Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14.NOTA🎵

@nazo_65

Göğsünde vurup parçalanan kalbi, nihayet
Bir saçları kan, gözleri keskin dişi çeldi.
Artık bitecek ruhunu sarsan bu şeamet.
Zira saçı kan sevgilinin ismi eceldi.

 


"Sana bırak dokunmayı, bakmayı bile günah sayarken kendime, haram kıldım seni nezdimde. Senin için deli oluyorum ama günah işlemekten korkuyorum..."

 

>ANKARA/ETİMESGUT<

 

1 hafta önce...

 

Gergin ve sinirli bir şekilde şimal'in kaldığı daireye doğru yürüdü. Yeşil gözleri rengine karşıt alev saçıyordu. Feyzo kapının önünde, arabaya yaslanmış beklemeye başlamıştı çınar'ı.
Aheste'nin durumunun iyi olduğundan emin olduktan sonra Ankara'ya geri dönmüş ve şimal'le yarım kalan hesabını kapatmaya gelmişti. Hiç bilmediği bir nedenden şimal mekanını, onun gelirinin geldiği yeri şikayet etmişti. Bu kadar vurdumduymaz bir şekilde davranması haliyle çınar'ı çileden çıkarmıştı. Bütün bu yaptıkları çınar'ın onun sahne alacağı gece izlemeye gelmemesi üzerine olmuştu.

 

Şimal gururlu kadındı. Kendini asla kimseye ezdirmez, kimsenin ağzına lokma vermezdi kendi hakkında. Taa ki çınar'ı tanıyıp aşık olana dek. Ona yardımları çok dokunmuş, Ankara'da onca zorluğun ve sefaletin içinde okumasına yardımcı olmuştu. Destekleri, sözleri, tesellileri belki de onun en çok hoşuna giden, onu tatmin eden şeylerdi. Çınar tatlı dilli bir adamdı. Kadınları güzel sözleri ile kandırır, bazen sözlerine bile gerek kalmazdı. Çünkü zaten yakışıklılığı ile ön plana çıkan fiziksel özellikleri kadınları cezbetmeye yetiyordu. Şimal ise bu kadınlardan biriydi.

 

O her iki türlü de hayran olmuştu çınar'a. Çınar'ın ise amacı tamamıyla farklıydı. Şimal'in aheste'nin en yakın arkadaşı olduğunu bildiği için ona karşı sahte bir ilgi gösterip, yalanları ile kandırıp avucunun içine almaktı. Şimal'e umut verirken bile aklında bir tek kişi vardı.

 

Aheste...

 

Onu elde etmek belkide bu dünyada elde edemeyeceği en zor şey olarak gelmişti gözüne. Bu güne kadar herşey istediği an, elinin altında olmuştu. Neyi isterse elde etmiş, kolaya kaçmıştı. Ama aheste bunca kolay şeyin arasında ona en zor ve en cezbedici gelen tek kadındı. Diğer kadınlar gibi değildi onun gözünde. Kolay değildi en başta. Zor bir kadındı. Sözleri ve cümleleri kısa ve net iken, çınar'a karşı en ufak bir ilgi gösterisi gösteremediği için çınar'ın dikkatini çekmişti.

 

Erkuranlar'ın biricik oğlu çınar, ilk defa parasıyla değil, sözleri veya fiziksel yönüyle değil duyguları ile bir kadına sahip olmak istemişti.
Aklına onu gördüğü ilk günden beri kazınmış olan sima ona aitti. Kendine göre bir ruh yaratmış kafasında ve bu ruhu aheste'nin bedenine giydirmişti. Zihninde kendine ait bir yer edinen bu kadın, artık bir bıçağın kemiğe dayandığı gibi saplanmıştı beynine. Kendi kendine bazen içip içip karşısında ki kadınları o gibi hayal ediyordu.
Gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği herşey ona aitmiş gibi geliyordu.

 

Herşeyini bir bir öğrenmiş, yıllarca beklemiş, gizliden gizliye onu hayal etmiş ve birgün karşısına çıkmadığı surette zor olan bu kadına zor kullanacaktı. Çünkü aheste çınar için; ulaşılması zor yasaklı bir meyve gibiydi. Ulaştığında bile gösterdiği bütün çaba, yasaklı olması nedeniyle çöp olacaktı. Yine de istedi, arzuladı onu. Çünkü elde etmek onun için ölüm kalım meselesi haline gelmişken, aheste'nin avucunda olmaması savaş açması gibi birşeydi.

 

Öyleydi de.
Çınar için aile denilen Erkuran'lar, ona yıllarca bir tek şey öğretmişti.
Elde et. Edemezsen savaş. Savaşı kaybedersen, yeni bir savaş başlat.
Prensib buydu. Sahibi ise Cevahir Erkuran...
Biricik oğlu çınar'a, daha küçük yaşta savaştan bahsetmiş bir baba.
Aklına kaybetmek denen şeyin yazılmaması için ona eziyet eden, bir baba.

 

Büyük oğlu Sergen için aynı şeyleri yapmıştı. Abisiyle beraber büyüdükleri günden bugüne babaları tarafından çekmedikleri kalmamış iki küçük çocuktu onlar.

 

-15/12/2001-
>Ankara <

 

"Abi." Dedi çınar. Tiz ve kısık sesiyle.
"Söyle abicim." Dedi sergen. Çınar soğuk ve karanlık, rutubet kokan bodrumda dirayetli olmaya çalışan bedenine karşın, titrek sesiyle,
"B-babam... Niye bize b-bunu yapıyor?" Diye sormuştu. Sergen sessiz kalmıştı. Gayet akıllı bir çocuk olan Sergen, küçük kardeşinin sorusuna cevap veremeyecek kadar bilgisiz kalmıştı şu son 9 saatte.

 

"Abi? N-niye cevap vermiyorsun?" Ardı ardına sorular soran çınar'ın sesi gitgide kısılıyordu. 9 saattir kapatıldıkları soğuk bodrumda sarıldıkları ve ısınabilecekleri tek şey eski bir battaniyeydi. Sergen hayret etmişti. Babasının onlara bu küflü battaniyeyi bile çok görmemiş olması onu şaşırtmıştı.

 

13 yaşında ve herşeyin farkında olan bir çocuktu Sergen. Babasının yaptıkları, söyledikleri onun aklına iyice kazınmış, ve hiç unutmayacak olgunlukta bir çocuktu. Eziyetlere alışmış bir bünyeye sahipken, kardeşi öyle değildi. Çınar zayıf bir çocuktu. Korkaktı.
Karanlıktan, soğuktan, fareden, hayaletlerden, köpeklerden ve en çokta babasından korkan bir çocuk. Bütün bu korkuların başlangıcı baba korkusu ile başlamıştı. Çelimsiz ve zayıf bir çocuk olarak büyümesin diye ona her türlü eziyeti eden Cevahir, tam tersi sonuç almıştı. Oğlu sandığından daha korkak ve güçsüz bir çocuk olmuştu.
Korkusunun üzerine gitmesi ve onu yenmesi için herşeyi yapmıştı.

 

Eziyetle...

 

Tek savunması ise, bir Erkuran'sanız, korkunun üzerine gitmeniz gerekir.
Yoksa gireceğiniz ve başlatacağınız her savaşta yenilirsiniz. Ve Erkuranlar, yenilgiyi asla kabul etmezdi. Cihanşah'ın şahı da buydu ya, kendinden sonra varis yetişip neslini devam ettirmesi.
Sergen güçlü görünen ama aslında zayıf ve zeki bir çocukken, zekasının bile baş edemediği babasına yenik düşmüştü. Çünkü yaşadıkları çocuk bedenine ağırdı. Çınar ise zayıf ve çelimsiz görünen ve aslında göründüğü gibi olan bir çocuktu. Onu özel kılan bir özelliği yoktu. Savunmasız biriyken, tek sığınağı abisiydi. Babasını görünce arkasına saklandığı, korktuğunda sarıldığı, sözleri ile birşeyler başarabildiği tek varlığı, abisi Sergen'di.

 

"Bilmiyorum çınar. B-babama sor." Demişti. Zor ve imkânsız bir şey istemişti Sergen, kardeşinden.
"B-ben babama s-soramamki."
Demiş ve susmuştu. Sergen kardeşine cevabını bildiği ama daha önce hiç sormadığı soruyu sordu.
"N-niye?"

 

Çınar çekingen bir şekilde, başı öne eğik bir biçimde, susmuştu.
"Ç-çünkü korkuyorum. B-babam çok k-korkunç bir adam." Demişti. Sergen acı bir şekilde gülmüştü. Acı gerçekler karşısında...
"Canavar değil ya. Seni yiyecek değil. Alt tarafı bir soru." Demişti. Oldukça korkak olan kardeşine gereksiz bir cesaret verirken.
"K-korkunç. Yüzü, elleri, gözleri, sesi. Herşeyi çok k-korkunç. Nas-nasıl sorayım ki?" Sustu. Sergen'de sustu.

 

"S-senin kadar korkusuz değilim. B-beni babamdan koruyan bir tek sensin. An-annem de korkuyor b-benim gibi." Demişti. Zernişan'ın içi sızlıyordu çocuklarına. Aç sussuz iken, soğuk bodrumda yalnız başlarına kalmaları yüreğini sızlatıyordu.

 

Bodrumun kapısından bir ses geldiğinde, Sergen ve çınar korkuyla irkildi. Çınar yine abisinin bedenine saklanırken, Sergen sadece kapıya bakıyordu. Gelen kişinin tahmin ettiği kişi olmasından korkuyordu.
Bodrumun kapısı yavaşça açıldığında, karanlığın içinden süzülen beden zarif ve narin bir kadındı. Zernişan'dı bu. Elinde bir tepsi vardı. Çocuklarına tebessüm ile bakarken, tepsiyi onlara doğru getirdi.

 

"Anne!" Diye bağırarak Zernişan'a koşmuştu çınar. Annesinin bedenine sıkıca sarılıp, ağladığında Zernişan tepsiyi yavaşça yere bırakmıştı. Sergen'de ayaklanıp annesinin bedenine sarılırken, Zernişan derince çekti evlatlarının kokusunu içine.
"Anne, b-bizi ne zaman çıkacaksınız buradan?! Ben ç-çok korkuyorum. Üşüyorum." Demişti. Zernişan'ın yüreği paramparça oldu. Birkez daha içinden binlerce kez lanet etti Cevahir'e.
"Çıkaracağım oğlum. Az kaldı. Biraz daha dayan oğlum nolur. Sonra artık bir daha senin buraya girmene izin vermeyeceğim."

 

"Ama, b-babam s-seni dövers-se?"

 

"Hiçbir şey yapamaz. Üçümüzede..." Dedi Zernişan. Ama yanılıyordu. Yüzünde hâlâ geçmemiş izler ve morluklar varken, sözleri sadece onları kandırmak amaçlıydı. Ve Sergen inanmamıştı. Annesi yalan söylerdi ikisi için. Ama sadece çınar inanırdı. Sergen içten içe ağlardı.

 

"Bu yemekleri yiyin. En sevdiğiniz çorbadan yaptım. Sıcak sıcak için. İçiniz ısınır." Demişti.

 

"Benim şimdi gitmem gerek. Babanız görmesin. Yemekleri yediğiniz zaman tepsiyi pencereden dışarı bırakın. Ve aramızda bütün bunlar." Demişti ardından. Sergen usulca başını sallamış, çınar ise annesinden istemeye istemeye ayrılmıştı. Zernişan bodrumun kapısından dışarı çıktığında, kapıyı kapatmadan önce sergen'e bakarak,
"Onu koru. Küçük o daha." Demişti. Oysa ki Sergen'de küçüktü. Onu koruyan kim olacaktı?
Kimse...

 

Başını salladı sadece. Zernişan kapıyı kapatıp kitlerken, hiç beklemediği bir acıyı ense kökünde hissetti. Bir el saçlarını sıkıca kavramış çekiştiriyordu. Tahmin ettiği kişiydi. Cevahir'di.

 

"Yine fazla iyi yüreklisin bu çocuklara karşı, Zernişan!" Demişti tükürürcesine. Zernişan'ın gözyaşları yavaşça süzülüp giderken, sessizce inledi sadece.
"Ama sana iyi yürekli olmak neymiş göstereceğim!" Dediğinde bodrumun kapısını açmış ve Zernişan'ı sürükleye sürükleye içeri götürmüştü.
Çınar ve Sergen korkuyla sinerken duvar kenarına, Cevahir Zernişan'ı sertçe yere atmıştı. Dizleri yere çarpan Zernişan acıyla inlemişti. Çınar ve Sergen koşarak annelerine sarılırken, korkuyla babalarına bakmıştılar.

 

"Şu iki Allah'ın cezası yüzünden benden hep nefret ettin! Şu iki çocuğu niye benden daha değerli kıldın?! SÖYLESENE ZERNİŞAN, NİYE SENİN GÖZÜNDE BU KADAR BERBAT BİR ADAMIM?!"
Sesi bodrumun soğuk ve küflü duvarlarında yankılanırken, çınar ve Sergen daha çok korkmuştu.

 

Zernişan çocuklarını kollarının arasına alıp gizlerken, Cevahir bunu farketmiş ve sinirle çınar'ın kolundan tutup çekip almıştı Zernişan'ın kollarının arasından.

 

"HAYIR, HAYIR, HAYIR! ONU BIRAK! NE YAPACAKSAN BANA YAP! OĞLUMA DOKUNMA!" Diye bağırmıştı. Ama nafile, Cevahir daha çok sinirlenmiş çınar'ın sıkıca tuttuğu kolundan tutarak sürükleyerek alıp götürmüştü.

 

"ŞŞŞ!" Demişti sadece Cevahir.

 

"BIRAK KARDEŞİMİ! BIRAK!" Diye bağıran bu sefer sergen'di. Kardeşini babasının kollarının arasından kurtarmaya çalışırken, çınar ağlıyordu.

 

"Abi! Yardım et nolur! Korkuyorum!" Diye bağırmıştı. Sergen Cevahir'in kollarına yapışmış, çınar'ı kurtarmaya çalışırken, Zernişan diğer bir yandan engellemeye çalışıyordu. Ama Cevahir inatla ikisiyle de başa çıkmaya devam ediyordu.
Sergen'i bir itişinde yere sertçe çarpmış ve orada kalmıştı. Zernişan inatla hâlâ çınar'ı kurtarmaya çalışıyordu.

 

Artık öfkesi ağır gelmiş ve Zernişan'ı kuvvetlice iten Cevahir, karısının daha sert yere çarpmasına neden olmuştu. Zernişan yere düştüğünde kolunu yere sertçe çarpmış ve acıyla inlemişti. Cevahir ise öfkesine hâkim olamayıp çınar'ı sürükleyip götürmüştü. Bodrumun kapısını kilitleyip gittiğinde, Sergen yetişememiş kapıyı küçük elleriyle yumruklamaya başlamıştı.

 

"BABA! BIRAK ONU NOLUR! O DAHA KÜÇÜK! ONUN BİR SUÇU YOK, BABA!"

 

Sesi var gücüyle boğazından çıkmış ve soğuk bodrumun boş koridorlarında yankılanmıştı. Gözyaşları kardeşi için akıyordu. Feryadı yine kardeşi içindi.
Ama yersizdi bütün bu haykırışlar. Ne Cevahir öfkesine hâkim olabilirdi, ne de sergen öfkesine karşı çıkabilirdi. Zernişan kolunun acısına inat ayağa kalkıp bodrumun kapısını tekmelemeye başladı. Sertçe tekmeliyor, bağırıp çağırıyordu.

