@nazo_65
|
Göğsünde vurup parçalanan kalbi, nihayet 
>ANKARA/ETİMESGUT<
1 hafta önce...
Gergin ve sinirli bir şekilde şimal'in kaldığı daireye doğru yürüdü. Yeşil gözleri rengine karşıt alev saçıyordu. Feyzo kapının önünde, arabaya yaslanmış beklemeye başlamıştı çınar'ı.
Şimal gururlu kadındı. Kendini asla kimseye ezdirmez, kimsenin ağzına lokma vermezdi kendi hakkında. Taa ki çınar'ı tanıyıp aşık olana dek. Ona yardımları çok dokunmuş, Ankara'da onca zorluğun ve sefaletin içinde okumasına yardımcı olmuştu. Destekleri, sözleri, tesellileri belki de onun en çok hoşuna giden, onu tatmin eden şeylerdi. Çınar tatlı dilli bir adamdı. Kadınları güzel sözleri ile kandırır, bazen sözlerine bile gerek kalmazdı. Çünkü zaten yakışıklılığı ile ön plana çıkan fiziksel özellikleri kadınları cezbetmeye yetiyordu. Şimal ise bu kadınlardan biriydi.
O her iki türlü de hayran olmuştu çınar'a. Çınar'ın ise amacı tamamıyla farklıydı. Şimal'in aheste'nin en yakın arkadaşı olduğunu bildiği için ona karşı sahte bir ilgi gösterip, yalanları ile kandırıp avucunun içine almaktı. Şimal'e umut verirken bile aklında bir tek kişi vardı.
Aheste...
Onu elde etmek belkide bu dünyada elde edemeyeceği en zor şey olarak gelmişti gözüne. Bu güne kadar herşey istediği an, elinin altında olmuştu. Neyi isterse elde etmiş, kolaya kaçmıştı. Ama aheste bunca kolay şeyin arasında ona en zor ve en cezbedici gelen tek kadındı. Diğer kadınlar gibi değildi onun gözünde. Kolay değildi en başta. Zor bir kadındı. Sözleri ve cümleleri kısa ve net iken, çınar'a karşı en ufak bir ilgi gösterisi gösteremediği için çınar'ın dikkatini çekmişti.
Erkuranlar'ın biricik oğlu çınar, ilk defa parasıyla değil, sözleri veya fiziksel yönüyle değil duyguları ile bir kadına sahip olmak istemişti.
Herşeyini bir bir öğrenmiş, yıllarca beklemiş, gizliden gizliye onu hayal etmiş ve birgün karşısına çıkmadığı surette zor olan bu kadına zor kullanacaktı. Çünkü aheste çınar için; ulaşılması zor yasaklı bir meyve gibiydi. Ulaştığında bile gösterdiği bütün çaba, yasaklı olması nedeniyle çöp olacaktı. Yine de istedi, arzuladı onu. Çünkü elde etmek onun için ölüm kalım meselesi haline gelmişken, aheste'nin avucunda olmaması savaş açması gibi birşeydi.
Öyleydi de.
Büyük oğlu Sergen için aynı şeyleri yapmıştı. Abisiyle beraber büyüdükleri günden bugüne babaları tarafından çekmedikleri kalmamış iki küçük çocuktu onlar.
-15/12/2001-
"Abi." Dedi çınar. Tiz ve kısık sesiyle.
"Abi? N-niye cevap vermiyorsun?" Ardı ardına sorular soran çınar'ın sesi gitgide kısılıyordu. 9 saattir kapatıldıkları soğuk bodrumda sarıldıkları ve ısınabilecekleri tek şey eski bir battaniyeydi. Sergen hayret etmişti. Babasının onlara bu küflü battaniyeyi bile çok görmemiş olması onu şaşırtmıştı.
13 yaşında ve herşeyin farkında olan bir çocuktu Sergen. Babasının yaptıkları, söyledikleri onun aklına iyice kazınmış, ve hiç unutmayacak olgunlukta bir çocuktu. Eziyetlere alışmış bir bünyeye sahipken, kardeşi öyle değildi. Çınar zayıf bir çocuktu. Korkaktı.
Eziyetle...
Tek savunması ise, bir Erkuran'sanız, korkunun üzerine gitmeniz gerekir.
"Bilmiyorum çınar. B-babama sor." Demişti. Zor ve imkânsız bir şey istemişti Sergen, kardeşinden.
Çınar çekingen bir şekilde, başı öne eğik bir biçimde, susmuştu.
"S-senin kadar korkusuz değilim. B-beni babamdan koruyan bir tek sensin. An-annem de korkuyor b-benim gibi." Demişti. Zernişan'ın içi sızlıyordu çocuklarına. Aç sussuz iken, soğuk bodrumda yalnız başlarına kalmaları yüreğini sızlatıyordu.
Bodrumun kapısından bir ses geldiğinde, Sergen ve çınar korkuyla irkildi. Çınar yine abisinin bedenine saklanırken, Sergen sadece kapıya bakıyordu. Gelen kişinin tahmin ettiği kişi olmasından korkuyordu.
"Anne!" Diye bağırarak Zernişan'a koşmuştu çınar. Annesinin bedenine sıkıca sarılıp, ağladığında Zernişan tepsiyi yavaşça yere bırakmıştı. Sergen'de ayaklanıp annesinin bedenine sarılırken, Zernişan derince çekti evlatlarının kokusunu içine.
"Ama, b-babam s-seni dövers-se?"
"Hiçbir şey yapamaz. Üçümüzede..." Dedi Zernişan. Ama yanılıyordu. Yüzünde hâlâ geçmemiş izler ve morluklar varken, sözleri sadece onları kandırmak amaçlıydı. Ve Sergen inanmamıştı. Annesi yalan söylerdi ikisi için. Ama sadece çınar inanırdı. Sergen içten içe ağlardı.
"Bu yemekleri yiyin. En sevdiğiniz çorbadan yaptım. Sıcak sıcak için. İçiniz ısınır." Demişti.
"Benim şimdi gitmem gerek. Babanız görmesin. Yemekleri yediğiniz zaman tepsiyi pencereden dışarı bırakın. Ve aramızda bütün bunlar." Demişti ardından. Sergen usulca başını sallamış, çınar ise annesinden istemeye istemeye ayrılmıştı. Zernişan bodrumun kapısından dışarı çıktığında, kapıyı kapatmadan önce sergen'e bakarak,
Başını salladı sadece. Zernişan kapıyı kapatıp kitlerken, hiç beklemediği bir acıyı ense kökünde hissetti. Bir el saçlarını sıkıca kavramış çekiştiriyordu. Tahmin ettiği kişiydi. Cevahir'di.
"Yine fazla iyi yüreklisin bu çocuklara karşı, Zernişan!" Demişti tükürürcesine. Zernişan'ın gözyaşları yavaşça süzülüp giderken, sessizce inledi sadece.
"Şu iki Allah'ın cezası yüzünden benden hep nefret ettin! Şu iki çocuğu niye benden daha değerli kıldın?! SÖYLESENE ZERNİŞAN, NİYE SENİN GÖZÜNDE BU KADAR BERBAT BİR ADAMIM?!"
Zernişan çocuklarını kollarının arasına alıp gizlerken, Cevahir bunu farketmiş ve sinirle çınar'ın kolundan tutup çekip almıştı Zernişan'ın kollarının arasından.
"HAYIR, HAYIR, HAYIR! ONU BIRAK! NE YAPACAKSAN BANA YAP! OĞLUMA DOKUNMA!" Diye bağırmıştı. Ama nafile, Cevahir daha çok sinirlenmiş çınar'ın sıkıca tuttuğu kolundan tutarak sürükleyerek alıp götürmüştü.
"ŞŞŞ!" Demişti sadece Cevahir.
"BIRAK KARDEŞİMİ! BIRAK!" Diye bağıran bu sefer sergen'di. Kardeşini babasının kollarının arasından kurtarmaya çalışırken, çınar ağlıyordu.
"Abi! Yardım et nolur! Korkuyorum!" Diye bağırmıştı. Sergen Cevahir'in kollarına yapışmış, çınar'ı kurtarmaya çalışırken, Zernişan diğer bir yandan engellemeye çalışıyordu. Ama Cevahir inatla ikisiyle de başa çıkmaya devam ediyordu.
Artık öfkesi ağır gelmiş ve Zernişan'ı kuvvetlice iten Cevahir, karısının daha sert yere çarpmasına neden olmuştu. Zernişan yere düştüğünde kolunu yere sertçe çarpmış ve acıyla inlemişti. Cevahir ise öfkesine hâkim olamayıp çınar'ı sürükleyip götürmüştü. Bodrumun kapısını kilitleyip gittiğinde, Sergen yetişememiş kapıyı küçük elleriyle yumruklamaya başlamıştı.
"BABA! BIRAK ONU NOLUR! O DAHA KÜÇÜK! ONUN BİR SUÇU YOK, BABA!"
