@nazo_65
|
Kalbin benim olsun diyorum, çünkü mukadder...

"Uzun zamandır kilidi paslı bir kalp taşıyorum göğüs kafesimde.
"Abi," dedi feyzo, omzuna hafif dokunarak. Çınar, elinde tuttuğu sigarasından bir duman daha çekerken içine, feyzo'ya döndü usulca.
Dedesinin durumu ağırlaştığından beri pek konuşmuyor, yalıda da fazla kalmıyordu. Yalı da pek kimse kalmamıştı. Leyla hanım kocasının yanında idi. Arada birde gelir üstünü değiştirir giderdi. Demgüzar hanım ise başkanı olduğu saçma sapan derneklerden gelmezdi. Leman son sınıf öğrencisi olduğu için dershaneden çıkmıyordu. Sergen ise karısının doğum sürecinde daha iyi doktorların tedavisinde olmak için karısını yurtdışına götürmüştü. Cihanşah'ın durumdan bir haberdi. Haberi olsaydı çoktan Türkiye'ye dönüş yapmıştı.
Çınar ise mekânda gece yarısına kadar içer sonra da otele giderdi. Birkaç gündür tek düşündüğü şey aheste'ydi. Uzun bir süredir görmediği nişanlısını özlemişti. Engerek'i arada birde arar durumunu sorardı. Engerek herşeye rağmen bir sorun olmadığını söylüyordu. Çınar ise bunu bilerek içi rahat etmesede biraz daha dayanıyordu. Oysa ki bu bütün tantanadan kurtulmanın ve nefes almanın tek yolu aheste'nin yanı olduğu kanaatindeydi.
Yukarı kata çıkmıştı. Babasının çalışma odasının önüne geldiğinde, kapıyı yavaşça çalmış ve öyle içeri girmişti. İçeri girdiğinde masasında telefon görüşmesi yapan Cevahir'i gördü. Kapıyı kapatıp masanın önündeki koltuklardan birine doğru ilerledi. Herhangi birine oturarak bacak üstüne bacak attı. Cevahir ise telefon görüşmesinin sonlarına geliyordu.
"Tırların teslimatı sağlandı." Dedi çınar düz ve donuk bir tonda.
"Kusura bakma. İşler üst üste bindiğinden beri masayı çok boşladım. Sincan'da ki depoyu iyi düşünmüşsün. Issız bir yerde olması işimize gelir." Demişti Cevahir. Çınar ise hiçbir şey dememiş sadece başını sallamıştı.
"Çok mi sevindin? Ha baba? Sonuçta oğluna yapılan bir suikasti rahatlıkla karşılıyorsun. Umarım üstesinden gelebileceğimi bildiğin içindir bu rahatlık."
"Bununda üstesinden gelmeseydin beni ilgilendirmezdi, çınar. Zira ölümün ortasında yaşıyoruz. Her gün bir öncekinden daha kanlı ve ölümlü geçiyor. Beni üzen sadece ölüm haberin olurdu." Oldukça rahat ve alaycı bir sesle söylemişti. Çınar ise bozuntuya vermemiş üstüne üstlük gülmüştü.
"Benim ne düşündüğümü neden bu kadar önemsiyorsun?"
"Çünkü sen Cevahir Erkuran'sın. Senin herşeyin kusursuz olmalı. Herşeyin..." Dediğinde neyi ima etmeye çalıştığını Cevahir anlamıştı.
"Haklısın... Fakat ben senin adınla tanınmıyorum, Cevahir Erkuran. Ben kendi adımla anılıyorum. Senin oğlun değil, yardımcın olarak anlıyorum. Ve sen öyle değilsin," dedi cümlesini yarım bırakarak. Cevahir'in duymak istediği cümleler döküldü ağzından.
"Deden... Burada mı, çınar? Baksana etrafına, yalıya, odasına, şirkete... Deden nerede, çınar?" Diye sordu. Yüzünde belli belirsiz bir sırıtıma büyüdü. Çınar susmuştu.
Başını salladı, ileri geri doğru. Dudağını büzerek elinde tuttuğu sinek kartına baktı. Oynadı oynadı ve cebinden çıkardığı pipo ile yaktı. Sinek kartı yanmaya başlarken, kartı masada bulunan demirden küllüğe attı. Odayı kağıt kokusu kaplarken, Cevahir yine aynı rahatlıkta ne yaptığını anlamaya çalışıyordu.
"Masada görüşürüz, sevgili babacığım." Demiş ve odadan sert bir şekilde çıkmıştı. Cevahir hâlâ yanan sinek kağıdına baktı.
"Kuzen!?" Dediğinde gözlerini devirmişti.