 

"EĞER OĞLUMA BİR ZARAR VERİRSEN, YEMİN EDERİM SENİ ÖLDÜRÜRÜM CEVAHİR! DUYDUN MU BENİ! SENİ KENDİ ELLERİMLE ÖLDÜRÜRÜM!" Diye bağırıyordu. Sesini anında kesen, gözyaşlarının boşanırcasına akmasına sebep olan şey, çınar'ın acı dolu haykırışlarıydı.
Zernişan'ın gözbebekleri büyüdüğünde, Cevahir'in dediğini yaptığını anlamıştı. Daha sert tekmelemişti kapıyı. Oğlu için var gücüyle çabalıyordu. Ama şu lanet konağın kapıları tıpkı bir zindan niyetine demirden yapılmış zalimin zulmüne destek çıkarmış gibi açılmamaya yemin etmişti.

 

Kenardan bulduğu demir sopayı hızla aldı ve kapının kilidine vurdu. Ama nafile kapının kilidine bile en ufak bir zarar gelmemişti.

 

"BABA! YAPMA! CANIM ACIYOR! ANNE! KURTAR BENİ!" Dedi çınar'ın haykırışları. Seslice ağlıyor, Cevahir'in darbelerine karşı gelemeyen zayıf ve çelimsiz vücudu korunmasız ve savunmasız bir biçimde duvarın köşesine sinmişti. Gözyaşları akarken, Cevahir eline aldığı sopayla Çınar'a vurmaya devam ediyordu. Babasının sert darbelerine karşı artık dayanamayan vücudu bayılmıştı. Sesi kesilmiş, bedeni öylece yığılmıştı duvarın dibine.

 

Cevahir ise nefes nefese kalmış, öylece yığılmış olan küçük oğlunun bedenine baktı. Sinirliydi. Öfkesi dinmemişti.
Göğsünde biryerlerde çocuklarına karşı bir kin vardı. Karısının ona göstermediği sevginin, ona karşı olan kininin sebebini evlatları biliyordu. Yıllarca bu yüzden onlara eziyet etmiş, sevmemiş, dövmüştü.
Zernişan kendi ettiğiyle kalmış, kocasının bu hale gelmesine o sebep olmuştu. Ya da öyle sanıyordu. Erkuranlar'ın büyüğü olan Cihanşah Erkuran, oğluna aynı şeyleri etmişti. Küçükken dövmüş, eziyet etmiş, küçümsemiş ve zorla evlendirmişti. Erkuran ailesine layık bir adam olsun diye yetiştirmeye çalışmıştı. Yine Cevahir onun yolundan gidiyordu. Ama onun yolunda saptığı yanlış düşünceler vardı. Karısının ona duymasını istediği hisleri göremeyince suçu evlatlarında bulmuştu. Öz evlatlarında...

 

Zernişan artık direnmenin nafile olduğunu anlamış ve vazgeçmişti. Bodrumun soğuk ve rutubetli koridorlarında sesler kesilmiş, Zernişan'ın seslice ağlama sesleri yankılanmıştı. Sergen ise annesinin yanına sinmiş gözyaşlarına mahkûm düşmüştü. Ellerinden hiç bir şey gelmiyordu. Erkuran ailesine karşı güçleri buydu.

 

Burası Erkuran ailesinin yaşadığı yalı. Ve yalının karanlık, küflü duvarlarından oluşan bodrumunda üç hayat bir zulme karşı gelmeye çalışıyordu. Korkan, koruyan ve güçlü görünmeye çalışan üç hayat...
Korkan en çok darbe alandı. Koruyan korkanın her darbe alışında yenil düştü. Güçlü olmaya çalışan ise artık korkaktı.

 

Bunlar, çınar, Zernişan ve sergen'di. Erkuran yalısında değişmeye mahkûm edilen iki çocuk ve hayatı elinden alınan bir kadındı. Duygularını yitirmiş, merhametinden yoksun bırakılmış ve acımasız biri olmaya itilmiş küçük çocuk çınar. Ve maalesef o da babasının yolundan gidiyordu. Çünkü başka türlü cesaretli ve Erkuran'lara yaraşır olmanın yolu yoktu.

 

>GÜNÜMÜZ<

 

Siteye girmiş ve hızla merdivenleri çıkmıştı. Asansör bekleyecek vakit olmadığını düşünmüş, merdivenleri daha uygun görmüştü.
Merdivenleri hızla çıkıp, üstünde kapı numarası 105 olan kapıyı çaldı. Sinirliydi ve sinirlerine hakim olmaya gayret ediyordu. Lakin imkansızdı onun için. Böyle birşeyi şimal nasıl ona yapar diye düşünüp durmaktan kafayı yemek üzere olduğunu anlamıştı. Sakin kalmaya çalışma çabaları devam ediyordu.

 

Ve evet sakindi. Sinirlerine hakim olmayı başarmıştı. Yakasını düzeltip, klâsik hergün giydiği yeleğini sağa sola hareket ettirerek oturttu. Aklında tek birşey vardı. Erman'a sorduğu hesaptan sonra, rahattı ama yine de habeyb'e güvenmiyordu. Zaten güvenilecek bir adam değildi. Ona emri verende bizzat babası olması onu daha da sinirlendirmişti. Lakin ağzını açıp tek kelime edememişti.

 

Kapı yavaşça açıldığında, aralıktan bakan şimal kim olduğunu görünce kapıyı sonuna kadar açtı. Üstünde kısa bir şort ve tişört ile saçları dağınık topuzdu. Sakin ve rahattı. Oysa ki kapısına gelen çınar sakin kalacağım diye aklını kaçıracaktı.
Gözleri baştan aşağı çınar'ı süzerken,

 

"Hoşgeldin, geçsene içeri." Demişti. Çınar ilk başlarda yavaşça ellerini cebine koydu. Sonra gözleri şimal'in bedeninde gezindi. Onu baştan aşağı süzüp başını önüne eğdiğinde, ağır adımlarla içeri geçti. Dar koridordan salona doğru ilerlerken, şimal afallamış ama bozuntuya vermeyerek kapıyı kapatıp içeri geçmişti. Terliklerini yere sürte sürte ilerlerken ses salonu doldurmuştu. Çınar deri koltuklardan birine oturmuş, bacak üstüne bacak atmış kollarını iki yana açıp ayakta duran şimal'e dikmişti yeşil gözlerini. Şimal ise kollarını bağdaş kurup çınar'ın bu halini dikkatle incelemişti.

 

Ve aklına tahmin ettiği nedenden dolayı gelmiş olabileceğini düşündü. Yoksa başka türlü çınar onun sitesinin önünden geçmezdi. Onu buraya getiren sebep ondan başkası değildi.
Ses çıkarmadı. Mutfağın bar masasına yönelip masanın üzerinde bulunan içki bardaklarından ikisine içki doldurdu. Sessizdi her ikiside.
Çınar her hareketini dikkatle izliyordu. Şimal ise onu izlediğinden emin bir tavırla, işine devam ediyordu. İçki bardaklarına birer buz koyup arkasını döndü. Bardakları alıp çınar'a doğru ilerledi.

 

Tam önüne geldiğinde elinde ki içki bardağını ona uzattı. İlk önce gözlerine sonra içki bardağına bakan çınar, bardağı uzun ve biçimli parmakları ile kavrayıp tutmuştu. Şimal ise önünden geçip masanın önünden çektiği sandalyelerden birine oturdu. Bacak üstüne bacak atarken baldırı ortadaydı. Çınar ise elindeki içki bardağını sehpaya bırakıp, sessizliği bozmak adına şimal'e,

 

"İyi misin?" Diye sordu. Şimal içkisinden bir yudum aldıktan sonra gayet rahat bir tavırla başını salladı.
"Evet, iyiyim. Sen iyi misin? Bir durgun gibisin." Demişti. Çınar seslice nefes verdiğinde, başını kaldırıp şimal'in yüzüne kenetledi gözlerini.
"Gözünden kaçmaması şaşırtmadı."

 

"Seni tanıyorum. Normal değil mi?"
Demişti. Bir süre sessiz kaldı çınar. Çünkü şimal'in yine bir akıl oyunu vardı. Olayı anlamış sakin ve soğukkanlı bir tavırla ona cevaplar veriyordu.
Ve bu Çınar'ın hoşuna gitmemişti.
"Beni tanıyorsun..." Dedi takıldığı tek şey bu cümlesi olmuştu. Ayağa kalkmış ve ellerini cebine yerleştirmişti tekrardan. Masaya doğru ilerlemiş ve gözlerini dışarıya kenetlemişti. Yeşil gözleri her noktayı ayrı incelerken, sonunda yine ona dönmüştü.

 

"Beni ne kadar tanıyorsun?... Şimal." Diye sorduğunda, şimal'in kaşları çatıldı. Sorduğu soru bambaşkaydı. Şimal'in ezberleyip, bildiği adam ona onu ne kadar tanıdığını sormuştu. Seni tanımak ne kelime, seni biliyorum. Diyemedi. Diyemezdi de zaten. Parmağında başkasının yüzüğü varken, bunu sormak zoruna giderdi.
Ne cevap vereceğini bilemedi. Sussa anlamsız, cevap verse saçmalardı.

 

"Bunun ne önemi var? Seni tanıyıp tanımamam ne alaka?" Diye sordu.

 

"Çok alaka şimal... Mekanımı polise şikayet ederken, beni tanımadığını anlamıştım." Dediğinde şimal susuyordu. Çünkü haklı bulmuştu onu aklınca. Biranlık sinirle ihbar ettiği mekânın gerçekten kapatılmasını istemedi. Erkuran itibarı sayesinde bir şekilde kurtulmuştu bu illetten de. Fakat illeti başına salan kişiden de hesabını soracaktı. Her kimse...
Şimal aslında onun değerli bir çalışanı sayılırdı. Sadece çalışanı olarak bildiği bir kadının onun için değerli kılan bir yönü daha vardı. Aheste'yi elinde tutmak için ona ihtiyacı vardı. Tehditvâri konuştuğu kadını tehdit ettiği kişi yine başka bir kadındı. Çünkü istese de istemese de şimal'e katlanmaya çalışması gerektiğini çok iyi biliyordu. Yakında kıyacağı nikâh sayesinde şimal'e bile gerek kalmayacaktı. Çünkü aheste tamamen onun olacaktı. Öylesine kurmuştu ki kafasında, aheste'yi. Biran bile düşünmeden edemiyor, heran onun için ölüp bitiyordu. Onu inciten tek şey ise sevdiği kadına karşı olan karşılıksız aşkıydı. Birgün karşılık bulmasını beklemekten artık bıkmış usanmış bir adam olarak ona sahip olmanın karşılıklı bir aşk gibi olacağını düşünüyordu.

 

Ama yanılıyordu. Çünkü karşılıklı bir aşkta, sahip olmaktan çok sevilmek değerliydi. Sahip olmak bir nebze bir süreliğine sevmek gibi birşeydi. Ama Çınar bunun farkına varmak yerine sahip olmayı istemiş, bu uğurda herşeyini feda etmeye hazır hâle gelmişti. Soyadı ve kişiliği gereği sahip olma kelimesinin anlamı eşittir savaş açmaktı. Çınar Erkuran babasına direndi. İstediği gibi bir adam olmamak için herşeyi yaptı. Eziyetlere karşı geldi. Direndi. Bu uğurda çok şey feda etti. Ama yapamadı. Direndiği şeyin elbet birgün onu ele geçireceğini hesaba katmamıştı. Erkuran soyadı onun sadece hayatını değil; kişiliğini, kalbini, merhametini, insanlığını da ele geçireceğini bilemedi. Ya da bu gerçekle karşılaşmak istemedi. Yüzleşmeye korktu. Kolay olanı seçti. Kötü bir insan olmayı daha makul gördü.

 

Çünkü iyi bir insan olmak, yaşadığın aile ve çevreye, annen ve babana, geldiğin hayata göre zordur. İyi bir insan olarak doğmak lütuftur, iyi bir insan olmaya çalışmak cezadır. Kötülerin en büyük cezası da budur.
Saf taştan kalplerini yontmak zorunda kalıp ölmüş kalbi hayata getirmek onlar için işkencedir. Onların lütfu, doğduklarında arafta asılı kalır. Canları meydana gelir, bir kalbi arafta sallandırırken.

 

Çınar Erkuran, kalbi arafta can veren, canı meydana gelen taş kalpli bir adamdı. Küçükken canı da babasının ellerinde can veriyordu. İyi bir adam olmak onu öldürdü. Babası yüzünden iyi Çınar'ı öldürdü...

 

"Beni tanımıyor, üstelik sahte iyi yanıma güveniyorsun." Demişti. Şimal bir kez daha bu sözlere karşı afallarken, ne diyeceğini bilmiyordu. Sussa haksız, susmasa yine haksız duruma düşüyordu.
Gözlerine bile bakmaya korktuğu adamı sessizce dinliyordu. Çünkü baktığı gözlerde şuan öfke cayır cayırdı. Bakarsa yanardı, kül olurdu.

 

"Ben sandığın kadar iyi bir adam değilim. Ben hiç iyi bir adam olmadım, şimal. İyi yanını gömen bir adam olarak, iyi insanlara saygı duydum." Sesinde öfkeyle karışık hüzün vardı. Nefes alışverişlerinin bile duyulabileceği bir ölüm sessizliği kaplamışken ortamı, sessizliği bozan anında yağan yağmur sesi olmuştu. Gökyüzü boşanırcasına yağarken yeryüzüne, kuvvetlice esiyordu rüzgar.

 

"Ve sen... Sende saygı duyduğum o iyi insanlardan birisin o kadar."
Şimal sonunda bilinçsizce ayağa kalkıp, bilinçsizliğin de etkisiyle cesaret ederek Çınar'ın yüzüne, direk gözlerine baktı. Korkmadan bakabileceğini sandığı yeşil harelerde daha kuvvetli bir ateş vardı. Gözlerinde ki yeşilliği bile yakıp yok etmiş bir ateş, yanmaya devamlı, sönmemeye yeminliydi. Baktıkça kavruldu. Öfke sadece gözlerine değil sözlerine de sıçratmıştı ateşini. Çünkü can alıcıydı cümleleri.

 

"Ya ben... Sandığın kadar i-iyi bir insan değilsem?"
Dedi. Gözlerini kaçırdı cümlesinden sonra. Bir süre baktığı ateşin sıcaklığına dayanamadı. Yandı, kavruldu, kül oldu. Ve çınar yine sustu.

 

"Sanmıyorum değil, sen iyi bir insansın. Sanmaktan çok emin olduğum kadar iyi bir kadınsın..."
Dedi. Başını eğmiş olan şimal'e dikkatlice baktı. Karşı konulamaz bir güzelliği vardı. Masumdu...
Fazlasıyla saf ve masum. Ürkek ve yalnızdı. Sığınağı da sığınacağı limanda çınar'dan başkası değildi. Bu yüzden bağlıydı, narindi, aşıktı ona.