Sesi var gücüyle boğazından çıkmış ve soğuk bodrumun boş koridorlarında yankılanmıştı. Gözyaşları kardeşi için akıyordu. Feryadı yine kardeşi içindi.
"EĞER OĞLUMA BİR ZARAR VERİRSEN, YEMİN EDERİM SENİ ÖLDÜRÜRÜM CEVAHİR! DUYDUN MU BENİ! SENİ KENDİ ELLERİMLE ÖLDÜRÜRÜM!" Diye bağırıyordu. Sesini anında kesen, gözyaşlarının boşanırcasına akmasına sebep olan şey, çınar'ın acı dolu haykırışlarıydı.
Kenardan bulduğu demir sopayı hızla aldı ve kapının kilidine vurdu. Ama nafile kapının kilidine bile en ufak bir zarar gelmemişti.
"BABA! YAPMA! CANIM ACIYOR! ANNE! KURTAR BENİ!" Dedi çınar'ın haykırışları. Seslice ağlıyor, Cevahir'in darbelerine karşı gelemeyen zayıf ve çelimsiz vücudu korunmasız ve savunmasız bir biçimde duvarın köşesine sinmişti. Gözyaşları akarken, Cevahir eline aldığı sopayla Çınar'a vurmaya devam ediyordu. Babasının sert darbelerine karşı artık dayanamayan vücudu bayılmıştı. Sesi kesilmiş, bedeni öylece yığılmıştı duvarın dibine.
Cevahir ise nefes nefese kalmış, öylece yığılmış olan küçük oğlunun bedenine baktı. Sinirliydi. Öfkesi dinmemişti.
Zernişan artık direnmenin nafile olduğunu anlamış ve vazgeçmişti. Bodrumun soğuk ve rutubetli koridorlarında sesler kesilmiş, Zernişan'ın seslice ağlama sesleri yankılanmıştı. Sergen ise annesinin yanına sinmiş gözyaşlarına mahkûm düşmüştü. Ellerinden hiç bir şey gelmiyordu. Erkuran ailesine karşı güçleri buydu.
Burası Erkuran ailesinin yaşadığı yalı. Ve yalının karanlık, küflü duvarlarından oluşan bodrumunda üç hayat bir zulme karşı gelmeye çalışıyordu. Korkan, koruyan ve güçlü görünmeye çalışan üç hayat...
Bunlar, çınar, Zernişan ve sergen'di. Erkuran yalısında değişmeye mahkûm edilen iki çocuk ve hayatı elinden alınan bir kadındı. Duygularını yitirmiş, merhametinden yoksun bırakılmış ve acımasız biri olmaya itilmiş küçük çocuk çınar. Ve maalesef o da babasının yolundan gidiyordu. Çünkü başka türlü cesaretli ve Erkuran'lara yaraşır olmanın yolu yoktu.
>GÜNÜMÜZ<
Siteye girmiş ve hızla merdivenleri çıkmıştı. Asansör bekleyecek vakit olmadığını düşünmüş, merdivenleri daha uygun görmüştü.
Ve evet sakindi. Sinirlerine hakim olmayı başarmıştı. Yakasını düzeltip, klâsik hergün giydiği yeleğini sağa sola hareket ettirerek oturttu. Aklında tek birşey vardı. Erman'a sorduğu hesaptan sonra, rahattı ama yine de habeyb'e güvenmiyordu. Zaten güvenilecek bir adam değildi. Ona emri verende bizzat babası olması onu daha da sinirlendirmişti. Lakin ağzını açıp tek kelime edememişti.
Kapı yavaşça açıldığında, aralıktan bakan şimal kim olduğunu görünce kapıyı sonuna kadar açtı. Üstünde kısa bir şort ve tişört ile saçları dağınık topuzdu. Sakin ve rahattı. Oysa ki kapısına gelen çınar sakin kalacağım diye aklını kaçıracaktı.
"Hoşgeldin, geçsene içeri." Demişti. Çınar ilk başlarda yavaşça ellerini cebine koydu. Sonra gözleri şimal'in bedeninde gezindi. Onu baştan aşağı süzüp başını önüne eğdiğinde, ağır adımlarla içeri geçti. Dar koridordan salona doğru ilerlerken, şimal afallamış ama bozuntuya vermeyerek kapıyı kapatıp içeri geçmişti. Terliklerini yere sürte sürte ilerlerken ses salonu doldurmuştu. Çınar deri koltuklardan birine oturmuş, bacak üstüne bacak atmış kollarını iki yana açıp ayakta duran şimal'e dikmişti yeşil gözlerini. Şimal ise kollarını bağdaş kurup çınar'ın bu halini dikkatle incelemişti.
Ve aklına tahmin ettiği nedenden dolayı gelmiş olabileceğini düşündü. Yoksa başka türlü çınar onun sitesinin önünden geçmezdi. Onu buraya getiren sebep ondan başkası değildi.
Tam önüne geldiğinde elinde ki içki bardağını ona uzattı. İlk önce gözlerine sonra içki bardağına bakan çınar, bardağı uzun ve biçimli parmakları ile kavrayıp tutmuştu. Şimal ise önünden geçip masanın önünden çektiği sandalyelerden birine oturdu. Bacak üstüne bacak atarken baldırı ortadaydı. Çınar ise elindeki içki bardağını sehpaya bırakıp, sessizliği bozmak adına şimal'e,
"İyi misin?" Diye sordu. Şimal içkisinden bir yudum aldıktan sonra gayet rahat bir tavırla başını salladı.
"Seni tanıyorum. Normal değil mi?"
"Beni ne kadar tanıyorsun?... Şimal." Diye sorduğunda, şimal'in kaşları çatıldı. Sorduğu soru bambaşkaydı. Şimal'in ezberleyip, bildiği adam ona onu ne kadar tanıdığını sormuştu. Seni tanımak ne kelime, seni biliyorum. Diyemedi. Diyemezdi de zaten. Parmağında başkasının yüzüğü varken, bunu sormak zoruna giderdi.
"Bunun ne önemi var? Seni tanıyıp tanımamam ne alaka?" Diye sordu.
"Çok alaka şimal... Mekanımı polise şikayet ederken, beni tanımadığını anlamıştım." Dediğinde şimal susuyordu. Çünkü haklı bulmuştu onu aklınca. Biranlık sinirle ihbar ettiği mekânın gerçekten kapatılmasını istemedi. Erkuran itibarı sayesinde bir şekilde kurtulmuştu bu illetten de. Fakat illeti başına salan kişiden de hesabını soracaktı. Her kimse...
Ama yanılıyordu. Çünkü karşılıklı bir aşkta, sahip olmaktan çok sevilmek değerliydi. Sahip olmak bir nebze bir süreliğine sevmek gibi birşeydi. Ama Çınar bunun farkına varmak yerine sahip olmayı istemiş, bu uğurda herşeyini feda etmeye hazır hâle gelmişti. Soyadı ve kişiliği gereği sahip olma kelimesinin anlamı eşittir savaş açmaktı. Çınar Erkuran babasına direndi. İstediği gibi bir adam olmamak için herşeyi yaptı. Eziyetlere karşı geldi. Direndi. Bu uğurda çok şey feda etti. Ama yapamadı. Direndiği şeyin elbet birgün onu ele geçireceğini hesaba katmamıştı. Erkuran soyadı onun sadece hayatını değil; kişiliğini, kalbini, merhametini, insanlığını da ele geçireceğini bilemedi. Ya da bu gerçekle karşılaşmak istemedi. Yüzleşmeye korktu. Kolay olanı seçti. Kötü bir insan olmayı daha makul gördü.
Çünkü iyi bir insan olmak, yaşadığın aile ve çevreye, annen ve babana, geldiğin hayata göre zordur. İyi bir insan olarak doğmak lütuftur, iyi bir insan olmaya çalışmak cezadır. Kötülerin en büyük cezası da budur.
Çınar Erkuran, kalbi arafta can veren, canı meydana gelen taş kalpli bir adamdı. Küçükken canı da babasının ellerinde can veriyordu. İyi bir adam olmak onu öldürdü. Babası yüzünden iyi Çınar'ı öldürdü...
"Beni tanımıyor, üstelik sahte iyi yanıma güveniyorsun." Demişti. Şimal bir kez daha bu sözlere karşı afallarken, ne diyeceğini bilmiyordu. Sussa haksız, susmasa yine haksız duruma düşüyordu.
"Ben sandığın kadar iyi bir adam değilim. Ben hiç iyi bir adam olmadım, şimal. İyi yanını gömen bir adam olarak, iyi insanlara saygı duydum." Sesinde öfkeyle karışık hüzün vardı. Nefes alışverişlerinin bile duyulabileceği bir ölüm sessizliği kaplamışken ortamı, sessizliği bozan anında yağan yağmur sesi olmuştu. Gökyüzü boşanırcasına yağarken yeryüzüne, kuvvetlice esiyordu rüzgar.
