir aynı yere baktığından, serin hava seyrekti.
Irak'ın insanları, panayırda yine tezgâhlarını kurmuş birkaç parça birşey satmaya çalışıyordu. Yaşlılar, kadınlar, çocuklar hepsi panayır da toplanmıştı. Kenarda kıyıda köşede birkaç psikopat, uyuşturucu bağımlısı, içki içip kadınları bakışlarıyla rahatsız eden, sigara satan bir sürü iti kopuğuyla burası Kuzey Irak Sincar'dı.

 

Ve kılıç timi yine görev başındaydı.
Operasyon, habeyb'e kimyasal silah teminatı sağlayan mossou'yla buluşması ve bu buluşma sonucundan habeyb'in planlarını öğrenmekti. Erdem albay'ın dediğine göre planları bir katliam düzenleme dahilinde olabilir. Birçok insanın olduğu kalabalık toplumlarda bombayı patlatmak ve birçok cana mal olmaktı amaçları. Ama bunun sonucunda habeyb'in eline ne geçecekti, bilinmiyordu.

 

İnsanların ölmesi zaten onun hoşuna giderken, elbette bir planı vardı bu oyundada.
Ama kılıç yine bu planları bozmak için iş başındaydı. Habeyb'in adamı elçilik görevi yaparak tırları teslim alacaktı. Tırların içinde sayısızca kimyasal bomba ve silah vardı. Habeyb, kravatlı teröristlerden sağladığı paralar ile almıştı bütün bunları.

 

"Atmaca 4!"

 

"Atmaca 4 dinlemede, emredin komutanım!"

 

"Gelişme var mı?"

 

"Olumsuz komutanım. Adam görünürde yok!"

 

Aytekin sıkıntılı bir nefes verdi. Kavurucu sıcağın altında, giydiği kargo pantolon iyice terletmişti onu. Alışıktı ama Irak'ın sıcağı cehennem gibiydi.
Şapkasını düzeltti. Ağzına taktığı peçeyi düzeltti ve kulaklıktan gelen sesi dinledi.

 

"Aga, burada onca insanın arasında nasıl anlayacağız adamın olduğunu?"
Teoman'ın yine o her zamanki zamansız soruları gelmişti. Ama bu sefer mantıklı konuşmuş ve Aytekin'in dikkatini çekmişti.
"Mossou'nun adamını yakaladık mı, gerisi Aytekin komutanımda. Şuanlık habeyb'in adamını aramaya gerek yok. Mossou'nun adamına nasıl tanıyacağı hakkında bilgi verilmiştir."
Şahin'in cevabı Teoman'a mantıklı gelmişti. Haklıydı ve Teoman bundan hiç hoşlanmamıştı.

 

"Aga, ben bu sıcağın altında daha fazla kalırsam beynim akacak önüme."

 

"Var mıydı ki, bozkuş?"
Kulaklıktan gelen kesintisiz sorular ve cevapları Aytekin'i yine çileden çıkarmıştı.
"Aşk olsun cengiz komutanım. Beyin olmasa burda olur muyduk?"

 

"Hakikaten, bozkuş seni nasıl aldılar özel kuvvetlere?" Çakır'ın sorusu, ardından gülme sesleri belirmişti kulaklıkta.

 

"Kaşıma gözüme bakıpta almadılar herhalde. Bilek gücüyle geldik biz buralara." Teoman övüne övüne, tezgahın başında çaktırmadan konuşuyordu.
"Allah'tan bilek gücüne bakıpta alıyorlar. Yoksa kaşına gözüne kimse seni almaz özel kuvvetlere." Çakır'ın aradan soktuğu lafı, Teoman'ın zoruna gitmişti.
"Oğlum, çakır. Seni elime bir geçireceğim, eşeği suya göndereceğim o eşeği ağaca bağlayıp seni eşek sudan gelinceye kadar döveceğim. Gör bak bakalım sende kaş mı kalıyor göz mü?"

 

"Valla bozkuş, sen beni biraz zor yamultursun amına koyayım. Beni her halimle seviyorlar." Çakır'ın ne ile övündüğünü anlamamıştı Teoman.
"Kim?"

 

"Kızlardan bahsediyor, komutanım." Sancar birden gülerek cevabı verdiğinde, çakır gülmüştü.
"Hay senin ağzını öpeyim. Ne güzel söyledin öyle. Kızlar tabi. Başka kim olacak."

 

"Siktir git lan! Sana belediye baksın."

 

"O da bakıyor bozkuş."

 

"Lan, kızlardan medet ummayınca belediyeye mi yürüyorsun? Vay it. Oğlum varya seni bir güzel dayaktan geçirecekler sen anca öyle akıllanırsın."

 

"Yok bozkuş, belediye değil, belediyede bir görevli kadın. Şöyle güzel bir vesikalık fotoğrafı çektirmek için gittim. Artık nasıl hikmetse ertesi gün hesabımı bulmuş sapık."

 

"Yalan söylüyor komutanım. Kadına numarasını ve sosyal medya hesaplarını verdi. Kadında tabi ne desin mecbur kabul etti." Dedi yaman.
Çakır'ın yalanı ortaya çıkınca susmuştu. Teoman gülünce, sesi kulakları çınlatmıştı. Aytekin artık yavaş yavaş sinirlenmeye başlamıştı.
Elinde oynadığı kurşun terli parmaklarının arasından kayıyordu.

 

"Mecburiyetlik bir tarafı yok. Kadın istemiş atmış."

 

"Bu arada, senin kızılcık marmelatının işi ne oldu?" Şahin büyük bir keyifle sorduğu soru karşısında, çakır gülmüştü. Kübra'dan bahsetmişti.
"Kızılcık marmelatı kim?" Diye sordu Teoman.
"Şu köye gelen yeni kızıl doktor varya. Hastanede aheste bacımın başında ki doktor. İşte o."

 

"Lan çakır, oğlum. Yazıktır, o kız efendi, akıllı, saygılı biri. Oynama kızla lan. Namussuzları ilgini çekmiyor mu artık?" Cengiz'in ufak çaplı isyanı çakır'ı germişti. Haklıydı. Kübra diğer kızlar gibi değildi.
O sırada bütün konudan bağımsız sadece tek bir isime odaklanan Aytekin'in aklına dün gece yaşananlar geldi.
Çayırda, bütün gerçekleri öğrenmekti amacı. Ama anlamıştı ki, ona öylesine uzak olan bu kadına elini uzatmak bir hayli imkansızdı. Güvenmekte kararsız bir kadın olduğunu anlamıştı. İyi niyetinin suistimali öylesine yakmıştı ki canını. Başka elleri kötü niyetli sanıyordu. Hâlbuki onun elleri ona iyi niyetle yaklaşmıştı. Ama o bunu anlamamıştı.

 

Ne yapabilirdi, ona güvenmesi için?
Nasıl duygular ile yaklaşmalıydı? Üstüne fazla mı gidiyordu? Sorular aklını daha fazla bulandırırken, neden onu bu kadar çok düşündüğü aklına geldi aynı zamanda. Onun umurunda olmadığı kadın, onun umrundaydı. Ve her an aklında bir yer edinmek için gayret ediyordu.
Susmayan şeyler vardı içinde.
Biri düşünceler diğeri vicdanıydı. Merhameti bir bıçak misali saplanmıştı göğsüne. Yıllarca bir kenara bıraktığı kalbinin neden boşluk hissi yarattığını yeni hissediyordu. Kanının damarlarından başka bir yerlerde daha dolaştığını hissediyor gibiydi. Merhamet gönülde olur. Akılda merhamet, göğüste merhametten farklıdır. O zaman bu merhamet değil işi gereği kazandığı bir his olan yardım etme ihtiyacı olurdu.

 

Başka yolu yok muydu, bunları susturmanın?
Sessizliği öylesine özlemişti ki kafasında. Susmayan düşünceler, son birkaç gündür çok yormuştu onu.
Daha önce sadece vatan ile ilgili sorunlar vardı. Bu aşağılık habeyb'in aşağılık planlarını alt üst edip onu yakalamak vardı aklında. Şuan ise ikisi birden bastırıyordu aklını. Bir yandan vatan ile ilgili sorunlar, bir yandan ise vicdan azabı sorunları.

 

"Komutanım! Mossou'nun adamı göründü. Saat 3 yönü, panayırın diğer tarafı. Bir saatçi tezgahının önünde."

 

Şahin'in sadece birkaç saniye içinde hızla söylediği cümlelere karşılık Aytekin harekete geçti.
Kendisini bilhassa habeyb'in adamıymış gibi göstermek amacıyla giyindiği kıyafetler onu kandırmaya yetecek miydi? Deneyip görecekti.
Yavaş ve bir o kadar sakin adımlarla ilerledi. Timin birer birer dağıldığı her bir kenarı gördü. Teoman tezgahın başında, bir bir izliyordu. Cengiz bir köşede, elinde sigara ile bekliyordu. Afet ise alışveriş yapan bir kadın misali geziyordu panayırda. Sancar küçük bir odanın penceresinden bütün panayırı gözetliyordu.
Panayır büyük, eski, yıkık dökük bir binanın içindeydi ve binanın çatısı yoktu. Haliyle güneş sıcaktan kavuruyordu.

 

Aytekin, yaman'a verdiği işaretle yaman olduğu yerden ayaklanmıştı. Giydiği yırtık eski elbiseler ile kendine bir dilenci havası katmıştı. Adamın olduğu saatçiye yaklaşıp, büyük bir hızla adama çarptı. Adam çarpmanın etkisiyle sertçe sarsılırken,
"Avcı, yavaş. Adam lazım bize." Dedi şahin. Yaman kulaklığa kısık sesle hengamenin içinde,
"Az bile bu ite." Dedi.

 

Adam arkasına döndüğünde, yaman rolüne girmişti.
"Pardon abicim. Yanlışlıkla oldu." Sarhoş bir şekilde davranıp, sarsak sarsak hareket etti yerinde. Adam baştan aşağı Yaman'ı süzdüğünde, iğrenmiş bir bakışla, "Hadi kardeşim git işine! Sorun yok!" Demişti. Türkçesi biraz bozuktu. Harfler sürçmeyle yanlış şekilde çıkıyordu. Aytekin şapkayı yüzüne çekip, yaman ve adamın arkasından büyük bir hızla geçti ve Aralık olan o eski odaya saklandı. Arkada küçük çocuklar kirli yerde, yüzleri gözleri toz duman içinde taşlarla oynuyorlardı. Aytekin'in geldiğini görünce korkuyla geri kaçtılar.

 

Aytekin bir hışımla çocuklara doğru giderken,
"Şşş, sessiz olun. Korkmayın ben türk askeriyim." Demişti ama nafileydi. Türkçe bilmeyen bu çocuklar hala korkuyor ve bağırıyorlardı.
İçerden bir kadın hızla geldiğinde, kendini çocuklarının önüne siper etmişti.
Arapça birşeyler söylerken, ağlamaklı bir sesle yalvarmaya başladığı belli olmuştu. Aytekin yine aynı tonda,
"Türk askeriyim. Korkmayın, size zarar vermeyeceğim."
Kadının sesi kesilirken, dediklerini anlamış gibi bir ifade belirdi yüzünde.

 

"Sen Türk askeri?!" Dedi birden. Aytekin Türkçe bildiğini anlamış bir ifade ile tebessüm etmişti.
"Evet, türk askeriyim. Sakin olun."
Kadın hemen çocuklarına dönüp arapça birşeyler söylemişti. Aytekin arapça bilmesede, çocuklara söylediği şeyi az çok tahmin etmişti, çocukların bakışından.

 

"Sen bura niye geldin?!" Kadının Türkçesi bozuktu. Anlaşıldığı üzere, niye geldiğini sormuştu.
"Görevdeyiz. Ben ve timim gönderildik. Sakin olun. İçeri geçin ve sakın dışarı çıkmayın."

 

Kadın usulca başını salladı ve çocuklarını alıp içeri geçti.
Aytekin tekrar duvarın dibine pozisyon alırken, yaman adama,
"Sende... Bana şöyle güzel gelecek birşeyler vardır be abim." Dedi ayyaş ayyaş. Yaman rolünü iyi oynamış olacak ki adam yaman'ı dilenci sanıp, başından savmak istemişti.
"Siktir git belanı benden bulma. Beynini dağıtmamı istemiyorsan işine bak." Demişti.

 

Yaman yavaşça adama yaklaşıp, kulağının dibine kadar girdi.
"Arkamdaki odada seni bekliyor." Dedi. Aytekin'in olduğu odayı işaret ederek. Adam yaman'ın işaret ettiği yere bakarak, başını usulca salladı.
"İyi be abim! Yemedik seni!" Dedi ayyaş ayyaş tekrar rolüne odaklanırken. Yavaşça adamdan uzaklaştı.

 

"Görev tamam. Adam odaya doğru geliyor komutanım."

 

"Anlaşıldı." Dedi Aytekin düz bir sesle.
Duvarın köşesinden ayrılıp, adamı bekledi. Adam birkaç dakika içinde odaya giriş yapmıştı.
İçeri girdiği gibi bakışları Aytekin'i bulmuştu. Elleri cebinde sakince Aytekin'e doğru yürüyüp, tam önünde durdu. Soğuk ve düz ifadelerle Aytekin'e bakıyordu.

 

Aytekin aksine sert ve sinirli bakışlarını gözlerinin koyu kahvesinde gizlemişti. Her an onu öldürebilecek gibiydi.
"Habeyb'in adamı sen misin?"

 

"Doğru, benim."

 

"Adın ne?"
Aytekin bu soru karşısında susmuştu. Adamın sorusuna vereceği herhangi bir cevap operasyonu tehlikeye atabilirdi. Adama isim önceden söylenmiş olabilirdi. Herhangi bir yanlışta herşeyi öğrenebilirdi.
"İsme lüzum yok. Tırların yerini göster."

 

"Önce ad olacak. Yoksa tır, bomba yok." Dedi büyük ve kalın bir tonda.
Başını usulca eğip, burun kemerini sıktı, Aytekin. Seslice nefes verdi.
"Komutanım. Sakın yanlış bir davranışta bulunmayın. Adamın iki dudağının arasında bütün herşey. Bir isim uydurmaya çalışın." Dedi, Sancar.

 

"Ya adama önceden isim bildirilmişse?" Çakır'ın sorusu Aytekin'in sancısıydı. Aynı şekilde bu yüzden kıvranıyordu adama karşı.
"Denemekten başka çare yok."

 

"Bak, isim için takma veya gerçek farketmez bir ismim var. Habeyb'i tanıyorum, şuan onun için burdayım. Tırları verecek misin? Yoksa mossou yerine kafana ben mi sıkayım? Zira habeyb'in parasını geri ödeyemeyen mossou, bedeli senin beyninle ödeyecek." Adam yakasını düzeltip, zoraki bir şekilde yutkundu.
Tekrar dik bir duruş sergiledi ve aynı inatla.

 

"Mossou yapılan yatırımın farkında. Onun için her detaya önem veriyor. Önce isim sonra tırlar. Hem nereden bileceğim senin bir Türk askeri olmadığını?"

 

Aytekin bir adım yaklaştı adama. Ve yüzüne tükürürcesine,
"İnan türk askeri olsaydım, şu kadar bile nefes alabildiğine şükür ederdin. Zira seni şuan burda öldürmemek için kendimi zor tutuyorum."
Adam birşeyler anlamış olacak ki, eli belindeki silaha gitti. Bir hışımla silahını çekerek Aytekin'e doğrulttu.
"Türk askeri olduğun o kadar belliydi ki. Yanlış adama oynadın komutan."

 

Yavaş yavaş gerileyerek kapıya doğru gitti. Korkak ve tereddütlü adımlarla dışarı çıkmaya çalıştı.
Silahını sıkı tutuyor, korkudan tir tir titriyordu.
Aytekin ise sakindi aksine. Ellerini arkadan kavuşturmuş, adamı büyük bir zevkle izliyordu.
"Siktir. Komutanım adam kaçacak."
Dedi, telaşlı bir sesle.

 

"Komutanım müdahale etmemi ister misiniz?" Diye sordu afet. Geldiklerinden beri tek kelime etmemişti. Tim şaşırmıştı. Aytekin,
"Ben hallederim." Diyip adama döndü.
"Senin beynini siksinler. Öleceğini sana bin kez ima ettim. Bir tek asker olduğumumu anladın?"

 

"Ya ne anlayacaktım?" Dedi, sanki Aytekin'i oyaladığını sanar gibi.
Ama Aytekin amacını anlamış olacak ki, sadece güldü.
"Cık, seni öldüreceğimi anlamamışsın."
Adam bir hışımla kapıyı açıp hızla koşmaya başladı. Aytekin adam kaçtığı gibi peşinden koşturmaya başladı. İnsanlara çarpa çarpa koştuğunda, adam ondan epey uzaktı. Daha da hızlandığında, kalabalığa çarpmanın etkisiyle yavaşlıyordu. Adamın ise nereye kaçtığı belli değildi. Aytekin daha hızlandığında adamı kılpayı kaçırmıştı. Adam yere serdiği her bir tezgaha karşılık sahipleri arkadan bağırmaya başlamıştı.

 

Artık binanın ıssız köşelerine girmeye başlamıştı. Bu Aytekin için iyiye işaretti. Çıkmaz sokakları olabilirdi. Ve kaçamayacağı deliklere girme ihtimali yüksekti.
Önüne çıkan her bir aralığa rastgele girmişti, adam. Aytekin ise bir ölüm kadar yakınındaydı. Kovalamaca devam ederken, adam önüne gelen bir aralığa daha girmişti. Fakat çıkmaz sokak olduğunu önüne çıkan koca duvar sayesinde anlamıştı.
Etrafına telaşla bakındı fakat çıkacak tek yer geldiği yöndü. Orayı da Aytekin kapatmıştı bütün bir heybeti ile.

 

Adam nefes nefese Aytekin'e ürkekçe bakarken, silahına davranmak aklına gelmişti. Aytekin silahına davrandığını farkedince duvarın arkasına saklanıp, tabancasını çıkarmıştı. Üst üste büyük bir acemilikle ateş eden adama karşılık, ateş etmemişti. Zira bu acemilikle ateş etmeye devam ederse kurşunu bitecekti. Ve bu Aytekin'in kendini yormasına bile gerek kalmayacağını düşündürmüştü.
Adam rastgele ateş ettikten sonra, tetikten beklenen o ses gelmişti. Kurşunları bitmiş ve öylece kala kalmıştı. Aytekin yaslandığı duvardan doğrulup, adamın karşısına çıkmıştı. Korkakça duruyordu olduğu yerde.

 

"Sana zorluk çıkarma dedik."

 

"Yaklaşma! Anlaşabiliriz bak!" Dediğinde hemen yola geldiği tavrından belliydi.
"Anlaşma yok. Sen tırların ve habeyb'in adamıyla buluşma yerinizi söyleyeceksin. Bende seni öldüreceğim."