 

Babasız büyümüş bir kız, rotasını şaşırmış bir gemiye benzer. Gittiği her limanı evi sanar. Tıpkı güvendiği her adamı iyi sandığı gibi. Şimal'de bu gemilerden biriydi. Rotasını daha küçükken şaşırmış bir gemiyken, limanını bulduğunu sandığı Çınar'a sığınmıştı. Sıcaklığının bile güven verdiği bir adamı evi sanmıştı.
Oysa ki ev sandığı adam bir evden başka herşeydi.

 

"Bana sadece iyi olduğum için mi iyi davranıyorsun?"

 

"Saygı duyuyorum..." Demişti soğuk ve sert bir sesle.

 

"İyi davranmak çok daha önce yok oldu lügatımda. Şimdi... Bana artık iyi biri olduğumu sanarak yaklaşmaya çalışma. Kötü yanımı gördüğünde benden nefret etmeni istemiyorum."

 

"Senden nefret etmem ben. Asla yapmam bunu! Düşünme, hatta aklından bile geçirme! Ben senden nasıl nefret ederim?!"
Seslice itiraz etti. Sesi yalnızca salonu dolduracak derecede çıkıyordu.
Sitemi Çınar'aydı. Ondan değil nefret etmek, vazgeçemezdi bile. Oysa çınar yıllar önce aheste'ye sahip olmak adına ölüm emrini vermişti şimal'in. Adamlarına dövdürmüş, yine bir tehdit için kullanmıştı bunu da. Aheste şimal'e her ne kadar çınar'ın bunları yaptığını ona zarar verdiğini söylese de şimal dinlemedi. Çocukluk arkadaşını, kardeşini bir adam uğruna bıraktı. Değil kardeşini, annesini, doğup büyüdüğü yeri, babasının evini bir daha dönmemek üzere bırakıp gitti. Onun yüzünden bütün herkese rezil oldu. Annesi bu acıya dayanamayıp öldü. Abisi onu bir daha asla kabul etmedi yanında. Kardeşini, evinden kovdu.

 

Şimal bütün bunları sadece bir kişi için yapmıştı. Tek bir isim için bütün bu acılara katlanmak zorunda kalmış, herşeye göğüs germişti. Ama o kişi ona sadece iyi biri olduğu için saygı duyuyordu.

 

Seviyor muydu? Nefret mi ediyordu? Arkadaş mıydı? Yakın mıydı, Uzak mı? Bilmezken, bütün bu bilinmezliklere karşı sadece tek bir cümle çıkmıştı onun ağzından; saygı duyuyorum sana...
Yine sustu. Çünkü ne denirdi ki bütün bu cümlelere?
Seni seviyorum mu? Bana aşık mısın, mı? Ya da ben neyim senin gözünde, mi? Bir soru var ki onun zihninde, bir ömrü bedel versen cevabını asla bilemeyeceğin zorlukta.

 

"Nefret et benden şimal... Beni sevme. Ben seni sevmiyorken, beni sevmen adil değil. Hayatın bunca adaletsizliğinin içinde adaletsizliğe sürüklenen bir adamın sana karşı adil olduğu bir ilk bu..." Demişti. Şimal'in gözünden akan tek damla yaş, bunca kahrı çektiği adama karşı duyduğu aşkın karşılıksız olduğunu öğrendiğinde, vücudunun yaşam belirtisi verdiği tek şeydi. Zira duyduğu cümleler ölümüne sebep olmuştu, bir hançer misali.
Tam kalbinin ortasına saplanmış, çekip çıkarsan kan ağlar, orada bıraksan kalp paramparça olurdu. Zaten cevabını bilmiyor muydu en başından beri? Aheste ile nişanlandıkları günden beri...

 

Çınar, onun kardeş dediği kadının parmağına yüzüğü takarken, zaten bu hançer saplanmamış mıydı kalbine? O zaman ölmemiş miydi? Ne farkı vardı ki yaşayan bir ölüden?

 

Öylece kalakalmıştı. Sessiz, nefessiz, ruhsuz, ölü kadın şimal...
Kalbi atan ölü beden şimal...
Kalbinde bir hançerle yaşayan şimal...

 

"Beni sevdiğin için yaptığın herşey öfkenden. Mekânı şikayet etmeler, günlerce mekâna gitmemeler, içip içip sarhoş olmalar. Feyzo geçen seni mekânda baygın bulmuş. Bunların hepsi bu yüzdense, yapma şimal."

 

Bir adım yaklaştı, şimal'e. Eliyle çenesini kavradı. O an şimal'in burnuna ölüm gibi kokan kokusu geldi. Ciğerlerini delip geçen kokuyu duymuştu. Çenesini kavrayan soğuk parmakları alev gibi teniyle buluşunca, ne soğuk ten ısınmış ne de sıcak ten soğumuştu. Birbirine karışmadan öylece kalmışlardı.
Gözlerini gözlerinde hissetti. Baktı uzunca.

 

"Sana zarar veren bana karşı olan sevginse, sevme. Sana zarar veren şeyleri yok etmek zorunda bırakma beni." Demişti kısık sesle. Yok etmekten kastı sevgisiydi.

 

"Yok edemezsin..." Demişti ağlamaklı bir sesle. Sesinde kırık cam parçaları varken.
"Beni öldür, sana olan sevgimi öldürme. Bana zarar veren senin sevgin değil, sevgisizliğin." Dediğinde cümlesinde birşeyler daha saklıydı. Bir devamı daha olan bir cümleydi bu. Sessiz bir istek vardı.
Çınar'ın çenesinde ki elini yine sıcak avucuyla kavradı. Tenini bu sefer o hissettiğinde, kalbi küt küt attı. İnsan sevdiğine dokununca herşey yerle yeksan oluyordu. Şimal'in herşeyi yerle yeksan olmuştu.

 

Kavradığı eli kalbinin olduğu sol göğsüne bastırdı. Her iki elini usulca elinin üzerine koyarken, gözyaşları akıp boynundan yol izledi göğsüne.
Çınar'ın anlamsız bakışları, onu izlerken ne diyeceğini bekledi şimal'in.
Gözleri göğsünde ki eline kayarken, nefesi sıkıştı. Kalbi anlamsızca delice atmaya başladı.

 

"Beni niye sevmedin, çınar?" Diye sordu. Kaşları çatıldı çınar'ın. Gözleri kısıldı. Sorduğu soruya cevap bulabilmesi zordu. Kalbine mi soracaktı? Sahi dedi kendi kendine. Ben niye sevmedim seni? Kendine bile sorduğu soruya cevap bulamazken, bu kalbi kan ağlayan kadına ne diyecekti? Çınar ne zaman sevgiye karşı bu kadar iyi olmuştu?
Çınar niye şimal'e değer veriyordu? Bağlanmış mıydı ona? Niye?

 

"B-bilmiyorum." Dedi. Elini hızla şimal'in kalbinden çekip, koltukta ki telefonuna yöneldi. Telefonu bir hışımla alıp hızla kapıya doğru yürüdü. Anlamsız bir ifade belirdi yüzünde. Sol yanında bir ağrı hissetti.
Şimal ise öylece kalakaldı koca salonun ortasında. Yine cevapsız kalan bir soru eşliğinde gözyaşları akıp gitmişti.

 

Çınar hızla inerken merdivenleri, biran önce gitmek istiyordu bu yerden. Nefesini kesen gömleğin düğmelerinden ilk ikisini açtı. Çıkışa ulaştığında ise derin bir nefes almıştı. Yağmurla karışık ıslak toprak kokusu nefes almasını sağlamıştı. Ciğerlerinde ki yangın sanki sönmüştü. Gözlerini yumdu ve havayı hissetti teninde. Göğsü hızla kalkıp inerken, arabadan inen feyzo hızla çınar'ın yanına koşmuştu.

 

"Abi?! İyi misin? Betin benzin atmış sanki." Demişti. Endişe ile çınar'ın koluna girerken, ve çınar iyi olduğunu söyleyip geri çekiliyordu. Feyzo pek inanmamıştı.

 

"Emin misin abi? İyi değilsin sanki." Demişti. Çınar yavaş yavaş sinirlenmeye başlamıştı. Gözlerini açıp feyzo'ya en ölümcül bakışlarını atarken, feyzo ağzına hayali bir fermuar çekmişti.
"Abi, az önce adam aradı. Habeyb bombaları teslim almış. Tırlar Ankara'ya doğru yol alıyor. Yalnız bir sorun var..." Demişti korkakça.
Çınar'ın kaşları çatıldığında, feyzo'ya tekrardan baktı.
"Ne gibi bir sorun?"

 

"Tırlar Türkiye sınırları dışında kaçak yollardan giriş yapmıştı. Fakat Ankara'ya giriş biraz sıkıntılı. Her tarafı asker polis ekipleri ile dolu."

 

"Başka bir yol yok mu, kaçak olarak girebilecekleri?"

 

"Yok abi. Cevahir bey, bombaların teslimatını senin almanı istediği için gerekli giriş çıkış izinleri de sana kalıyor."

 

"Niye bana lan! Diplomatik ilişkileri olan o. Kimden izin alacağım ben!"

 

"Seni yine bir sınava tabi tutuyor galiba abi. O yüzden kendi yöntemlerinle halletsen senin için daha iyi olmaz mı?"
Çınar ters ters feyzo'ya bakarken, ilk defa ağzından çıkan iki kelime bu kadar mantıklıydı.
"Feyzo."

 

"Emret abi." Demişti feyzo.
Çınar baştan aşağı onu süzerken,
"Doğru söyle lan, ben yokken birşeyler mi içiyorsun? Fazla mı meyve suyu içiyorsun yoksa? Mide artık kabul etmeyince beyne mi vurdu acaba?"

 

"Aşk olsun abi. Benim mantıklı konuşmadığım zaman mı var?"

 

"Mantıklı olan zamanları sayarsak daha kolay olur. Azı saymak basit ne de olsa."

 

"Ayıp oluyor ama abi."

 

"Tamam lan! Sende amma alıngan çıktın amına koyayım. Şaka yaptık."

 

"Kusura bakma abi. Sen çok nadir şaka yaparsın, yaptığın şakalarda can alıcı. Alınmamak elde değil."

 

"Neyse ne. Onu bunu boşverde. Bomba işi aklıma takıldı."
Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Yağmur yine yağacak gibiydi.

 

"Yağmur yağacak yine abi. İstersen bunu şirkette konuşalım."

 

"Niye bu kadar yağdı bugün? Ankara sıcaktı oysa."

 

"Fener ağlıyor abi." Dedi feyzo. Çınar gülmüştü.
"Yine mi kaybetti?" diye sordu çınar.

 

"Maalesef abi. U17 takımı ile çıktığı maçta Galatasaray'a karşı bir gol bile atamadı şerefsizim."

 

"Oğlum zaten belli değil mi bir gol atamaması? U17 takımı ile çıkmış. Hem Galatasaray gibi bir takıma karşı nasıl kazansın fener?"

 

"Eyvallah abi. Galatasaray her zaman kazanır."

 

"Yok lan ondan değil. Şike yapıyor ya. Normal şartlarda Beşiktaş bile Şikelere karşı koyamadığı bir maçta fener nasıl koysun? Hemde U17 takımı ile..." Dediğinde sert bir kahkaha atmıştı. Koyu Beşiktaşlı olduğundan, diğer takımları takmıyordu.
En nefret ettiği takımdı Galatasaray.
Feyzo'nun ise fanatiği olduğu takımdı.
Arada birde çınar böyle alttan alttan laf sokardı. Ama feyzo birşey diyemez susardı. Bir Galatasaray fanatiğinin bir Beşiktaşlı'ya karşı sustuğu kişiydi feyzo.

 

Çınar arkada, feyzo ise önde arabaya doğru yürümeye başladılar. Feyzo kapıyı açmış çınar'ı beklerken, çınar ağır adımlarla arabaya varmış ve binmişti. Feyzo kapıyı kapatmış ve sürücü koltuğuna geçmişti. Arabayı sürmeye başladığında, çınar telefonunu çıkarıp birilerini aramıştı.

 

Feyzo dar sokaklardan çıkmaya çalışmıştı. Anayola giden sokağı bulmaya çalışırken, ön sokaktan geçen arabanın sıktığı kurşunlar durmasına sebep olmuştu. Çınar ne olduğunu anlamamış ve etrafına bakmaya başlamıştı. Kurşunların işlemediği araç onları korumuştu. Feyzo büyük bir ustalıkla arabayı geri geri sürmeye başladı. Çınar ise belinden çıkardığı silahın kabzasını kontrol etti. Kurşunu hazneye sürdüğünde, pencereden kafasını çıkarıp, öndeki arabaya üst üste sıkmaya başlamıştı. Araç siyah bir Passattı. Plakası olmadığına göre bu planlı bir suikastı ona karşı. Araç hızla uzaklaşırken, aracın kurşun geçirmez olduğunu anlamış olduklarını düşündü.

 

"Takip et şu şerefsizleri!" Diye kükremişti çınar. Feyzo direksiyonu kırıp, aracı takibe almıştı. Araç anayola doğru giderken, feyzo nefes nefese peşindeydi.
"Kimdi bunla?!" Diye sordu feyzo.

 

"Bilmiyorum! Bir yakalasak şu siktiğimin itlerini!" Diye bağırdı Çınar.

 

"Erman iti olmasın abi?" Demişti feyzo.

 

"Onun götü yeter mi bir daha böyle şeylere?!"

 

"Abi sinirlenip, öc almak istemiş olabilir. Herşey beklenir bu şerefsiz oğlu şerefsizden!"

 

"Eğer oysa, ölüm onun için tek çıkış olacak!" Demişti.

 

Feyzo araca yaklaştıkça araç başka arabalara makas atarak hızlanıyordu. Feyzo daha büyük bir marifetle aynı makasları ustaca aşıyordu.
Sonunda kovalamaca uzadıkça uzamıştı. Araç başka bir yola saparken, feyzo peşinden aynı şekilde devam ediyordu. Bir nefes kadar yakınlarındaydılar. Yokuş yukarı bir yoldu. Önde ki Passat çıkmakta zorlanırken, feyzo'nun kullandığı lacivert Mercedes büyük bir ustalıkla çıkıyordu yokuşu.
Sonunda geniş bir düzlüğe çıktıklarında,

 

"Bas, bas, bas! Yolunu kes!" Demişti. Feyzo dediğini yapmış ve arabaya yanaşmaya çalışmıştı. Araç sürekli önüne geçip yol vermeyi engelliyordu. Feyzo iyice öfkelenmişti.

 

"Lan belanızı sevdiklerim! Canınıza mı susadınız?!" Diye bağırmaya başladı çınar. Arabanın camından dışarı kafasını çıkarıp silahla üç dört el ateş etmişti. Kurşun arabanın tekerleğini bulmuştu. Sağ sol yapan araç sonunda durmuştu. Feyzo'da durduğunda, çınar hızla arabadan inmişti. Sert ve büyükçe adımlar atmış, aracın yanına çabucak varmıştı. Adamlar arabadan inip kaçmaya bile fırsat bulamazken, feyzo elinde silahı ile aracın diğer tarafını tutmuştu.