"Ve sen... Sende saygı duyduğum o iyi insanlardan birisin o kadar."
"Ya ben... Sandığın kadar i-iyi bir insan değilsem?"
"Sanmıyorum değil, sen iyi bir insansın. Sanmaktan çok emin olduğum kadar iyi bir kadınsın..."
Babasız büyümüş bir kız, rotasını şaşırmış bir gemiye benzer. Gittiği her limanı evi sanar. Tıpkı güvendiği her adamı iyi sandığı gibi. Şimal'de bu gemilerden biriydi. Rotasını daha küçükken şaşırmış bir gemiyken, limanını bulduğunu sandığı Çınar'a sığınmıştı. Sıcaklığının bile güven verdiği bir adamı evi sanmıştı.
"Bana sadece iyi olduğum için mi iyi davranıyorsun?"
"Saygı duyuyorum..." Demişti soğuk ve sert bir sesle.
"İyi davranmak çok daha önce yok oldu lügatımda. Şimdi... Bana artık iyi biri olduğumu sanarak yaklaşmaya çalışma. Kötü yanımı gördüğünde benden nefret etmeni istemiyorum."
"Senden nefret etmem ben. Asla yapmam bunu! Düşünme, hatta aklından bile geçirme! Ben senden nasıl nefret ederim?!"
Şimal bütün bunları sadece bir kişi için yapmıştı. Tek bir isim için bütün bu acılara katlanmak zorunda kalmış, herşeye göğüs germişti. Ama o kişi ona sadece iyi biri olduğu için saygı duyuyordu.
Seviyor muydu? Nefret mi ediyordu? Arkadaş mıydı? Yakın mıydı, Uzak mı? Bilmezken, bütün bu bilinmezliklere karşı sadece tek bir cümle çıkmıştı onun ağzından; saygı duyuyorum sana...
"Nefret et benden şimal... Beni sevme. Ben seni sevmiyorken, beni sevmen adil değil. Hayatın bunca adaletsizliğinin içinde adaletsizliğe sürüklenen bir adamın sana karşı adil olduğu bir ilk bu..." Demişti. Şimal'in gözünden akan tek damla yaş, bunca kahrı çektiği adama karşı duyduğu aşkın karşılıksız olduğunu öğrendiğinde, vücudunun yaşam belirtisi verdiği tek şeydi. Zira duyduğu cümleler ölümüne sebep olmuştu, bir hançer misali.
Çınar, onun kardeş dediği kadının parmağına yüzüğü takarken, zaten bu hançer saplanmamış mıydı kalbine? O zaman ölmemiş miydi? Ne farkı vardı ki yaşayan bir ölüden?
Öylece kalakalmıştı. Sessiz, nefessiz, ruhsuz, ölü kadın şimal...
"Beni sevdiğin için yaptığın herşey öfkenden. Mekânı şikayet etmeler, günlerce mekâna gitmemeler, içip içip sarhoş olmalar. Feyzo geçen seni mekânda baygın bulmuş. Bunların hepsi bu yüzdense, yapma şimal."
Bir adım yaklaştı, şimal'e. Eliyle çenesini kavradı. O an şimal'in burnuna ölüm gibi kokan kokusu geldi. Ciğerlerini delip geçen kokuyu duymuştu. Çenesini kavrayan soğuk parmakları alev gibi teniyle buluşunca, ne soğuk ten ısınmış ne de sıcak ten soğumuştu. Birbirine karışmadan öylece kalmışlardı.
"Sana zarar veren bana karşı olan sevginse, sevme. Sana zarar veren şeyleri yok etmek zorunda bırakma beni." Demişti kısık sesle. Yok etmekten kastı sevgisiydi.
"Yok edemezsin..." Demişti ağlamaklı bir sesle. Sesinde kırık cam parçaları varken.
Kavradığı eli kalbinin olduğu sol göğsüne bastırdı. Her iki elini usulca elinin üzerine koyarken, gözyaşları akıp boynundan yol izledi göğsüne.
"Beni niye sevmedin, çınar?" Diye sordu. Kaşları çatıldı çınar'ın. Gözleri kısıldı. Sorduğu soruya cevap bulabilmesi zordu. Kalbine mi soracaktı? Sahi dedi kendi kendine. Ben niye sevmedim seni? Kendine bile sorduğu soruya cevap bulamazken, bu kalbi kan ağlayan kadına ne diyecekti? Çınar ne zaman sevgiye karşı bu kadar iyi olmuştu?
"B-bilmiyorum." Dedi. Elini hızla şimal'in kalbinden çekip, koltukta ki telefonuna yöneldi. Telefonu bir hışımla alıp hızla kapıya doğru yürüdü. Anlamsız bir ifade belirdi yüzünde. Sol yanında bir ağrı hissetti.
Çınar hızla inerken merdivenleri, biran önce gitmek istiyordu bu yerden. Nefesini kesen gömleğin düğmelerinden ilk ikisini açtı. Çıkışa ulaştığında ise derin bir nefes almıştı. Yağmurla karışık ıslak toprak kokusu nefes almasını sağlamıştı. Ciğerlerinde ki yangın sanki sönmüştü. Gözlerini yumdu ve havayı hissetti teninde. Göğsü hızla kalkıp inerken, arabadan inen feyzo hızla çınar'ın yanına koşmuştu.
"Abi?! İyi misin? Betin benzin atmış sanki." Demişti. Endişe ile çınar'ın koluna girerken, ve çınar iyi olduğunu söyleyip geri çekiliyordu. Feyzo pek inanmamıştı.
"Emin misin abi? İyi değilsin sanki." Demişti. Çınar yavaş yavaş sinirlenmeye başlamıştı. Gözlerini açıp feyzo'ya en ölümcül bakışlarını atarken, feyzo ağzına hayali bir fermuar çekmişti.
"Tırlar Türkiye sınırları dışında kaçak yollardan giriş yapmıştı. Fakat Ankara'ya giriş biraz sıkıntılı. Her tarafı asker polis ekipleri ile dolu."
"Başka bir yol yok mu, kaçak olarak girebilecekleri?"
"Yok abi. Cevahir bey, bombaların teslimatını senin almanı istediği için gerekli giriş çıkış izinleri de sana kalıyor."
"Niye bana lan! Diplomatik ilişkileri olan o. Kimden izin alacağım ben!"
"Seni yine bir sınava tabi tutuyor galiba abi. O yüzden kendi yöntemlerinle halletsen senin için daha iyi olmaz mı?"
"Emret abi." Demişti feyzo.
"Aşk olsun abi. Benim mantıklı konuşmadığım zaman mı var?"
"Mantıklı olan zamanları sayarsak daha kolay olur. Azı saymak basit ne de olsa."
"Ayıp oluyor ama abi."
"Tamam lan! Sende amma alıngan çıktın amına koyayım. Şaka yaptık."
"Kusura bakma abi. Sen çok nadir şaka yaparsın, yaptığın şakalarda can alıcı. Alınmamak elde değil."
"Neyse ne. Onu bunu boşverde. Bomba işi aklıma takıldı."
"Yağmur yağacak yine abi. İstersen bunu şirkette konuşalım."
"Niye bu kadar yağdı bugün? Ankara sıcaktı oysa."
"Fener ağlıyor abi." Dedi feyzo. Çınar gülmüştü.
"Maalesef abi. U17 takımı ile çıktığı maçta Galatasaray'a karşı bir gol bile atamadı şerefsizim."
"Oğlum zaten belli değil mi bir gol atamaması? U17 takımı ile çıkmış. Hem Galatasaray gibi bir takıma karşı nasıl kazansın fener?"
"Eyvallah abi. Galatasaray her zaman kazanır."
"Yok lan ondan değil. Şike yapıyor ya. Normal şartlarda Beşiktaş bile Şikelere karşı koyamadığı bir maçta fener nasıl koysun? Hemde U17 takımı ile..." Dediğinde sert bir kahkaha atmıştı. Koyu Beşiktaşlı olduğundan, diğer takımları takmıyordu.
Çınar arkada, feyzo ise önde arabaya doğru yürümeye başladılar. Feyzo kapıyı açmış çınar'ı beklerken, çınar ağır adımlarla arabaya varmış ve binmişti. Feyzo kapıyı kapatmış ve sürücü koltuğuna geçmişti. Arabayı sürmeye başladığında, çınar telefonunu çıkarıp birilerini aramıştı.
Feyzo dar sokaklardan çıkmaya çalışmıştı. Anayola giden sokağı bulmaya çalışırken, ön sokaktan geçen arabanın sıktığı kurşunlar durmasına sebep olmuştu. Çınar ne olduğunu anlamamış ve etrafına bakmaya başlamıştı. Kurşunların işlemediği araç onları korumuştu. Feyzo büyük bir ustalıkla arabayı geri geri sürmeye başladı. Çınar ise belinden çıkardığı silahın kabzasını kontrol etti. Kurşunu hazneye sürdüğünde, pencereden kafasını çıkarıp, öndeki arabaya üst üste sıkmaya başlamıştı. Araç siyah bir Passattı. Plakası olmadığına göre bu planlı bir suikastı ona karşı. Araç hızla uzaklaşırken, aracın kurşun geçirmez olduğunu anlamış olduklarını düşündü.