"İş güç işte Metehan." Diyip geçiştirmek istemişti. Fakat metehan sakız gibi bir adam olduğundan çınar'ın sinirini bozmaya yeminliymiş gibi hala konuşmaya ve boş boş sorular sormaya devam ediyordu.
"Siktir et. Demgüzar'la uğraşacak vaktim yok. Fahir amca nerede?"
"Dedemin imzalandığı protokolleri imzalamak için yurtdışına gidecekti,"
"Ee, gitti mi?"
"Cevahir amca izin vermedi. Babamız bu haldeyken iş mi düşüneceğiz dedi. Babamla kötü kavga ettiler. Yalıya uğramadı dünden beri."
"Boşver. Leman nerede?"
"Bilmiyorum."
"Dershanede değil mi?"
"Cici kardeşinin ne yaptığını nereden bileyim kuzen?"
"Herşeyi biliyorsun Metehan. Bunu da bilirsin diye düşündüm. Sonuçta bütün işin karılar gibi dedikodu toplamak." Demiş ve dış kapıya doğru yürümeye başlamıştı.
"Aşk olsun kuzen! Ayıp oluyor!" Diye bağırmıştı Metehan. Lakin çınar duymazlıktan gelmiş ve cebinden çıkardığı gözlüğü gözüne takıp, feyzo'nun kapısını açtığı lacivert Mercedes'e binmişti. Feyzo sağ ön koltuğa binmiş, şoför ise sürücü koltuğuna geçmiş aracı sürmeye başlamıştı.
"Abi, yanlış anlama da, kaç hafta oldu hala aheste hanımı ziyaret etmedin. Ondan mı bu hallerin?"
"Emrin olur abi." Demişti.
"Abi, cihanşah bey Allah korusunda iyileşmezse, kim geçecek masanın başına?" Çınar'ın beyinini kemiren soru işte buydu. Düşünceleri bundan ibaretti. Ya Cevahir geçerdi ya da kendisi. Çünkü cihanşah erkuran, güçlüyü seçerdi.
"Abi, düşünsene trilyonluk servet sana kalıyor."
"Hayalden ibaret." Dedi ve geçiştirdi. Fakat imkansız değildi.
"Neden olmasın abi? Sonuçta cihanşah beyin en sevdiği torunusun."
"O işler öyle olmuyor işte feyzo. Boşver kapatalım konuyu."
"Emrin olur abi." Diyip susmuştu. Çınar arkasına yaşlanmış düşünürken, yan taraftan geçen siyah rangover babasına aitti. Hızla onları es geçip giderken, çınar gülmüştü. Toplantı için bu kadar heyecanlı olduğunu bilmiyordu Cevahir erkuran'ın. Telefonu çaldığında, cebinden çıkarıp ekrana baktı.
"Alo, söyle." Dediğinde karşıdan gelen cevap,
"Anlaşıldı efendim." Diyip kapatmıştı telefonu adamı.
"Leman'ı takip eden koruma."
"Ne diyor?"
"Yine bir işler karıştırıyor Leman hanım. Göreceğiz bakalım."
Sonunda toplantının olduğu yere geldiklerinde, araç koca demir sürgülü kapıdan içeri girmiş ve koca aslan oymalı mermer çeşmenin etrafından dönüş yaparak villanın kapısının önünde durmuştu. Cevahir bey önceden gelmişti. Arabası kapının önündeydi. Şoför hızla inip çınar'ın kapısını açmış ve inmesini beklemişti. Feyzo ise inmiş çınar'ı beklemişti o da.
"Buyur abi." Demişti feyzo.
Çınar ise ağır adımlarla masaya doğru yürümüş ve bütün gözleri üzerine çekmeyi başarmıştı.
"Şakanın sırası değil şimdi. Çınar'da geldiğine göre, artık toplantıya başlayabiliriz." Demişti Erol.
"Öncelikle sizinle önemli bir konuya değinmek istiyorum." Herkesin dikkati Cevahir'e dönmüştü.
"Yalnız cihanşah beyin mirası henüz kime bıraktığı belli değil. Yani işlerin kimin sorumluluğunda olduğu da belli olmuyor haliyle. Bu süreçte yapacağın şeyler ve alacağın kararlar ailenize ve işlerimize vereceği zararı da düşünürsün umarım Cevahir." Sesinde son derece ima besleyen Fuat, cüretkar bir tavırla konuşmuştu.
"Şimdi sizlerden, önünüzde bulunan dosyaları incelemenizi ve okuduğunuz maddeler hakkında ne düşündüğünüzü söylemenizi istiyorum." Demişti. Masadaki herkes önünde bulunan dosyaları açıp teker teker kontrol etti. Çınar ise Cevahir'in önünde bulunan dosyaya göz atmıştı. Dosyada yazan maddeler, habeyb'in genellikle yoğun olduğu bölgede yer alan radikalller ile yapılacak anlaşma için hazırlanmış olan maddelerdi.