 

"Nereye lan?! Daha karpuz kesecektik!" Demişti yüksek sesle.
Adamlar korkacak olmuştu ki ellerini kaldırmış ve teslim olduğunu belli edercesine bakmışlardı. Çınar içlerinden en yapılı olanına bakmıştı. Hepsi kar maskeli ve simsiyah giyinmişti. Kimin kimden farklı olduğu belli olmuyordu. Sadece yapıları ile belli oluyordu farklı oldukları. Çınar'ın yüzünde belli belirsiz bir ifade vardı.
Silahını indirmiş ve yapılı olanına dikkatle bakmıştı. Tanıdık geliyordu.

 

"Maskeni çıkar." Demişti silahıyla işaret verdiği adama. En yapılı olanını seçmişti. Adam sadece öylece bakıyor ve susuyordu.
"Sana maskeni çıkar dedi lan! Neyini anlamıyon?!" Diye bağırmıştı feyzo. Adamın maskesini açması için işaret veren çınar'a karşılık usulca başını eğmiş ve adamın maskesini sertçe çıkarmıştı. Maske çıktığı an günyüzüne çıkan sima tek bir kişiye aitti.

 

Vincent Nikolayev'e...

 

Erman Nikolayev'in öz ve öz kardeşi. Çınar'ın esrarlı gözleri Vincent'in uzun ve oldukça yapılı vücudunda gezindi. Onu baştan aşağı süzdü ve feyzo'ya baktı. Feyzo ise dümdüz Vincent'e bakıyordu.
Sinirli ve öfkeli nefes alışverişleri, Vincent'i öldürecekmiş gibi bakan gözleriyle sadece ona odaklanmıştı. Vincent ise alaycı bakışları ile çınar'ı izliyordu.

 

Çınar ağır adımlarla yürüyerek Vincent'in önünde durdu. Vincent'in adamları bu ağır abide ile yürüyen çınar'ı bir tehlike olarak sezmiş ve her türlü ihtimale karşı harekete geçmişlerdi. Fakat oldukları yerde kalmalarını sağlayan sadece bir eldi. Vincent durmaları için elini kaldırıp dur işareti vermiş ve onlarda durmuştu. Elini indirdiğinde, ceplerine koymuştu. Dalgalı ve bol saçları ile Slav erkeklerine benziyordu. Korkunç soğuk mavi gözleri içinde her türlü kötülüğü besliyordu. Boynunun tamamı dövmeli olan bu adamın, kaşının kenarında ufak bir çarpı işareti vardı. Şakağının tam üstüne yaptırdığı dövmesi dikkat çekiyordu.

 

"Vincent Nikolayev... Nikolayev ailesinin yüz karası..." Demişti çınar itici ve küçümseyici bir sesle. Bu sözlerine karşılık Vincent sadece gülmüştü. Çınar'ı ciddiye almamakta kararlı ve alaycı tavrını sergilemeye devam ediyordu. Bu da haliyle çınar'ın sinirini bozuyor ama bozuntuya vermemeye çalışarak yeşil gözlerini direk ona dikiyordu. Vincent'in bu alaycı tavrı karşısında siniri bozulan bir diğer kişi de feyzo'ydu. Patronuna saygı duymayan bu adamın çarpı işaretinin konulduğu şakağına bir kurşun sıkmamak için kendini zor tutuyordu.

 

"Oww, Çınar Erkuran... Kalbimi kırıyorsun."

 

"Siksinler senin kalbini! İt şerefsiz!" Diye bağırmıştı tükürürcesine. Vincent buna da gülmüştü.
"Ne gülüyon lan?! Komik mi?!" Diye bağıran bu sefer feyzo olmuştu. Vincent ona yandan baktığında ondan oldukça kısa olan feyzo'ya küçümseyici bir harekette bulunmuştu. Elini alnına dayayıp, uzakları izler gibi gülmüş ve,
"Birileri mi konuştu, yoksa ben mi yanlış duydum?" Demişti. Feyzo, boyuyla dalga geçtiğini anlayınca, ya sabır diye diye dua etmişti sadece.
"Aaa... Erkuranlar'ın küçük bıyıklı köpeğiymiş. Ne kadar da sevimsiz bir yaratıksın sen öyle."

 

Feyzo çınar'a baktığında, çınar feyzo'ya sakin ol işareti vererek halledeceğinin temennisini veriyordu.
Feyzo sadece susmuştu bu sefer.
Çınar, bu sefer gülen o olmuştu. Ceketinin düğmelerini açmaya başladı. Ve ceketini yavaşça çıkarıp feyzo'ya uzattı. Boyunun hemen hemen aynı olduğu Vincent'in gözlerine tekrardan baktı. Gömleğinin kol düğmelerini de açıp, sıvadığında feyzo ağır ağır geri çekilmişti. Vincent ise sadece izliyor ve şov yaptığını düşündüğü çınar'la içten içe dalga geçiyordu. Mimikleriyle alay ettiğini belli ediyordu açıkça. Çınar ise kollarını sıvamış ve belinden silahını yavaşça çıkarmıştı. Silahını usul usul incelerken, Vincent'in adamları dikkatle her hareketini izliyordu. Tabi feyzo'da belinden çıkardığı silahını ceketin altına gizleyerek herhangi bir yanlışta kurşuna dizmeyi bekliyordu.

 

Çınar birden silahın kurşununu sürgüye sürerken, adamlar paranoyak bir tavırla öne atılmışlardı. Vincent tekrardan eliyle durmaları için işaret verirken, oldukça rahat bir tavırla kollarını önünde bağdaştırmıştı. Çınar'ın herhangi bir yanlış yapmayacağından emin görünüyordu. Fakat yanılıyordu. Ve bunu açıkça gösteren çınar, silahını adamlara doğrultarak birkaç el kafalarına sıkıp yere sermişti onları. Adamlar birer birer yere serilirken, silahlarına bile davranmaya fırsat bulamamışlardı. Vincent'in kendinden emin tavrı bozulmamış hâlâ çınar'a aynı soğukkanlılıkla bakmaya devam etmişti. Çınar ise bunu farketmiş ve önünde tir tir titreyen bir adam olması gereken bu adamın sahte cesurluğuna pek inanmamıştı.
İstese onu da tek kurşunla yere sererdi ama yapamazdı.

 

"Senin de işin tek kurşunluk. Tıpkı itlerin gibi..." Demişti sert ve soğuk bir sesle.

 

"Tek kurşun biraz ağır oldu. Ordan fazla mı güçsüz bir rakip olarak görünüyorum?" Yine alaycı tavrını sergilemişti. Tıpkı abisi Erman gibi. İğrenç bir espri anlayışı ve sahte cesaret gösterileri ile göz boyuyorlardı, abi kardeş. Ve çınar ikisinden de nefret ediyordu.

 

Ağır ağır adımlarla Vincent'e yaklaşıp, dibinde durdu. Nefes alışverişlerini hissetti Vincent. Sert ve yakıcıydı.
"Abin mi gönderdi seni?" Diye sordu tek seferde. Soru açık ve netti. Ama cevap o kadar net olacağa benzemiyordu. Çünkü Vincent hâlâ aynı alaycı tavrı takınıyordu.

 

"Abimle derdin ne? Her işte onun parmağı olacak değil ya. Belki de benim canım seni öldürmek istedi. Olamaz mı, Erkuran?" Demişti. Çınar ciddiyetini koruyordu. Ve abisinin ismi geçtiğinden beridir Vincent'te aynı ciddiyete bürünmüştü. Bakışları sertleşmiş, nefes alışverişleri sıkılaşmıştı.

 

"Zoruna mı gitti, abine yaptıklarım?" Diye sorduğunda, Erman'a yaptıklarından haberdar olduğunu biliyordu, Vincent'in. Bu yüzden çınar'a suikast düzenlemiş ve başarısız olmuştu.

 

"Seni öldürmek benim için büyük bir zevktir, erkuran..."

 

"Sen bana hiçbir şey yapamazsın, senin de abinden eksik kalır bir yanın yok. Boşuna size yüz karası demiyorum. Öldürmek kolay gelir size. Düşmanınız size zor gelince kolay yolu tercih edersiniz. Ama sonra onu da elinize yüzünüze bulaştırırsınız." Ellerini iki yana açıp bulundukları durumu ima etti.

 

"Tıpkı şuan bulunduğun konum gibi, Nikolayev... Silahımın namlusuna boyun eğmiş zavallı bir adamsın. Bana seni öldürmemem için bir neden söyle."

 

"Çok açık değil mi? Kurduğunuz masanın bize ihtiyacı var. Söylesene Erkuran, Nikolayevler olmasa ruslarla nasıl anlaşacaktınız?"

 

"Sikik birkaç Rus diplomatının çürük beyinlerini bulandırmak zor bir şey değil. Sizin gibi aptallar zaten oltaya kolaylıkla gelir."
Vincent gülmüştü. Onunla alay eden çınar'a kahkaha ile cevap vermişti.

 

"Ah, siz Türkler... Kendinizi güçlü sanıyor, sandığınız kadar güçlü çıkmıyorsunuz." Bir adım yaklaşan bu sefer Vincent olunca, feyzo hazırda beklemişti. Ceketin altından doğrulttuğu silahın namlusu direkt kalbini hedef almıştı. Sadece yanlış bir hareket ve tek bir kurşun gerekiyordu. Sonrası Vincent için tahtalı köydü.

 

"Kendi ülkenizi yıkmaya çalışan ve yabancılardan yardım alan birkaç aptal teröristsiniz. Bu cesareti nereden buluyorsunuz bilmiyorum. Ruslar istese tek bir itirafla ölüm emrinizi çıkarır ve ülkenizde iç karışıklığa neden olur. Ama siz hâlâ gövde gösterisi yapıyorsunuz. Yazık..." Demişti. Kısık sesle.

 

Çınar sıktığı yumruğunu sert bir şekilde Vincent'in yüzüne geçirmişti. Vincent yediği yumrukla sendeleyerek arabaya çarpmış ve burnunu tutmuştu.

 

"SİKTİĞİMİN GERİZEKALI RUSLUSU! SİZ İTLER, ÖLÜM EMRİ ÇIKARACAK KADAR CESUR MUSUNUZ?!
B


İZ OLMASAK YILLAR ÖNCE ÖLDÜRÜLEN BAŞKANLARINIZ, BAŞBAKANLARINIZ, AİLELERİNİZ VE TOPRAKLARINIZIN İNTİKAMINI KİM ALACAKTI TÜRK DEVLETİNDEN?! TÜRKLERLE ANLAŞARAK TÜRKLERİ YIKMA PLANLARINIZIN YIKILMASINI İSTEMİYORSANIZ, SENDE SENİN O SİKİK DEVLETİNDE, DİPLOMATI DA SUSACAK! YOKSA BEYİNLERİNİZE SIKILAN KURŞUNLA SUSTURULACAK ÖLÜM EMRİNİZ VERİLMİŞ OLACAKSINIZ!" Demişti gür bir sesle. Dışarda olduklarını unutmuş olacak ki yükselmiş ve sesi gür çıkmıştı. Etrafına bakınarak, Vincent'in yanına hızla gitti.

Yakasından tuttuğu gibi, kendine getirmişti.
"Bir daha seni etrafımda görecek olursam, bu sefer bu kadar sabırlı olmam. Sonunda bu itlerin gibi olur yoksa. Nikolayev..." Demişti kısık ve küçümseyici bir tonda. Yakasını sertçe bırakmış ve hızla kendi aracına yürümüştü. Feyzo ise alaylı bir şekilde Vincent'e bakmış ve çınar'ın peşinden gitmişti.

 

🎶

 

-Günümüz-

 

Leyla Erkuran sessizdi. Yılların yorgunluğunu yüzünde ki kırışıklıklarda gizleyen ve buna rağmen göstermemeye çalışan bir kadındı. Yorgun ve bıkkın bir hayatı vardı. Odanın penceresinden baktığı koca Ankara ona dar geliyordu, tıpkı bu oda gibi. Bembeyaz, soluk bir renge sahip bu odada tek ses, oksijen tüpünden çıkan sesti.

 

Burası özel bir hastaneydi. Ve bu tüpe bağlı olan kişi ise kocası Cihanşah Erkuran'dı. Bembeyaz yatakta, hastane önlükleri içinde hareketsizce yatıyordu kocası. Gözleri pencereden dışarıya dalmış, kapkaranlık gökyüzünde güneş yok olmuştu. Bulutlar ağır ağır ilerleyip gökyüzünü iyice griye bürüyordu.
Leyla'nın gözleri Cihanşah'a döndü. Hastalığın ele geçirip öldürdüğü, artık atmaya bile gücü yetmeyen kalbi durma noktasına gelmişti. Doktorlar yaşar diyemedi. Ölür de diyemedi. Kalbi artık kanı kabul etmeyecek kadar ağırlaşmıştı. Kabul edilmeyecek bir durumdu bu erkuran ailesi için. Temelini atan, aileyi bu raddeye getiren tek kişi oydu. Oğullarını yetiştirip, torunlarını gören cihanşah, başka birşey göremeyecek kadar yorgundu artık. Aslında kalbi hastalığı gereği ağır gelmemişti bedenine. İçine attığı şeylerdi onu çökerten.

 

Kini, haseti, kötülüğü, acıyı, zalimliğinin bedeli ağırdı. Ağır bir bedel ödüyordu o da. Bedenine yük olan bu kalp bu bedeldi. İçine artıklarının bindiği şeydi yüreği. Ne ilaçlar taşıyabildi ne de oksijen tüpleri. Dayanmak bildi, ayakta durmak bildi ama ileri gidemedi daha fazla. Ayakları yaşamaya değilde ölüme gitti geri geri. Yaşadığı kadar elinden tek bir iyilik gelmeyen cihanşah, aksine elinden geldiğince kötülük yapan zalimin teki bir adam olmuştu. Masumun canını almış, ahını almış, ülkesini satmış hain olmuş, şerefini gururunu magazinlerle Erkuran adı altında duyuran ama aslında şerefi iki paralık bir adamdı. Evlatlarına çektirdiği eziyet kalmamıştı.

 

Karısını...

 

Biricik karısını kendi elleriyle öldürüp, gömmüştü. Şerefi ve gururu uğruna...
İllegal işler yakın dostuna bile onu düşman ederken, savaş açmaya yer aradı. Dünya malına doymadı. Daha çok isteyip, açgözlü davrandı. Düşmanı can aldı, o iki katı can aldı. Masumun hakkını elde edip, ona faizle geri sattı. Ailesine disiplin öğreten, şeref yoksunu biri iken, karısını sırf düşmanına taraf oldu diye öldürdü. Bedenini gömüp, cenaze namazı kıldırdı.

 

Üstelik çok seviyorken...

 

Yıllarca sordu kendine; seven sevdiğini öldürür. Öldürürde gömer... Ben neden öldürmeden gömdüm?
C


evabını aramaktan çok, sorunun cevabını bulduğunu sandı. Leyla ile evlendi. Leyla...

Öldürdüğü karısının kız kardeşi...

İhanet miydi? Yoksa sorduğu sorunun cevabını bulmaktan sıkılıp yanlışlarla avutmak mı kendini?
Onun için doğruydu. Leyla en doğru karardı, onun için. Öldürdüğü karısının öldüğünü binbir türlü yalan ile saklarken herkesten, kendini de inandırmaya çalıştı bu yalanlara.
Bazen unuttu bazen duymazlıktan geldi bazende içine attı. Ve en sonunda bu hâle geldi.