"Takip et şu şerefsizleri!" Diye kükremişti çınar. Feyzo direksiyonu kırıp, aracı takibe almıştı. Araç anayola doğru giderken, feyzo nefes nefese peşindeydi.
"Bilmiyorum! Bir yakalasak şu siktiğimin itlerini!" Diye bağırdı Çınar.
"Erman iti olmasın abi?" Demişti feyzo.
"Onun götü yeter mi bir daha böyle şeylere?!"
"Abi sinirlenip, öc almak istemiş olabilir. Herşey beklenir bu şerefsiz oğlu şerefsizden!"
"Eğer oysa, ölüm onun için tek çıkış olacak!" Demişti.
Feyzo araca yaklaştıkça araç başka arabalara makas atarak hızlanıyordu. Feyzo daha büyük bir marifetle aynı makasları ustaca aşıyordu.
"Bas, bas, bas! Yolunu kes!" Demişti. Feyzo dediğini yapmış ve arabaya yanaşmaya çalışmıştı. Araç sürekli önüne geçip yol vermeyi engelliyordu. Feyzo iyice öfkelenmişti.
"Lan belanızı sevdiklerim! Canınıza mı susadınız?!" Diye bağırmaya başladı çınar. Arabanın camından dışarı kafasını çıkarıp silahla üç dört el ateş etmişti. Kurşun arabanın tekerleğini bulmuştu. Sağ sol yapan araç sonunda durmuştu. Feyzo'da durduğunda, çınar hızla arabadan inmişti. Sert ve büyükçe adımlar atmış, aracın yanına çabucak varmıştı. Adamlar arabadan inip kaçmaya bile fırsat bulamazken, feyzo elinde silahı ile aracın diğer tarafını tutmuştu.
"Nereye lan?! Daha karpuz kesecektik!" Demişti yüksek sesle.
"Maskeni çıkar." Demişti silahıyla işaret verdiği adama. En yapılı olanını seçmişti. Adam sadece öylece bakıyor ve susuyordu.
Vincent Nikolayev'e...
Erman Nikolayev'in öz ve öz kardeşi. Çınar'ın esrarlı gözleri Vincent'in uzun ve oldukça yapılı vücudunda gezindi. Onu baştan aşağı süzdü ve feyzo'ya baktı. Feyzo ise dümdüz Vincent'e bakıyordu.
Çınar ağır adımlarla yürüyerek Vincent'in önünde durdu. Vincent'in adamları bu ağır abide ile yürüyen çınar'ı bir tehlike olarak sezmiş ve her türlü ihtimale karşı harekete geçmişlerdi. Fakat oldukları yerde kalmalarını sağlayan sadece bir eldi. Vincent durmaları için elini kaldırıp dur işareti vermiş ve onlarda durmuştu. Elini indirdiğinde, ceplerine koymuştu. Dalgalı ve bol saçları ile Slav erkeklerine benziyordu. Korkunç soğuk mavi gözleri içinde her türlü kötülüğü besliyordu. Boynunun tamamı dövmeli olan bu adamın, kaşının kenarında ufak bir çarpı işareti vardı. Şakağının tam üstüne yaptırdığı dövmesi dikkat çekiyordu.
"Vincent Nikolayev... Nikolayev ailesinin yüz karası..." Demişti çınar itici ve küçümseyici bir sesle. Bu sözlerine karşılık Vincent sadece gülmüştü. Çınar'ı ciddiye almamakta kararlı ve alaycı tavrını sergilemeye devam ediyordu. Bu da haliyle çınar'ın sinirini bozuyor ama bozuntuya vermemeye çalışarak yeşil gözlerini direk ona dikiyordu. Vincent'in bu alaycı tavrı karşısında siniri bozulan bir diğer kişi de feyzo'ydu. Patronuna saygı duymayan bu adamın çarpı işaretinin konulduğu şakağına bir kurşun sıkmamak için kendini zor tutuyordu.
"Oww, Çınar Erkuran... Kalbimi kırıyorsun."
"Siksinler senin kalbini! İt şerefsiz!" Diye bağırmıştı tükürürcesine. Vincent buna da gülmüştü.
Feyzo çınar'a baktığında, çınar feyzo'ya sakin ol işareti vererek halledeceğinin temennisini veriyordu.
Çınar birden silahın kurşununu sürgüye sürerken, adamlar paranoyak bir tavırla öne atılmışlardı. Vincent tekrardan eliyle durmaları için işaret verirken, oldukça rahat bir tavırla kollarını önünde bağdaştırmıştı. Çınar'ın herhangi bir yanlış yapmayacağından emin görünüyordu. Fakat yanılıyordu. Ve bunu açıkça gösteren çınar, silahını adamlara doğrultarak birkaç el kafalarına sıkıp yere sermişti onları. Adamlar birer birer yere serilirken, silahlarına bile davranmaya fırsat bulamamışlardı. Vincent'in kendinden emin tavrı bozulmamış hâlâ çınar'a aynı soğukkanlılıkla bakmaya devam etmişti. Çınar ise bunu farketmiş ve önünde tir tir titreyen bir adam olması gereken bu adamın sahte cesurluğuna pek inanmamıştı.
"Senin de işin tek kurşunluk. Tıpkı itlerin gibi..." Demişti sert ve soğuk bir sesle.
"Tek kurşun biraz ağır oldu. Ordan fazla mı güçsüz bir rakip olarak görünüyorum?" Yine alaycı tavrını sergilemişti. Tıpkı abisi Erman gibi. İğrenç bir espri anlayışı ve sahte cesaret gösterileri ile göz boyuyorlardı, abi kardeş. Ve çınar ikisinden de nefret ediyordu.
Ağır ağır adımlarla Vincent'e yaklaşıp, dibinde durdu. Nefes alışverişlerini hissetti Vincent. Sert ve yakıcıydı.
"Abimle derdin ne? Her işte onun parmağı olacak değil ya. Belki de benim canım seni öldürmek istedi. Olamaz mı, Erkuran?" Demişti. Çınar ciddiyetini koruyordu. Ve abisinin ismi geçtiğinden beridir Vincent'te aynı ciddiyete bürünmüştü. Bakışları sertleşmiş, nefes alışverişleri sıkılaşmıştı.
"Zoruna mı gitti, abine yaptıklarım?" Diye sorduğunda, Erman'a yaptıklarından haberdar olduğunu biliyordu, Vincent'in. Bu yüzden çınar'a suikast düzenlemiş ve başarısız olmuştu.
"Seni öldürmek benim için büyük bir zevktir, erkuran..."
"Sen bana hiçbir şey yapamazsın, senin de abinden eksik kalır bir yanın yok. Boşuna size yüz karası demiyorum. Öldürmek kolay gelir size. Düşmanınız size zor gelince kolay yolu tercih edersiniz. Ama sonra onu da elinize yüzünüze bulaştırırsınız." Ellerini iki yana açıp bulundukları durumu ima etti.
"Tıpkı şuan bulunduğun konum gibi, Nikolayev... Silahımın namlusuna boyun eğmiş zavallı bir adamsın. Bana seni öldürmemem için bir neden söyle."
"Çok açık değil mi? Kurduğunuz masanın bize ihtiyacı var. Söylesene Erkuran, Nikolayevler olmasa ruslarla nasıl anlaşacaktınız?"
"Sikik birkaç Rus diplomatının çürük beyinlerini bulandırmak zor bir şey değil. Sizin gibi aptallar zaten oltaya kolaylıkla gelir."
"Ah, siz Türkler... Kendinizi güçlü sanıyor, sandığınız kadar güçlü çıkmıyorsunuz." Bir adım yaklaşan bu sefer Vincent olunca, feyzo hazırda beklemişti. Ceketin altından doğrulttuğu silahın namlusu direkt kalbini hedef almıştı. Sadece yanlış bir hareket ve tek bir kurşun gerekiyordu. Sonrası Vincent için tahtalı köydü.
"Kendi ülkenizi yıkmaya çalışan ve yabancılardan yardım alan birkaç aptal teröristsiniz. Bu cesareti nereden buluyorsunuz bilmiyorum. Ruslar istese tek bir itirafla ölüm emrinizi çıkarır ve ülkenizde iç karışıklığa neden olur. Ama siz hâlâ gövde gösterisi yapıyorsunuz. Yazık..." Demişti. Kısık sesle.
Çınar sıktığı yumruğunu sert bir şekilde Vincent'in yüzüne geçirmişti. Vincent yediği yumrukla sendeleyerek arabaya çarpmış ve burnunu tutmuştu.
"SİKTİĞİMİN GERİZEKALI RUSLUSU! SİZ İTLER, ÖLÜM EMRİ ÇIKARACAK KADAR CESUR MUSUNUZ?!