 

"O zaman tırların yerini unut. Buluşma yerinide."
Aytekin artık bu oyundan sıkılmıştı. Tabancasını doğrultup, ona birkaç adım mesafede bulunan adamın ayağına birer el sıkmıştı. Ayağına saplanan kurşunların acısıyla yere düşen adam, korkuyla sürüne sürüne geri kaçmaya başlamıştı. Ellerinin yardımıyla kaçtığı sırada duvarın dibine dayanan sırtıyla anlamıştı kaçacak daha fazla yer kalmadığını. Aytekin kaçtığı sırada üstüne üstüne gelmişti adamın. Peçesini hiç açmamış hâliyle adama daha çok korku dalmıştı. Sadece keskin kara, ölümcül kahve gözleri ortadaydı.

 

"Peki o zaman. Yerleri söyle. Seni öldürmeyeceğim."
Adam derince aldığı nefesleri rahatça bırakırken, Aytekin tabancasını elinde tutuyordu hâlâ.
"Ya söyledikten sonra öldürürsen?"

 

"Bir Türk askeri verdiği sözü tutar. Sizin gibi itler kadar kumpasçı değiliz."
Adam büyük bir tereddütle nefeslenmeye devam etmişti. Fakat hâlâ içinde bir korku gizliydi. Ama düşmanını iyi tanıdığını da unutmamıştı. Türkler sözünün eridir lafını çok duymuş, buna güvenerek teminatı sağladığını düşünmüştü.

 

"Tırlar binadan çıktıktan sonra saat 9 yönünde kuzeybatıya doğru yüründüğü zaman karşına çıkacaktır. Buluşma yeri ise panayırın meydanında, kalabalığın ortasında olacaktı."

 

"Habeyb'in adamını nasıl tanıyacaktın?"

 

"Şapkasında ki tilki simgesinden."
Aytekin yeteri kadar bilgi aldığını düşünmüş ve adama bakmıştı. Gerçekten de sözünün eri biriydi. Ve bu adamı öldürmek belkide en çok istediği şey idi. Ve evet öylede yapacaktı. Sözünün eri olabilirdi ama düşmana söz verilmezdi.

 

"Siktiğimin itlerine söz de verilmez, er de olunmaz. Ölüm size mübahtır." Sözünü tamamladığında silahını yeniden adama doğrulttu ve alnının ortasına bir el ateş etti. Adam oracıkta öldüğünde, Aytekin silahını beline geri yerleştirip adamın cebinden telefonunu aldı. Arkasına bakmadan yoluna devam etmişti. Aralıktan çıkıp, geldiği yollardan panayıra geri dönmeye başladı.

 

"Atmaca 4, panayırın ortasında tilki işlemesi olan şapkalı bir adam görüyor musun?"
Şahin kulaktan gelen sesle panayırın ortasına odaklanmıştı.
"Görüyorum, komutanım. Yalnız..." Dediğinde cümlesi yarım kalmıştı. Aytekin'in kaşları çatıldığında yarım kalan cümlenin devamını beklemişti.
"Yalnız ne?"

 

"Adam değil bir kadın bu komutanım." Dediğinde Aytekin, öldürdüğü adamın yalan atıp atmadığını düşünmüştü. Tırların yerini de yalan söylemiş olabilirdi.
Time tırların yerine gitmesini söylememesi iyi olmuştu. Zira bununda bir kumpas olma ihtimali yüksekti.
"Şapkasında tilki işlemesi var mı?"

 

"Evet, komutanım. Tilki işlemeli bir şapka, patlıcan kızılı saçları, beyaz tenli, asker yeşili ceketli ve kargo pantolonlu, boynunda yılan simgeli dövmesi olan bir kadın duruyor."
Aytekin'in kaşları hâlâ aynı durumdayken, panayır görüş alanına girmişti. Orta alanı görebileceği bir yere geldiğinde, şahin'in bahsettiği kadın oradaydı. Ve etrafına bakınıyordu. Aytekin kadının buluşma ile bir ilgisi olduğunu düşünmüştü.

 

"Beyler, kadının buluşma ile bir ilgisi olabilir."

 

"Gözetlediğim üzere, kadın siz adamı takip ettiğinizden beri orada komutanım. Buluşma ile bir ilgisi eminim ki var." Dedi, Teoman.
Aytekin bu sefer tereddüt etmeden, panayırın ortasına doğru yürüdü. Kadına doğru yürüdüğünde, kadının bakışları üstündeydi. Kadın onu baştan aşağı süzdüğünde dudağının kenarı kıvrılmıştı.
Aytekin'in kini oluşmaya devam etmişti. Kadının bu hareketine karşı siniri hat safhaya ulaşmıştı.

 

İnsanların arasından sıyrılıp kadının tam karşısında durduğunda, kadının gözleri gözlerine kenetlenmişti. Kızıl saçlarının rengi rahatsız edecek derecede koyuydu. Gözleri lensti. Koyu mavi bir lensle gerçek renginin ne olduğunu gizlemişti.
"Bedo?" Diye sordu gülerek.
Aytekin'in sadece birkaç dakika önce öldürdüğü adamın ismiydi bu. Bedo...
"Bana bir kadınla görüşeceğim söylenmedi."
Dediğinde, kadının bakışları çapkın bir tavır almıştı.
"Bana da bu kadar yakışıklı birinin geleceği söylenmedi."

 

"Adama bak amına koyayım. Kadını bir bakışıyla tavladı." Teoman'ın sitemi Aytekin'in sonraya halledeceği bir mesele olarak kalmışken, kulaklıktan başka bir ses geldi.
"Valla siz beni de geçtiniz komutanım. Sizden almam gereken dersler var. Doğru söyleyin kaç kişiyi yaktınız bu bakışınızla?" Çakır'dan başka kimse değildi bu.

 

"Beyler operasyondayız şuan." Afet olaya müdahale ederken, cengiz'in sesi belirmişti kulaklıkta.
"Afet bacım haklı. Operasyondayız, goygoya vakit yok."
Demişti.

 

"Afet bacım? Komutanım sizde ki adaptasyon bukalemunda yok amına koyayım." Teoman'ın herşeye olduğu gibi buna da sitemi vardı.
Aytekin ise bütün bunlara aldırış etmeden kadına vereceği cevabın sert olup olmamasına karar vermeye çalıştı.
"Bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum. Mossou adamını iyi seçer."

 

"Belli oluyor. Mossou'nun zevkinin bu kadar iyi olduğunu bilmiyordum. Bu arada Natalia ben."
Aytekin kadının iltifat üzerine iltifatlarına karşı baydığında, kadın konuyu değiştirmişti. İsmini söylemişti. "Natalia... Memnun oldum." Demişti. Kadın çapkınca gülümsemeye devam etmişti.
"Asıl buluşacağınız kişi ben değilim. Beni takip edin." Demişti. Kadın yürümeye başladığında, Aytekin peşinden yürümeye başlamıştı.
Boyu kadından bir hayli uzunken, gittiği yönü görmek zor olmuyordu.
Kadın panayırdan çıkıp, eski bir aralığa girerken, eski bir odanın olduğu yere geldiklerini farketti.
Gıcırdayan kapıyı açtığında, kenara çekilip Aytekin'in içeri geçmesini bekledi. Kısa olan pervazdan 2 metre boyuyla eğilerek geçtiğinde, Natalia hayranlıkla bakmıştı.

 

"Heyt be! ecnebinin kızı bile hayran türk yiğidine." Demişti Teoman. Bunun üzerine tim gülmüştü. Goygoyun ustası olmuştu artık.
Aytekin içeri girdiğinde, eski küçük bir masanın önünde oturan ve önünde bir meyve tabağı olan, şapkalı bir adam gördü. Aynı tilki işlemesi onun şapkasında da vardı. Başı öne eğikti ve şapka yüzünü gizlemişti. Natalia içeri geçip kapıyı kapattığında, Aytekin'in garipseyen bakışları adama bakıyordu.

 

"Efendim, Bedo... Mossou'nun adamı." Demişti. Dediği gibi kafasını usulca kaldırıp, Aytekin'e bakan adam pekte yabancı değildi Aytekin için.
Yıllardır unutamadığı aynı yüz, aynı sima'ydı bu.
Gözler aynı mahmurluktaydı. Sakalları yıllanmış bir beyazlıktaydı. Gözleri aynı koyu kahverengiydi. Güven veren çehresi yerine, sahte ve korkutucu bir hissi vardı. Baktıkça huzur veren, cesaretlendiren yüzü, merhameti gitmişti. Zira ona yaralarını sarsın diye yara bandını veren adam değilde, o yaraları açan adam duruyordu.

 

"Peçeni aç." Diyen kişi, babasıydı.

 

Onu yalnızlığın kollarına bırakıp, sözünü 25 yıldır tutmasını beklediği adamdı. Sözünün eri hiçbir zaman olamayan, Rasim Karakum'du.

 

Karşısında bambaşka biri olarak oturuyordu...

 

>LİCE/BAYIRLI<

 

Bir rüya mıydı bu? Yoksa kabus mu?
Zira gözlerimin önünden film şeridi gibi geçen hayatımın bir benzerini andırıyordu.
Gözlerim açılmak için can atıyorken, açılmamak için zorluk çekiyordu.

 

Bir dere kenarındaydım. Suyun sesi, berraklığı öylesine güzeldi ki. Ellerimin arasına aldığım birkaç damla suyu içiyordum. Tadı olmamasına rağmen içmekte ısrar ediyordum. Kana kana içmek, daha fazla içmek istiyordum. Etrafıma bakmak istiyordum fakat suyu içmek beni öylesine cezbetmişti ki, gözlerim kör olmuş gibiydi.
Suyu defalarca kez içtim ve sonunda birkaç damla suyu yüzüme de çarpmaya başlamıştım. Güneş tam tepedeydi.

 

Suyu bir kez daha yüzüme çarpmak için avucuma su almaya yeltenmiştim. Fakat su, ne içtiğim suydu ne yüzüme çarptığım. Kandı bu. Avucuma aldığım şey koyu kırmızı kandı. Ellerimdeki kanı birden attığımda, dereninde kandan olduğunu farketmiştim. Korkuyla geri kaçmaya çalıştım fakat sırtımda, keskin ve kalbime saplanan bir acı hissettim. Göğsüme baktığımda, gördüğüm şey ile çığlık atmıştım. Derenin kırmızı rengi, sol göğsümden akan kandı. Arkama baktığımda, sırtıma saplanan bıçağı tutan kişi daha da korkutmuştu beni.

 

Şimal'di bu.

 

Bıçağın sapını sıkıca tutmuş, daha da saplıyordu.
"Ş-şimal?" Kekeleyerek konuşmaya çalıştığımda, şimal soruma cevap vermiyor yalnızca, "Haset dolusun." Diyordu.
"Kanın öylesine hasetle dolmuş ki, dereye bak. Simsiyah." Demişti. Dereye baktığımda, kanımın koyu kırmızısı dereyi siyaha yakın bir renge boyamıştı.
"B-benim içimde haset yok. B-ben senin iyiliğin yaptım herşeyi."

 

"Öyle deme ama sevgilim. Benimle beni sevdiğin ve kıskandığın için birlikte olmadın mı?"
Sesin geldiği tarafa baktığımda, sağ yanımda duran ses hayatımın korkunç şeyiydi.

 

Çınar'dı...

 

Diğer bir tarafımda bana yine o iğrenç bakışları ile bakıyordu. Ben ise derenin kenarında dizlerimin üstüne oturmuş, saplanan bıçak yüzünden hareket edemiyordum. Hareket etmemi engelleyen birşey daha vardı. Çınar'ın sağ bileğime taktığı zincirli kelepçeydi. Zinrici sıkıca tutmuş, hareket etmeme izin vermiyordu.

 

"BEN SENİN SEVGİLİN FALAN DEĞİLİM! BENİ ARTIK BIRAK. YALVARIRIM BIRAK ARTIK BENİ!" Sesim ağlamaklı çıkmış, ürkek ve zayıf duruşum onu daha çok eğlendirmişti. Gülmeye başlamıştı.
"Sen bana esirsin, sevgilim. Senin iplerin benim elimde. Kaçış senin için ancak ölümdür." Demişti.

 

Ölüm...

 

Haklıydı. Tek kaçış ölümdü.
Gözümün akan kanla kararması sonucu, delice birşey yapmıştım.
Kanımla bezenen dereye atlamıştım. Bıçak göğsümde, çınar'ın zincirleri bileğimde kalmıştı.
Sıkıca tuttuğu zincirler derede akıp gitmeme engel olmuştu. Boğuluyordum. Çınar gülüyordu, şimal ise nefretle bana bakıyordu.
Yardım istemek için bile sesimi çıkaramıyordum. Sadece su yutuyor, boğuluyordum.
Gökyüzü karanlıktı, kavurucu güneş gitmiş yerini hayal meyal gördüğüm ay almıştı.

 

Hilal evresindeydi. Işığı az da olsa aydınlatıyordu, etrafı.
Gözlerim yavaş yavaş kararmaya başlamışken, ölüm bir nefes kadar yakınımdaydı. Bu sefer kurtulmak için çırpınırken, asıl kurtuluşun bu olduğunu anlamıştım. Elim su yüzeyinden derine batarken, elimden tutan biri olmuştu. Sudan çıkmış, derenin diğer kenarına geçmiştim. Beni çeken her kimse yuttuğum su yüzünden baygın ve mayhoştum. Gözlerim açılmıyor, açılsa bile bulanık görüyordum.

 

Karanlık gökyüzü ve hilal şeklini almış ayın ışığı gölge düşürmüştü simasına.

 

Öksürükler içinde boğuluyorken, duyduğum tek ses,

 

"Bana güven. Elimi tut. Tut ki seni bu bataklıktan çıkarayım."
Sesiydi. Güven veren, huzurlu bir sesti bu. Kolumda ki zincirler yok olmuş, kalbime saplanan bıçak çıkarılmıştı. Akan kanı durduran ise bir eldi. Sesin sahibine aitti. Göğsüme dokunmuş kanı durdurmuştu. Kulağımın dibinde hissettiğim ses bana son kez, "Bana güven ve elimi tut." Demişti. Bunun aynısını daha önce duymuştum.

 

Gözlerimi açtığımda bambaşka bir yerdeydim. Doğrulamaya çalıştım. Etrafıma baktığımda, bir okyanus görüyordum. Masmaviydi. Beni yine cezbeden kokusu olmuştu. Esintisi güven ve huzur veriyordu. Meltemi yüzümün kıyılarına çarpıp, saçlarımı savuruyordu. Kimse yoktu benden başka. Sessizlik ve huzur...

 

Güvenliydi burası. O dere gibi değildi. Ya da ben öyle sanıyordum. Beni dereden çıkarıp, zincirleri söküp, kalbimin kanını durduran kişi, beni buraya getirmiş olabilirdi.
Tekrar yattım. Gözlerimi usulca kapatıp, okyanusun güvenli kollarına, esintisine bıraktım kendimi...

 

"Aheste, kuzum! Aç gözlerini hele. Çok uyudun." Sesin geldiği yön yakındı. Uyuduğumun ve hala uyanmadığımı farkettim. Gözlerimi açtığımda baş ucumda hatun teyze vardı. Gülümseyerek bana bakıyordu.
"Günaydın, kuzum. Ne çok uyudun öyle. Dün gece ki düğün seni yormuş belli." Dediğinde, aslında düğünde toplasan iki saat kalmamıştım. Kendimi karanlık bir çayırda, onunla konuşurken bulmuştum.
Bambaşka konular ile ilgili konuşmaya başlamıştı. Soruları beni çıkmaza sokmuştu. Cevap vermek zordu o sorulara.
Anlamıştı herşeyi. Çözmüştü sırrımı. Yalnızca benden duyup doğrulamak istemişti tahminlerini.
Yardım etmek miydi amacı? Vicdan azabından bahsetmişti. Bana karşı kendini sorumlu mu hissediyor?
Bunlar ne vicdan azabıydı ne de yardım etmek ihtiyacı. Bunlar merhamet ya da masuma karşı yapılan zulmü engellemek içgüdüsüydü.

 

Sürekli, bana güven ve elimi tut. Demesi o kadar kolay değildi. Güvenmek benim için artık yok denecek kadar azdı. Hiç kimsenin iyi niyeti bana güven vermiyordu.
Belkide defalarca canımı kurtardığı için ona güvenmemin kolay olduğunu sanıyordu. İşin garip tarafı güvenmek istiyordum. Uzattığı yardım elini, bu bataklıktan çıkıp çıkmayacağımı bilmesemde tutmak istiyordum. Ama bir yanım engel oluyordu buna. Güvenme diyordu. Zaten güveni daha önce yerle bir edilmişken, bir zelzele daha bu sefer sarsıntı değil, yıkım olurdu benim için.

 

Tek düşündüğüm bu değil. Aslına bakarsam, düşündüğüm hiçbir zaman ben olmadım. Aklıma hiçbir zaman canımın iyiliği gelmedi. Hep başkalarının canı önceliğim oldu. Sevdiklerimin canını her zaman zarardan ziyan olmasın diye korumaya çalıştım. Ve çınar bunu biliyordu. Bildiği için beni bu kadar çok basit bir şekilde avucunda tutuyordu. Benim en büyük hatam, herşeyi, her iyi niyetin gerçek olduğuna inanmamdı.

 

Oysa ki çok iyi anlamıştım; iyi niyet denen şeyin, hayatımda ki en büyük zelzele olduğunu.

 

Kader bunu yazmış, hayat kaderin yazdıklarını kafama vura vura öğretmişti bana.
Ben öğrenmiş miydim? Hayır.
Öğrenmiş olsaydım bu hâlde olur muydum hiç?

 

Aklımı çelen bu güven cümlesi, çayırda Aytekin'in söylediği cümleyle aynıydı. O da bana çayıra gitmeden önce de elini uzatarak kulağıma fısıldayarak, bana güven ve elimi tut. Demişti. Rüyamda ki o esrarengiz kurtarıcı o muydu? Okyanus, kurtarıcı, hilal'in ışığı, bunlar tesadüf müydü?

 

"Yorulmuştum çok, hatun teyzem. Ondan." Dediğimde, kıvırcık olmayan düz saçlarımı sevmeye başladı.
Anne edasıyla okşarken hissi sıcaktı.
"Ah benim güzel kızım. Kınalı kuzum. Eller sana ne etti de böyle kabuslar görürsün?" Kaşlarım çatıldı. Gözlerim gözlerine kenetlendiğinde, gözyaşım benden habersizce aktı.

 

"Hatun teyze." Dedim sesim zayıf ve ürkekçe çıkarken.
"Ha, söyle kızım." Dedi sıcak bir sesle.

 

"Bana sarılır mısın?" Dedim isteğim utanmadan söylemem ile içimde bir his oluşturdu.
Hatun teyze sorgulamadı. Yatağa oturdu, kollarını iki yana açıp, bana baktı. Kollarımı bedenine sardığımda, yazmalı boynunda anne kokusu gizliydi.
Yıllardır çektiğim anne hasreti birkaç dakikalığına dinmişti. Gözyaşlarım boşanırcasına akıp omzuna düşerken, saçlarımı okşamaya devam etti.

 

"Susma kızım. Kim sana ne ettiyse bağır. Yardım iste. Atana söyle, merhametliye söyle. Kurtul bu azaptan. Izdırap çekme. Ölmüş ananın uğruna can verdiği cana bu kadar ızdırap çektirme." Herşey biliyordu. Kim söyledi, nereden biliyor, birine Söyler mi? Diye düşünmedim. Anneler gizler sırrını. Onlar seni gizler, kalbini, canını, bedenini, saçlarını... Herşeyini gizler sinesinde. Kimse dokunamaz o zaman sana.
Beni gizleyecek bir annem yoktu. Belki ondandır bu kadar savunmasız, zayıf, çelimsiz bir kadın olmam.