İçinde ki kalbi ölü, bedeni tazeydi. Bedeli ödenecek olan ahların çıkması ancak o ölünce yerine gelirdi. Ölüm kalım mücadelesi verdiği şu günlerde Leyla sadece hastaneye gelip gidiyordu. Hastanenin kapısından ayrılmayan magazin muhabirleri dakikası dakikasına bilgi almaya çalışıyorlardı. Cevahir arada birde gelip babasını kontrol edip tekrardan gidiyordu. Fahir sürekli hastanedeydi. Karısı Asude ise Leyla'nın yanında kalıp ona destek olmaya çalışıyordu lakin nafileydi. Leyla her türlü desteğine hiçbir cevapta bulunmuyordu. Üzülmüyordu, ağlamıyordu, Cihanşah ölse umurunda bile olmazdı. Onun için önemli olan, cihanşah öldükten sonra oğlunun ve torunlarının onu kapı önüne bırakmasıydı. Korktuğu şeyin başına gelmesinden dolayı endişe ediyordu.

Onunla evlendikten sonra elde ettiği bu şan ve şöhret dolu hayatı, o öldükten sonra kaybetmekten deli gibi korkuyordu. Oğluna okusun diye gönderdiği yüksek meblağların kesilmesinden, oğlunun eğitiminin yarım kalmasından korkuyordu. Zira gönderdiği özel kolejlerin meblağsı yüksekti. Ve bunu sadece Cihanşah sayesinde yapabiliyordu. Cevahir'in zerre-i misal sevmediği Leyla'nın defolması için babasının ölümünü bekliyordu o da. Annesi öldükten sonra yine evlenen babasına karşı sitem eden Cevahir, daha ölmemiş yatalak karısının üstüne başka bir kadınla evlenirken aslında babasından feyz almıştı. Babasının ona ettiklerinin aynısını çocuklarına yaşatırken, karısına aynı eziyeti ederken üstüne birde yatalak bırakırken, babasından ne çektiyse ne öğrendiyse onu harfiyen uygulamıştı. Çünkü ancak böyle babasının gözünde değer kazanabilirdi. Cihanşah elini masadan çektiğinde Cevahir masanın başına geçmişti. Yine masaya büyük meblağlarda bulunmuşken, diğerlerinin de yardımı ile bu masa ayakta kalmıştı. Yoksa Cevahir'in birşey bildiği ve yaptığı yoktu.

Kapı çaldığında, sürme çektiği kara gözlerini kapıya çevirdi.
"Gel!" Diye komut verdiğinde kapı ağır ağır açılmış ve süslü bir beden içeri doğru sürülmüştü. Leyla gördüğü bu silüet ile yüzü nefret dolu bir hal almıştı. Lakin bırak nefreti olduğu ortamda aynı oksijeni sokmaktan bile haz etmeyen biricik gelini demgüzar ve kızı Leman'dı.
Sanki günün anlam ve önemine dikkat ederek giydiği siyah elbiseler içinde yüzüne taktığı sahte ifade ile odanın girişinde belirmişti. Ardından içeri gelen Leman'ın ise yüz ifadesi hiçbir şey ifade etmiyordu. Beti benzi solmuş ve yorgun görünüyordu. Demgüzar yine her zamanki gibi formundaydı. Takıp takıştırmış gelmişti.

"Leyla hanım... Müsait misiniz?" Diye sordu sahte bir resmiyet içersinde. Leman elleri önünde bağlı ağır ağır annesinin arkasından yürüyordu. Leyla'dan çekiniyordu.
Zira önünde hürmet ettiği bir kadındı. Belki de Erkuran yalısında bir akbaba sürüsünün içinde ete dadanmayan tek insan oydu. Arada ona nasihat eden tek kadın, belki de bugüne kadar annesinin ettiği saçma sapan sözlerden daha mantıklı ve daha anlamlı konuşuyordu. Sözünün onda bir ederi vardı annesine nazaran.

"Hoşgeldin, Leman kızım." Demgüzar'ın sözüne kulak aşmamış sadece Leman'la iletişim kurmuştu. Bu da haliyle demgüzar'ın zoruna gitmişti. İçten içe kurulmuştu ve birkez daha bu kadına karşı kinle dolup taşmıştı.

"Hoşbulduk, efendim." Diye mütevazı bir şekilde cevap vermişti Leman.
"Geç otur şöyle." Diyerek deri koltukları işaret etmişti. Leman annesine baktığında, demgüzar sinirli bir tavırla bakmıştı ona. Gözleri ile koltukları işaret ettiğinde, Leman ağır adımlarla yürüyerek koltuklara geçmişti. Bir nevi yoğun bakım ünitesi gibi olan arada camlı bir duvarla kaplı olan iki odaya tekrar baktı Leyla.
"Görüyorum da üzgünsünüz. Cihanşah bey'in sizde yerinin bu kadar kıymetli olduğunu bilmiyordum." Dedi demgüzar, imalı bir tonda.

Leyla bakışlarını Cihanşah'tan koparıp demgüzar'a dikti. Söylediği sözlerin derin bir ima barındırdığını anlamıştı. Susmuş ve tekrar Cihanşah'a bakmıştı.
"Ölüm Allah'ın emri. Herkes birgün ölümü tadacaktır. Cihanşah'ta ölümü tatması gereken nefislerden biri."
Dediğinde, demgüzar'a baktı.
"Hepimiz gibi..." Dediğinde bu sefer onun sözlerinde derin bir ima gizliydi. Demgüzar'ın ince yay gibi kaşları havalandı. Dudağını büzerek başını ileri geri salladı.

"Elbette herkes ölümü tadacaktır. Önemli olan tadarken boğazda kalmamasıdır..." Sözüyle ölümden dönmekten söz ediyordu. Leyla bunu anlamış ve gülmüştü.
"Ecel bir kere kapıya dayandı mı alacağını almadan dönmez. Ölüm boğazında kalmışsa çıkarmasını değil yutmasını bileceksin. Kadere ihanet olmaz. Bedeli ağırdır..." Demişti. Leman bu sözlerin anlamının farkına varmadan duramıyordu. Annesinin ve Leyla'nın arasında ki bu çekişmenin imalı sözler ile yürüdüğünden bihaberdi. Zira anlamaya çalışmak zordu.

Demgüzar, yavaş yavaş yürüyerek cam duvarın önüne geldi ve camın arkasında bembeyaz yatağın içinde hareketsizce yatan kayın babasına baktı. Bugüne kadar nefret edip birkez hürmet etmediği kayın babası. Para herşeydi onun nezdinde. Para ve şöhret için ayıya dayı hesabı yapıyordu. Gerçi Cevahir varken buna
Gerek duymuyordu ama babasının karşısında tek kelime bile etmeye korkan bir adam olduğunun farkındaydı.

"Cihanşah Erkuran... Yıkılıyor." Dediğinde, Leyla garipsemişti. Bu söze karşılık biran düşündü. Haklı mıydı acaba? Cihanşah bu sefer yolun sonuna mı geliyordu? Yoksa ölüm boğazında mı kalmıştı? Ecel kapısından mı gitmiyordu.
"Erkuranlar... Düşman olacaklar." Dediğinde Leyla'ya baktı.
"Baba oğula, kardeş kardeşe düşecek." Dedi ardından. Leman'ın bakışları garipsedi söylenenleri. Annesinin söyledikleri sanki herşeyi biliyormuş gibi çıkıyordu ağzından. Leyla sessizdi. Bu kadının söyledikleri diline mühür vurmuştu. Cihanşah için söylenecek hiçbir şey yoktu çünkü o da biliyordu yorgun bir kalbe sahip bir adamın ölüm döşeğinden kalkmak için yeterli mecale sahip olmadığını. Bu yüzden susuyordu. Haklı olmasını kendine yediremediği kadının cümlelerini haklı buluyordu. Erkuranlar birbirine düşecekti. Kardeş kardeşe düşman, evlat anneye panter kesilecekti. Yalı denilen krallığın içinde savaşlar olacaktı. İhanetler, sırlar, kavgalar, ölümler ve gerçekler her gün yeniden doğacaktı. Çünkü Cihanşah Erkuran hastalığını öğrendiği gün, bütün herşeyini, varını yoğunu, hisselerinin tamamını ve kontrolü onda olan herşeyi tek bir kişiye bırakmıştı. Sadece tek bir isim...

Onu daha çok yenilmez yapacak olan bu yetkilerin tek sahibini cihanşah o gün belirlemişti.

"Cihanşah daha ölmedi. Sadece savaşıyor. Bunun da üstesinden gelecektir." Dedi Leyla. Fakat bu dediğine kendisi bile inanamıyordu. İnancını yitirmişti. Demgüzar güldü. Tahmin ettiği cevabı vermişti Leyla.
"Baksana kocana..." Dedi cam duvarın ardında yatan hareketsiz bedeni işaret ederek. Leyla o yöne baktı. Kocasına... Gözleri yüzünde gezindi. Soluk ve bembeyaz teni ölümün habercisiydi.
"Sencede cihanşah tekrar ayaklanabilir mi?" Diye sordu demgüzar. Leyla'nın kaşları çatık bir hal aldı. Leman ise pür dikkat onları izliyordu.

"Yeniden Erkuranlar'ın başına geçebilecek gücü bulabilir mi?" Leyla cevap vermedi.

"Bulamaz..." Diye yanıtladı kendi sorusunu demgüzar. Leyla'nın bakışları ondan taraf çevrildi. Onun bu haliyle dalga geçen demgüzar'ın keyifle kurulan yüzüne baktı. Mutluydu. Birşeyden emindi ki mutluydu diye düşündü. Cihanşah'ın ölümü dört gözle bekliyordu. Çünkü kocası Cevahir'in babası öldükten sonra herşeyine sahip tek varis olacağından emindi. Kızının ise belirli bir hisseye sahip olacağından mutluydu. Bütün bunların gerçekleşmesi için tek birşeyin gerçekleşmesi lazımdı. Tek bir ölüm demgüzar için şahlanıştı.

"Seni neden bu kadar ilgilendiriyor? Söylesene demgüzar, kocanın herşeyin sahibi olacağı için mi bu kadar keyiflisin?" Dedi Leyla. Amacını daha en başından bildiği bu kadının birazdan ağzından çıkacak her kelimesinin sahte ve yalancı bir samimiyetle çıkacağından emindi. Bu yüzden hazırdı her yalan temelin üstüne kurulmuş cümlelere.
"Biliyorsun, benim için önemli sadece para ve şöhret değil Leyla hanım. Sandığınız kadar şöhret manyağı değilim. Evlatlarıma iyi bir gelecek sunmak için," dediğinde cümlesini yarıda kesip Leman'a baktı. Sahte bir tebessüm sergileyip,
"Önce benim geleceğimin iyi olması gerekir." Dedi. Bu dediğine bıyık altı gülen bu sefer Leyla oldu.

Demgüzar bundan rahatsız olmuş fakat duruşundan ödün vermemek adına bozuntuya vermemişti.
"Parayla kurulan sahte bir gelecek bırakıyorsun çocuklarına, demgüzar. Temeli yalanlar ve ihanetlerle dolu bir gelecek..." Dediğinde Leman'ın irkildi. Kaşları çatık bir hal aldı. Demgüzar, birşeyler ima etmeye çalışan bu kadının sözlerine karşı endişe etmeye başladı. Dilinin altına sakladığı baklayı kusmak istercesine konuşuyordu. Ve bu Leman'ın dikkatinden kaçmamıştı. Zeki kızdı Leman. Dikkat konusunda ustalaşmış biriydi. Sözler ve tonlarına dikkat ederdi. Annesinin birşeyler sakladığını şuan öğrenmişti. Yıllardır sadece annesinin cümlelerine inanmış ya da inanmış gibi yapmıştı. Çoğuna inanmakta zorluk çekmişti. Annelerin sözleri her zaman gerçektir derdi. Ama demgüzar bir anne olmasına rağmen öyle değildi. Yalancı, sahtekâr, anne olmak nedir bilmeyen, şöhret manyağı, gaddar bir kadındı. Eğer öyle olmasaydı neden 5 yaşındaki oğlunu terk edip bir adama kaçsın ki? Demgüzar sandığından çok daha kötü bir kadındı. Zorluklara katlanmak yerine kolay olanı seçen biriydi. Peşinden binbir hayat sürükleyen, kendinden başka kimseyi kullanmayan, menfaatleri için herkesi ailesini bile satabilecek biriydi.

Demgüzar acımasızdı. Kalp kırmakla yetinmeyen üstüne benzin döküp yakan merhametsizin tekiydi. Anne olmak ona bahşedilmiş olsa da anne olmayı bilmeyen bir kadındı. O hiçbir şeyi hak etmiyordu. Kızını bile menfaati doğrultusunda büyüten ve kullanan bir anneydi. Demgüzar doğururdu, anne oldurdu evet ama kendi için. Anne olmak değilde evlatlarını bir çakıl taşı gibi görüp üstlerine basa basa yükselmek için kullanırdı. Demgüzar kötüydü ama farkına varmak istemeyen biriydi. Kendi yüzleşmeye korkardı.

Ve Leman, onu peşinden sürükleye sürükleye götürdüğü, yakında üstüne bir çakıl taşı gibi basıp ezeceği kızıydı.
Sadece yaşaması ve kendine bağlayıp herkesten önce kendine yakın durması için büyütüyordu.
Leman susardı o konuşurdu. Leman üzülürdü, o azarlardı. Leman ağlardı, o gözyaşına gözyaşı katardı.
Leman düşerdi, demgüzar üstüne basıp geçerdi. Ama herşeye rağmen Leman ona yine de anne demeyi bildi. Demgüzar ise buydu. Susmayı kendine karşı bir emir haline getirmiş bir kadındı.

Leyla'nın söylediklerine karşı tek bir kelime etmeyen demgüzar, seslice bir nefes alıp verdi. Leman'a bakıp, gitmeleri için işaret verdi. Leman aldığı işaretle ayaklandı ve kapıya doğru yürüdü.
"Size tekrardan geçmiş olsun Leyla hanım. Umarım dediğiniz gibi olur. Cihanşah bey biran önce ayaklanır yoksa ortada parayla kurulacak geleceklerden çok o gelecekleri yaşayacak sahte hayatlar kalmayacak..." Diyip ağır adımlarla kapıya yürüdü. Kapıyı açıp çıktığında Leman kapının önünde onu bekliyordu. Mütevazı bir duruşla çekingen bir tavır sergilemişti. Demgüzar ise kapıyı kapattığı an seslice bir nefes vermiş ve göz kapaklarını indirmişti. Gözlerini tekrar açtığında Leman'a baktı. Sinirle ve öfkeyle sıkıca tuttu kolunu. Tırnakları Leman'ın bedenine batarken, daha çok batırdı etine. Leman ise sessiz bir iniltiden başka hiçbir tepki veremedi. Buna bile öfkelendi demgüzar.

"Sana daha kaç kere söylemem gerek, o kadınla herhangi bir iletişimin olmayacak diye?!" Sessiz bir öfke ile sınırını kusmuştu Leman'ın yüzüne.
"S-sadece selamını aldım. B-başka h-hiçbir iletişim-mim olmadı. Sende gördün." Dedi. Korkarak cevap verdiği annesinin acımasızca kolunu sıkmaya devam etmesi daha çok canını yakıyordu. Ama karşı koymaktan ödü kopuyordu.
"Cevap vermeyi de öğrenmiş benim pısırık kızım. Kim öğretti sana konuşmayı?! Leyla mı? Çınar mı? Yoksa o arkadaşlık kurduğun hizmetçi parçası Gülşan mı?"