Yakasından tuttuğu gibi, kendine getirmişti.
🎶
-Günümüz-
Leyla Erkuran sessizdi. Yılların yorgunluğunu yüzünde ki kırışıklıklarda gizleyen ve buna rağmen göstermemeye çalışan bir kadındı. Yorgun ve bıkkın bir hayatı vardı. Odanın penceresinden baktığı koca Ankara ona dar geliyordu, tıpkı bu oda gibi. Bembeyaz, soluk bir renge sahip bu odada tek ses, oksijen tüpünden çıkan sesti.
Burası özel bir hastaneydi. Ve bu tüpe bağlı olan kişi ise kocası Cihanşah Erkuran'dı. Bembeyaz yatakta, hastane önlükleri içinde hareketsizce yatıyordu kocası. Gözleri pencereden dışarıya dalmış, kapkaranlık gökyüzünde güneş yok olmuştu. Bulutlar ağır ağır ilerleyip gökyüzünü iyice griye bürüyordu.
Kini, haseti, kötülüğü, acıyı, zalimliğinin bedeli ağırdı. Ağır bir bedel ödüyordu o da. Bedenine yük olan bu kalp bu bedeldi. İçine artıklarının bindiği şeydi yüreği. Ne ilaçlar taşıyabildi ne de oksijen tüpleri. Dayanmak bildi, ayakta durmak bildi ama ileri gidemedi daha fazla. Ayakları yaşamaya değilde ölüme gitti geri geri. Yaşadığı kadar elinden tek bir iyilik gelmeyen cihanşah, aksine elinden geldiğince kötülük yapan zalimin teki bir adam olmuştu. Masumun canını almış, ahını almış, ülkesini satmış hain olmuş, şerefini gururunu magazinlerle Erkuran adı altında duyuran ama aslında şerefi iki paralık bir adamdı. Evlatlarına çektirdiği eziyet kalmamıştı.
Karısını...
Biricik karısını kendi elleriyle öldürüp, gömmüştü. Şerefi ve gururu uğruna...
Üstelik çok seviyorken...
Yıllarca sordu kendine; seven sevdiğini öldürür. Öldürürde gömer... Ben neden öldürmeden gömdüm?
Öldürdüğü karısının kız kardeşi... İhanet miydi? Yoksa sorduğu sorunun cevabını bulmaktan sıkılıp yanlışlarla avutmak mı kendini? İçinde ki kalbi ölü, bedeni tazeydi. Bedeli ödenecek olan ahların çıkması ancak o ölünce yerine gelirdi. Ölüm kalım mücadelesi verdiği şu günlerde Leyla sadece hastaneye gelip gidiyordu. Hastanenin kapısından ayrılmayan magazin muhabirleri dakikası dakikasına bilgi almaya çalışıyorlardı. Cevahir arada birde gelip babasını kontrol edip tekrardan gidiyordu. Fahir sürekli hastanedeydi. Karısı Asude ise Leyla'nın yanında kalıp ona destek olmaya çalışıyordu lakin nafileydi. Leyla her türlü desteğine hiçbir cevapta bulunmuyordu. Üzülmüyordu, ağlamıyordu, Cihanşah ölse umurunda bile olmazdı. Onun için önemli olan, cihanşah öldükten sonra oğlunun ve torunlarının onu kapı önüne bırakmasıydı. Korktuğu şeyin başına gelmesinden dolayı endişe ediyordu. Onunla evlendikten sonra elde ettiği bu şan ve şöhret dolu hayatı, o öldükten sonra kaybetmekten deli gibi korkuyordu. Oğluna okusun diye gönderdiği yüksek meblağların kesilmesinden, oğlunun eğitiminin yarım kalmasından korkuyordu. Zira gönderdiği özel kolejlerin meblağsı yüksekti. Ve bunu sadece Cihanşah sayesinde yapabiliyordu. Cevahir'in zerre-i misal sevmediği Leyla'nın defolması için babasının ölümünü bekliyordu o da. Annesi öldükten sonra yine evlenen babasına karşı sitem eden Cevahir, daha ölmemiş yatalak karısının üstüne başka bir kadınla evlenirken aslında babasından feyz almıştı. Babasının ona ettiklerinin aynısını çocuklarına yaşatırken, karısına aynı eziyeti ederken üstüne birde yatalak bırakırken, babasından ne çektiyse ne öğrendiyse onu harfiyen uygulamıştı. Çünkü ancak böyle babasının gözünde değer kazanabilirdi. Cihanşah elini masadan çektiğinde Cevahir masanın başına geçmişti. Yine masaya büyük meblağlarda bulunmuşken, diğerlerinin de yardımı ile bu masa ayakta kalmıştı. Yoksa Cevahir'in birşey bildiği ve yaptığı yoktu. Kapı çaldığında, sürme çektiği kara gözlerini kapıya çevirdi. "Leyla hanım... Müsait misiniz?" Diye sordu sahte bir resmiyet içersinde. Leman elleri önünde bağlı ağır ağır annesinin arkasından yürüyordu. Leyla'dan çekiniyordu. "Hoşgeldin, Leman kızım." Demgüzar'ın sözüne kulak aşmamış sadece Leman'la iletişim kurmuştu. Bu da haliyle demgüzar'ın zoruna gitmişti. İçten içe kurulmuştu ve birkez daha bu kadına karşı kinle dolup taşmıştı. "Hoşbulduk, efendim." Diye mütevazı bir şekilde cevap vermişti Leman. Leyla bakışlarını Cihanşah'tan koparıp demgüzar'a dikti. Söylediği sözlerin derin bir ima barındırdığını anlamıştı. Susmuş ve tekrar Cihanşah'a bakmıştı. "Elbette herkes ölümü tadacaktır. Önemli olan tadarken boğazda kalmamasıdır..." Sözüyle ölümden dönmekten söz ediyordu. Leyla bunu anlamış ve gülmüştü. Demgüzar, yavaş yavaş yürüyerek cam duvarın önüne geldi ve camın arkasında bembeyaz yatağın içinde hareketsizce yatan kayın babasına baktı. Bugüne kadar nefret edip birkez hürmet etmediği kayın babası. Para herşeydi onun nezdinde. Para ve şöhret için ayıya dayı hesabı yapıyordu. Gerçi Cevahir varken buna "Cihanşah Erkuran... Yıkılıyor." Dediğinde, Leyla garipsemişti. Bu söze karşılık biran düşündü. Haklı mıydı acaba? Cihanşah bu sefer yolun sonuna mı geliyordu? Yoksa ölüm boğazında mı kalmıştı? Ecel kapısından mı gitmiyordu. Onu daha çok yenilmez yapacak olan bu yetkilerin tek sahibini cihanşah o gün belirlemişti. "Cihanşah daha ölmedi. Sadece savaşıyor. Bunun da üstesinden gelecektir." Dedi Leyla. Fakat bu dediğine kendisi bile inanamıyordu. İnancını yitirmişti. Demgüzar güldü. Tahmin ettiği cevabı vermişti Leyla. "Yeniden Erkuranlar'ın başına geçebilecek gücü bulabilir mi?" Leyla cevap vermedi. "Bulamaz..." Diye yanıtladı kendi sorusunu demgüzar. Leyla'nın bakışları ondan taraf çevrildi. Onun bu haliyle dalga geçen demgüzar'ın keyifle kurulan yüzüne baktı. Mutluydu. Birşeyden emindi ki mutluydu diye düşündü. Cihanşah'ın ölümü dört gözle bekliyordu. Çünkü kocası Cevahir'in babası öldükten sonra herşeyine sahip tek varis olacağından emindi. Kızının ise belirli bir hisseye sahip olacağından mutluydu. Bütün bunların gerçekleşmesi için tek birşeyin gerçekleşmesi lazımdı. Tek bir ölüm demgüzar için şahlanıştı. "Seni neden bu kadar ilgilendiriyor? Söylesene demgüzar, kocanın herşeyin sahibi olacağı için mi bu kadar keyiflisin?" Dedi Leyla. Amacını daha en başından bildiği bu kadının birazdan ağzından çıkacak her kelimesinin sahte ve yalancı bir samimiyetle çıkacağından emindi. Bu yüzden hazırdı her yalan temelin üstüne kurulmuş cümlelere. Demgüzar bundan rahatsız olmuş fakat duruşundan ödün vermemek adına bozuntuya vermemişti. Demgüzar acımasızdı. Kalp kırmakla yetinmeyen üstüne benzin döküp yakan merhametsizin tekiydi. Anne olmak ona bahşedilmiş olsa da anne olmayı bilmeyen bir kadındı. O hiçbir şeyi hak etmiyordu. Kızını bile menfaati doğrultusunda büyüten ve kullanan bir anneydi. Demgüzar doğururdu, anne oldurdu evet ama kendi için. Anne olmak değilde evlatlarını bir çakıl taşı gibi görüp