 

"Bağırsam başkasının canı yanar."

 

"Susarsan senin canın yanar."

 

"Benim canım zaten sevdiklerim. Babam, kardeşlerim, arkadaşlarım."

 

"Bak kızım, zalimin zulmü ancak mazluma yeter. Mazlum ürkektir, zalim korkutur susturur. Ama sen mazlum değilsin. Etrafında seni zalimden sakınacak bir sürü insan var. Susma."

 

"Teyzem," dedim kınalı ellerini tutarken.
"Bir mazlum, bir kere susmaya mahkûm edildiyse ağzına dikilen yamadır sebebi. Sesi çıkmaz ömrünce. Ben babama söylersem, canı ölür. Uzatılan eli tutarsam, el uzatan ölür. Zalim sadece bana zalim değil. Masumlar, mazlumlar kadardır."
Başı usulca eğildi, ellerimi okşamaya başladı. Kollarıma baktığında, telaşla,

 

"Bu nedir kızım?!" Dediğinde, kollarıma baktım. Her bir tarafı morluklar içerisindeydi. Korkuyla ayaklandım.
"B-bilmiyorum." Dedim yüksek sesle. Sesimizi duyan kızlar içeri hızla girdiğinde, endişe ile baktılar.
"Noldu? Niye bağırdınız?" Diye sordu, mehru.
Kollarımı görünce hızla yanıma gelip, kollarımı evire çevire baktı. Morlukların sebebini bilmiyordum. Gördüğüm kabus muydu sebebi?

 

"B-bu morluklar ne? O mu geldi dün gece? Sana bunu o mu yaptı?" Diye sordu kekeleyerek.
"H-hayır. Dün gece gelmedi."

 

"Bak aheste! Artık susma, gizleme! Söyle o mu yaptı bunları?!"

 

"YAPMADI! GELMEDİ! ANLAMIYOR MUSUN?!"

 

"BEN SENİ GAYET İYİ ANLIYORUM! SEN DE ZATEN BUNU İSTİYORSUN. SENİN CANIN YANSIN, AMA BAŞKALARINA ZARAR GELMESİN! YETER ARTIK! BİR KADIN YÜZÜNDEN HAYATINI KARARTTIN! ALLAH'IN SAPLANTILI MANYAĞI, HAYATINI ZİNDAN ETTİ! SÜREKLİ KENDİNE ZARAR VERİYORSUN! KÖYE GELDİĞİNDEN BERİ, YILLARDIR AYNI RUH HALİN! BU GERİZEKALI MANYAK BİRDE YETMEDİ PEŞİNDEN KORUMA GÖNDERDİ!"

 

"Gel bak!" Diyip kolumdan çekiştirdi. Arkamı döndürüp, tişörtümü sıyırdı. Sırtımda ki koca yara izi ortadaydı.
"BAKIN! BUNU O MANYAK, SÖZDE NİŞANLISI OLAN ADAM YAPTI! NİYE?! AHESTE'NİN O ÇOK SEVDİĞİ KARDEŞİM DEDİĞİ KADINA BİR ZARAR GELMESİN DİYE!"

 

Kulağıma doğru bağırarak,
"AÇ ŞU GÖZÜNÜ ARTIK AÇ! KADIN SENİ SİLİP ATMIŞ! SEN HÂLÂ CANINI DÜŞÜNÜYORSUN! BIRAK ALLAH AŞKINA YA KİME NE ANLATIYORUM! BENİM ARTIK DİLİMDE TÜY BİTTİ." diyip çıkmıştı odadan. Gözyaşlarım yüzünden hiçbir şey net görünmüyordu. Sırtımda ki yara izini görmüştüler.

 

Usulca yatağa oturdum. Kübra da, Zerda da şaşkınlıkla bana bakıyordu.
Hatun teyze'nin ağzı beş karış açık kalmış öylece bakıyordu bana.
Kübra içeri koşup gitmişti. Zerda da aynı şekilde peşinden gitmişti. Mehru'nun peşinden gitmiş olmalılardı.
Kübra tekrar odaya geldiğinde, elinde krem vardı.
Yanıma oturup, kollarımı sıyırdı.
Kremi parmağına döküp kollarıma yavaşça sürdü. Acısı vardı ve Kübra her dokunduğunda yanıyordu.

 

"Nasıl oldu bu?" Diye sordu.
Hatun teyze ise yamacımdaydı. Sırtımı narince okşuyordu. Yara izine zarar vermekten çekinircesine.
"B-bilmiyorum. Kabus gördüm. Ondan olabilir."

 

"Hep oluyor mu böyle?"

 

"Daha önce olmuştu. Hatırlamıyorum ne zaman olduğunu."

 

"Psikologa danıştın mi hiç?"

 

"Nedeni belli değil mi sencede Kübra?"
Sustu. Cevap vermedi. Diğer koluma da krem sürmeye sıra geldiğinde, hatun teyze garip bir şekilde sessizdi. Tek kelime etmiyordu.
Kübra kremi sürüp bitirmişti işini. Kollarımı örttüğümde, başım öne eğik kalmıştım öylesine.
"Hadi kızım. Kalk da birşeyler ye. Acıkmışsındır."

 

"İstemiyorum hatun teyze. Canım çekmiyor pek."
Dediğimde zorlamadı. Sustu o da.
"Biraz yalnız kalabilir miyim?" Diye sordum. Hatun teyze ve Kübra birbirlerine baktılar.
"Birşey olursa biz içerdeyiz." Demişti. Kübra. Usulca yerinden kalkıp, hatun teyzeyi bekledi. Hatun teyze ise son kez başımı okşadı. O da ayağa kalkıp gittiklerinde, kapıyı kapatıp gittiler.
Odada bir başıma kaldığımda, yatağıma uzanmıştım.

 

Gözyaşlarım usulca akarken, huzur bulamadığımı farkettim. Oda bana dar geliyor boğuyordu beni. Yalnız kalmak cansız eşyalarla, deli ediyordu insanı. Oraya gitmek istedim. Kimsenin bilmediği, herkesten uzak sessiz ve anlamı gibi güvenilir olan o yere.

 

Lâyetelzelzel'e...

 

Dün gece beni götürdüğü o yere gitmek istedim. Derenin sessizliği ve rüzgarın uğultusuydu belkide huzur bulduğum yer. Ama istediğim koku nergisler ve güller değildi. Okyanus esintisi koksun istedim. Acaba oraya gitsem, o koku orda mıdır?
Yavaşça doğruldum. Üstüme, herhangi bir çeket alıp, çıktım odadan. Herkes neredeydi bilmiyordum. Sesler mutfaktan geliyordu. Kapısının kapalı olması beni görmemeleri için iyiydi.
Kapının önünde ayakkabımı giyip, gitmek için hazırlandığımda, kapının önünde çınar'ın gönderdiği korumayla karşılaştım.

 

Engerek...

 

Bana dik dik bakıyordu. Arabasına yaslanmıştı.
Hiçbir tepki vermeden öylece gittim.
"Gitmen gereken yer orası değil. Biliyorsun bunu değil mi?"
Demişti. Arkamı dönüp ona baktığımda, sigarasını içiyordu.
Bahsettiği yer, lâyetelzelzel değildir umarım.
"Her nereden söz ediyorsan bilmiyorum. Babamın yanına gidip gitmeyeceğimi de sana soracak değilim." Dedim. Arkama bakmadan gitmeye başlayınca, beni olduğum yere çivileyen birşey söylemişti.

 

"Çocukluğunu biliyorum aheste. Beni kandırma." Demişti. Aklımda o an bir sürü soru işareti belirdi. Çocukluğumu bilecek kadar mı araştırmıştı beni?
Yoksa gerçekten çocukluğumu görerek mi biliyordu?

 

>Kuzey Irak/ Sincar<
-
>Darbasiyah panayırı<

 

"Komutanım. Valla piştik burada. Şimdi şurada şöyle güzel, hatun anamın bir hoşafı olacaktı böyle sulu sulu buz gibi. Oh..." Demişti Teoman. Güneş başına vurmuş olmalıydı. Hayal görüyordu artık.
"Bozkuş. Bir sus be oğlum. Bir motorun soğusun be yiğidim." Demişti cengiz.

 

"Cengiz başkan. Sende herşeye bir aykırısın. Bu kadar kuralcı olma be gözünü seveyim."

 

"Siktir git lan. Sabahtan beri aşeren hamile karılar gibi binbir türlü şey aşerdin." Demişti cengiz. Sözü Teoman'ı utandırmıştı. Sesi bir süre çıkmayınca, Cengiz gülmüştü.
"Bozkuş, kız mı erkek mi Allah'ın izniyle." Demişti Sancar.

 

"Seni bir sikerler. Görürsün kızı erkeği. İt!"
Diye bağırdı, Teoman.
"Öyle demeyin komutanım. Amca olmayı bilmekte iyi birşey benim için. Böyle bıcır bıcır Teomanlar gezecek orada burada." Gülerek söylediği söze Teoman acayip sinir olmuştu.
"Seni evire çevire dans ettireceğim, Bayramoğlu."

 

"Afet bacım. İyi misin yerinde?" Diye sormuştu şahin.
"İyiyim şahin, sağol."

 

"Bacım, sen anlat biraz nerelisin?"

 

"Ben, Sakaryalı'yım, avcı."
Demişti. Yaman'ı sesinden tanıması timin dikkatinden kaçmamıştı. İyi eğitim almıştı belliydi.
"Tekir'im de Sakaryalı'ydı. Sakaryalı'nın yerini ancak Sakaryalı tutardı." Demişti Teoman.

 

"Şehidimiz için üzgünüm başımız sağolsun."

 

"Sağol bacım. Vatan sağolsun." Demişti cengiz.
"Anan baban neredeler?"

 

"Her ikiside Sakarya'dalar. Allah'a şükür sağlıkları sıhhatleri yerinde. Babam romatizma hastası ama geçinip gidiyor işte." Demişti.

 

"Beyler, operasyon devam ediyor. Aytekin komutanımdan bir ses gelmedi hâlâ." Sancar'ın sesi ile, tim Aytekin'e yoğunlaşmıştı.

 

Aytekin ise hâlâ babasının karşısında kalakalmıştı. "Peçeni aç." Demesine rağmen öylece durmuştu. Gözü kararmıştı. Ona özlem, hasret beslemiyordu. Öldürmek istiyordu. Zira babası terörist olarak karşısındaydı. Hainlerin eli kolu olan Rasim Karakum bir zamanlar vatan aşığı bir yarbay'dı. Ne değişmişti? Mesleğini elinden alan devlete karşı bir savaş mıydı bu?

 

"Bedo. Peçeni aç." Demişti Natalia.
Aytekin, söylenenleri duymayacak kadar sağır olmuştu. Gerçekti. Babası teröristti. Rasim Karakum teröristti.
Yerinden usulca kalkıp, Aytekin'e doğru gelmişti. Boyu babasının boyundan uzun olduğunu fark etmişti. Onunla gurur duyamayacak kadar çok meşguldü zira.
Arkada kavuşturduğu ellerinden biriyle Aytekin'in peçesini açmıştı.

 

Yüzüne bakınca hiçbir anlam ifade etmediğini, öz oğlunu tanımadığını farketmişti, Aytekin. 6 yaşında soğuk bir yetimhane köşesine bırakıp gittiğinde, son kez bile yüzüne bakmaya çekinen bir adam öz oğlunun yüzünü unutmasın da ne yapsın diye düşündü. Tek kelime etmedi Aytekin. Sadece babasının tükürmek istediği yüzüne, öldürmek istediği bedenine baktı.

 

Nefretini gömdü. Görev...
Kendine hakim olmasını sağlayan tek şey yine vatanıydı.
"Söylenen emirleri, duyamayacak kadar sağır olma. Düşman sağır olanı affetmez." Bir asker edasıyla konuşmuştu. Bir komutan gibi nasihat veriyordu sanki. Natalia öylece kenarda bekliyordu.

 

"Beni bilmezsin Bedo. Ferman'ı bilsen böyle davranmazdın." Dedi. Aytekin ferman'ın kim olduğunu bilmiyordu.
Kendisiydi...
İsmini söylemesini bekledi. Ama hayır. Ferman diyordu kendine. Neden?
"Ferman kim diye sorarsan. Benim. Ferman vasilyeviç ben. Habeyb'in ortağı. Burayada tırları almaya ben geldim." Dedi. Aytekin bu sözü üzerine, sinirini gizleyebildiği maske de yoktu artık ve gözleri eski nefretine dönmüştü.

 

"Bilmeyi çok isterdim, ferman. Ama vaktim yok. Piyasada yenisin galiba. İlk defa gördüm seni.'

 

"Asıl sen piyasa da yenisin galiba. Ben hep bu işteydim. Değil mi Natalia?"
Natalia'a baktı Aytekin.
"Aynen öyle ferman. Ferman en iyi adamlardan biridir. İşinin ehlidir. Habeyb öyle kolay kolay adam seçmez. Ferman'ı gözünden tanıdı."
Aytekin sırıttığında, Natalia bakışlarını alamamıştı ondan. Çapkınca gülerek onun her hareketini izliyordu.

 

"İt oğlu it. Seninde sonun aynı olacak. Ha iyi ol işinde ha kötü. Seninde varacağın yer kara toprak." Diye küfür ettiğinde Teoman,
Aytekin başını usulca yana eğdi. Boynunu kütlettiğinde gerildiğini farketti. Fakat bunu da dışa vurmamaya gayret etti. Zordu biliyordu. Kendinden utandı birkez daha.
"Namını duymadım ama elbet iyisindir. Habeyb adamını iyi seçer." Dedi Aytekin.
Adamını da habeyb'i de sikeyim dedi. İçinden. Rol yapmakta iyiydi ama söz konusu düşmansa zorluk zirveydi.
"Konumuz şuan için bu değil. Tırların yerini göster, işine bak. Mossou ile başka işlerimiz de olacaktır o yüzden sık sık görüşeceğiz Bedo."

 

"Görüşeceğiz elbette. Tırların yerini size göstermek yerine bulunduğu konumu söylemem yeterli. Zira buradan gitmem lazım. Aldığım bir istihbarata göre Türk askerleri panayıra baskın düzenleyecek."
Aytekin'in planı belliydi.

 

"İstihbarat sağlam mı?"

 

"Sağlam." Dedi Aytekin. Soğuk ve sert bir dille.
"Adamlara haber ver, hazırlansınlar." Natalia başını usulca eğip, odadan çıkmıştı. Aytekin ve Rasim bir başlarına kaldıklarında, rasim birden ayaklandı.
"Tırlar, panayırın çıkışında saat 9 yönünde kuzeybatıda." Dedi tek nefeste.
Rasim hiçbir cevap vermedi.
Pencerenin kenarına doğru yürüyüp, tütün kutusunu açtı. Tütün kağıdını demirin arasına yerleştirip, tütünü arasına koydu. Kağıdı diliyle ıslatıp, kutuyu bir kere kapattı. Geri açtığında sigara sarılmış haldeydi. Nasırlaşmış parmaklarının arasına aldığı sigarayı, dudaklarına doğru götürdü. Cebinden çıkardığı eski bir çakmakla sigarayı yaktı.

 

Eski ve yırtılmış poşetlerden olan pencereden Kuzey Irak'ın uzak dağlarına baktı.
Sigarasından çektiği her bir nefesi dışa vurduğunda, oda kokusuyla doluyordu. Aytekin her bir hareketini dikkatle izliyordu. Mimiklerini, yüz ifadelerini, simasının her bir ayrıntısını kazıyordu aklına. Bugün burda gördüğü adamı babası olarak değil, öldürmeye yemin ettiği bir vatan haini olarak görüyordu. Doğduğundan beri baba olarak bildiği adam bugünden itibaren artık düşmanıydı. Kadere inanmamakta haklıymış. Zira kader zorla babanı karşına bir hain olarak çıkaracak kadar zalim değildi, babasının yüzüne bakınca hatırlamadığı evladına karşı sergilediği boş bakışları gibi.

 

Zalim olan ne kaderdi ne de hayat. Zalim olan Rasim Karakum'du. Kalbini baltalayan annesinden, o kalbi hasetle dolduran babasından artık aile olmazdı. Keşke o olsaydı şimdiki aklım diyordu kendi kendine. 6 yaşından beri beklediği babasını şimdi değilde 25 yıl önce tanısaydı. Annenin elini tutup karşına çıkacağım dediği gün, aslında hiçbir zaman tutmayacağını, karşısına şerefsiz, pislik bir vatan haini olarak çıkacağını bilemezdi. Aytekin zayıf ve çelimsiz değildi. Zayıf ve çelimsiz olan her seferinde herkese inanan baltalanmış kalbiydi.

 

Paramparça olan bir kalbi yoksaydığını sanıyordu. Oysa ki kalbi her pişmanlıkları karşısına çıktığında, yeniden atıyor ve o yeniden yok saydığını sanıyordu. Pişmanlıkların kalbe oynadığı bir kısır döngüydü bu. Kalp artık yorulmuş, çıkış yolu ararken etten dört duvar arasında, sıkışıp kalınca çürümeye mahkûm edilmişti. Aytekin ise doğduğu günkü gibi hayata annesinin bedduaları ile tutunmaya çalışırken, bu kalbin de o beddualardan farksız olduğunu anlamıştı.

 

"Gençsin daha." Dedi Rasim Karakum, diğer bir adıyla ferman.
Aytekin bu cümlesinde bir çıkış yolu aradı çaresizce. Hain olduğunu bilmek istemedi.
Sustu.
"Niye böyle işlere bulaştın?" Dedi, başını Aytekin'den taraf dönünce.
Gözleri, karanlık bir ayaz gecesini andırırken, sigaranın son dumanlarını çekiyordu yıllanmış ciğerlerine.
"Yaşınıza hiç baktınız mı?"
Diye sordu Aytekin. Rasim Karakum seslice bir nefes verdi. İleriye baktı. Hatırlamaya çalıştığı şeyleri hatırlamakta zorlanır gibi.
"Geçmişin sayılarla ilerlediği ömrümde, yaşımı bilip bilmemek bana birşey kazandırmadı. Veyahut kaybettirmedi."

 

"Geçmişiniz çalkantılı geçmiş, tahminimce. Yaşınızı bilmeyecek kadar boşvermişsiniz hayatınızı."

 

"Yaşadığımı hissettiğim yıllarda, yaşımın her bir günü mıh gibi aklımda. İnsan birşeyden men edilince men edildiği şey yaşam sebebi oluyor. Yaşayıp yaşamadığımı men edildiğim şeyden sonra önemsemedim. Hâlbuki yaşımı, ömrümü, emeğimi vermiştim men edildiğim şeye." Askerlikti bahsettiği.
Men edildiği şey, Aytekin'in sahibi olduğu mevkiydi. Mevki uğruna geldiği durum, birçok şeyi silmesine sebep olmuştu. En başta ise vatan geliyordu. Mevkini arza bağladığı zevk buydu. Adı; vatan. Uğruna can verilen varya. Dur, toprak diyip basıp geçme. Bastığın yerleri tanı. Diye geçiyor bir sözde. Bazıları bilmez. Oysa vatan aşığının dilinden düşmez.