Sustu. Cevap vermedi Leman. Annesinin bu aşağılayıcı kelimelerine karşı susmak ona daha kolay geliyordu çünkü cevap vermeyi bilmiyordu.
Korkuyordu. Aşağılanmaya alışmış birisi olarak bildiği en iyi şeyi yapıyordu. Susuyordu.

"Yürü! Çık dışarı! Arabaya bin ve beni bekle! Zırlamayı da kes! Kapının önünde magazinciler bekliyordur ben gelmeden tek bir kelime etme. Zorlarlarsa da korumadan yardım al arabaya bin..." Demişti. Leman suskun ve gözyaşları içinde hiçbir şey söylememişti.

"Duydun mu beni?!"

"D-duydum." Dedi ürkekçe. Ve gitti. Demgüzar ise derin bir nefes alarak,
"Gerizekalı." Demişti ardından Leman'a. Çıkışın olduğu yönün tersine doğru gittiğinde başka bir koridora sapmıştı. Merdivenleri hızla çıktığında sağ tarafa yürümeye başlamıştı. Topuklu ayakkabılarının çıkardığı tok ses bomboş koridoru doldurmuştu. Bir kapının önünde durduğunda etrafına iyice baktı. Kimsenin olmadığına emin olduğunda odaya girdi. İçeri girdiğinde masasında oturmuş olan orta yaşlarda kilolu ve gözlüklü olan adama baktı. Bilgisayarında işlemler yapan doktor, demgüzar'ın geldiğini görünce ayaklandı. Demgüzar içeri girip masanın önünde bulunan sandalyelerden herhangi birine oturdu. Doktor ise o oturduğu an tekrar oturmuştu yerine.

"Hoşgeldiniz demgüzar hanım." Demişti. Demgüzar başını usulca eğmişti.
"Cihanşah Bey'in durumunda bir değişiklik var mı?" Diye sordu. Doktor masasında ki belgelere baktı ve inceledi.
"Durumu gittikçe kötüye gidiyor. İstediğiniz gibi..." Demişti. Demgüzar gülerek başını sallamıştı.
"Güzel. İlaçlar işe yarıyor demek. Kaç doz daha verilirse işi biter?" Diye sorduğunda, doktor düşünmüştü.
"Kalbi zaten hasta olduğu için 3. Dozda ölür." Demişti. Bu sözlerine karşılık demgüzar çantasından bir zarf çıkarıp doktorun önüne atmıştı.
Doktorun gözleri önünde ki zarfa çevrildi. Zarfı alıp içine çekingen bir tavırla baktığında sayamayacağı kadar çok para olduğunu görmüştü.

"Burda tam 1 milyon dolar var. Seninle zaten doz başı 1 milyon dolar olarak anlaşmıştık. Kalan dozları da uygularsan paranın devamı gelecektir." Dediğinde, doktor tereddütte kalmıştı. Paranın miktarı fazlaydı ama işi bir hayli zordu. Cihanşah Erkuran'ı öldürmenin sonuçları da bedeli de ağırdı.

"Yapamam demgüzar hanım. Öğrenirlerse öldürürler beni." Demişti. Korkakça davranan bu adama karşı gülmüştü demgüzar.
"1. Dozu uygularken korkmuyordun ama doktor. Paranın cazibesi de mi seni etkilemedi? O zaman geriye yapılacak tek şey kalıyor." Demişti. Doktor anlamamıştı.
"Eğer diğer dozları da uygulamazsan seni kendi ellerimle atarım onların önüne." Demişti. Doktor korkarak başını olumsuz anlamda sallamıştı.
"Y-yapamazsınız. Sizde deşifre olursunuz. Sizide öldürürler."

"Nereden bilecekler benim yaptırdığımı?"

"Eğer öyle birşey yaparsınız sizide beraberimde yakarım. Sizde ölürsünüz." Demişti doktor korkak ve ürkek bir ses tonuyla. Demgüzar gülmüş ve başını tekrar sağa sola sallamıştı.
"Sence sana mı inanırlar yoksa bana mı? Ha eğer böyle birşeyin girişiminde bulunursan zaten onlara bırakmam seni ben öldürürüm. O yüzden her türlü kaçışı olmayan bir yola girdin doktor. Dozları uygula, paranı al ve defol git bu ülkeden. Sessizce... Kimse bilmeyecek sadece sen ve ben..."

Doktor korkak bir tavırla düşünmüştü. Kan ter içinde kalmıştı. Tereddütte de kalamazdı. Sadece kabul etmek zorundaydı.

"T-tamam. Kabul ediyorum. Fakat kaçmama siz yardım edeceksiniz."

"Anlaştık. Dozları biran önce uygula. Gerisi gelir..." Demiş ve ayağa kalkmıştı. Kapıya doğru yönelip çıkmıştı.

>DİYARBAKIR/ BAYIRLI<

 

Aheste

 

Gözümü kapatıp bir daha açmamak istiyorum ama ölümden korkuyorum.
Bir daha açmak istesem dünyadan korkuyorum.
Uyuyup uyanmak götürmüyor yorgunluğumu. Yemek içmek bile istemiyorum, iştah denen şeyin zerresi kalmadı içimde. Sessizlik daha gürültülü geliyor bana. İnsanlar sussa düşüncelerim, düşüncelerim sussa insanlar bağırıyor. Kulaklarım çınlıyor her iki türlü de.


Kimse dokunmasın istiyorum tenime. Kimse tutmasın elimi, bakmasın gözlerime, konuşmasın benimle. Çünkü utanıyorum. Başkasından çok kendimden utanıyorum. Başkasından çok ben nefret ediyorum kendimden.
Ne sevmeyi hatırlıyorum ne de sevilmeyi.
Biri elini uzatsa tutmayı bilmem. Tutsam bile bırakmak aklımdan çıkmaz. Ben böyle bir insandım. Daha önce değil çok sonra oldu. Hayatıma cehennemler girdi, yangınlar her bir can parçamı yakıp kül ettikten sonra oldu bütün bunlar.

Kim görse, eskiden gülen gözlerimden yaşların eksik olmadığını söylüyor. Buna gülerek cevap veriyorum ama sonra hatırlayınca o sözleri, ağlıyorum. Yanıp kül oldum. Küllerimden doğmak istedim, küllere bile acır oldum. Seni doğuran kadın bile sönmüş, ölü bir toprak olmuşken siyah küller nasıl doğrusun? Dedim kendi kendime. Herkes bana acımaya başladı ben kendime acımayı unutmuşken. Kendi menfaatimden çok başkasının menfaatini düşündüm.
Düşünüp durdum. Herkes için birşey yaptım, kendime bir faydam dokunmadı. Belkide kendime vermediğim değer yüzünden bu hâle geldim.

Benim sadece birşeye ihtiyacım vardı belkide. Sıcak, içten, sıkı bir sarılma. Huzur versin, güven versin, gerekirse hayat versindi bana. Ama sarılınca korkmadan gözlerimi kapatabileceğim bir beden olsun. Kolları bana dokununca ürkütmesin beni. Nefesini duyunca ısınayım. Kulağımı göğsüne koyunca duyacağım tek şey kalp atışı olsun.

Çok mu şey istiyordum? Bu bile bana fazla mıydı?

Naciye denen kadın rüyamı yorumladığında anlam veremediğim herşeyi anlamlandırmıştı. Hançer ihanetti, tutan ise şimal'di.
Zincirler esaretti, tutan ise çınar'dı.
Ellerim... Candı, tutan ise canan mıydı? Yoksa o muydu?
Adı aklımda kırk takla atan birtek oydu.
Zaten herşey açık açık ortadaydı. Elini uzatıp bana, bana güven ve elimi tut. Diyende oydu. Adında açık açık ay vardı. Oydu işte. Kokusu Okyanusu andırıyordu. Soludukça huzur buluyordum nedensizce. Oydu işte. Apaçık oydu.

Aytekin'di. Esaretten çıkış kapım, kaçış yolum, kurtarıcım... Adını her ne koyarsam koyayım oydu. Aytekin'di bana yardım edecek olan. Artık emin olmuştum. Sadece güveniyor muydum ona? Bilmiyordum.

Yarım saattir geldiğimiz yolu yürüyorduk. Mehru ve Kübra önde, hatun teyze ve Zerda yanımda yürüyordu. Sessizdik hepimizde. Sanki herkes benim konuşmamı bekliyormuş gibi susuyordu. Ve bende susuyordum.

"Şimdi daha iyi misin?" Diye sordu Zerda.
"İyiyim." Dedim kısık bir tonda.
"İstersen birşeyler yedikten sonra uyu biraz. Yorgun görünüyorsun."

"Yok, hayır iyiyim. Aç değilim hem. Sadece babamı görmek istiyorum."
Demiştim.
"Babanın yanına mı gidicen gızım?"
Diye sormuştu hatun teyze. Başımı usulca olumlu anlamda salladım.
"Uzun zaman oldu onu görmedim. Ziyaret etmek istiyorum."

"Bende seninle karakola kadar geleyim istersen."

"Yok hayır. Ben kendim giderim. Siz eve geçin. Ben uğrayıp geleceğim." Dediğimde, yol ayrımına gelmiştik.
"Tamam o zaman dikkat et kendine."
Diyip gitmişti Kübra. Yolda tek başıma yürümeye başladığımda köyün sakinleri karanlık çökmek üzere iken evlerine dağılmıştılar. Kimse yoktu karanlık yolda benden başka.

Yürümeye başladım sessiz ve sakince. Gözlerim karakolun ışıklarıyla aydınlanan yolun gittiği yönü izliyordu. Köyün girişi kapanmıştı.
Karakolun girişine yaklaştığımda kapıda ki askerlerden biri tanıdıktı. Üstümü arayıp meyve bıçağına rastlayan askerdi. Beni görünce yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.

"Hoşgeldin bacım."

"Hoşbulduk." Dediğimde kapıyı açmıştılar. Başımı usulca sallayıp tebessümle içeri girdim. Karakolun uzun duvarlı koridorlarını aşarak piste ulaşmıştım. Timin bugün kullandığı araç oradaydı. Ön tamponu gitmişti. Güldüm kendimce. Giriş kapısına geldiğimde bahçede birkaç asker oturmuş koyu bir sohbete tutuşmuştu. Kalabalık olduklarından kim olduklarını ayırt edemiyordum. Ama içlerinden biri ismimi bağırınca durdum.

Arkamı döndüğümde bana doğru gelen kişi Şahin'di.

Hemen önümde durduğunda, nefes nefese konuşmuştu.
"Nereye böyle? Dalgın dalgın." Diye sorduğunda, gülmüştüm.
"Belli oluyor mu o kadar? Farkında değilim inan."

"Komutanımı mı arıyordun?"

"Yok onu değil babamın yanına gidecektim."

"Bende zaten Erdem albay'dan bahsediyordum."
Duraksadım. Babamda onların komutanıydı. Afalladım biran.
"Ha... İyi. Bende onun yanına gidiyordum zaten." Elimle karakolu işaret ederek konuşmuştum. Şahin'in kaşları çatık bir hal alınca, bende olan değişikliği farketmiş olmalıydı.
"Anladım. O zaman ben sana eşlik edeyim istersen? Fazla dalgın gibisin."

"Y-yok ben kendim giderim. Sadece aklıma birşey takıldı o kadar."

"Yardımcı olabileceğim bir konuysa söyle lütfen."

"Aslında ben bunu senin yüzbaşı olan komutanına sorsam daha iyi olur. O nerede?"

"Talim atışı odasında olacaktı. Sonra da spor salonuna geçer büyük ihtimalle."

"Sağol. Ben bulurum." Diyip merdivenleri çıktım. Girişe doğru ağır adımlarla yürürken, hazır gelmişken onu da görüp birkaç şeyde emin olmak istedim. Sürekli onu görmek bazı şeyler hakkında emin olamama sebep olabilirdi.
Karakolun girişine geldiğimde birkaç askerden başka kimse yoktu. Babamın odasının olduğu yöne doğru yürüdüm. Tekrar önüme çıkan merdiveni çıkıp babamın odasının olduğu tarafa yürüdüm.
Ellerim pantolonumun cebinde iken üşüdüğümü farkettim.

Babamın odasına yaklaştığımda bana doğru gelen kişi bu sefer Osman denen askerdi. Köye geldiğim ilk gün ters ters cevap veren askerdi.
"Ha... Osman! Babam odasında mı?"

"Önemli bir telefon görüşmesi yapıyor. Odasında değil operasyon odasında olacak büyük ihtimalle." Dediğinde, başımı salladım.
"Hmm... Anladım. Peki talim atış odasıyla spor salonu ne tarafta?"

"Her ikiside alt katta. Sol koridoru dönünce göreceksin." Demişti.
"Anladım. Tamam sağol." Demiş ve bahsettiği yere gitmiştim. Alt kata tekrar çıktığım merdivenleri inerek gittim. Sol koridoru geçerek karşıma çıkan talim atış odası ve spor salonuna baktım. İlk talim atış odasına bakmak istedim. Ama ayaklarım durdu. Kalbim elimde atıyormuş gibi hızlanmıştı.

Nefes alışverişlerim hızlandı. İçerden gelen silah sesleri ile orada olduğuna emin olmuştum. Seslice bir nefes alıp verdim ve içeri girmek için kapıyı çaldım. Lise de bile sınıf defterlerini toplamak için çaldığım sınıf kapısında bu kadar gerilim yaşamamıştım.
İçerden gelen gir komutu ile kapıyı yavaşça açtım. İçeri girdiğimde, arkası dönük talim atışı yapan Aytekin'i ve onun yanında silahını ayarlayan Teoman'la karşılaştım.

"Aheste, bacım... Hoşgeldin." Demişti. Sanki beni hissetmiş gibi bana bakan Aytekin'in, kara gözlerinde boğuldum.
"Hoşbulduk Teoman. Kolay gelsin bu arada." Dediğimde, bana aldırış etmeden atışlara devam etti.
"Sağolasın. Sen niye geldin? Hayırdır bu saatte?" Diye sorduğunda, gözlerim ister istemez onun bedenine kayıyordu.

Gözlerim tekrar Teoman'a baktığında,
"B-ben babamı görmeye gelmiştim. Ama önemli bir görüşmesi varmış. Şahin burda olduğunuzu söyleyince gelmek istedim. Bir mahsuru varsa gidebilirim." Dediğimde Teoman gülerek,
"Yok bacım ne mahsuru."

"Komutanının bana olan öfkesi hala dinmemiş gibi. Baksana yüzüme bile bakmıyor."

"Sen hiç yerle bir etmeden dinen fırtına gördün mü?"

"Hayır da ne alakası var?"

"Komutanımın öfkesi de öyle işte. Yerle bir etmeden dinmek nedir bilmez." Demişti kısık sesle.
Afalladım. Öfkesi beni yerle bir edip sonra mı dinecekti?

"Nasıl yani? Beni yerle bir edip sonra mı içi rahatlayacak?"

"Öyle birşey işte. Ama albayın kızı olduğun için sana torpil geçebilir."