üstlerine basa basa yükselmek için kullanırdı. Demgüzar kötüydü ama farkına varmak istemeyen biriydi. Kendi yüzleşmeye korkardı. Ve Leman, onu peşinden sürükleye sürükleye götürdüğü, yakında üstüne bir çakıl taşı gibi basıp ezeceği kızıydı. Leyla'nın söylediklerine karşı tek bir kelime etmeyen demgüzar, seslice bir nefes alıp verdi. Leman'a bakıp, gitmeleri için işaret verdi. Leman aldığı işaretle ayaklandı ve kapıya doğru yürüdü. "Sana daha kaç kere söylemem gerek, o kadınla herhangi bir iletişimin olmayacak diye?!" Sessiz bir öfke ile sınırını kusmuştu Leman'ın yüzüne. Sustu. Cevap vermedi Leman. Annesinin bu aşağılayıcı kelimelerine karşı susmak ona daha kolay geliyordu çünkü cevap vermeyi bilmiyordu. "Yürü! Çık dışarı! Arabaya bin ve beni bekle! Zırlamayı da kes! Kapının önünde magazinciler bekliyordur ben gelmeden tek bir kelime etme. Zorlarlarsa da korumadan yardım al arabaya bin..." Demişti. Leman suskun ve gözyaşları içinde hiçbir şey söylememişti. "Duydun mu beni?!" "D-duydum." Dedi ürkekçe. Ve gitti. Demgüzar ise derin bir nefes alarak, "Hoşgeldiniz demgüzar hanım." Demişti. Demgüzar başını usulca eğmişti. "Burda tam 1 milyon dolar var. Seninle zaten doz başı 1 milyon dolar olarak anlaşmıştık. Kalan dozları da uygularsan paranın devamı gelecektir." Dediğinde, doktor tereddütte kalmıştı. Paranın miktarı fazlaydı ama işi bir hayli zordu. Cihanşah Erkuran'ı öldürmenin sonuçları da bedeli de ağırdı. "Yapamam demgüzar hanım. Öğrenirlerse öldürürler beni." Demişti. Korkakça davranan bu adama karşı gülmüştü demgüzar. "Nereden bilecekler benim yaptırdığımı?" "Eğer öyle birşey yaparsınız sizide beraberimde yakarım. Sizde ölürsünüz." Demişti doktor korkak ve ürkek bir ses tonuyla. Demgüzar gülmüş ve başını tekrar sağa sola sallamıştı. Doktor korkak bir tavırla düşünmüştü. Kan ter içinde kalmıştı. Tereddütte de kalamazdı. Sadece kabul etmek zorundaydı. "T-tamam. Kabul ediyorum. Fakat kaçmama siz yardım edeceksiniz." "Anlaştık. Dozları biran önce uygula. Gerisi gelir..." Demiş ve ayağa kalkmıştı. Kapıya doğru yönelip çıkmıştı. >DİYARBAKIR/ BAYIRLI<
Aheste
Gözümü kapatıp bir daha açmamak istiyorum ama ölümden korkuyorum.
Kim görse, eskiden gülen gözlerimden yaşların eksik olmadığını söylüyor. Buna gülerek cevap veriyorum ama sonra hatırlayınca o sözleri, ağlıyorum. Yanıp kül oldum. Küllerimden doğmak istedim, küllere bile acır oldum. Seni doğuran kadın bile sönmüş, ölü bir toprak olmuşken siyah küller nasıl doğrusun? Dedim kendi kendime. Herkes bana acımaya başladı ben kendime acımayı unutmuşken. Kendi menfaatimden çok başkasının menfaatini düşündüm. Benim sadece birşeye ihtiyacım vardı belkide. Sıcak, içten, sıkı bir sarılma. Huzur versin, güven versin, gerekirse hayat versindi bana. Ama sarılınca korkmadan gözlerimi kapatabileceğim bir beden olsun. Kolları bana dokununca ürkütmesin beni. Nefesini duyunca ısınayım. Kulağımı göğsüne koyunca duyacağım tek şey kalp atışı olsun. Çok mu şey istiyordum? Bu bile bana fazla mıydı? Naciye denen kadın rüyamı yorumladığında anlam veremediğim herşeyi anlamlandırmıştı. Hançer ihanetti, tutan ise şimal'di. Aytekin'di. Esaretten çıkış kapım, kaçış yolum, kurtarıcım... Adını her ne koyarsam koyayım oydu. Aytekin'di bana yardım edecek olan. Artık emin olmuştum. Sadece güveniyor muydum ona? Bilmiyordum. Yarım saattir geldiğimiz yolu yürüyorduk. Mehru ve Kübra önde, hatun teyze ve Zerda yanımda yürüyordu. Sessizdik hepimizde. Sanki herkes benim konuşmamı bekliyormuş gibi susuyordu. Ve bende susuyordum. "Şimdi daha iyi misin?" Diye sordu Zerda. "Yok, hayır iyiyim. Aç değilim hem. Sadece babamı görmek istiyorum." "Bende seninle karakola kadar geleyim istersen." "Yok hayır. Ben kendim giderim. Siz eve geçin. Ben uğrayıp geleceğim." Dediğimde, yol ayrımına gelmiştik. Yürümeye başladım sessiz ve sakince. Gözlerim karakolun ışıklarıyla aydınlanan yolun gittiği yönü izliyordu. Köyün girişi kapanmıştı. "Hoşgeldin bacım." "Hoşbulduk." Dediğimde kapıyı açmıştılar. Başımı usulca sallayıp tebessümle içeri girdim. Karakolun uzun duvarlı koridorlarını aşarak piste ulaşmıştım. Timin bugün kullandığı araç oradaydı. Ön tamponu gitmişti. Güldüm kendimce. Giriş kapısına geldiğimde bahçede birkaç asker oturmuş koyu bir sohbete tutuşmuştu. Kalabalık olduklarından kim olduklarını ayırt edemiyordum. Ama içlerinden biri ismimi bağırınca durdum. Arkamı döndüğümde bana doğru gelen kişi Şahin'di. Hemen önümde durduğunda, nefes nefese konuşmuştu. "Komutanımı mı arıyordun?" "Yok onu değil babamın yanına gidecektim." "Bende zaten Erdem albay'dan bahsediyordum." "Y-yok ben kendim giderim. Sadece aklıma birşey takıldı o kadar." "Yardımcı olabileceğim bir konuysa söyle lütfen." "Aslında ben bunu senin yüzbaşı olan komutanına sorsam daha iyi olur. O nerede?" "Talim atışı odasında olacaktı. Sonra da spor salonuna geçer büyük ihtimalle." "Sağol. Ben bulurum." Diyip merdivenleri çıktım. Girişe doğru ağır adımlarla yürürken, hazır gelmişken onu da görüp birkaç şeyde emin olmak istedim. Sürekli onu görmek bazı şeyler hakkında emin olamama sebep olabilirdi. Babamın odasına yaklaştığımda bana doğru gelen kişi bu sefer Osman denen askerdi. Köye geldiğim ilk gün ters ters cevap veren askerdi. "Önemli bir telefon görüşmesi yapıyor. Odasında değil operasyon odasında olacak büyük ihtimalle." Dediğinde, başımı salladım. "Her ikiside alt katta. Sol koridoru dönünce göreceksin." Demişti. Nefes alışverişlerim hızlandı. İçerden gelen silah sesleri ile orada olduğuna emin olmuştum. Seslice bir nefes alıp verdim ve içeri girmek için kapıyı çaldım. Lise de bile sınıf defterlerini toplamak için çaldığım sınıf kapısında bu kadar gerilim yaşamamıştım. "Aheste, bacım... Hoşgeldin." Demişti. Sanki beni hissetmiş gibi bana bakan Aytekin'in, kara gözlerinde boğuldum. Gözlerim tekrar Teoman'a baktığında, "Komutanının bana olan öfkesi hala dinmemiş gibi. Baksana yüzüme bile bakmıyor." "Sen hiç yerle bir etmeden dinen fırtına gördün mü?" "Hayır da ne alakası var?" "Komutanımın öfkesi de öyle işte. Yerle bir etmeden dinmek nedir bilmez." Demişti kısık sesle. "Nasıl yani? Beni yerle bir edip sonra mı içi rahatlayacak?" "Öyle birşey işte. Ama albayın kızı olduğun için sana torpil geçebilir." "Albayınızın kızı olmamı geçtim kadın olmam da mı birşey ifade etmiyor. KUSURA BAKMASIN DA BEN O HER GÜN TERÖRİST DİYE GÖRÜP DAVAR YUMRUKLARINI İNDİRDİĞİ KUM TORBALARINA BENZEMEM! PATLAYANA KADAR DÖVEMEZ BENİ!" Sesimi bilerek gür çıkardığımda işe yaramıştı. Dikkatini üstüme çekmiştim. Taktığı kulakları çıkarıp Teoman'a baktı. "Bunu kim içeri aldı?!" "Benim bir adım