 

"Men edildiğiniz şey, aileniz veya çocuklarınız mı? Yoksa yüksek bir mevki makam mı?"

 

"Hiçbiri değildi. Öylesine şerefli ve kutlu bir şeydi ki, sürgün edildim."
Dedi.

 

"Sonra işte, aşkın şehvete döndürdüğü bu duygular damarlarınızda delice akarken, intikam ateşi sarıyor bedenini. Sonra gözün o men edildiğin şeye bile kör."
Dedi. Ardından. Aytekin suskundu. Konuşmadı. Yıllardır görmediği babası ile iki yabancıymış gibi konuşması zordu. Daha doğrusu bir hainle.

 

"Efendim, adamlar hazır." Demişti Natalia içeri hızla girerken.
Rasim Karakum sigarasını atıp, odanın çıkışına ilerlerken, Natalia ve Aytekin odada yalnız kalmıştı.
"Yüzün... Çekiciymiş." Aytekin arkası dönüktü. Ve bu suretle gözlerini devirdi. Natalia'ya baktığında sırıtmış ellerini cebine koymuştu. Silahının kabzası için kurşun takmıştı yeni şarjöre. Silahını belinden çıkarıp yeni şarjörü taktı.

 

Natalia'nın yüzüne bakıp, silahını kaldırdı. Ve bir el ateş ettiğinde, kurşun Natalia'nın kulağının dibinden büyük bir şiddetle geçip duvara saplanmıştı. İşittiği sesle kulağı çınlayan Natalia, kulağını sıkıca tutup okşamıştı.
Aytekin silahını kontrol ettikten sonra beline yerleştirdi.
Natalia'ya doğru yürüyüp tam önünde durduğunda kendinden bir hayli kısa olan kadının yüzüne doğru eğilmiş, gözlerine nefretle bakmıştı.
"Benden uzak dur, kızıl şeytan. Yoksa bir daha ki sefere bu kurşun tam hedefi bulur." Diyip gitmişti. Natalia hâlâ işinin peşindeydi. Arkasından çapkınca gülerek bakmıştı.

 

"Tim, tırların olduğu yere gidiyoruz. Toplanın." Demişti Aytekin.

 

"Emredersiniz komutanım."

 

Aytekin, panayırın çıkışına doğru yürürken, çarpa çarpa gittiği kalabalığın arasından sıyrılmıştı.
Panayırın çıkışına vardığında, şahin oradaydı. Elinde başka bir tüfek vardı. Onu Aytekin'e uzattığında, elinde ki keskin nişancıyla kalmıştı.
"Tırları almadan yetişmemiz lazım. Ferman denen adamı almamız yeterli. Birde şu Natalia." Demişti şahin. Aytekin bu işin zor bir yanının da babasını yakalamak olduğunu biliyordu. Duygularını bir kenara bırakmanın onun için çocuk oyuncağı olduğunu biliyordu. Sadece öfkesini kuşanması yeterdi.
Timin geri kalanı çok geçmeden gelmişti.
"Komutanım, tırlarla ulaşmalarına çok az kaldı. Yürüyerek zor varırız."
Demişti sancar.

 

"Araçla gidelim diyeceğim de amına koyayım araç yok."
Demişti teoman.
"Afet bacım nerede?" Diyen Cengiz'in sorusuna çok geçmeden cevap olarak gelen afet'ti. İçinde bulunduğu arazi aracını timin önüne park ettiğinde tozu dumana katmıştı.
"Hay senin kaşına gözüne kurban. Hadi beyler hadi!" Hızlıca araca bindiklerinde, çakır ve şahin kasaya binmişti. Afet son süratle arabayı tırların olduğu yere sürerken,
"Nereden buldun bu aracı?"

 

"Panayırda iki sarhoştan."

 

"Zorluk çıkardılar mı?" Diye sordu Teoman.
"Çıkarmamaları sorun olurdu. Arıza seviyorum ben. İlla dayak yedirmem lazım." Demişti. Sert bir çehresi vardı. Hiç gülmüyordu. Aksine somurtkan bir kadındı. Timde neredeyse erkek gibi davranıyordu. Belki de böyle daha çok uyum sağlıyordu time.
"Sana lakap lazım, bacım." Demişti yaman. Gülerken, silahının kabzasını kontrol etti.
"Afet reis..." Dedi sancar.
"Afet reis olsun." Uyumlu bulmuştu tim.

 

"Oğlum, kız ömrünce belki tekneyi bir kere görmüştür ne reisi? Dağ kızı o. Denizlerin deniz kızı varsa bizim de dağ kızımız afet. Ama yinede reis yakıştı." Demişti cengiz.
"Eyvallah, komutanım." Demişti ağır başlı bir tavırla, afet. Arabayı oldukça hızlı kullanıyordu. Kasaya binen çakır ve Şahin tozdan görünmez hale gelmişti.
"Afet reis! Biraz sakin. Valla bir kilo toz yuttum amına koyayım!" Diye bağıran çakır'a karşı, afet daha çok gaza bastı. Araba kuzey Irak'ın tozunu dumanına katmıştı.

 

Tırların olduğu yere yaklaşmışlardı. Fakat tırların önünde veya arkasında herhangi bir kimse bulunmuyordu.
Bu bir kumpas mıydı yine? Diye düşündü Aytekin.
Araba hızla tırlara doğru devam etmişti. "Yavaşla!" Diye seslendi Aytekin afet'e karşı. Afet frene bastığında araba durmuştu. Beraberinde gelen toz yavaş yavaş yok olurken, dağların önüne park edilmiş 4 tane tır öylece duruyordu.
"Şahin! Birşey görüyor musun?"

 

"Olumsuz komutanım! Kimse yo-" demesine bile izin vermeden, gelen kurşun sesleri ile irkilmişlerdi. Diğerleri araçtan indikleri gibi arabanın kapılarını açık bırakmış ve saldırının geldiği yöne bakmışlardı. Arka taraftan geliyorlardı. Aytekin kasaya yakın bir yerde, silahını konumlandırırken, diğerleri siper almıştı. Sayıca fazlaydılar. Ferman herşeyi anlamış olmalıydı. Ya da Natalia.
"Komutanım! Tırları götürüyorlar!" Diye bağıran sancar'a baktı Aytekin. Tırlara baktığında, sıra sıra götürülüyordu.

 

"Birşey yapmayacak mıyız komutanım?" Diye sormuştu yaman.
Sesi kurşun sesleriyle beraber yok olup giderken, Aytekin keskin kara gözlerini teröristlerin olduğu tarafa çevirmişti.
"Kumpas kurdular! Amaçları buydu! Bir taraftan saldırıp diğer taraftan tırları götürmek. Birşeyleri anladılar ya da o Bedo denen it, kaçarken haber uçurdu! Sikeyim böyle işi!" Dediğinde aynı anda karşı taraftan iki üç kişi indirmişti. Timin de yardımıyla sayıları birer birer azalıyordu. Aytekin iki kişiyi daha indirdiğinde, şahin sniperı ile teker indirirken, silahın sesi uzaklarda yankılanıyordu.
"Amına koyduğumun itleri bitmiyor! Sikik şeref yoksunları!" Teoman sinirlenmeye başlamış aynı zamanda bu sinirin verdiği hırsla ikişer üçer indirmeye başlamıştı.

 

Aytekin pozisyonunu değiştirip, arabanın önüne geçtiğinde, ayakta ateş etmeye başlamış, bu taktiği ile dörder beşer kişi indirmişti. Kalan son kişileri de şahin ve diğerleri temizlerken, hepsi ölmüştü.
Ama elde kalan sıfırdı. Çünkü tırlar götürülmüştü. Aytekin nefes nefese ayakta dururken, bir elinde tüfeği diğer elinde ise Bedo denen adamın telefonu vardı. Arayan ise bilinmeyen bir numaraydı. Açtığında, karşıdan gelen ses yabancı değildi. Zira bu ferman isimli, Rasim Karakum'du.

 

"Tekrardan merhaba, Bedo. Tırların yeri için teşekkür ederim. Fakat ufak bir yanlışlık olmuş galiba. Haklıymışsın türk askeri panayıra saldırı düzenleyecekmiş. Bunu önceden bilmem iyi oldu. Onlara ufak bir sürpriz hazırladım. Umarım görürsün sende." Demişti, ağır ve soğuk bir sesle. Aytekin daha çok sinirlenirken, gözleri öfkeyle tek bir noktaya odaklanmıştı. Burnundan soluyordu. Kumpaslardan nefret ederdi. Ve bugün bu olmuştu. Kanında akan kan, delice akmaya devam ederken, beynine zonk etmişti. Birilerini öldürmeden sönmeyecekti bu ateşi.

 

"Sana bir sır vereyim mi? Ben köstebeleri yakalamayı çok severim. Böyle çekici kafalarına vurarak onları öldürmeyi daha çok severim." Demişti. Herşeyi anlamış ve bu doğrultuda kumpas kurmuştu.
"Benimle aşık atamazsın, Aytekin Alpay Karakum. Beni kandırmak sandığın kadar kolay değil. Türk askeri olduğun gözünden belliydi. Bana sadece bakmak yeterdi, anlamak için. Benimle uğraşma çocuk, yoksa bir daha ki sefere sürprizlerim daha büyük olur."
Tim Aytekin'in etrafına toplanmış dikkatle ferman'ı dinliyordu.
Aytekin burnundan soluyordu. Gözleri kararmış, yüzü kas katı kesilmişti.
"Seni kendi ellerimle öldüreceğim. Başkasının değil, bizzat kendi ellerimle. Ve inan o saymayı bıraktığın ömrünün geri kalan yıllarını yaşamadan benim kollarımda can vereceksin! Sana yemin olsun." Demişti sert ve kendinden emin bir sesle. Yemini bir bıçak kadar keskindi ve tam olarak göğse saplanıp, canı yakarak delecek türdendi.

 

"O hâlde seni bekliyorum, yüzbaşı. Gel ve beni öldür. Zira ölmeden önce göreceğim tek yüz senin yüzün olsun isterim. Karanlık ve fırtınalı kara gözlerinde ölümü görmüş kadar oldum zaten. Hırsına yenilme. Hoşçakal yüzbaşı..." Diyip telefonu kapatmıştı. Kapanan telefona saniyelerce baktı ve sonra sert bir şekilde telefonu arabaya fırlatmıştı.
Teoman sessizce, dudağını dişlerinin arasına alıp, başını "Abo." Anlamında sallamıştı. Aytekin bir ileri bir geri gidip gelirken elindeki tüfeği sıkıca tutuyordu.


"Şerefsiz, it Bedo! Sikeyim senin gibi adamı. Planları alt üst etti!"

"K-komutanım, biraz sakin mi olsanız?" Diye sormuştu şahin.
"Bozkuş, sus! Kimse sesini bile çıkarmasın! Tek kelime dahi istemiyorum! Şimdi herkes araca binsin! Üsse haber gönder temli! Araç göndersinler, dönüyoruz!" Sesi gür ve sert çıkmıştı. Öfkesini burnundan soluyordu.
Herkes teker teker araca binerken, Aytekin yine ön tarafta oturmuştu. Bu sefer aracı Teoman kullanırken, diğerleri arkaya, çakır ve Şahin ise yine kasaya geçmişti.

Kimse tek kelime dahi etmiyordu. Herkes suskundu. Teoman aracı arabanın geleceği yere sürüyordu. Aytekin ise kol dirseğini cama yaslamış, eliyle alnını ovalıyordu. Migreni yine tutmuştu. Şakaklarında hissettiği acı dayanılmazdı. Keskin bir bıçak, sürekli batırılıp çıkarılıyordu sanki. Gözlerini ovuşturup duruyordu. Teoman bir yandan yola bir yandan Aytekin'e bakarken, sessizdi o da.
Eli yavaşça arabanın radyosuna gitmişti.

Radyoyu açtığında, istemediği türküler çalmaya başlamıştı. Arapça'ydı hepsi. Sürekli değiştirip, dururken, artık sinirleri bozulmuştu.
Aytekin başını yavaşça Teoman'a çevirirken, "Teoman, kapat şu sikik radyoyu."

"Birşeyler dinleyelim dedim, komutanı-" sözünü kesen Aytekin'in sert ve gür çıkan sesiydi.
"Neyi dinleyecen lan, neyi?! Neyi hallettin de sıra sikik şarkılarına geldi?! Bombaları alıp götürdüler! Kim bilir nerede, ne zaman patlatıp, kaç masumun canına kıyacaklar! Sen neyin radyosundan bahsediyorsun!" Diye gürlemişti. Radyoyu sertçe kapatıp, Teoman'a bakmıştı.

"Sen askersin! Anladın mı beni?! SEN BİR TÜRK ASKERİSİN! SANA GOYGOY YOK! EĞLENMEK, GEREKİRSE YİYİP İÇMEK BİLE HARAM! SİKTİĞİMİN TERÖRİSTLERİ DIŞARDA ELİNİ KOLUNU SALLAYARAK MASUMLARI KATLEDERKEN, SEN BURDA ŞARKI TÜRKÜ DİNLEYİP, YERİNE GETİREMEDİĞİN OPERASYONUN MORAL BOZUKLUĞUNU DÜZELTEMEZSİN! SİKERLER BELANI!"

Teoman sertçe frene basınca, araba şiddetli bir şekilde durmuştu. Timin geri kalanı onları dikkatlice izlerken, Teoman hızla arabadan inmişti.
Kapıyı sertçe çarpmış, arabayı yerinden oynamıştı adeta.
Aytekin'de aynı şiddetle inerken arabadan, tim içerde kalmıştı. Çakır ve şahin kasada olup biteni izliyordu.
Teoman arabadan oldukça uzaklaşırken, uçsuz bucaksız tepelerin olduğu bir yerde bilmeden yürüyordu. Aytekin hızla peşinden giderken, önüne gelen tüfeğini sırtına atmıştı.

Teoman durunca, Aytekin'de durmuştu. Tam karşısına geçip, kara gözlerini Teoman'a dikmişti.
"Derdin ne senin oğlum?! Söyle kurtul!" Diye bağırmıştı Aytekin.
Teoman ciddiyetini korumaya devam ederken, normalde o goygoycu Teoman'dan eser yoktu.
"Asıl senin derdin ne, Karakum? Senin derdin başka. Söyle." Demişti soğuk ve sert bir sesle.
Aytekin dikleşti. Gözleri onu baştan aşağı süzerken, sessizdi.

Nefes nefese, göğsü hızla inip kalkarken, dik omuzları düştü. Gözleri mahmurlaştı. Etrafına ördüğü öfkeden kalkanını indirdi. Öfkesini kuşanmadı. Aksine sinirli hali gitmiş, yerine uysal, keskin kara gözleri gitmiş yerine solgun kahveleri gelmişti. Aytekin gitmiş, babasının 6 yaşında yetimhaneye bıraktığı çocuk gelmişti. Çünkü karşısında Teoman vardı. Bugüne dek, öfkesini karşısında kuşanmadan durabildiği, öfkesinin işlemediği, herkese göre sert, soğuk, öfkeli, içe dönük, garip tavırlı, dilsiz Aytekin'in bu hallerini kabullenen Teoman'dı.

Kardeş dediği, kandaşıydı. Silah arkadaşı demek uğrunda can vereceği yoldaşı demekti onun nezdinde.
Kendi kendine hep sorardı; insan kardeş dediğine öfke kusar mı? Diye.
İkiside aynı yaralar almışlardı. Belki de bu yüzden birbirlerine bu kadar bağlıydılar. Yaralarını tanımış, bilmiş, garipsememişlerdi. Birbirlerini anlamakta güçlük çekmedikleri içindi belkide. Yaralar hep sarılırdı. Mühim olan saranın yüreğiydi.

"Karakum..." Dedi, sesi zayıf ve çelimsiz çıkmıştı.

"Kardeşim..." Dedi ardından. Elini yavaşça omzuna attı. Öfkesinden emin olmak istedi. Aytekin sadece eline bakmıştı. Ve emin olmuştu; Aytekin tamamen öfkesinden arınmıştı.
"Derdini söylemeyen derman bulamaz, demişler. Susanın yüreği kor ateştir. Susma... Derdini söyle," dedi, yavaşça. Devamını bekledi Aytekin.
"Derman bulayım." Dedi ardından.

"Rasim Karakum... Eski yarbay Rasim Karakum. Bugün saat, 13:54'te karşıma vatan hainlerinin elebaşı bir terörist olarak çıktı." Dedi sesinde, kırık cam parçalarının keskinliği gizliydi.
Kırıktılar, keskindiler ama yere düşmezlerdi. Aytekin'in yüreğine batarlardı. Ve o yine susardı.

"Beni tanımadı. Onu ilk gördüğümde, babamı buldum dedim. Ya da o beni buldu. Koskoca yarbay Rasim Karakum oğlunu elbette bırakmaz dedim. Gururlanır, onun gibi bir asker görürde sevinir diye düşündüm.
Bütün bunları tek bir kelime sildi, beynimden. Tek bir kelime bütün düşünceleri, sevinçleri, acıları, hasreti, özlemi bir yel misali silip, yerine sadece öfke bıraktı. Adı Ferman'mış. Bunu duydum ve o an sadece silahımı çekip onu vurmak istedim. Bilmiyorum belkide beni yetimhaneye bıraktığı gün verdiği sözleri yıllarca tutsun diye beklerken dönüştüğüm, dönüştürdüğü adamın intikamını almayı vatan haini olduğunu bilmek düşüncesiyle gizlemiştim.
Gözlerime baktı ve gitti. 6 yaşında ki çocuk geldi aklıma. 5. yaşının kalbini avuçlarında sağ tutmaya çalışırken, 6. Yaşının cam kırıkları dökülüp, kalbine saplanmıştı. Artık iyileşmez diyip kenara attığı gün, adam olmuştu. Öfkesini kuşanıp, kalbinin olmadığını gizlemişti. Sonucunda,"
Dedi kollarını iki yana açıp.

"Ben oldum. Aytekin oldum. Soğuk, sert, korkusuz, duygusuz, kalpsiz bir adam oldum. Ben istemedim, zorunda kaldım. Yoksa hayat benim gibi olan daha birçok çocuk gibi benide öldürecekti." Teoman'a anlattı. Teoman sustu. Teoman sadece nefes aldı. Ne konuşabilirdi ne de cevap vermeye cesaret edebilirdi. Yapabildiği tek şey, elini yavaşça Aytekin'in ensesine götürüp, başını alnına doğru getirdi. Alnını alnına yasladı. Gözlerini daha yakından gördü, sert, soğuk, fırtınalı kara gözler yerine fırtınası dinmiş geriye kalan yıkık dökük harabelerin olduğu kahveleri gelmişti. Ve o bunu yakından görmüştü.

Nefesleri birbirine karışırken, kaşları çatıldı Teoman'ın.
"Yeminini tut." Dedi belli belirsiz. Sesinde bir istek daha gizliydi. Sessiz bir emir...
"Öldür. Son nefesini, 6 yaşındaki Aytekin'in ellerinde yaşatmaya çalıştığı kalbinin öldüğü kollarında son nefesini versin. Eğer sen yapmazsan," dedi devamını hırsla getirmek istedi. Aytekin sadece dinledi. Sessizce beklerken cümlenin devamını, kaşları çatıldı.
"Ben öldürürüm..." Dedi son kelimesini söyleyip, noktayı koymuştu. Bu sefer yemin üstüne yemin eden Teoman olmuştu.