"Albayınızın kızı olmamı geçtim kadın olmam da mı birşey ifade etmiyor. KUSURA BAKMASIN DA BEN O HER GÜN TERÖRİST DİYE GÖRÜP DAVAR YUMRUKLARINI İNDİRDİĞİ KUM TORBALARINA BENZEMEM! PATLAYANA KADAR DÖVEMEZ BENİ!" Sesimi bilerek gür çıkardığımda işe yaramıştı. Dikkatini üstüme çekmiştim. Taktığı kulakları çıkarıp Teoman'a baktı.

"Bunu kim içeri aldı?!"

"Benim bir adım var yalnız!"

"Lüzumu yok sonuçta bir varlıksın." Dedi. Zoruma çok fena gitmişti.

"Komutanım herhangi bir zararı yok."

"Bozkuş dışarı!" Dediğinde, Teoman elini alnına dayayıp yüksek sesle,
"Emredersiniz komutanım!" Diye diyerek çıkmıştı odadan. Kapıyı kapatmadan önce bana son kez eyvah dercesine hareket yaptığında korkmuştum. Bu adamın beni talim atışında kullandığı hedef tahtası yapmasına az kalmıştı. Açıkçası kaçmak için geç değildi.

Kara gözlerinden ateş püskürüyordu etrafa. Abartma aheste. O kadarda değil dedim kendi kendime. Ama öyleydi. Gözleri ateş saçıyordu.
Elindeki silahın kabzasına yeni kurşun takarken gayet sertti. Korkuyordum beni o silahla delik deşik edebilecek bir öfke evresindeydi şuan.

"T-tamam... B-ben buraya uzlaşmaya geldim. Amacım tamamen barışı sağlamak. Amacımı belli edecek beyaz bir bayrağım olmasa da sonuçta önemli olanın niyet olduğuna inanarak buradayım, yüzbaşı."

Konuşmadı. Sustu. Yine bu suskunluk sinirimi bozmuştu. Silaha yeni kurşunu sürüp kulaklığı geri taktı. Sesimi duymasının mümkünatı yoktu.
Hedef tahtasını nişan aldığında üst üste tetiğe bastı. Silahın sesi boş odada yankı yaparak kulaklarımı çınlatmıştı. Elimle kulaklarımı kapattım. Gözlerim sadece silahı acımasızca kullanan bu gaddar adamdaydı. Yan profilinde gezindi gözlerim. Sert bir çehresi vardı. Karakterini yansıtan türden. Gözleri keskin ve karaydı. Kalbim, her zerresini incelerken göğüs kafesime sertçe çarpıyordu. Nefes alışverişlerim hızlanmıştı. Göğsüm hızla inip kalkarken, daha şiddetlenmesine sebep olan şey bana dönen gözleri olmuştu.

Kulaklığı çıkarıp, silahı masaya bıraktı. Hedefi kontrol eden düğme ile kendine yakınlaştırmaya başlamıştı.
Hedefi incelediğimde tam 12'yi defalarca vurup derin bir delik bırakmıştı. Gözüm mü korkmuştu benim? Yoksa sadece mesleği gereği bu kadar profesyonel olan bir askerin işi beni etkilemiş miydi?
Yok canım daha neler? Ben ve egoist birinden etkilenmek...

"Düşmanlarının işi zor." Demiştim. Utançtan yerin dibine girecektim birazdan. Zira gözlerine bile bakmaya utandığım bu adamla iletişim kurmaya çalışıyordum.
Üstelik iletişim denen şeyi bilmeyen ve mağarasının en kuytu köşesinde bulunan bir ayıyla.
Evet gerçekten ayıydı. Hem fiziksel olarak hem de kişisel bakımdan.

Yine cevap vermedi her zaman ki gibi. İnadım inattı. Bu adamın dilini çözecektim.
"Bende deneyebilir miyim?"

"Silahı mı?"

"Evet. Niye şaşırdın?"

Gözleri ile utanmama sebep olan o muhteşem süzme hareketini sergiledi. Ve evet utandım.
"Uğraştırma beni albayın kızı. Eline yakışan şeyler ile oyna."

Elime yakışan şeylerden kastı neydi? Benim elime herşey yakışırdı.
"Elime yakışmayan ne?"

"Mesela ateş... Ateşle oynuyorsun."

"Alt tarafı bir silah. Hem acemiliğimden korkup seni vurmamdan endişe ediyorsan söyle." Ne yapıyorsun aheste? Koskoca özel eğitimli türk askerine benden korkuyorsun diyorsun. Keçileri iyice kaçırdın.
Dudağını aşağı doğru büzdü. Öyle mi? dercesine.

"Benim ateşten kastım silah değildi. Hem eli kalem ve enstrümandan başka birşey tutmayan acemi bir kadından korkmamı sana düşündüren ne? Ordan bakınca çok mu korkak birine benziyorum?"

Ateşten kastı silah değil... Ne peki? Ne ne ne? Ateşten kastın ne? Açıkça konuşsana be adam! Hep imalar, gizemli cümleler, dilin altına saklanan baklalar... Hiç konuşmuyor, konuşsa bile imalı cümleler kuruyor.

"Elimin kalem ve enstrümandan başka birşey tutmadığını sana düşündüren ne?"

Sorusuna soru ile karşılık vermemi beklemiyor olacaktı ki afalladı. Ama çok geçmeden toparladı.
"Öğretmen değil misin?"

"Evet. Ama öğretmen olmam elimin silah tutmayacağı anlamına gelmez."

"Tekrar söylüyorum, beni uğraştırma albayın kızı." Beni kovuyor muydu o?
Nasıl yani?
Basbayağı kovuluyorum. Neydi bu şimdi? Çocuk muyum ben? İradem ve düşünme yetim var Allah için. Ama böyle egoist bir adamın iğrenç tavırları altında ezilmek için değildi.
Öfkeyle kalkan göğsümün ateşi gözlerime ve tenime yakıcı bir his bırakmıştı. Saç köklerimin uyuştuğunu hissettim. Gözlerimi kapadım ve açtım. Adam beni umursamadan hâlâ aynı rahatlıkla silahına davranmış ve atış yapmaya devam ediyordu. Şeytan diyor ki al elindeki silahı sık kafasına.

Yok başıboş bir kadınmışım, yok sakarmışım, yok elim kalemden başka birşey tutmazmış, yok uğraştırıyormuşum... Yok ya!
Önce gel elini uzat sonra soğuk yap. Ne bu şimdi? Tripkolik erkek havası mı.

Masaya doğru ilerleyip elime aldığım herhangi bir silahla hedefin karşısına geçtim. Kulaklık bile takmadan bana uzak olmayan hedefe üst üste ateş etmeye başladım. Sadece salise atış hızı ile hedefi bulup bulmadığımı bilmeden sıktım kurşunları. Benim bu yaptığımı farketmiş miydi bilmiyorum. Kurşunların bittiğini silahtan gelen tık sesi ile anlamıştım. Sıkmayı bıraktım. Hedefi kendime doğru çekmek için sinirle butonu aradım. Masanın alt tarafında kırmızı bir buton bulup bastım. Hedef yavaş yavaş yaklaştı. Yaklaştıkça hedefin delik deşik olan bölümlerini görüyordum. Tam 12'yi bulmasam bile yakın yerlere nişan almayı başarmıştım.

Kafamı ona çevirdiğimde bana çoktandır baktığını gördüm. Hiçbir ifade yoktu gözlerinde. Ne şaşırmış ne de etkilenmişti. Sadece düz bakışlarla bana bakıyordu. Niye bu kadar zorsun? Dedim kendi kendime.
Seni anlayabilmek niye zor geliyor bana?

Öfkem aklıma geldi keskin bir his ile. Beynime dank etti adeta.
Kurşunu bitmiş silahı sertçe göğsüne çarptım.
Silahı tuttuğunda ise yine aynı ifade vardı gözlerinde.
Kıvırcık saçlarım sıcaktan enseme yapışırken, yüzümün ne halde olduğunu bilmiyordum.

"Beni iyi dinle yüzbaşı. Seninle karşılaştığımız günden beri sürekli beni bir küçümseme ya da aşağılama girişiminde bulunuyorsun. Albayının kızı olmam bir kenara kadın olmam bile senin için bir engel değilken, cümlelerin ağır ve yaralayıcı. Açık açık söylüyorum; zoruma gidiyor.
Ne söylediğin ya da kim olarak söylediğin umrumda değil. Sen beni hastanede uyardığın gün senin kim olduğunu bilmezken bile saygı duyup söylediklerini yerine getirdim. Etrafında dolanmamaya çalıştım. Seninle en ufak bir sohbetim bile olmadı. Taa ki sen lâyetelzelzel denen çayırda bana elini uzatıp sana güvenmemi isteyene kadar. Evet cevabım hayırdı. Yardım etmekti amacın biliyorum. Ve bende seninle bu konuyu konuşmak için buraya geldim..."

Nefes nefese kalmıştım. O ise beni pür dikkat dinlerken nefes nefese kalmamı umursamaz bir şekilde izlemişti. Katil olmama az kalmıştı.

"Bir kabus gördüm. Yaşadığım herşeyin kısa özeti olan azap dolu bir kabus..." Kaşları çatık bir hâl aldı. Söylediklerim burdan itibaren dikkatini çekmişti.

"Yaşadıkların?" Dediğinde gözlerimi kaçırdım. Yaşadıklarım...
Bazıları için sadece yaşanan ve bitendi. Benim için bitmeyen bir azap ve izi sonsuza dek kalacak olan derin bir yara.
"Düşündüklerinde, şüphe ettiklerinde herşeyde haklıydın. Sana öyle birşey yok dediğimde yalan söylüyordum. Çünkü korkuyordum..."

"Neyden?"
Diye sordu birden. Nefes alışverişlerim hızlandı. Kalp atışlarım sonumu getirecekti emindim.
"Güvenmekten, elini tutmaktan, ölümden... Herşeyden. En çokta... ondan."

"Kim? Kimden korkuyorsun? Biri seni ölümle mi tehdit ediyor?"

"Beni değil, birini öldürmekle." Dediğimde ellerim saçlarımın arasında kayboldu. Kıvırcık tutamlar yüzüme düştü.

Oda bana dar geliyordu. Nefesimi hissedemedim. Göğsüm sıkıştı. Kalbim sanki onca atışın ardından yoruldu.
Gözyaşlarım usulca akıp benden habersizce düştü.
Çıkmak istedim sadece. Buradan çıkmak ve nefes almak istedim.

"L-lâyetelzel-zel'e gidelim mi? B-ben nefes alamıyorum."
Dediğimde elini kolumda hissettim.
Bedenimi kendine çevirdiğinde yüzü görüş alanımdaydı. Keskin kara gözleri yüzümde gezinirken gözleri hiçbir şey anlamadığını belli ediyordu açıkça.

"İyi misin?" Diye sordu kalın ve tok sesiyle. Endişe vardı gözlerinde.
"Sadece gitmek istiyorum. Burdan, herkesten."
"Tamam." Dedi.
Kapıyı açıp gözlerime baktı. O an çok farklı hissettim. İçime doğan sıcacık bir his onu kendime yakın hissetmeme neden oldu. Dokunmak istedim. Daha çok bakmak istedim. Sarılmak... Belkide yara bere dolu bedenine bir kerecik olsun sarılıp doya doya ağlamak istedim.
Neden istedim bilmiyorum. Bu adamı niye kendime yabancı hissetmiyorum bilmiyorum. Niye ona güvenmek istiyorum bilmiyorum. Sadece istiyorum. Olsundu artık birşeyler. Zira sonucunda çıkacak hayal kırıklıkları beni üzmezdi artık.

Açtığı kapıdan çıktım. O da hemen ardımdan geldiğinde gözyaşlarımı sildim.
Hemen yan tarafımda yürüyordu. Karakolun çıkışına yürürken yüzüne bakmamak için gayret ediyordum. Hem bakmak istiyordum ama bir o kadarda utanıyordum. Çünkü ağladım. Zayıf ve çelimsiz bir kadın olarak görünüyordum gözünde. Bana belkide acıyordu. Ondan yardım etmek istiyordu.

Ya da söylediği gibi vicdan azabını dindirmek istiyordu. O hâlde niye hâlâ ondan yardım bekliyordum?
Bana karşı olan vicdan azabı neydi? Söylediği sözlerin telafisi miydi bu yardımlar?

Karakolun koridorunu yürüyerek giderken, karşımıza çıkan Osman olmuştu.
Bize doğru gelirken, bakışlarım Aytekin'e döndü.
"Komutanım, Erdem albayım sizi emretti."
Gözleri kısıldığında neler olduğunu tahmin etmeye çalışır bir hali vardı.
"Tamam Osman, geliyorum." Dedi. Osman asker selamı verip gittiğinde yine yalnız kalmıştık.
Yüzünü bana döndüğünde, mahçuptu sanki.

"Sorun yok gidebilirsin. Bende eve giderim zaten. Geç oldu."
Dediğimde, gitmeye yeltendim. Ve yeltenmekle kaldım. Eliyle kolumu tuttuğunda, kalbimin yerinden çıkacağını hissettim. Dokunduğu yerden başlayarak bütün vücuduma yayılan sanki büyük bir lav vardı. Ve yayıldığı yerleri yakıp kül ediyordu. Ben kül oluyordum...

Kolumu tuttuğu yerden bedenimi kendine çevirerek yüzümü görmeyi sağladı. Gözleri önce saçlarımda gezindi. Buklelerinden aşağı süzüldü kara gözleri. Sonra gözlerime baktı. Sol gözümün altında bulunan bene baktığına emindim. Her zerremde gezindi gözleri. Sonra ise sesli bir nefes verip göz bebeklerini gözlerime dikti. Bakmaya nedensizce doyamayacağım gözlerine saatlerce bakabilme fırsatı geçmişti ellerime.

Elini kolumdan çekip yavaşça omzuma koydu. Gözlerim eline kaydığında yüzümde yanan birşeyler hissettim. Kalbimin yerinden çıkmasına ramak kalmıştı. Tek bir dokunuşla daha önüme serilebilirdi kalbim.

"Her ne ise nefes almanı bile engelleyen," dedi. Kelimeleri seçemeyecek kadar durgundu aklım.
"Onu elbet anlatırsın bana albayın kızı. Ben sana yardım etmekten vazgeçmedim. Sen de bana güvenmekten vazgeçme." Gözlerim önce dudaklarında durdu. Daha sonra dudaklarından yukarı çıktı, gözlerine.
Elini omzumdan çekti. Dokunduğu yerin soğuduğunu hisettim. Yanan tenimin ateşi hâlâ cayır cayırken soğuyan tek yer orası olmuştu. Gözleriyle son kez bana bakar gibi baktıktan sonra gitmek üzere yürümüştü. Arkasını bakmadan gittiğinde, ben tek bir kelime etmeden öylece kalmıştım. Gözlerim yalnızca geniş omuz ve sırtında kalmıştı. Ağır ve büyük endamıyla yürürken, görüş alanımı engelleyen araya giren duvar olmuştu. Önüme döndüğümde, elim yavaşça dokunduğu omzuma gitmişti.

Kokusunu saatlerdir soluduğumu yeni farkettim. Genzime dolmuştu. Tanımıştı artık kokusunu beynim.
Alamayınca farkına varıyodu kokusunun.