var yalnız!" "Lüzumu yok sonuçta bir varlıksın." Dedi. Zoruma çok fena gitmişti. "Komutanım herhangi bir zararı yok." "Bozkuş dışarı!" Dediğinde, Teoman elini alnına dayayıp yüksek sesle, Kara gözlerinden ateş püskürüyordu etrafa. Abartma aheste. O kadarda değil dedim kendi kendime. Ama öyleydi. Gözleri ateş saçıyordu. "T-tamam... B-ben buraya uzlaşmaya geldim. Amacım tamamen barışı sağlamak. Amacımı belli edecek beyaz bir bayrağım olmasa da sonuçta önemli olanın niyet olduğuna inanarak buradayım, yüzbaşı." Konuşmadı. Sustu. Yine bu suskunluk sinirimi bozmuştu. Silaha yeni kurşunu sürüp kulaklığı geri taktı. Sesimi duymasının mümkünatı yoktu. Kulaklığı çıkarıp, silahı masaya bıraktı. Hedefi kontrol eden düğme ile kendine yakınlaştırmaya başlamıştı. "Düşmanlarının işi zor." Demiştim. Utançtan yerin dibine girecektim birazdan. Zira gözlerine bile bakmaya utandığım bu adamla iletişim kurmaya çalışıyordum. Yine cevap vermedi her zaman ki gibi. İnadım inattı. Bu adamın dilini çözecektim. "Silahı mı?" "Evet. Niye şaşırdın?" Gözleri ile utanmama sebep olan o muhteşem süzme hareketini sergiledi. Ve evet utandım. Elime yakışan şeylerden kastı neydi? Benim elime herşey yakışırdı. "Mesela ateş... Ateşle oynuyorsun." "Alt tarafı bir silah. Hem acemiliğimden korkup seni vurmamdan endişe ediyorsan söyle." Ne yapıyorsun aheste? Koskoca özel eğitimli türk askerine benden korkuyorsun diyorsun. Keçileri iyice kaçırdın. "Benim ateşten kastım silah değildi. Hem eli kalem ve enstrümandan başka birşey tutmayan acemi bir kadından korkmamı sana düşündüren ne? Ordan bakınca çok mu korkak birine benziyorum?" Ateşten kastı silah değil... Ne peki? Ne ne ne? Ateşten kastın ne? Açıkça konuşsana be adam! Hep imalar, gizemli cümleler, dilin altına saklanan baklalar... Hiç konuşmuyor, konuşsa bile imalı cümleler kuruyor. "Elimin kalem ve enstrümandan başka birşey tutmadığını sana düşündüren ne?" Sorusuna soru ile karşılık vermemi beklemiyor olacaktı ki afalladı. Ama çok geçmeden toparladı. "Evet. Ama öğretmen olmam elimin silah tutmayacağı anlamına gelmez." "Tekrar söylüyorum, beni uğraştırma albayın kızı." Beni kovuyor muydu o? Yok başıboş bir kadınmışım, yok sakarmışım, yok elim kalemden başka birşey tutmazmış, yok uğraştırıyormuşum... Yok ya! Masaya doğru ilerleyip elime aldığım herhangi bir silahla hedefin karşısına geçtim. Kulaklık bile takmadan bana uzak olmayan hedefe üst üste ateş etmeye başladım. Sadece salise atış hızı ile hedefi bulup bulmadığımı bilmeden sıktım kurşunları. Benim bu yaptığımı farketmiş miydi bilmiyorum. Kurşunların bittiğini silahtan gelen tık sesi ile anlamıştım. Sıkmayı bıraktım. Hedefi kendime doğru çekmek için sinirle butonu aradım. Masanın alt tarafında kırmızı bir buton bulup bastım. Hedef yavaş yavaş yaklaştı. Yaklaştıkça hedefin delik deşik olan bölümlerini görüyordum. Tam 12'yi bulmasam bile yakın yerlere nişan almayı başarmıştım. Kafamı ona çevirdiğimde bana çoktandır baktığını gördüm. Hiçbir ifade yoktu gözlerinde. Ne şaşırmış ne de etkilenmişti. Sadece düz bakışlarla bana bakıyordu. Niye bu kadar zorsun? Dedim kendi kendime. Öfkem aklıma geldi keskin bir his ile. Beynime dank etti adeta. "Beni iyi dinle yüzbaşı. Seninle karşılaştığımız günden beri sürekli beni bir küçümseme ya da aşağılama girişiminde bulunuyorsun. Albayının kızı olmam bir kenara kadın olmam bile senin için bir engel değilken, cümlelerin ağır ve yaralayıcı. Açık açık söylüyorum; zoruma gidiyor. Nefes nefese kalmıştım. O ise beni pür dikkat dinlerken nefes nefese kalmamı umursamaz bir şekilde izlemişti. Katil olmama az kalmıştı. "Bir kabus gördüm. Yaşadığım herşeyin kısa özeti olan azap dolu bir kabus..." Kaşları çatık bir hâl aldı. Söylediklerim burdan itibaren dikkatini çekmişti. "Yaşadıkların?" Dediğinde gözlerimi kaçırdım. Yaşadıklarım... "Neyden?" "Kim? Kimden korkuyorsun? Biri seni ölümle mi tehdit ediyor?" "Beni değil, birini öldürmekle." Dediğimde ellerim saçlarımın arasında kayboldu. Kıvırcık tutamlar yüzüme düştü. Oda bana dar geliyordu. Nefesimi hissedemedim. Göğsüm sıkıştı. Kalbim sanki onca atışın ardından yoruldu. "L-lâyetelzel-zel'e gidelim mi? B-ben nefes alamıyorum." "İyi misin?" Diye sordu kalın ve tok sesiyle. Endişe vardı gözlerinde. Açtığı kapıdan çıktım. O da hemen ardımdan geldiğinde gözyaşlarımı sildim. Ya da söylediği gibi vicdan azabını dindirmek istiyordu. O hâlde niye hâlâ ondan yardım bekliyordum? Karakolun koridorunu yürüyerek giderken, karşımıza çıkan Osman olmuştu. "Sorun yok gidebilirsin. Bende eve giderim zaten. Geç oldu." Kolumu tuttuğu yerden bedenimi kendine çevirerek yüzümü görmeyi sağladı. Gözleri önce saçlarımda gezindi. Buklelerinden aşağı süzüldü kara gözleri. Sonra gözlerime baktı. Sol gözümün altında bulunan bene baktığına emindim. Her zerremde gezindi gözleri. Sonra ise sesli bir nefes verip göz bebeklerini gözlerime dikti. Bakmaya nedensizce doyamayacağım gözlerine saatlerce bakabilme fırsatı geçmişti ellerime. Elini kolumdan çekip yavaşça omzuma koydu. Gözlerim eline kaydığında yüzümde yanan birşeyler hissettim. Kalbimin yerinden çıkmasına ramak kalmıştı. Tek bir dokunuşla daha önüme serilebilirdi kalbim. "Her ne ise nefes almanı bile engelleyen," dedi. Kelimeleri seçemeyecek kadar durgundu aklım. Kokusunu saatlerdir soluduğumu yeni farkettim. Genzime dolmuştu. Tanımıştı artık kokusunu beynim. "Fayansları güzel döşemişler ama. Şekli tahminimce kare. Sence?" Diye bir ses duyduğumda yanımda duran Osman'ın ne zamandan beri orada olduğunu bilmiyordum. Ya da nedenini bilmediğim için... "Diyorum ki, saatlerdir aynı noktaya bakıp duruyorsun. Dedim herhalde şeklini anlamaya çalışıyor." "Y-yok. Birşeyler düşünüyordum ondan dalmışım. Sen niye geldin?" "Aytekin komutanım gönderdi. Seninle lojmana kadar eşlik etmemi söyledi." Dediğinde içimde bambaşka duyguların yer aldığını anladım. Karnımda bir ağrı vardı. Ne açıktı ne de hastalık. Aşkın belirtisi miydi bu duygular? "Yok canım ne alakası var? Yok yok..." Dedim kendi kendime. Yanımda duran Osman bana öylece bakıyorken, Önden yürümeye başladığımda Osman arkamdan geliyordu. Beraber karakoldan çıkmıştık. 🎶
Kolunda ki saate bakıp duruyordu Kübra. Köyün en karanlık köşesinde, gecenin bir saatinde ona mesajlar atıp duran çakır'la buluşacaktı. Nedeni neydi bilmiyordu. Gecenin bu saatinde onu göresi mi geldi ne? Diye düşünüyordu. Zaten çapkının teki olan bu adamla hiçbir işi olmazdı asla. Amacı belliydi ama taviz vermek Kübra'nın kitabında yer almazdı.
"Gerizekalı. Niye sürekli aynı hataya düşüyorsun. Amacı belli işte. Yüz verme ya da gerçeği söyle bitsin gitsin."