>ANKARA/ETİMESGUT<
-

 

Cevahir Erkuran ihtişamlı özel aracıyla hastanenin önünde durmuştu. Koruması ondan önce inip kapıyı açmıştı. Ağır ve yavaş bir edayla araçtan inip, gözlüğünü takmıştı. Hastanenin isminin koca tabelasına baktı zümrüt yeşili gözleriyle.

 

"Efendim, çıkışta gazetecilerin sorularını yanıtlayabilecek misiniz?"

 

"Basın istemiyorum. N'yapıp edip uzaklaştırın." Demişti soğuk ve sert bir sesle.
Koruma çekingen tavrıyla, başını sallamış ve, "Emredersiniz efendim." Diyip araçtan aldığı tatlı paketini kucağına yerleştirmiş ve Cevahir Erkuran'ın peşinden hastaneye girmişti. Cevahir içeri girdiği gibi kapıda bekleyen güvenlik ve danışma tebessümle ağırlamıştı. Göz ucuyla bile onlara bakmamış, yoluna devam etmişti. Asansöre gelince durmuş ve asansörü çağırmıştı. Koruması da beraberinde beklerken, aklında binbir türlü şey vardı. Masayı toplayıp yeni bir toplantı yapması gerekiyordu.
Olaylar gelişme yaratırken, Diyarbakır'ı ziyaret edip habeyb'i de görmesi gerektiğini düşündü.
Habeyb'in telefonu üzerine yeni ortağını tanıtmak istemiş. Adamın işinde uzman biri olduğunu, onlara çok büyük katkıları olacağını söylemişti.

 

Asansörden inip odaya doğru yol aldı. Kapının önünde durunca, nefeslendi. Kapıyı çalmadan içeri girdiğinde, yatakta yatan eski karısı Zernişan'ı gördü. Odaya girdiği gibi zavallı Zernişan'ın göğsü hızla kalkıp inmeye
başlamıştı. Bakışları dümdüz Cevahir'in her hareketini izlerken, Cevahir içeri girmiş, beraberinde korumada girmiş bir kenarda beklemişti. Kapıyı kapatıp içeri doğru yavaş yavaş yürümüştü. Gözlüğünü aheste aheste çıkarıp, ceketinin iç cebine yerleştirdi. Ve eski karısının öylece hareketsizce yattığı yatağın bitişiğinde bulunan koltuğa oturdu. Bacak üstüne bacak atıp, eski karısına dikkatle baktı.

 

Zernişan öylece ona bakarken, gözünden akan saygısızca yaş, yastığa gömüldü. Kocasını sürekli görmemesine alışıktı. Yeni karısına ayırdığı zamandan istifade bulursa gelirdi. Gelmemesi onun için daha iyiydi. Zira bu adamın yüzüne bakınca aklına gelen sayısızca acılar hatırladıkça öfkesini kusamadan yutmasına sebep oluyordu. Biliyordu dile gelsede kelimelerin onun için kifayetsiz olduğunu. Yine de susmaya makbuldü.

 

Korktu. Hızla inip kalkan göğsünde sürekli sıkışan nefesi yüreğini yoruyordu. Cevahir'i görünce yaşadıkları aklına geliyor korkuyordu. Hareketsizce yatıyordu.

 

"Zernişan..." Dedi ağır ağır. İsmi dilinden kurtulmak ister gibi çıkmıştı ağzından. Zernişan isminden nefret etti. Lanet etti kendine.
"İyi gördüm seni. En son gördüğümde zayıflamıştın. Şuan iyisin. Betin benzin yerinde." Dedi. Zernişan yine her zaman olduğu gibi cevap veremedi. Sustu.
Susmaya bir ömür mahkûmken üstelik.
Cevahir doğruldu. Doğrulduğu sıra Zernişan refleks olarak irkildi. Gözleri usulca kapanıp, içinde tuttuğu bütün yaşlarıda akıtırken, eski kocasının o korkunç yüzüne bakmaya tahammül edemedi.

 

"Bak sana en sevdiğin tatlıdan getirdim. Tiramisu..." Yalandı. Zernişan tiramisu sevmezdi. Kahveye alerjisi vardı. Ama Cevahir neyi severse Zernişan onu sevmek zorundaydı. Sevmezse sevdirirdi.
Korumaya işaret verdiğinde, paketteki tiramisuyu çıkarıp açtı. Hazırlayıp Cevahir'in önüne sundu.
"Çıkabilirsin. İçeri kimseyi alma. " Demişti, korumaya. Koruma başını usulca sallayıp dışarı çıktı. Zernişan ve eski kocası odada yalnız kalmışlardı. Cevahir'e dikkatle bakarken, Cevahir tiramisu'nun sunulduğu tabağı eline aldı ve çatalla bir parça ağzına attı.

 

Zernişan ise pür dikkat onu izliyor, her hareketini zihnine kazıyordu.
"Bende çok severim tiramisu. Yemek ister misin?" Demişti bir parça ona doğru götürürken. Zernişan başını diğer tarafa çevirdi. İstemediğini açıkça belli etti. Zira zaten onun yüzünden düştüğü bu durumda tiramisu'yu reddetmesi halinde ona ne yapabilirdi ki? Bedeninin boyundan aşağısı felçken, neyi hissedebilirdi? Yıllardır Cevahir'den çektiği acıların, yaraların ağrısı felçle rahatlamıştı. Vücudu ne darbeyi ne de acıyı hissetmiyordu.

 

Verdiği karşılık yüzünden Cevahir sık bir nefes vermişti. Tabağı masaya geri koyup, peçete aldı ve ağzını sildi, nazikçe. Ayağa kalkıp yatağın başucunda durdu. Zernişan'ın bütün yüzü gözünün önündeyken, ellerini cebine koymuş onu izliyordu.
Bu hareketi hoşuna gitmemişti.
"Çok güzel bir kadındın, bir zamanlar." Demişti onu baştan aşağı süzerek.
"Şimdi ise yatağa bağlı, bakıma muhtaç zavallı bir kadınsın." Dedi ardından. Zernişan'ın öfkeyle verdiği nefesler.
"Sana acıdığım için burda yatıyorsun. Yoksa sokaklarda sürünmeye mahkûmdun. Oğluna şükret. Şimdi bir daha soruyorum, yemek ister misin?" Demişti.

 

Zernişan ise dudağını büzmüş, öfkeli bir şekilde başını sallamıştı.
Cevahir birkez daha sinirlerine hâkim olamadan tiramisu tabağından bir parça tatlı alıp zorla yedirmeye çalıştı. Zernişan ağzını açmamakta ısrarcı iken, Cevahir yedirmekte ısrarcıydı. Ağzı yüzü kahve ve tatlı olmuşken Zernişan'ın, Cevahir zorla yedirmeye çalışıyordu. Tatlının hepsi yastığa dökülürken, Zernişan gözyaşları içinde ağzını açmamaya devam etti. Cevahir en sonunda vazgeçip, sinirine hâkim olamadı.
Eliyle sert bir şekilde Zernişan'ın boğazını sıkarken öfkeyle,
"Sana ne dersem yapmak zorundasın. Sen benim her istediğimi yapmak zorundasın. Yapmadığın için bu haldesin. Bıkmadın mı artık bana karşı gelmekten!" Zar zor nefes alabilen Zernişan'ın onu engelleyecek ellerinde güçte yoktu. Ölüme bir adım kaldığını düşündü. Zaten yaşayan bir ölüden farkı yokken son nefesini Cevahir'in kollarının arasında vermek istemedi.

 

Tek kelime edemedi. Aklına yine o gece geldi. Cevahir'in yakıcı sırrını öğrendikten sonra zindan olan hayatının başlangıcı olan gece. Cevahir'in su dolu bir bidona saçlarını kavrayarak nefesi kesilene kadar boğduğu o gece. O günde karşı koyamadı. Lakin yatalak değildi. Karşı koyamamasının sebebi kendinden oldukça iri cüsseli adamlar tarafından tutulmasıydı. Çınar'a hamileyken üstelik, evladına veremediği nefesler onu da boğduğunu düşündü bir tek. Cevahir oğlunu bile es geçmişken, Zernişan'ın tek derdi oğluydu. Ölümü bu yüzden istemedi.

 

Cevahir Zernişan'a binlerce kez ah ettirdi. Ama bir kez olsun ettirdiği kadar ah etmedi. Zernişan yatalak kalınca bile sönmemişti yüreğinin ateşi. Hâlâ ona eziyet ve işkence etmenin zevki içinde yanıp kavruluyordu.

 

"Seni öldürmeden!" Dedi cümlesi devamını beklerken, sinirli ve öfkeli suratı öldürmek için can atarken Zernişan'ı, "Bana bütün uykular haram. Senin iki gözün kapanmadan benim gözlerim kapanmayacak. Senin nefesin kesilmeden benim nefesim son bulmayacak!" Demişti.
Sonunda bir hışımla elini boğazından çekerken Zernişan'ın, nefes nefese kalmıştı. Zernişan ise zar zor sessizce nefes almaya çalıştı. Zordu. Göğsü acıyordu. Kalbi gitgide yoruluyordu. Ölmek istedi. Beni öldür bitsin bu işkence. Demek istedi. Ama lüzumu kalmamıştı."Seni öldürmeyeceğim. Seni canından bezdirip, ölmeye yalvartacağım." Durdu ve Zernişan'a küçümseyici bir şekilde bakarak,
"Hoş, yalvaracak halin bile yok." Demişti. Zernişan'ın gözyaşları boşanırcasına akarken, hala nefes nefeseydi.

 

Cevahir masadan bir peçete alıp, elini temizledi. Peçeteyi masaya geri fırlatıp, ceketini giymişti. Gözlüğünü takıp kendine çeki düzen vermiş, hiçbir şey olmamış gibi soğuk ve sert ifadesini geri takınmıştı. Zernişan'a bakıp, son kez, "Zavallı Zernişan. Bir ömür boyu o yatağa bağlı olarak yaşayacaksın. Senin adına çok üzgünüm. Böyle olmasını ben değil sen istedin. Ne ekersen onu biçersin." Demişti kısık sesle. Aynı cümleyi daha önce gelen yeni karısı demgüzar Erkuran'da kurmuştu. Karı-koca birbirlerini bulmuşlar diye düşündü Zernişan.
Cevahir son kez eski karısına bakıp, kapıya doğru yürüdü. Kapının önünde ki korumaya odaya bir hemşire çağırıp ortalığı toplamalarını söylemesini istedi.

 

Ömründen birkaç saati de Cevahir zehir edip gitmişti. Ve yine beyaz ama onun nezdinde karanlık olan odada hapsolmuştu yalnızlığa.

 

>LİCE/BAYIRLI<

 

Rüzgâr sert esiyordu. Savuruyordu her birşeyi bir kenara. Dağların ardından gelen rüzgârlar serttir zaten. Denizin ki gibi tatlı bir meltem değildir. Sert, savurgan ve taviz vermezdir. Karşısında ayakta durabilene sertlik vız gelirmiş.
Tutunacak dal yoktur karşısında, dal bile kırılır yerlere secde eder karşısında.

 

Yeni yıkadığım saçlarımı savuran rüzgar muhtemelen dağlardan benim saçlarıma fön makinesi görevi görmek için gelmişti. Öyle sert esmişti ki saçlarım dün gece düzleştirdiğim halinden kurtulmuş tekrar kıvırcık olmuştu. Bukleleri belirgindi yine. Sevmiyordum bu halini. Toplaması ayrı bir zor, yıkaması ayrı bir zor, taraması orasını zaten karıştırmak bile istemiyordum. Bazen saçlarıma tarak değdiği bile olmuyordu. Tarak labirent gibi olan bu karmaşık saçlarımda bir çıkış yolu bulmaya çalışırken elimin ağrısı çabucak vazgeçmeme sebep oluyordu.

 

Güneş tepedeydi. Lojmanın kapısının önünde oturmuş, birkaç şarkı mırıldanıyordum.
Okula bu ruh halimle gitmek istemedim. Zaten birkaç güne tatil olacaktı. Çocuklar için pek faydalı olduğum söylenemezdi. Sadece birkaç hafta derslerine girmiştim.
Oysa ki onlarla ilgili bir sürü hayalim vardı.

 

"Gel beni, kor düşümden, kurtarabilirsen kurtar..."
Demiştim kendi kendime. Mabel Matiz'in şarkılarını çok severdim. Dilime dolanmaktan asla vazgeçmeyen birçok şarkısı vardı. Bunlardan biri de mırıldandığım,
Ya bu işler ne şarkısıydı.
Telefonum, bomba patladığı zaman bozulmuş ve paramparça olmuştu. Bilinç kaybı yüzünden uçuruma doğru yürüdüğüm sırada oradan düşmüştü. Sadece fotoğraf makinem kalmıştı, elimde. Babama söylemeden Lice'ye de gidemezdim. Gidip bir telefon almam lazımdı. Dün gece bu konuyu açmayı unutmuştum zaten.

 

"Yağmurumu, çölümden ayırabilir mi bu kantar?"
Diye devam ettim. Mırıldandığım şarkıya.

 

"Ahlarımı da duysa, çünkü gözlerine ay anam, gözlerine. Hastayım, aşığım köz dillerine. Çöz beni saçılayım, eldir düğme.
Sevdim canını canım, el neyime." Aklıma yakıcı ve keskin bir düşünce girdi. Gözlerine derken gözlerimin önüne gelen bir çift göz olmuştu. Gece karası hareler, biçimli hilal şeklinde kaşlar, belirgin kıvrık kirpikler ve avcı şeklinde çekik bir çift göz...
Ne ara bu kadar inceledim de aklıma böylesine kazınmıştı bilmiyordum. Asıl garip olan, aklıma olur olmadık bir zamanda gelmesiydi.

 

Gözlerim elimde ki nergis saksısına takılı kaldı. Küçük bir nergis tomurcuğu yetişmişti.
"Niye aklıma geldi birden?" Diye sordum çiçeğe. Cevap vermeyeceğini bile bile.
"Kabusuma girip, kabusu rüyaya çeviren kimdi? Bana biri rüyamda bana güven ve elimi tut. Diyordu. Lâyetelzelzel'de bu cümlenin aynısını da o kurmuştu."

 

"O kim biliyor musun?" Diye sordum yine çiçeğe. Sesimde bir neşe oluştu. Kalbimin yine hızlandığını hissettim. Maskeli yüzünde keskin bakışları, askeri üniformalı ve heybetli duruşu ile ilk günkü hali geldi aklıma.
Beni tanımıyor ve bana boş boş bakan gözleri keskin ve yırtıcıydı. Elimi uzatmama rağmen elimi tutamayıp, adının Aytekin olduğunu söyleyen sesi aklımda yer edindiğini farkettim. Evet şuan düşününce bile emin oluyordum.
"Adı Aytekin. Ama ben ona çekik gözlü diyorum. Gözleri..." Dediğimde sustum. Yüzümün yandığını hissettim. Elimle elmacık kemiklerimi yoklarken, sıcak ve yakıcı bir hissin buna sebep olduğu bariz ortadaydı.

 

"Güzel." Diye devam ettirdim yarım kalan cümlemi. Dönüp dolaşıp yine aynı konuya geliyordu düşüncelerim. Bana neden ona güvenmemi söyleyip duruyordu? Bataklıktan çıkmam için uzatılan eli tutmak gerektiğini söylemişti. Bataklıkta battığımı nerden biliyordu?

 

Tek bir isim geldi aklıma, Teoman...
Ondan başkası söylemiş olamazdı. Bilen bir oydu. Her geçen gün bu yakıcı sır bir kişinin daha kaderine yazılıyordu. Bir kişi daha hayatını düşünmeyerek benim sırrımı bilmeye çalışıyordu. Mehru, Kübra, Zerda, hatun teyze, Teoman ve o.
Mehru, bilsede kimseye söylemezdi. Bana sadıktı. Kübra, yeni tanımama rağmen iyi bir kızdı. Sır çıkmayacağı şuana kadar susmasından belliydi.
Zerda, saf ve temiz kalpli bir insandı. Bu yüzden sırrı kimseye benim kötülüğüm için değil bilâkis iyiliğim için söylerdi. İşin kötü tarafı da buydu. İyiliğimi düşünen herkes benim aslında onların iyiliğini düşündüğümü bilmiyordu. Hatun teyze'nin öğrendiğini bu sabah öğrenmiştim. Kimin söylediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Er ya da geç onu da öğrenecektim. Ama neye yarar bir kere öğrenmişti ve dönüşü yoktu.
Onun da benim hatırım uğruna kimseye söylemeyeceğini biliyordum. Belkide yanılıyordum. Zaten hep güvendiğimden oluyordu bütün bunlar.

 

Teoman'a pek güvenmiyordum. Çünkü bunu ilk gidip komutanına yetiştirmiş olması pekte güvenilir olduğunun göstergesi değildi. Haliyle de olayları çok çabuk kavramış olmalı ki bana yardım etmek istiyordu. Peki ya o? O bilse birine söyler miydi? Ona güvenebilir miydim, dediği gibi? İçimde ona karşı, engel olamadığım bir güven duygusu vardı. Bazen kokusunu genzimde hissettiğimde, aynı zamanda sinemde bir güven hissi de duyuyordum. Ferahlık, yanında iken içime bir şafak misali söküyordu.
Verdiği his mi, yoksa kokusunun yarattığı yatıştırıcı etki mi bunları meydana getiriyordu? Bilmiyordum.
Ama içimde bir yerlerde bir ses, güven, belki de tek çıkış yolu o'dur. Diye bas bas bağırıyordu.
Aklım ise güvenimin kırılması üzerine yarattığı hasarlar yüzünden bunu reddediyordu.

 

Bunca zaman aklımın yolundan gitmiş, bilmediğim yollara sapmıştım. Bunların en büyük örneği Çınar'dı. Bana oynadığı oyunları duygularımla hareket etmek yerine aklımla hareket ettiğim için kaybetmiş, belki de oyunları asla kazanamayacığımı bile bile korkuya kapılıp yanlış kararlar vermiştim. Bunu da bilmiyordum.
Duygularımı bir kez olsun dinlemeyi bana insanlar susmamam gerektiği yoluyla söylüyordu. Ben yine bildiğimi okuyordum.

 

Rüyanın çağrışımı da belki bu yöndeydi. Dıştan bakınca, sert ve taviz vermez bir adamın beni yarı yolda bırakacağını düşündüğüm içindi belkide onun yardım teklifini reddetmem. Bana el uzatıp yardım etmek isteyenlerin cesareti bende olsaydı, belkide şuan bu kadar susup oturduğuma yettiğini farketmiş olurdum.
Rüyamın anlamını çok merak etmiştim. Telefon olmadığı içinde herhangi bir çağrışım olup olmadığı hakkında bilgi sahibi olamıyordum.

 

Hatun teyze...