"Fayansları güzel döşemişler ama. Şekli tahminimce kare. Sence?" Diye bir ses duyduğumda yanımda duran Osman'ın ne zamandan beri orada olduğunu bilmiyordum.
"Ha? Anlamadım." Kendime yeni yeni geliyordum. Ne dediğini henüz kavrayabilmiş değildim. Adamın teki gelip omzuma dokunur aklım yerle bir olurdu. Nedensizce...

Ya da nedenini bilmediğim için...

"Diyorum ki, saatlerdir aynı noktaya bakıp duruyorsun. Dedim herhalde şeklini anlamaya çalışıyor."

"Y-yok. Birşeyler düşünüyordum ondan dalmışım. Sen niye geldin?"

"Aytekin komutanım gönderdi. Seninle lojmana kadar eşlik etmemi söyledi." Dediğinde içimde bambaşka duyguların yer aldığını anladım. Karnımda bir ağrı vardı. Ne açıktı ne de hastalık.
Aklıma tek şey geldi.

Aşkın belirtisi miydi bu duygular?

"Yok canım ne alakası var? Yok yok..." Dedim kendi kendime. Yanımda duran Osman bana öylece bakıyorken,
Parmağını şakağıma dokundurttu.
"Ne yapıyorsun?" Dediğimde geri çekildim.
"Bayırlı'nın havası yaramıyor dedilerdi de inanmazdım." Dediğinde hiçbir şey anlamamış olmakla beraber gözlerimi devirdim.
"Nereye geliyorsan gel benimle. Ondan sonrası sen sağ ben selamet."

Önden yürümeye başladığımda Osman arkamdan geliyordu. Beraber karakoldan çıkmıştık.

🎶

 

Kolunda ki saate bakıp duruyordu Kübra. Köyün en karanlık köşesinde, gecenin bir saatinde ona mesajlar atıp duran çakır'la buluşacaktı. Nedeni neydi bilmiyordu. Gecenin bu saatinde onu göresi mi geldi ne? Diye düşünüyordu. Zaten çapkının teki olan bu adamla hiçbir işi olmazdı asla. Amacı belliydi ama taviz vermek Kübra'nın kitabında yer almazdı.
Rüzgar saçlarını savuruyorken, serinlemişti.

 

"Gerizekalı. Niye sürekli aynı hataya düşüyorsun. Amacı belli işte. Yüz verme ya da gerçeği söyle bitsin gitsin."
Demişti kendi kendine.

 

"Amacım neymiş?" Arkasını döndüğünde korkuyla bakmıştı zifiri karanlıkta ki bedene.
"Allah belanı vermesin! Niye sinsi sinsi geliyorsun?!"

 

"Nasıl gelseydim ya? Davul zurnaya ne dersin kızılcık marmelatı?"

 

"Ne saçmalıyorsun?!"

 

"Sen, biraz fazla gerginsin."

 

Kübra gözlerini devirip, sesli nefes verdi.
"Gerginsem gerginim, seni ne ilgilendirir?"

 

"Haşa. Benim ne haddime senin hakkında karar vermek. Ama sıkıntı stres iyi değildir. Doktor olan sensin. Bunu hiç düşünmedin mi?"

 

"Terzi kendi söküğünü dikemez. Diye birşey var bilir misin?"

 

Kollarını önünde buluşturmuş ve sinirle konuşmuştu. Rüzgar sert bir şekilde savururken saçlarını, çakır dikkatle izlemişti Kübra'yı.
Kübra ise çakır'ın gözlerine bakmış durmuştu. Çakır mavisi gözlerinden gözlerini alamamış bunun farkına yeni varmıştı.

 

"Çok güzelsin be kızım." Demişti birden. Kübra afalladığında, bu söze karşı heyecan kaplamıştı içini.
Aklına bu adamın çapkın biri olduğu gelince, daha kaç kıza bu kelimenin alasını kurduğunu düşündü.

 

"Yemezler!" Dedi gür bir sesle.
Çakır şaşırdı bu tepkiye. Genelde böyle iltifat edince aldığı cevaplar farklı oluyordu. Bu kızın verdiği cevap ilklerden olabilirdi.
"Neyi yemezler?"

 

"Yalanlarını! Yemezler. Hele ben, hiç yemem!"
Çakır gülmüştü. Kübra buna daha çok sinirlenmişti.
"Bana bak kadın manyağı sapık! Ben senin iltifat edip kandırdığın o kızlara hiç benzemem! İki iltifatla kandıramazsın beni!" Demişti birden. Çakır bir şeyleri anladığında neden bu kadar sinirli olduğunu da anlamıştı. Saatlerdir dilinin altında sakladığı bakla sonunda açığa çıkıyordu.

 

"Hangi kadınlardan bahsediyorsun? Asker adamız. Allah'ın dağında nereden bulacağız kadını?"

 

"Orasını bilemem! Bir şekilde yapıyorsun bu sporu! Kendi ağzınla söylüyorsun işte! Asker adamsın! Ne işin olur karıyla kızla!"
Çakır sesli bir şekilde gülmeye başlamıştı. Güldüğünde kendinden geçmiş olmalı ki Kübra'nın omzuna bir sille vurmuştu.
"B-ben..." Demiş kahkahalara boğulmuştu.

 

Kübra iyice zıvanadan çıkan Çakır'a sinirle bakmaya devam ediyordu.

 

"Gülmeyi bırakır mısın artık?! Beni buraya niye çağırdığını söyle de gideyim!"
Çakır gülmeyi kesmişti. Yavaş yavaş yüz ifadesi düzeliyordu.

 

"Seni görmek için sadece küçük bir yalandı. Ama değdi. Rüyamda neyi hayal edeceğimi gördüm en azından."

 

"Sapık mısın sen ya?! Neyi hayal ediyorsun?!"

 

"Söyledim ya, seni."
Kübra bu söze karşın çakır'a sert bir tokat atmıştı. Çakır'ın başı sağ tarafa döndüğünde Kübra seslice nefes alıp vermişti. Rüzgar hâlâ eserken sertçe, ortalığı sessizlik kaplamıştı.
Çakır öylece kalmış yüzü düşmüştü. Kübra ise sinirle inip kalkan göğsüne karşılık işaret parmağını uzatmıştı çakır'a.

 

"Bana bak oğlum! Ben senin ne oyuncağınım ne de oynadığın o kızlardan biriyim! Benimle uğraşma, muhatap bile olma! Son kez söylüyorum! Benim seninle hiçbir alakam yok!"

 

Arkasına bile bakmadan sinirle yürüyüp gitmişti lojmana doğru. Çakır hiçbir şey diyemeden öylece kalmıştı.


İlk defa böyle birşey yaşıyordu. Kadınlar genellikle onun etrafında pervane olurdu. Ama Kübra öyle değildi. Pervane olan Kübra değildi bu sefer. Çakır olmuştu. Zira artık girdiği iddiadan çok Kübra'yı kazanmak istiyordu.

"Çakır?!" Diye bir ses duymuştu. Arkasını döndüğünde iki beden gördü karanlıkta. Aheste ile Osman'dı bu.
Hemen önünde durduklarında,
"Ne işin burda bu saatte?!"

"Ee, işim vardı. Köyü bi kontrol etmemi istedi Aytekin komutanım."

"Komutanım, öyle birşey istediğine emin misiniz? Çünkü devriye gezen askerler vardı zaten. Size hacet duyduğunu sanmıyorum."

Çakır ne diyeceğini bilemedi. Osman yalanını alt üst etmeye çalışırken, onu dövme isteğiyle yanıp tutuşuyordu.
"Osman,"

"Emredin komutanım." Demişti Osman.

"Karakola dön kardeşim. Hadi. Sana ihtiyaçları vardır şimdi. Sensiz yapamıyorlar koçum hayde!"

"Emredersiniz komutanım!" Demişti. Ve arkasına bakmadan karakola doğru yol almıştı.
"Senin ne işin vardı bu saatte aheste bacım?!"

"Babamı görmeye gitmiştim, dönüşte Osman eşlik etti. O yüzden..."
Dediğinde, çakır başını saklanmıştı olumlu anlamda.
"Anladım." Dediğinde sesinde durgunluk vardı.
Yüzünden de belli oluyordu.
"Senin birşeyin mi var? Böyle bi durgunsun gibi?" Dediğinde, çakır afalladı.

"Yok bacım ne durgunluğu. Yorgunum sadece. Biraz dinlensem herşey düzelir gibi."

"Ne düzelir?"

"Ee, ben... Ben düzelirim." Lafını toparlamak zordu. Zira aheste'nin de dikkatinden kaçmamıştı.
"Çakır, birşey mi oldu? Neyin var?"
Çakır anlatıp anlatmamak arasında kalmıştı. Tereddütlü bir şekilde düşünürken, Kübra'nın ona karşı olan düşüncelerini belki aheste değiştirir diye düşündü.

"Kızılcık marmelatı..."

"Kızılcık marmelatı?"

"Kübra işte. Az önce konuştuk. Çok sinirliydi. Nedeni ne bilmiyorum. Ama galiba gerçek Çakır'ı öğrendi. Amacımı farklı sandı."

Aheste kaşlarını şaşırmış gibi hareket ettirdiğinde, zerda'nın söyledikleri aklına geldi.
"Açıkçası... Kübra senin birazcık, şu kadarcık, minnacık çapkın olduğunu öğrendi." Dediğinde, çakır güldü.

"Bari sen yapma aheste bacım. İnan o kadarcık çapkın olsam Kübra bana o kadar sert çıkışmazdı."

"Hmm... Madem o kadar çapkın olduğunu biliyorsun neden öyle değilmiş gibi davranıyorsun kıza? Bence sen hatayı en başından yapmışsın."

"Diyosun?"

"Diyorum. Kübra'yı böyle yıllardır tanımıyorum ama öylede tanınmayacak kadar zor bir kız değil. Mesela babasının erkek nefreti ona da geçmiş. Bilirsin ağalar kızlarını lavuklara vermez. Hele ki çapkın lavuklara..."

"Ayıp oluyor ama." Dediğinde, sesinde rica vardı.
Aheste omzunu silkti.
"Öylesin. Bir ağanın kızı ile değil sevgili olmak, flört etmek hatanın ta kendisidir."

"Niye? Ağanın kızı canavar mı? Kübra'ya bakılırsa, Angelina Jolie'ye bile taş çıkarır." Demişti. Yüzünde tebessüm ile.

"Ha birde beğendin? Valla Kübra güzel kız. Ama biraz ayı. Erkeklerle konuşmasını bilmez. Nasıl desem? Babası onun yanına erkek sinek bile yaklaştırmamış."

"Helal olsun. Baba dediğin böyle olmalı."

"Yürü git be ordan! Neresi güzel? Kızın kısmeti kapanmış, babası yüzünden! Seni de yaklaştırmasın da gör!"

"Allah korusun. Daha kızı çözemedim, babası da üstüne kurdele olmasın."

"Valla bu gidişle, Kübra kapalı bir kutuda kurdelenmiş bir hâlde başkasına sunulacak."

"Kime?! Hayatta izin vermem!"

"Babası ağa. Tanıdığı bir sürü Antepli Ağa'nın oğlu var. Verir birine bugün yarın."

"Kübra istemez ki. Yani aşık olamadığı biriyle evlenmek istemez. İstemez dimi? Kurbanın olayım bacım istemez de!"

"Valla bilemem. Babası zorlarsa kızın rızasının önemi kalmaz."

"Off. Ne yapayım peki ben? Kaçırsam?"

"Askersin, mesleğine yazık."

"Evlensem?"

"Dur da, ne bu panik? Evlenecek demedim. Diyorum ki kızı kendine öyle bir bağla ki babasını bile senin için karşısına alsın."

"Nasıl peki?"

"Önce eskilerden kurtul. Bütün kadınları at hayatından. Sadece o kalsın."

"Orası kolay."

"Aşıksan seviyorum de. Ya benimsin ya kara toprağın! De. Aşıksa senindir değilse senin olmamıştır."

"Haklısın. Hem aşık olup olmadığımı daha bilmiyorum. Emin olmam gereken konularda var. Sağol bacım. Var mı bir isteğin?"

"Sağol Çakır, hiçbir isteğim yok."

"İyi akşamlar o zaman."

"İyi akşamlar çakır."

Dediğinde çakır hızla koşarak karakola doğru gitmişti. Aheste hayatının hatasını aşk ile ilgili tüyo verdiği çakır'da yapmıştı. Yanlış tüyolar verip dağ gibi askeri şalvarlı bir ağaya kurban mı verdi düşünüp duruyordu. Kübra için değerdi diye düşündü. Bunca zaman babası yüzünden kapanan kısmetine bir açıklık getirdi diye sevindi kendince.

Lojmana doğru yürüdüğünde, kapısına ulaşmaya az kalmıştı. Köy sessiz ve sakindi. Lojmanın yakınına doğru geldiğinde, karanlıkta gördüğü bedene takıldı gözleri.
Sigara içiyordu büyük bir ihtimalle. Yanına doğru yürüdüğünde,
Çınar'ın koruması olduğunu farketti. Duvarın bir köşesinde durmuş, onun geldiğini görünce doğrulmuştu.
Aheste ise onu görünce adımları yavaşlamıştı.

Boyu bir hayli uzunken ondan, karanlıkta ona bakan gözlerinin rengini de seçemiyordu.
"Bu saatte dışarda olmak sana göre biraz tehlikeli değil mi?"

"Bırakta ona ben karar vereyim." Dedi. Engerek'in kaşları, öyle mi? Dercesine havalandı.
"Karar verebildiğini bilmek güzel. O hâlde yanlış kararlar verdiğini de söylemek istiyorum."

"Doğru kararlar vermek isteyen kim?"

"Yanlışlar hayat bitirir aheste."

"Doğrular da hayat karartır. Kararan bir hayattansa bitsin daha iyi."

"Hayatından bu kadar çabuk vazgeçmiş olmanı sağlayan kim? Veya ne?"

"Senin o gerizekalı, orospu çocuğu patronun! Birde soruyor musun?!" Kollarını kaldırıp güldü sinirden.

"Hey Allah'ım ya, sizi bana sayıyla mı veriyorlar?! Yoksa bir suç işledim de ceza olarak sizi mi gönderdiler?!"

"Ben sadece seni korumak için gönderildim. Sana ceza mıyım bilemem."

"Pardon da neyden koruyacaksın?! Allah'ın dağında başıma ne gelebilir en fazla?"

"Allah'ın dağında sana kim yardım edebilir aheste?"
Engerek gayet rahattı. Fakat aheste sinirden deliye dönüyordu.

"Senden başka herkesin yardım edebileceği kesin! Hem şehirlere alışık bir korumasın. Bir köyde başıma gelebilecek herhangi birşeyde ne yapabilirsin?! Mesela karşımıza bir terörist çıktı, ne yapabilirsin? Kusura bakma da bu bir kadını korumak kadar kolay değil?!"

"Bir asker bunu kolayca yapabilir."

"Bir asker yapabilir ama bir koruma asla!"

"Koruma da yapabilir."

"Askerlerin ne çektiğini biliyor musun da konuşuyorsun?!"

"Bir asker olarak evet."
Aheste sustu. Zira söylediği cümle karşısında tek kelime edemezdi. Asker miydi? Diye düşündü defalarca. Evet kendi ağzıyla söylemişti.
Rüzgar sert esmiş ve sessizliğin yerini almıştı. Her ikiside suskundu.

______________________________________

🎵🔥...

İg: barutunnotasiofficial

Loading...
0%