"Amacım neymiş?" Arkasını döndüğünde korkuyla bakmıştı zifiri karanlıkta ki bedene.
"Nasıl gelseydim ya? Davul zurnaya ne dersin kızılcık marmelatı?"
"Ne saçmalıyorsun?!"
"Sen, biraz fazla gerginsin."
Kübra gözlerini devirip, sesli nefes verdi.
"Haşa. Benim ne haddime senin hakkında karar vermek. Ama sıkıntı stres iyi değildir. Doktor olan sensin. Bunu hiç düşünmedin mi?"
"Terzi kendi söküğünü dikemez. Diye birşey var bilir misin?"
Kollarını önünde buluşturmuş ve sinirle konuşmuştu. Rüzgar sert bir şekilde savururken saçlarını, çakır dikkatle izlemişti Kübra'yı.
"Çok güzelsin be kızım." Demişti birden. Kübra afalladığında, bu söze karşı heyecan kaplamıştı içini.
"Yemezler!" Dedi gür bir sesle.
"Yalanlarını! Yemezler. Hele ben, hiç yemem!"
"Hangi kadınlardan bahsediyorsun? Asker adamız. Allah'ın dağında nereden bulacağız kadını?"
"Orasını bilemem! Bir şekilde yapıyorsun bu sporu! Kendi ağzınla söylüyorsun işte! Asker adamsın! Ne işin olur karıyla kızla!"
Kübra iyice zıvanadan çıkan Çakır'a sinirle bakmaya devam ediyordu.
"Gülmeyi bırakır mısın artık?! Beni buraya niye çağırdığını söyle de gideyim!"
"Seni görmek için sadece küçük bir yalandı. Ama değdi. Rüyamda neyi hayal edeceğimi gördüm en azından."
"Sapık mısın sen ya?! Neyi hayal ediyorsun?!"
"Söyledim ya, seni."
"Bana bak oğlum! Ben senin ne oyuncağınım ne de oynadığın o kızlardan biriyim! Benimle uğraşma, muhatap bile olma! Son kez söylüyorum! Benim seninle hiçbir alakam yok!"
Arkasına bile bakmadan sinirle yürüyüp gitmişti lojmana doğru. Çakır hiçbir şey diyemeden öylece kalmıştı.
"Çakır?!" Diye bir ses duymuştu. Arkasını döndüğünde iki beden gördü karanlıkta. Aheste ile Osman'dı bu. "Ee, işim vardı. Köyü bi kontrol etmemi istedi Aytekin komutanım." "Komutanım, öyle birşey istediğine emin misiniz? Çünkü devriye gezen askerler vardı zaten. Size hacet duyduğunu sanmıyorum." Çakır ne diyeceğini bilemedi. Osman yalanını alt üst etmeye çalışırken, onu dövme isteğiyle yanıp tutuşuyordu. "Emredin komutanım." Demişti Osman. "Karakola dön kardeşim. Hadi. Sana ihtiyaçları vardır şimdi. Sensiz yapamıyorlar koçum hayde!" "Emredersiniz komutanım!" Demişti. Ve arkasına bakmadan karakola doğru yol almıştı. "Babamı görmeye gitmiştim, dönüşte Osman eşlik etti. O yüzden..." "Yok bacım ne durgunluğu. Yorgunum sadece. Biraz dinlensem herşey düzelir gibi." "Ne düzelir?" "Ee, ben... Ben düzelirim." Lafını toparlamak zordu. Zira aheste'nin de dikkatinden kaçmamıştı. "Kızılcık marmelatı..." "Kızılcık marmelatı?" "Kübra işte. Az önce konuştuk. Çok sinirliydi. Nedeni ne bilmiyorum. Ama galiba gerçek Çakır'ı öğrendi. Amacımı farklı sandı." Aheste kaşlarını şaşırmış gibi hareket ettirdiğinde, zerda'nın söyledikleri aklına geldi. "Bari sen yapma aheste bacım. İnan o kadarcık çapkın olsam Kübra bana o kadar sert çıkışmazdı." "Hmm... Madem o kadar çapkın olduğunu biliyorsun neden öyle değilmiş gibi davranıyorsun kıza? Bence sen hatayı en başından yapmışsın." "Diyosun?" "Diyorum. Kübra'yı böyle yıllardır tanımıyorum ama öylede tanınmayacak kadar zor bir kız değil. Mesela babasının erkek nefreti ona da geçmiş. Bilirsin ağalar kızlarını lavuklara vermez. Hele ki çapkın lavuklara..." "Ayıp oluyor ama." Dediğinde, sesinde rica vardı. "Niye? Ağanın kızı canavar mı? Kübra'ya bakılırsa, Angelina Jolie'ye bile taş çıkarır." Demişti. Yüzünde tebessüm ile. "Ha birde beğendin? Valla Kübra güzel kız. Ama biraz ayı. Erkeklerle konuşmasını bilmez. Nasıl desem? Babası onun yanına erkek sinek bile yaklaştırmamış." "Helal olsun. Baba dediğin böyle olmalı." "Yürü git be ordan! Neresi güzel? Kızın kısmeti kapanmış, babası yüzünden! Seni de yaklaştırmasın da gör!" "Allah korusun. Daha kızı çözemedim, babası da üstüne kurdele olmasın." "Valla bu gidişle, Kübra kapalı bir kutuda kurdelenmiş bir hâlde başkasına sunulacak." "Kime?! Hayatta izin vermem!" "Babası ağa. Tanıdığı bir sürü Antepli Ağa'nın oğlu var. Verir birine bugün yarın." "Kübra istemez ki. Yani aşık olamadığı biriyle evlenmek istemez. İstemez dimi? Kurbanın olayım bacım istemez de!" "Valla bilemem. Babası zorlarsa kızın rızasının önemi kalmaz." "Off. Ne yapayım peki ben? Kaçırsam?" "Askersin, mesleğine yazık." "Evlensem?" "Dur da, ne bu panik? Evlenecek demedim. Diyorum ki kızı kendine öyle bir bağla ki babasını bile senin için karşısına alsın." "Nasıl peki?" "Önce eskilerden kurtul. Bütün kadınları at hayatından. Sadece o kalsın." "Orası kolay." "Aşıksan seviyorum de. Ya benimsin ya kara toprağın! De. Aşıksa senindir değilse senin olmamıştır." "Haklısın. Hem aşık olup olmadığımı daha bilmiyorum. Emin olmam gereken konularda var. Sağol bacım. Var mı bir isteğin?" "Sağol Çakır, hiçbir isteğim yok." "İyi akşamlar o zaman." "İyi akşamlar çakır." Dediğinde çakır hızla koşarak karakola doğru gitmişti. Aheste hayatının hatasını aşk ile ilgili tüyo verdiği çakır'da yapmıştı. Yanlış tüyolar verip dağ gibi askeri şalvarlı bir ağaya kurban mı verdi düşünüp duruyordu. Kübra için değerdi diye düşündü. Bunca zaman babası yüzünden kapanan kısmetine bir açıklık getirdi diye sevindi kendince. Lojmana doğru yürüdüğünde, kapısına ulaşmaya az kalmıştı. Köy sessiz ve sakindi. Lojmanın yakınına doğru geldiğinde, karanlıkta gördüğü bedene takıldı gözleri. Boyu bir hayli uzunken ondan, karanlıkta ona bakan gözlerinin rengini de seçemiyordu. "Bırakta ona ben karar vereyim." Dedi. Engerek'in kaşları, öyle mi? Dercesine havalandı. "Doğru kararlar vermek isteyen kim?" "Yanlışlar hayat bitirir aheste." "Doğrular da hayat karartır. Kararan bir hayattansa bitsin daha iyi." "Hayatından bu kadar çabuk vazgeçmiş olmanı sağlayan kim? Veya ne?" "Senin o gerizekalı, orospu çocuğu patronun! Birde soruyor musun?!" Kollarını kaldırıp güldü sinirden. "Hey Allah'ım ya, sizi bana sayıyla mı veriyorlar?! Yoksa bir suç işledim de ceza olarak sizi mi gönderdiler?!" "Ben sadece seni korumak için gönderildim. Sana ceza mıyım bilemem." "Pardon da neyden koruyacaksın?! Allah'ın dağında başıma ne gelebilir en fazla?" "Allah'ın dağında sana kim yardım edebilir aheste?" "Senden başka herkesin yardım edebileceği kesin! Hem şehirlere alışık bir korumasın. Bir köyde başıma gelebilecek herhangi birşeyde ne yapabilirsin?! Mesela karşımıza bir terörist çıktı, ne yapabilirsin? Kusura bakma da bu bir kadını korumak kadar kolay değil?!" "Bir asker bunu kolayca yapabilir." "Bir asker yapabilir ama bir koruma asla!" "Koruma da yapabilir." "Askerlerin ne çektiğini biliyor musun da konuşuyorsun?!" "Bir asker olarak evet." ______________________________________ 🎵🔥... İg: barutunnotasiofficial |
0% |