 

Acaba rüyaların çağrışımları hakkında bir bilgi sahibi midir? Diye düşündüm bir an. Sormaktan zarar gelmezdi aslında.
Yerimden birden doğrulup, hatun teyzelerin evine doğru yol aldım. Zaten mehru ve Kübra'da oraya gitmişlerdi. Ben banyodayken gidecekleri haberini vermişlerdi. Kübra her ne kadar kollarımın morluklarından sonra gitmemekte ısrar etsede bir şekilde gitmeleri için onları ikna etmiştim. Banyodan çıktıktan sonra bir süre kapının önünde oturmuş ve düşüncelere dalmıştım.

 

Evlerine yaklaştığımı farketmeme sebep olan kapının önünde ki koca ağaçtı. Kiraz ağacıydı. Henüz açmamıştı. Çiçekleri tomurcuklanmıştı ama. Nergislerimi pencere kenarına bırakıp gitmem ona bir zarar gelip gelmeyeceği hakkında endişeye düşmeme sebep olmuştu.
Sabahleyin, bana senin çocukluğunu biliyorum. Diyen Çınar'ın korumasına afallayarak bakmıştım. Çocukluğumu nerden bilebilir ki diye düşünüp, başka şeyleri aklıma getirirken, bana seni çok iyi araştırdım. Sandığın kadar salak değilim. Oraya gideceğini biliyorum. Demişti. Çocukluğumu bilmesi, araştırıp narsist bir şekilde bilmesinden geliyordu.


Patronu gibiydi. Çınar kendi gibi narsistleri bulmayı çok iyi bilirdi. Araştırıp, kafasında kurmayı...
İma ettiği yer tahminimce lâyetelzelzel'di büyük bir ihtimalle.

Çünkü dün gece bizi karanlıkta izleyen tek gölge onun olduğuna adım gibi emindim. Ama peşimizden gelmediğine de emindim. Defalarca kaçtığımız şeyin ne olduğunu öğrenmek adına arkama bakarken bile arkamızdan gelen kimsenin olmadığına emin olmuştum. İma ettiği şeyden sonra, lojmana geri dönmüştüm. Gitmekten vazgeçmiştim. Zaten yol uzundu ve tek başıma gitmeye korkuyordum. O gece dönüş yolunda bile patikaların ıssız yerlerde olduğuna emindim.

Sonunda İbo ağa'nın evine geldiğimde, kapının önüne varmıştım. Kapının koca tokmağını çalıp geri çekilmiştim. Köyün en ihtişamlı evi İbo ağa'nın eviydi. Ağa olmasından dolayı diye basit bir düşünceye kapıldım. Öyle de olabilirdi. Çaldığım kapıyı açan kişi Zerda olmuştu.
Beni görünce tebessümle,

"Abla? Hoşgeldin. Gelsene." demişti. Aynı tebessümle,
"Hoşbulduk." Diyerek içeri geçmiştim.
Kapıyı kapatıp yanıma gelen Zerda'ya, "Bizimkiler nerede?" Diye sorduğumda bana, "İçerde, mutfaktalar. Annem kavut yapmıştı ballı. Hazırlıyorduk. Tam üstüne geldin. Kaynanan seviyormuş." Demişti gülerek. Sahte bir tebessümle,
"Ya ne demezsin." Demiştim. O da gülmüştü. Mutfağa doğru gittiğimizde kapının önünde ayakkabılarımı çıkarıp, içeri geçmiştim. Hatun teyze ayakta, tezgahın önünde tatlı bir kokusu olan kavut pişiriyordu. Kübra ve mehru ise yerde oturmuş, kavut'un üstüne dökmek üzere önlerine konulan balı kaşıklıyordular.

"Kim geldi, Zerda?" Diye soran hatun teyze'nin sorusuna karşılık cevap olarak beni görmüştü.
"Aheste, gızım. Hoşgeldin. Gel, geç otur. Kavut yapıyordum. Yer misin?" Diye sordu. Tebessümle içeri doğru geçerken, "Hoşbulduk, hatun teyze. Sağol."

Yürüyüp Kübra'nın yamacına otururken, mehru'nun bana bakmadığını farkettim. Sabah ettiğimiz kavgadan sonra benimle bir süre konuşmayacağı belliydi. Daha önce böyle olaylarda çok büyük tepki vermezdi. Onun da artık son raddeye geldiğinin göstergesiydi, bu tavrı.
Ve mehru küserse bu sadece birkaç saat veya gün sürmezdi. Rekoru benimle 1 aydı. Aynı evin içinde 1 ay boyunca konuşmamıştı benimle. Bizi barıştıran ise ona oynadığım oyundu. Hani derler ya insan sevdiğinin kıymetini onu kaybettiğini veya kaybedeceğini hissettiği an anlar. Bu da böyle birşey olmuştu. Oyunum sayesinde mehru'nun 1 aylık küslük grevi sona ermişti. Ve konu yine buydu. Aynı durumdan yine benimle küsmüştü.

"Hoşgeldin, kuzum." Demişti Kübra. Saçlarımdan dolayı aynı dedem gibi bana kuzu demeye başlamışlardı.
Bu konuda sitemim yoktu.
"Hoşbulduk, Kübra." Dediğimde, bakışlarım ile mehru'yu işaret ettim.
İşaret ettiğim yöne bakan Kübra,
"Bazıları seninle konuşmamaya yeminli gibi." Diye ima etmişti. İması mehru'yaydı.
Saçlarına taktığı küçük çiçekli tokalar ise onu gözüme bir başka hoş göstermişti. Bilmiyorum belki de küsünce sinirli olmayı başaramayan siması yüzündendi. Yanaklarını mıncırasım gelmişti.

"Yemini bozar o." Dedim, gülerek. Hatun teyze ise bize bakarak gizlice gülüyordu.
"Kübra, o kıvırcık marula söyle, yeminlerimi bozmayacağımı en iyi o biliyor." Kübra söylemesi gerektiğini anlamış, susarken gülerek bana baktı.
"Kübra, o sarı fırçaya söyle, ettiği yeminleri nasıl bozduğunu da en iyi ben bilirim." Dedim. Kübra arada kalmış bu sefer mehru'ya bakarken, mehru söylediklerimi duymuş ve, "Artık yok öyle yağma. Körün gözü açıldı güzelim. Yalanlara tok kendisi." Demişti. Eliyle ona söyle diyerek Kübra'ya işaret vermişti.

"Dayanamaz o kör bana. Dimi?"

"O dilsizin dili çözülmeden, körün gözü herkese açık bir ona kapalı olacak." Demişti. Derdi buydu. Susmamdı.
"Öyle birşey asla olmayacak. O yüzden boşuna bekleme."

"İyi o zaman sende boşuna bekleme. Çünkü seninle sen konuşmadan asla konuşmayacağım."

"O hâlde bir süre kafamı dinleyeceğim." Dedim.

"Asıl ben kendi kafamı dinleyeceğim. Dertsiz sıkıntısız, ohhhh!" Dedi derin bir oh çekerken. Sinir olmuştum bu hareketine karşı.

"Yapmayın gızım. Değer mi o meymenetsiz mendebur yüzünden?" Diye araya girmişti hatun teyze.
"O meymenetsiz mendebur yüzünden geldiği hâle bak! Hatun teyze. Eğer vazgeçecekse bu korkaklıktan, evet değer bu küslüğe." Demişti kendinden emin bir sesle.

"Korkak olan sensin! İnsan sevdiklerini düşünürken, eli titrer! Bu korkaklık değil aksine kendi canını hiçe sayarak cesaretli olmaktır!"

"Düşünme!" Diye bağırdı. "O kız için dimi?! Onun hayatı için bütün bu ızdırap, esaret?! Oysaki seni çoktan silmiş bir kadın için fazla cesaretli davranıyorsun!" Dedi ardından.

"Sizleri düşünüyorum! Allah'ın psikopat narsisti beni sevdiklerimin canıyla tehdit ederken, benden bağırmamı bekleme mehru, neyini anlamıyorsun?!" Sesim onun sesinden daha da gür çıkarken, kapıyı açan adamla karşılaştık.
"Hatun ana, İbo ağa ahıra çağırıyo-" dediğinde susmuş ve bize bakmıştı.
Çekingen bir tavırla bizi süzerken,
"Bunlar kimdir, hatun ana?" Diye sordu.
"Seni ilgilendirmez, Hüseyin. Hadi sen işine bak. İbo ağa'ya da söyle birazdan geliveririm." Diyerek Hüseyin adlı şahısı göndermeye çalışıyordu.

"Ben Kübra." Demişti elini uzatarak, Kübra. Aramızda elini uzatan bir oydu.
Hüseyin ise eldivenli eliyle, giydiği şalvarın paçasını tutmuş Kübra'nın elini sıkmıştı.
"Ben Hüseyin." Demişti. Kübra'ya hayranlıkla bakarken. Gözünden kaçmamış olacak ki bu hayranlık Zerda'nın, Hüseyin'i dışarı çıkarmaya çalışmıştı.
"Dur Zerda bacım. Diğer hanımların ismini öğrenivereyim."

"Birinin adı aheste, diğerinin mehru. Hadi dışarı Hüseyin. Ayıptır, kızların olduğu bir yerde fazla durmak."
Diyerek onu dışarı çıkarmıştı.
Hüseyin sanırım en çok Kübra'ya hayranlık duymuş olmalı ki giderken bile elini sallamıştı. Kübra ise gülerek elini sallamıştı.

"Çok şapşik birşey bu." Demişti Kübra. Kahkaha attığında, hatun teyze de gülmüştü. Mehru ise somurtuyordu hâlâ.
"Hadi bakayım, kavutu yiyin. Ben bir ahıra bakıp geleyim. Kesin atlarla ilgili birşey." Demişti hatun teyze.
Zerda o sırada içeri girmişti. Kapıyı kapatıp yanımıza gelmişti.
"Atlarınız mı var?" Diye sorduğumda heyecanla. Zerda tebessümle, "Hem de bir sürü. Tay da var böyle küçük küçük." Demişti.

"Yaa, ben bayılırım atlara."

"Binmeyi bilemedikten sonra neye yarar sevmek?" Demişti Kübra.
Gülerek aklımdan geçen o kelimeyi söylemiştim.
"Binmeyi de biliyorum. Hatta koşturmasında üstüme yoktur." Dediğimde, o da heyecanlanmıştı.
"Çok merak ettim, nasıl durduğunu atın üstünde."

"Binebilir miyiz? Hatun teyze." Diye sorduğumda, Zerda ve Kübra'da istekliydi. Fakat mehru yine ağzını bıçak açmıyordu.
"Valla gızım, onu İbo ağa'ya sorun. Atlarını çok sever. İzin verir mi bilmem." Demişti. İbo ağa izin verirdi, diye düşündüm.

"Verir, verir. Bineceğiz alt tarafı." Demişti Zerda.

"Ee haydin o zaman, ahıra." Demişti hatun teyzem. Sevinçten ellerimi bir çocuk misali çırparken, mehru oturmuş gelmemeyi düşünüyordu büyük ihtimalle.
"Mehru, hadi kalk. Ne güzel at bineceğiz." Demişti Kübra. Ben ise bir köşede bekliyordum.

"Yok. Keyfim yerinde değil zaten. Siz gidin." Demişti. Kübra ve Zerda kolundan çektirirken ben ise öylece izliyordum. Elimden birşey gelmezdi. Gelirdide mehru dinlemezdi.
"Hadi gızım. Eğlenin biraz. Yeter artık bu kadar somurtkanlık." Dediğinde ikna olmuş bir ifade belirmişti yüzünde.
"Gelirim ama ata binmem." Hız korkusu olduğu için korkuyordu gelmeye. Benim yüzümden olduğunu düşünmüştüm. Yanılmışım.

"Sen hele bi gelde." Demişti Zerda. Ayakkabılarımı giyip önden giderken içimde küçük bir çocuğun sevinci vardı. Zerda yanıma gelince aynı sevinç onda da vardı.
"At binmeyi biliyor musun?" Diye sordum. Gülerek, "İbo ağa'nın kızına at binmeyi biliyor musun? diye sorulmaz, seni yenebilecek miyim? diye sorulur." Demişti. Gülmüştüm.
"Diyosun?" Demiştim.

"Diyorum. İddialıyım. Beni geçersen ne istersen yaparım." Diye iddiaya tutmuştu beni. Şaşırdım. Bu kadar iddialı olması iyi bindiğinin kanıtı olabilirdi. Aslında şaşırmamak lazımdı. Atları olan ve atlarına kıymet veren bir babası ve köy kızı olması asi yetişmiş bir kız için at binmek kolaydı.

"İddialıyım diyosun? Peki o hâlde. Eğer ben seni geçersem sen her istediğimi yapacaksın. Peki ya sen dediğin gibi iddialı olduğun bu at yarışında beni geçersen ben ne yapacağım?" Diye sordum.
Gülerek bana baktı. Bir o kadarda sinsiydi bakışları.
"Aytekin abimle çıkan dedikoduları konuşacaksın. Ama,"

"Ama?"

"Ama bizzat ayağına gidip, konuyu sen açacaksın." Demişti. Zaten düğün gecesi lâyetelzelzel'de soracaktım bunu. Aklım başımdan tamamen uçmuştu. Herşeyi unutmuştum bir an.
"Anlaştık. Hadi bakalım." Demiştim iddialı bir sesle. Ahırın kapısının önündeydik. Hatun teyze, mehru ve Kübra ise arkamızdaydılar. Zerda kapıyı yavaşça açıp, içeri ilk girdiğinde sırayla peşinden girmiştik. İçerisi gübre ve ot kokuyordu.

"Bu ne biçim koku böyle!" Diyerek burnunu üstüyle kapatmıştı, mehru. Zaten elit bir kadın sayılırdı. Giyime, makyaja, kokuya önem veriyorken ahıra nasıl oldu da girdi bilmiyorum.
"Ooo, aheste gızım. Hoşgeldiniz. Hoşgeldiniz gızlar. Buyrun." Diye karşılamıştı bizi İbo ağa.
"Hoşbulduk İbo ağam." Demiştim. Elini sıkıp, kenara geçtim.

"Hayırdır siz buralar? Hangi rüzgar atıverdi sizi?" Diye sordu.

"Atların olduğunu duyduk. Senden binmek için izin isteyecektik. İznin var mı?" Diye sordum mütevazı ve çekingen bir tavırla. Gülümseyerek bana baktı.
"Tâbi müsaade olmaz olur mu? Müsaade sizin buyrun." Demişti. Etrafa baktığımda atların hepsinin kendi bölmesinde olduğunu farkettim. Hepside birbirinden güzeldi.

İbo ağa'yı takip ettiğimizde, atları tanıtıyordu aynı zamanda.
"At binmeyi biliyor musun, gızım?" Diye sorduğunda gururla, "Biliyorum, efendim." Demiştim.
"Ya, ne güzel." Demişti. Diğerleri ise peşimizden gelmişti.

"En toy ve hoyrat atınız hangisi?" Diye sorduğumda,
"Bana kalırsa bütün atlar toydur, hoyrattır. Ama elimde toy bir at var. Niye sordun gızım?" Diye sorduğunda,
"Atın toyu, hoyratı daha çok yaşatır zevki. Özgürlüğüne kavuşunca delicesine koşar. Sen ise bir kuş gibi süzülürsün üstünde. Özgürlüğünü andırır sana."

"Özgürlüğü neden toy bir atta arayasın ki gızım?" Diye sorduğunda susmuştum. Özgürlüğü hiçbir zaman bulamamışken arayışı bir atta bulmaya çalışmak belki de benim için saf bir hazdı. Yıllarca esaret görmüş bir kadın özgürlüğü herşeyde arar. Herşeyde...

"Ö-özgürlük dediğim, koştururken daha hızlıdır."

"Atlardan anlıyorsun göründügü üzere."

"Seviyorum atları. Araştırmayı, binmeyi, koşturmayı." Demiştim. Gülmüştü.
Beni bahsettiği atın yanına götürürken, mehru ve Kübra başka bir tayı seviyordu.
"Elimde ki en toy at budur. Adı; poyraz'dır. Bir kere deh desen jet olur Allah'ıma." Dediğinde eliyle poyraz denen atın yelesini sevdi İbo ağa. Bende elimi yavaşça yüzüne götürürken elimi kokladı ve sonra başını başka tarafa çevirdi.
"Poyraz... ne kadar güzel bir atsın sen öyle." Atla konuşurken diğer elim yelesindeydi. Başını eğip saman yemeğe devam ediyordu.

"Buna binebilir miyim?"
Dedim, İbo ağa'ya. Ata baktı, İbo ağa. Tebessümle, "Bilemedim ki, binebilir misin, poyraz'a? Zordur ona yön vermek. Hüseyin, benim atların bakıcısı yılların at sürücüsü sayılır kerata. Bi poyraz onu alt üst etmiştir." Dediğinde gülmüştü. Bende güldüğümde şapşal Hüseyin geldi aklıma.
"Deneyip göreceğiz. Düşersem en fazla kolum, ayağım kırılır. Alışkınım zaten."

"Hadi bakalım. Üstünüze uygun birşeyler giyiniverin. Ağzınıza da peçe, yazma gibi birşeyler bağlayıverin. Buranın sineği kaçtı mı boğazınıza ömrü billah öksürür durursunuz."

"Tabi ağam. Sağol tekrardan." Demiş ve hatun teyzenin yanına gitmiştim.
Hatun teyze ise küçük tay bir atı tımarlıyordu.
"Kolay gelsin hatun teyzem."

"Kolaysa başına geliversin gızım."

"O kadar zor mu at tımarlamak?"

"Tabi zor. Canı acırsa elini bile sürdürtmez tenine. İşte bu tay da bi benim elime alışkın. Başkası yapınca canı acıyor." Demişti nefes nefese.

"Hmm... Anladım. Hatun teyze," dedim. Aklımda ki soruyu sormak adına.

"Söyle, gızım." Dedi birden. Aynı zamanda atı tımarlamaya devam ediyordu. Bana bakmıyordu.
"Ben bir kabus gördüm."

"Ee, normaldir gızım. Her insan kabus görür. Ne oldu kabusunda?"

"Benim kabusum çok garipti. Böyle bir derenin kenarındaydım. Su içiyordum sonra dere birden koyu kırmızı bir renge büründü. Göğsümde bir acı hissettim. Kalbime bir hançer saplanmış, kanı rengini dereye vermişti. Kaçmaya çalıştım ama sağ kolumda bir kelepçeli zincirle tutulduğumu farkettim. Sonra dereye atladım ama zincirler sürüklenip gitmemi engelledi. Boğulmaya başladım sonra bir el, elimden tutup beni çıkardı, derenin diğer tarafına. Gözlerim kapalıydı, bir ses kulağımın dibinde bana sürekli, bana güven ve elimi tut. Diyordu. Sonra o yüzü görmek adına gözlerimi açtım kimse yoktu. Heryer kapkaranlık sadece gökteki hilal'in ışığı aydınlatıyordu heryeri. Gözlerimi tekrar kapatıp o sesin gelmesini bekledim. Ve yine geldi, yine aynı şeyleri söyledi. Güveneceğimi söyledim, birden. Gözlerimi tekrar açtığımda aynı yerde değildim. Bir su sesi geldi yine. Ama kokusu farklıydı. Bir okyanus kenarındaydım. Her taraf aydınlık, güneş tepede hemen yanında ise ay hilal şeklinde duruyordu."

Söylediklerimi dikkatle dinlerken, tımarı tutan eli gevşedi. Bakışları bana döndü.
"Bunları kabusunda mı gördün?"

"Evet. Ve ne anlama geldiğini bilmiyorum."
Dedim. Garipseyerek baktı.
İnce koyu kahve kaşları çatıldı.
"Gızım. Ne anlama geldiğini bilmiyorum ama kimin bileceğini biliyorum."

"Kim?"

"Naciye. Köyde fal, rüya gibi şeylerin anlamlarını bilir. Senin kabusunun anlamını da bilir belki."

"Ne zaman gidebiliriz?"

"Oğlu gelmiş. Bugün müsait değildir. Yarın gideriz." Dediğinde, başımı olumlu anlamda salladım.

"Korkma kızım. Her şerde bir hayır vardır. Elbet belki de senin çıkış yolunu tarif eder. Kim bilir." Demişti. Lafları rahatlatıyordu beni.

"İnşallah, teyzem. İnşaallah."
Dediğimde, gitmem gerektiği aklıma geldi.
"Neyse, hatun teyze. Ben üstümü değiştirip geliyorum. At bineceğiz ya."

"Tamam, gızım. Dikkatli gidiverin."

"Tamam."

"Kübra! Gelin!" Demiştim. Kübra ve mehru gelirken, Zerda ortalıkta yoktu.
"Ne oldu? Binecek misin?"

"Evet. Üstümüzü değiştirelim. Geleceğiz tekrardan."

"İyi bakalım hadi."
Demişti. Hep beraber lojmana doğru yol almıştık.

Lojmana doğru gidiyorduk. Vardığımızı lojmanla okulun arasında bulunan Türk bayrağından anlamıştım. Rüzgârın etkisiyle delice dalgalanıyordu.
Sesi buraya kadar geliyordu.

Lojmana girdiğimizde tek kelime etmemiştik. Ben odaya geçip valizimden birkaç parça eşya alıp giyinmeye başladım. Giyinip ortalığı toplarken, gözüm duvarda babamın resminin bulunduğu çerçeveye takılı kaldı. Askeri üniforma ile düz bir ifade takınmıştı. Yavaşça yaklaşıp, parmağımla fotoğrafını okşadım. Son zamanlarda yaşadıklarım yüzünden yanına gidememiştim. Belkide ihtiyacım olan onun desteğidir. Bir kere sarılsa belkide güçlenirdim. Belki...
Babama söylesem herşey son bulurdu belki de. Ya yaşadıklarım son bulurdu. Ya da onun hayatı. Korktuğum da buydu ya. İkinci sonuçtan korktuğum için birinci sonuca katlanmak zorundaydım. Belki de başkalarının hayatı için kendi hayatına bedel ödetmem lazımdı.

Kızlarda giyindiğinde, lojmandan çıkmıştık. İbo ağa ve Zerda bizi karşıladığında yolun ortasında, atları çayıra götürdüğünü söyledi Hüseyin'in. Çayıra doğru gittiğimizde, zerda elinde ki siyah beyaz yazmalardan birini bana uzattı.
"Bunları yüzünüze bağlayın. Nefesinize hakim olmanızı kolaylaştırır."

Yazmayı alıp kıvırcık saçlarımın üstüne bağladım. Aslında istemeye istemeye yaptım. Hevesim kaçmıştı. Kaybedebilirdim de zerda ile olan yarışı.
Hüseyin eliyle tuttuğu iki atı getiriyordu. Büyükçe ve koyu kahve olanı poyraz'dı. Eyer bağlanmıştı. Süslü püslü bir eyerdi. Kenarlarında rengarenk püsküller vardı. Yakışmıştı rengine.
"Ağam, poyraz'a binmekte emin misin?" Demişti. İbo ağa güldüğünde,
Bana bakmıştı.
"Bana degil, aheste gızıma sor. Binecek olan o sonuçta."

Hüseyin şaşkınlıkla bize baktı. Hangimizin aheste olduğunu bilmiyordu. Zerda söylemişti fakat ben ve mehru'yu karıştırmış olabilirdi.
"Aheste, benim." Demiştim. Elimi kaldırarak. Poyraz'a doğru gittim. Yanına vardığımda, yelesini sevmeye başladım.
"Bacım, emin misin? Poyraz gibi hoyrat ata cesaret eden olmamıştır. Beni bile yer aşağı etmiştir. Kolum bir ay kırık kaldı. Senin de bir yerine zarar gelmesin." Demişti. Düşünceli çocuktu. Ama ben at binmeyi badela'da dedemden öğrendiğim günden beri hiçbir attan korkmazdım. "Hoyratça koşan bir at sana korku değil zevk salsın. Özgürlüğü ancak dağların sert rüzgarını teninde sertçe hissedersen özgürsündür." Demişti bana.

"Yok yok. En fazla ne olabilir ki? Poyraz bana zarar vermez dimi poyraz?" Diye sordum ata. Yüzünü bana çevirdi. Yelesini sevdim. Yüzüm peçenin altında kalmış, sadece gözlerim açıktaydı.
Rüzgar sanki önceden herşeyi biliyormuşcasına sertçe esmeye başladı bile. Saçlarımın birkaç tutamı uçuşurken, ellerimle nazikçe kulağımın arkasına sıkıştırdım.
Mehru ve Kübra'da peçesini bağlarken yüzüne, Zerda hazırdı. Ne giyeceğimi bilemeyerek, kot bir pantolon, ve polo yaka giymiştim. Giydiğim polo yaka aslında at binicilerin giydiği tarzdandı.

Zerda kendi atına binerken, onun atının siyah olduğunu farkettim. Peçesini yüzüne bağlamış, hafif dalgalı saçlarını toplamıştı. Ela gözleri açıkta kalmıştı sadece. Ve yine tebessümle güldüğü gözlerinden belliydi.
Bende poyraz'ın arka tarafına doğru yönelip, eyer'in ayak kısmına ayağımı yerleştirdim. Tek bir hamlede bedenimi üst tarafa verip ata binmiştim. Yüksekteydim ve rüzgar burda daha da sert esmişti. Kübra telefonunu çıkarıp,
"Hadi o zaman bir selfie çekelim mi?" Diye seslendi. Mehru ve o da peçe takmış yüzlerini gizlemişti.

İbo ağa ve Hüseyin'de toplanırken, ben Zerda atın üstünde poz vermiştik.
"Hadi o zaman 3 diyince cheese diye bağırıyoruz."
Demişti.
İbo ağa yüzünü ekşittiğinde, Kübra'ya,
"O da necedir gızım?"

"Peynir demek, İbo amca. Peynir diye bağıracaksın." Dediğinde mehru gülmüştü.
"İngilizce bu ağam." Demişti mehru alay edercesine.
"O zaman peynir diyiverin! Nedir bu İngilizce mingilizce. Mesela Kürtçe jajikli peniii! Diye bağırmak varken."

"Tamam o zaman, ne diyoruz?" Demişti Kübra tekrardan.
"Jajikli peniii!" Diye cevap vermişti Hüseyin.
"Tamam 3 deyince, 1, 2, 3."

"JAJİKLİ PENİİİİİ!" Diye bağırdık, Kübra fotoğrafı çektiğinde,
Eliyle telefona gelen ışığı engelleyerek fotoğrafa bakmıştı. Gülümseyerek bize gösterdiğinde, çok güzel olduğunu farkettim.
"Bunu paylaşacağım."
Demişti.

"Nerede? Kimle paylaşacaksın?" Diye sordu Hüseyin.
"Instagram'da."

"O ne? Fotoğrafçı mı?"

Gülme krizine girmişti mehru. Birden kahkaha patlattığında Hüseyin şaşırmıştı.
"Yok, böyle telefondan bir uygulama. Arkadaşlarını takip ediyorsun, sen birşey paylaştığında onlarda görüyor." Açıklamaya çalışmıştı. Ama Hüseyin yine hiçbir şey anlamamıştı.

"Arkadaşını niye takip ediyorsun bacım? Sapık mısın sen?"

"Hüseyin, bak öyle değil. Sen sonra bana uğra ben sana anlatacağım ne olduğunu." Demişti.

"İbo ağa!" Diye bağırdım. Rüzgarın şiddetinden dolayı.
Bana baktığında, "Buralarda rahatça at koşturabileceğimiz bir alan var mı?"

"Var, var. Ha şu yoldan aşağı inip karakolu geçerseniz o yolun bitimine kadar koşturabilirsiniz! Ama ilk önce karakoldan çıkış için izin almanız gerekiyor." Diye bağırdı. Karakoldan çıkış için izne gereke yoktu sanki. Köyün etrafında alt tarafı at koşturup gelecektik.

"Babam birşey demez. Hem erken geleceğiz. Kızlar hanginiz benimle binecek?" Kübra ve mehru birbirine bakıp bilmiyorum dercesine omuz silkmişlerdi.
"Mehru seninle binsin. Bende zerda'yla devam edeceğim." Demişti Kübra. Mehru itiraz bile etmeden zerda'nın arkasına binmişti, Kübra.
"Ben binmek istemiyorum." Dedi mehru.
"Sen bilirsin. At bir yükten Kurtulmuş oldu." Dedim. Tavır atıp, sinirle ata yöneldi. Arkama binmeye çalışırken, binmeyi becerememiş Hüseyin'den yardım istemişti.

"Asıl yük sensin. Marul." Demişti. Gülmüştüm ama o görmemişti.
Atın iplerinden tutup, diğer tarafa yön verdim. Verdiğim komutla at yöne doğru dönmüş yavaş yavaş gidiyordu.
"Pişman mısın?"

"Neye?"

"Benimle ata binmeye."

"Neden?"

"Sana hayatının en hızlı birkaç dakikasını yaşatacağım." Demiştim. Kollarını belime sarmıştı. Sıkıca tutunurken, düşmekten korktuğu kesindi.
"Kendini kasma. At negatif enerjiyi hissedip gerginleşebilir."

"Allah'ın atı nasıl hissedip de gerginleşecek!"

Zerda ve Kübra ise hemen arkamızda gelirken, yarış için köyün dışına çıkmıştık. Yolun başındaydık. Sonu bir derenin köprüsünde bitiyordu, İbo Ağa'nın söylediğine göre.
"Hazır mısın?!" Diye sordu Zerda.

"Her zaman!" Diye bağırdım. Mehru daha sıkı sarılırken belime, karnıma uyguladığı baskı dediklerimin dışa çıkmasına sebep olacaktı. Kollarım ise gözüme çarpan tek şeydi. Mosmordular. Polo yakanın altından farkediliyordu.

"O zaman, 3 diyince! 1,2,3! Başla!" Diye bağırdı yüksek sesle.

Poyraz'a sert bir şekilde deri iplerini vururken, aynı zamanda yüksek sesle "Deh!" Diye bağırmıştım.
Poyraz var gücüyle koşuyordu. Yolun daha başındaydık. Zerda ve Kübra hemen bitişiğimizde koşuyordu. Mehru sıkıca belime sarılırken, kafasını omzuma gömmüştü.
"BİRAZ YAVAŞ KULLANSAN DİYORUM. ARABA DEĞİL BU SONUÇTA! AT!"
Diye bağırdığında kulağımın dibinde işittiğim sesi tiz çıkmıştı. Kulağım acı verici bir şekilde çınlarken,
"SENDE BİRAZ KISIK SESLE Mİ KONUŞSAN! SONUÇTA BENDEKİ DE KULAK!" Tavır attığına emindim. Sadece arkamda olduğu için istifade etmişti durumdan.

Poyraz, gerçekten de İbo Ağa'nın dediği gibi hoyratça koşuyordu. Rüzgar o hızlandıkça sertleşiyor, yüzümde acı bir his bırakıyordu. Lakin güzeldi. Özgürlüğü doruklarında hissettirecek kadar güzeldi. Dağların yeşilliği ve sert rüzgarının esip çıkardığı uğultu özgürlüğün sesiydi. Badela'yı hatırlatmıştı bana. Şimal ile delice koşturduğumuz çayırları gibiydi.
Belkide hayatımın en özgür hissettiğim birkaç yılıydı.

Zerda hızlandıkça hızlanıyordu. Kübra delicesine bağırıp video çekiyorken, mehru pısırık kediler gibi sinmişti bedenime.
"Kübra'ya bak! Eğlencenin dibine vuruyor! Sen umutsuz vakasın mehru!" Diye bağırdığımda, sesim taktığım peçe nedeniyle boğuk ve kalın çıkmıştı. Kalbim küt küt atıyordu. Yarışta önde olan şimdilik Zerda ve Kübra ikilisiydi. Yolun neredeyse sonune geliyorduk. Toprak yollardı. Virajları vardı. Ama poyraz ustaca bir şekilde keskin virajları geçiyordu. İyi eğitilmişti. Zerda ile girdiğimiz yarışı anlamış olacak ki hızlandıkça hızlanmıştı. Zerda'nın atı da öyle. Mehru şimdilik cümleme karşılık sessizdi.

"HADİ ZERDA HADİ! GEÇ ŞU MARULU DA GÜNÜNÜ GÖRSÜN!" Diye bağırmıştı mehru. Zerda'ya gaz veriyordu ama aslında kime gaz verdiğinin farkında değildi. Yüzümü poyraz'a doğru eğip rüzgarın yüzümü daha fazla esip geçmesini engelledim. "ZERDA İÇİN İMKANSIZI İSTİYORSUN MEHRU!"

"İDDİAYA GİRDİK AHESTE ABLAMLA! BEN KAZANIRSAM İSTEDİĞİM ŞEYİ YAPMAK ZORUNDA! DİMİ ABLA?!" dediğinde, mehru karnımı daha fazla sıkmıştı. Son virajı da geçtiğimizde, mehru'ya bir anlığına kafamı çevirip cevap vermek istemiştim. Zerda önde giderken, ben arkada kalmış mehru'ya cevabımı vermek istedim. Fakat lafımı bölen korna sesi olmuştu. Keskin bir korna sesi durmaksızın çaldığında, o yöne bakmaya fırsat bulamamıştım. Bize doğru gelen askeri araç, sağa kırmış ben ise poyraz'ın iplerini kendime doğru çekip durmasını sağlamıştım. Askeri araç sağ taraftaki viraja çarpıp dururken arazi model olduğundan sadece sarsılarak durmuştu. Mehru ise kulağımın dibinde gözlerini kapatmış bir şekilde bağırmaya devam ediyordu.

"MEHRU!" hâlâ bağırıyordu.

"MEHRU!" Aynı şekilde devam ediyorken sinirlenmeye başlamıştım.
"MEHRU! YETER BİRŞEY OLMADI! GÖZLERİNİ AÇ!" Sesi kesilmişti. Atı askeri aracın önünde durdurdum. İçindekiler kimdi göremiyordum. Büyük ihtimalle karakola gidecek olan bir asker topluluğuydu. Attan inmedim. Zerda ve Kübra geri gelirken, gittikleri yolu. Yanımızda durmuşlardı.

"SENİN KULLANACAĞIN AT DA ANCAK BU KADAR OLUR! AZ KALSIN ÖLÜYORDUK! AKLIN NEREDEYDİ SENİN!"

"ALLAH ALLAH DİKKATİMİ DAĞITAN KİMDİ ACABA?!"
Askeri aracın kapısı açıldığında, içindem inenler olmuştu. Bende attan inip, durdum. Araçtan inen ilk kişi kimdi bilmiyordum. Şoför oydu sanırım. Şoför koltuğundan indiğinde anlamıştım. Sağ ön koltuktan inen kişi ise kafasını tutmuş, etrafına bakınıyordu.
Bu kişinin bariz ortadaydı kim olduğu.

Kara Kaş, kara göz, biçimli dudaklar, sert ve keskin çehresiyle, Aytekin'di. Adını içimde anmak bile garipti.
Taktığı şapka onu daha da çekici bir hale getirirken, sinirliydi.
Bakışlarım ne olduğunu anlamaya çalışırken, beni görüp bana doğru gelmişti.
Boyu bir hayli uzunken, tam önümde durduğunda başım ona aşağıdan bakıyordu. Gözlerim heybetli göğsüyle karşı karşıya gelirken, burnuma gelen barutla karışık okyanus kokusu, genzimde ayrı bir yer edinmişti. Dikkatimi tamamıyla dağıtırken bu koku, gözlerimi yine dikmekten çekindiğim gözlerinden kaçırdım.

"NE YAPTIĞINIZI SANIYORSUNUZ! KARŞIDAN GELEN ARACI GÖRMEYECEK KADAR KÖR DEĞİLSİN DİMİ?!"
Sesi sert ve gür çıkmış, araçtan inen başka kimseler dikkatle bizi izlemeye başlamıştı. Zerda ve Kübra attan inerken benim arkama geçmiş, mehru ise hemen yanımda bitmişti.
Konuşurken, nefesi yüzümün kıyılarına sertçe çarpmıştı. Sinirimi bozmuştu. Asıl arabayı kullanan kişi karşıdan gelen kişiyi göremeyecek kadar kör değildir.

"NE SAÇMALIYORSUN! KARŞIDAN GELEN YALNIZ BEN DEĞİLİM. ARACI KULLANAN HER KİMSE ASIL O KÖR! BELİRLİ BİR NOKTADA SÜRMESİ GEREKİRKEN, BENİM ÜSTÜME SÜRDÜ. ÜSTELİK AT KULLANAN BİR KADINA!" Diye bağırdım.

Kenardan gelen kişi ağzında ki peçeyi açmış, sivil kıyafetli biriydi. Ve tanıdıktı. Teoman'dı.
"Aheste bacım, ayıp oluyor. Evvel Allah kör değiliz de sende biraz acemice kullanıyordun atı." Sakin ve nazikçe konuşmaya çalışırken cümlesinde gizli bir sitem vardı. Fark etmiştim. Fakat ben onun kadar sakin değildim.
"YA, ARACI KULLANAN SEN VİRAJI ALDIĞIN GİBİ BENİM ÜSTÜME SÜRDÜN! NASIL ASKERSİNİZ SİZ! EĞİTİMDE UYUYOR MUYDUNUZ?!"

Üstüme gelen dev cüsse, sinirle kolumu sıkmış, ağzım da ki peçeyi sertçe açmıştı. Gözleri biran için sıktığı kolumda ki morluklara takıldı. Garipsedi, afalladı. Öfkesini yeniden bürünüp gözlerime baktı."İşte orası seni hiç ilgilendirmez! Bir askerin eğitimi hakkında sorgulama yapacak konumda değilsin! Haddini aşma!"

"Komutanım, tamam sakin olun. Bacım öyle demek istemedi. Dimi aheste bacım? Hem komutanım biraz sinirli. Operasyon iyi geçmedi. Sen de biraz sakin ol. Siniri oynayan, patlamaya hazır bir bomba gibi kendisi. Size patlasın istemem."
Demişti Teoman.

Cevap verecekken, bende önce davranmış olan mehru, sıkıca kolumu tutmuş olan Aytekin'in elini kavrayıp sertçe geri atmıştı. Önüme geçip, Teoman'a

"Ne yapabilir?! Patlasın bakalım. Kim kime patlıyor!" Sesi Aytekin'e sert çıkmış, öfkeyle ona bakmıştı.

"Zerda, abicim arkadaşlarını al, az ötede at koşturun." Demişti Aytekin.

"DUR BİR DAKİKA YA KİM OLUYORSUN SEN! ASIL SEN KİMSİN DE BANA NE YAPMAM GEREKTİĞİNİ SÖYLÜYORSUN?!"

"Senin gibi başıboş bir kadına ne yapmasını gerektiğini kimse söylemezken bu işi üstlenen kişi oluyorum."

Mehru'nun önüne geçip, onunla göğüs göğüse gelmiştim. Kalbim küt küt atarken, gözlerimi çekildiğim kara gözlere öfkenin etkisiyle dikmeye cesaret etmiştim.

"YAPMA YA! BAŞIBOŞ BİR KADIN OLMAM SENİ NİYE BU KADAR ALÂKADAR EDİYOR! KENDİNİ NİYE BANA KARŞI BU KADAR SORUMLU HİSSEDİYORSUN?!" Amacım dün gecenin cevapsız kalmış sorularının cevaplarını öğrenmekti. Ve evet haklıydım. Kendini niye bana karşı bu kadar sorumlu hissediyordu?

"BABAM SENİN ÜSTÜN OLABİLİR. VE BENDE SENİN ÜSTÜN OLAN BİR KOMUTANININ KIZI OLABİLİRİM! BU SENİN BENİM HERŞEYİME KARIŞIP, BANA BİR ASKER GİBİ EMİR VERECEĞİN ANLAMINA GELMEZ! SANA BUNU DAHA ÖNCE DE SÖYLEDİM! KOMUTAN! ANLAMAKTA SIKINTI MI ÇEKİYORSUN?! YOKSA ALZHEİMER MISIN?!"

"Öncelikle, dediğim gibi başıboş bir kadın olduğun hal ve hareketlerinden belli oluyor." Kollarını iki yana açıp yaşadığımız olayı işaret etmeye çalışıyordu. Tekrar dönüp bana baktığında,
"Ve evet sözümün arkasındayım. Başıboş bir kadınsın. Daha karşında sana kısık bir tonda hitap eden birine karşı sesini yükseltecek kadar bilinçsizsin. Albay kızı mısın, barbar birinin başıboş kızı mı belli değil."

"SANA-" Sözümü kesmiş ve eliyle dudağına doğru sus işareti vermişti.
"Karşımda, benimle konuşurken, sesinin tonunu ayarlamanı sana daha önce söylemiştim. Asıl sen bunu unutacak kadar alzheimer ya da anlamakta güçlük çekecek kadar akılsızsın. Kendine gel Albay kızı, yoksa getirirler." Demiş ve düz bir ifadeyle yüzüme bakmıştı. Arkasına bakmadan giderken,

"Bozkuş, Hadi. Tim binin gidiyoruz." Demişti. Teoman ise mehru'ya karşı mütevazı bir tavırla gitmişti araca doğru.
Sinirlerim yerinden oynamıştı. Kalbim delicesine atarken, bana herkesin içinde akılsız olduğumu söylemesi bir an aklımdan çıkmıyordu.

"EGOİST, DİSİPLİN MANYAĞI, KURAL HASTASI UKALANIN TEKİSİN! BANA NE YAPIP YAPMAYACAĞIMI SÖYLEYECEK KONUMDA OLMAYAN ASIL SENSİN!" Teoman'ın hızla sürdüğü arabaya elime aldığım taşı sertçe fırlatmıştım. Ve isabet etmişti. Arka camına değen taş kırık bir hasar bırakmıştı.

"SANA BUNUN BEDELİNİ ÖDETECEĞİM EGOİST KOMUTAN! BANA SÖYLEDİĞİN BÜTÜN LAFLARI FİTİL FİTİL BURNUNDAN GETİRECEĞİM!" Sözlerimin karşılıksız kalacağını bile bile bağırmaya devam ediyordum.

"Aheste, tamam sakin ol. Gittiler zaten."

"Olamıyorum sakin, sakin olamıyorum. Allah'ın deli devesi bana herkesin içinde akılsız başıboş bir kadınsın dedi. Varya, gidip boğazını sıksam içim rahatlamaz!"
Sinirli ve gergindim. Ata binip karakola gitmek geçti aklımdan biran.

Zerda ve mehru beni izlerken,
"Abla, Kübra abla haklı. Sakin ol. Aytekin abim öyle demişse bile ciddi olarak söylememiştir. Onun disiplin manyağı biri olarak düşünmekte haklısın ki zaten öyle."

Biraz olsun sakinleştim.
"T-tamam. Hadi geri dönelim. Yoruldum."

"Hadi o zaman gidelim. Bende yoruldum. Hem güneş batmak üzere."
Demişti mehru.

Atlara geri binip köye doğru gittik.

🎶

 

Sabah saat 08:30

 

Hatun teyze, hızlı adımlarla lojmana doğru giderken, Zerda ilk defa annesine yetişmekte zorluk çekiyordu.
"Ana, Allah rızası için yavaş git. Atlı koşturmuyor ya peşinden."

 

"Çok konuşma çok konuşma. Naciye bizi bekliyor. Oğluyla gidecek bugün. Gitmeden bir şu kızı gösterelim."
Demişti. Zerda hala koşturan annesinin peşinden hızla koşmaya başladı artık.
Lojmanın kapısına ulaştıklarında, kapıyı sertçe çalmaya başladı. Kapıyı açan aheste olmuştu. Kıvırcık saçlarını toplamış topuz yapmıştı. Giydiği kırmızı bluz ve yırtmaçlı etek ile karşısındaydı hatun teyzenin.

 

"Hatun teyze? Hayırdır sabah sabah? Ne bu celal?" Demişti gülümseyerek. Yüzünde anlamsız bir tebessüm oluştu hatun teyzenin. Zerda'da koşturduğu annesine yetişmiş, nefes nefese kalmıştı merdivenlerde.
"Zerda ne oldu? Niye böyle nefes nefesesiniz?" Soruları ardı ardına gelirken, hatun teyze sonunda söze girmişti.
"Gızım. Naciye bugün oğluyla gidiyor. Senin şu kabus meselesini konuşalım dedim. Hem kolunda ki morlukların nedeni de neymiş öğreniriz."

 

Mehru ve Kübra'da gelmişken, aheste,
"Tamam. Ben ayakkabımı alayım." Demişti. Arkasını döndüğünde mehru ve Kübra ile göz göze gelmişti.
"Nereye? Sabah sabah." Diye sormuştu mehru.
"Hatun teyze ile köyden bir kadının yanına gideceğim. Benim gördüğüm şu kabus ile morlukların nedenini öğrenmek için. Hemen geleceğim." Demişti. İçerden ayakkabısını alırken, mehru ve Kübra duramamıştı.
"Bizde geliyoruz." Demiştiler. Aheste birşey diyememiş hep beraber yola koyulmuşlardı.

 

...

 

Naciye Hanım'ın kapısına geldiklerinde köyün diğer tarafında oturduğunu fark etmişti aheste.
Hatun teyze kapıyı çalmıştı.
"Nasıl bir kadın bu Naciye?" Diye sordu mehru. Aklında bir soru vardı cevap arayan. Bu Naciye aheste ile Aytekin'in dedikodusunu çıkaran kadın olmasıyla birşeyler çelişki yaratıyordu.
"İyi bir kadındır aslında. Ama çok dedikodu yapar." Demişti zerda. Birşeyler ima etmeye çalışırken, Zerda olayı anlamıştı. Aheste olayı hâlâ nasıl anlamadı bilmiyordu.
"Ya, işide bundan ibaret belli oluyor." Demişti. Aheste afallayarak baktığında, mehru'ya kapıyı Naciye açmıştı.

 

Karşısında hatun ve kızları görmeyi beklemeyen Naciye şaşırmıştı.
"Hatun? Gız senin burda ne işin var?" Diye sormuştu. Yaşlı başlı kadındı aslında. Kübra'ya da birini andırırken, hatırlamıştı. Hastaneye gelip oğluna müstakbel gelin adayı arayan teyzeydi bu.
Bakışları en çok aheste ve Kübra da takılı kalırken, aheste'ye karşı çekingen bakışlar sergilemişti. Fakat aheste Naciye'nin onun dedikodusunu çıkaran Naciye olduğundan haberi yoktu. Düğün gecesi ise kınadan sonra düğünden ayrılmış bir daha gelmemişti. Hâliyle hesabı da yarım kalmıştı. Peki ya Naciye'nin bu Naciye olduğundan haberi olursa ne yapardı?

 

"Sorma Naciye. İşimiz sana düştü. Aheste gızımla ilgili. Kabuslar görür, kolunda da böyle morluklar oluyor uyandığında."

 

Naciye derdin sahibinin aheste olduğunu öğrenince daha da gerilmişti. Seslice nefes alıp,
"Ya, anladım. İçeri buyurun. Ayak üstü konuşmayalım." Demişti. Hatun kızlara işaret verdiğinde, önden içeri geçmişti. Ardından aheste de girdiğinde mehru, Kübra ve Zerda yan yana içeri geçip, Naciye'ye tebessüm etmişlerdi oldukça samimiyetsizce.
"Kız, Zerda bu o Naciye değil mi bahsettiğin?"

 

"Evet o, abla."

 

"Ne yapacağız, peki?" Diye sorduğunda Kübra.

 

"Aheste'ye söyleyelim." Demişti mehru.

 

"Hayır. Olmaz. Annem ağzının payını vermişti. Hem kadın yüzüne bakmaya utanıyor. Bence boşverelim. Hem aheste ablam da unutmuş. Hatırlarsa kıyamet koparır." Demişti Zerda.

 

"Yanına kalacak değil ya. Ben bu kadına ağzının payını vermezsem içimde kalır. Allah'ın kart karısı yememiş içmemiş arkadaşımın dedikodusunu yapmış bende susup oturacağım. Yok öyle dünya."
Diye çıkıştı mehru.

 

"Mehru, Zerda haklı. Hem buraya farklı bir sebepten geldik. Bozmayalım." Demişti Kübra. Bir saniye durduğunda,

 

"Hem sen aheste ile küs değil misin? Ne ara barıştınız?"
Mehru afalladı.
"Küsüm tabi. Ama onun iyiliği için. Yoksa ben kardeşim dediğim kızla niye küs kalayım. Ona benden başka kimse karışamaz. Dünde gördünüz. O komutan bozuntusu elimde kalacaktı. Ağzının ortasına bir tane geçirecektim, az kalsın." Dediğinde yaptığı şeyin çok iyi bir şey olduğunu düşünerek övünmüştü.

 

"Ya ya ya, en best kanki sensin." Demişti Kübra. İçeri geçtiklerinde, aheste ve hatun teyze oturmuştu. Naciye ise ortalıkta yoktu.

 

"Kızlar gelsenize. Ne dikiliyorsunuz orada?" Diye sormuştu hatun teyze.
Kızlar geçip oturduğunda, Naciye içeri girmişti. Elinde bir yazma ve bir su bardağı su vardı.
Suyu sehpaya koyup, aheste'ye,
"Gızım, geç ortaya otur bakayım." Demişti. Aheste yavaşça kalkıp ortaya oturmuştu. Naciye, elindeki yazmayı açıp aheste'nin başına örtümüştü. Yüzünü de kapatan yazmanın altından kızlara baktı. Herkes sessizce Naciye'yi izledi.

 

"Gızım, şimdi bana kabusunu baştan sona anlat." Demişti. Aheste saçlarını kulağının arkasına sıkıştırıp,
"Kabusumda bir derenin kenarında su içiyordum. Su gayet berrak ve temizdi. Birkez içtim birkez de yüzümü yıkamak için elime aldım. Fakat su koyu kırmızı olmuştu. Korkuyla geri kaçtım fakat göğsümde hissettiğim acı nedeniyle durdum. Elimi kalbime attım. Hançer vardı. Kalbimden oluk oluk kan akıyor derenin rengini kan kırmızıya boyuyordu. Hançeri tutan..." Dediğinde durmuştu. Hançeri tutan kardeşi dediği kadındı. Şimal'di.

 

"Hançeri tutan kimdi?" Diye sordu Naciye.

 

"Eski bir arkadaşım. Kardeşim sayılan bir kadındı."

 

"Adı neydi?" Diye sordu ardından Naciye. Aheste duraksadı yine. Zor sorulardı bunlar. Mehru ise sıkılmıştı bu durumdan. Sık nefesler alıp duyuruyordu.
"Ş-şimal... Adı buydu." Dedi. Naciye başını olumlu anlamda sallamış,
"Devam et." demişti.
"Arkama baktığımda, hançeri tutanın o olduğunu gördüm. Bana sürekli, senin kalbin haset dolu. Beni kıskanıyorsun. Gibi cümleler söyleyip duruyordu. Ben ise inkar ettim. Asla ona karşı bir haset beslemediğimi söyledim. Fakat sağ tarafımda işittiğim ses bir adamdı ve bana öyle söylemem gerektiğini öyle hissettiğimi ve birbirimizi ne kadar sevdiğimizi ikimizinde bildiğini söyledi. Bu kişi..." Yine cümlesi tamamlanmak üzereyken yarım kaldı. Naciye meraklandı.

 

"Kimdi?"

 

"Nişanlım..." Dediğinde, Naciye'nin yüz ifadesi değişmişti. Biliyordu kim olduğunu. Kınandığı, dışlandığı gün aheste'nin, o topluluğun içinde o da vardı. Ve onunda sesi kalabalığa karışıp aheste'yi küçümsemişti.
"Nişanlım çınar erkuran. Koluma..." Dediğinde gözünden bir damla yaş akmış, kimsenin görmediğini bilerek akmasına engel olmamıştı.
Süzülüp gitmişti gözyaşı.
"Koluma bir kelepçe vurmuştu. Zincirle tutuyordu. Buna dayanamayarak dereye atladım. Derede boğulmaya başladım. Bana gülüyorlardı her ikiside. Elimden biri tuttu sonra. Beki dereden çıkarıp diğer tarafa koyduğunu hissettim. Gözlerimi açmak istedim. Ama açamadım. Kulağımın dibinde. Bir ses işittim. Bana sürekli üst üste bana güven ve elimi tut. Diyordu. Gözlerimi açtığımda sesin sahibi yoktu. Gökte ay vardı ve hilal şeklindeydi.
Gözlerimi tekrar kapattım. Gözyaşlarım süzülüp giderken, o ses yine geldi ve aynı şeyleri söyledi. Gözlerimi tekrar açtığımda ise derenin kenarında değil bir okyanusun kenarında yatıyordum. Benim dikkatimi çeken ise içimi ferahlatan okyanus kokusuydu. Genzimde yakıcı acıyı söndürüp götüren koku, huzur vericiydi aynı zamanda. Ondan sonrası ise uyandım şiddetle. Kollarımda ise bu morluklar vardı." Dediğinde susmuş ortamı derin bir sessizlik kaplamıştı.

 

Naciye dinlediklerini anlamış, yazmayı aheste'nin yüzünden çekmişti. Seslice bir nefes alıp vermişti. Aheste ise sadece bakıyordu. Herkes Naciye'nin ağzından çıkacak o cevabı bekledi.

 

"Kabusun, belli bir yerinden sonrası rüya olmuş. Hançerin anlamı değer verdiğin biriyle ya da hançeri tutan kişiyle aranda geçenlerin senin canını yakması. Bir nebze sırtından hançerlenmiş olman. Derenin renginin kırmızıya boyanmış olması ise sevdiğin birinin canının yanacağı ve bunun seni bitireceği anlamına geliyor. Nişanlın..." Dediğinde susmuş ve bakmıştı sadece aheste'ye.
"Koluna taktığı kelepçe ve zincirler esaretin simgesi. Sana söyledikleri gerçek olabilir. Yani senin ve onun birbirinizi sevdiğinizi söylemesi gerçe-"
Şiddetle sözünü kesmişti, aheste.

 

"Ben onu asla sevmeyeceğim! Benim ona duyacağım tek duygu, nefrettir. İçimde bir haset var evet. Ve bu sadece ona karşı."

 

Naciye birşey diyemedi. Şaşırdı. Hatun teyzenin işareti ile birşey diyemedi.
"Seni boğulmaktan kurtaran kişi ise, kurtarıcın. Sesin sahibi bile senin çıkış yolunum diyor gızım. Esaretin bitişi sesin sahibinden geçiyor." Demişti. Aheste afalladı. Bu cümlenin sahibinin kim olduğu hakkında tahmini vardı. Çünkü cümleler benzerdi. Ya kabusunu rüyaya çeviren, sesin sahibi o kişi değilse diye çelişkiye düşmüştü.

 

"Şimdi beni burda iyi dinle gızım. Gökte gördüğün hilal... bu bir işaret. İsminde, işinde simgesi ayla ilgili olan birisi bu esaretten çıkış yolun. Okyanus ise kabusunun rüyaya dönüştüğünün işaretiydi. Bu okyanus ise yine onunla ilgili. Sana ferahlık,huzur, güven veren her ne ise o da bu esaretin çıkış yolu olduğunun işareti. Sana güven veren, ferahlık veren, huzur veren, yanında güvende hissettiğin her kimse ondan uzaklaşma gızım. Sana çıkış yolu olmaya hazır olan, kaçman için açık olan bir kapı bu kişi. O kapıyı kapatma. Kolunda ki morluklar ise çektiğin acılar yüzünden kabusunda gördüklerin yüzünden uyurken canına zarar verdiğin için ortaya çıkmış. Senin canın her yönden ızdırap çekiyor. Ah ediyorsun, bin kişi duyuyor bir kişi el uzatıyor. Sessizliğinin bile sesini duyan tek kişi o." Demişti. Aheste sustu. Düşündü. Aklında tek bir kişi vardı. Ona açık açık Naciye'nin bahsettiği çıkış kapısı olduğunu söyleyen tek bir kişi vardı.

 

Aytekin...

 

Lâyetelzelzel'de bile kabusunda duyduğu sesin söylediği cümlenin aynısını o kurmuştu. Aynı kişi mi diye defalarca düşündü. Sonra reddetti kendi kendine. Niye hiç tanımadığı bir adam ona yardım etsin ki diye düşündü. Ama reddettiği kadar yine çıkıyordu karşısına. İnkâr ettikçe herşey bir tek onu işaret ediyordu. Belki de Naciye haklıydı. Onun sessizliğini bile duyan tek kişi, bu esaretin tek çıkış yolu o'ydu.

 

Adı Aktekin'di, onun nezdinde. Anlamı onun için çıkış yolu. Kabuslarını rüyaya dönüştüren sesin sahibi... Sadece tek birşey istedi.

 

Emin olmak...

 

Güvenmek zorunda değilde, sadece güvenmek istiyordu. Dediği gibi, ona kolayca güvenip elini rahatça tutmak ve bahsettiği bataklıktan çıkmak istiyordu. Korkusuzca...

 

______________________________________

 

Hellüüüüüü!!!

 

Yeni bölüm geldii. Okuldan dolayı eskisi gibi bölüm atamıyorum. Hem bölümleri uzatma kararı aldığımdan beri daha da gecikti. Ama elimden geldiğince hızlı olmaya çalışıyorum. Umarım beğenirsiniz. Yeni bölümle sizi başbaşa bırakıyorum.

 

Okuyup, oylamayı ve yorum yapmayı unutmayın!!! İyi okumalar🤗🤗

 

🔥🎵...

 

Loading...
0%