"Gördüğünüz üzere, birçok bölgede hüküm süren bu radikaller, en ufak bir para kokusunda yıllarca bağlı oldukları düşünceyi satabiliyorlar. Hemde ne istersek onu yapmaları şartıyla. Bulundukları bölgeleri dosyanın içinde bulunan mini haritada işaretlenmiş olarak görebilirsiniz. Maddeler daha çok bizim menfaatimiz yönünde. Örgüte verecekleri destekler sayesinde birçok işi başarabilir ve sahip oldukları önemli konumda olan bölgeleri ele geçirebiliriz."
"Peki burda payımıza düşen ne?"
"Burada sizin yapmanız gereken tek şey bütün radikallere yetebilecek miktarda parayı sağlamak ve destek vermek. Zaten eğitim ve manipülasyon konusunda habeyb işini başarıyla yerine getirecektir."
"Radikallerin bu maddeleri kabul edeceğinden emin misin?" Diye soran Erman olmuştu. Cevahir arkasına yaslanmış ve rahat bir tavırla,
"Çınar ve berberinde yardımcılarımız, radikallerin bulunduğu bölgeye gidip onları uzlaşmaya davet edecektir. Yüklü miktarda para dolu çantalar ile..." Demişti. Çınar elindeki dosyayı masaya fırlatıp,
"Yabancı ve alanında eğitimli birkaç adama harcanacak para yerine önemli bir konuma sahip olan radikaller daha mantıklı sevgili oğlum." Demişti Cevahir.
"Hepimiz tamamsak sırada habeyb ile bir görüntülü görüşme yapacağız." Dedi. Eliyle arkada ki adama işaret verdiğinde büyük duvarda bulunan dev ekrana yansıtılmıştı görüntü. Ve görüntüde habeyb vardı.
"Merhabalar beyler!" Demişti gür bir sesle.
"Merhaba habeyb. Bakıyorum da keyfin yerinde."
"He! yerindedir yerindedir. Çoğ mesudum! Süper şeyler geçmiştir elime!"
"Güzel. Ne geçti eline?" Dediğinde Cevahir, habeyb hala pişkin pişkin üzüm yemeye devam ediyordu.
"Kimmiş bu düşman? Bizim en büyük düşmanımız zaten belli habeyb. Çoğul olarak düşünmeni bekliyordum. Tekil olarak birini bulabildin demek."
"He he! Hemde şön biri. Böyle adamı bile kendine hayran bırakan bir düşman."
"Çıldırtma da adamı söyle kimmiş!"
"Senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim maalesef."
"Tam da tahmin ettiğim gibi!" Demişti.
"Özel kuvvetlerin en iyi eğitimli askeri. Yüzbaşı Aytekin. Ben ona çomakçı Aytekin diyorum. Harika çomak sokuyor işlere." Dediğinde duydukları isimle birbirlerine baktılar. Daha önce duymamışlardı. Zira dikkatlerini çekmişti. Habeyb ilk defa bir düşmanını bu kadar övmüş ve açığa çıkarmıştı.
"İnan bir Türk askeri ile ilgilenecek kadar vaktim yok."
"O zaman sizlere bir sürprizim oldugunu söylemiş miydim?"
Bu demgüzar'ın eski kocası Rasim Karakum'du. Habeyb ona ferman diyordu. Örgüte mi karışmıştı? Neden? Diye düşündü.
"Merhaba efendim. Ben ferman." Demişti Rasim. Kendini tanıttığı kişi bambaşka biriydi.
"Ee, hadi anlat yeni planları. Zira vaktim yok. Yeni birşeyler denemek istiyorum şu bayırlı ile." Dediğinde, çınar'ın siniri hat safhaya çıkıyordu. İnadına yaptığına emin olmuş ve öfkesini gizleyememişti. Habeyb ise bunu farketmiş ve alaycı bir tavırla,
"Radikaller ile yapılacak anlaşma için uzlaşmaya gidilecek. Sen onları eğitecek yer ve barınacak ortam hazırlattın mı?" Diye sordu Cevahir.
"Yarın." Demişti Cevahir.
"Güzel... İyi o zaman. Silah teminatı sağlanmadı hâlâ? Cephane azalıyor Cevahir bey!"
"O da sağlanacak. Merak etme. Kamplara gönderilen çocukların eğitimi nasıl gidiyor? Akıllarına girebildin mi?"
"Yavaş yavaş Cevahir bey. Yavaş yavaş giriyorum. Usulcana işliyorum beyinlerine. Türk askerine kurşun sıktırmayacak bir donanıma getireceğim onları."
"Uyuşturucu kullandın mı üstlerinde?"
"Asıl önemli olan o zaten Cevahir. Bayırlı'nın çevre köylerinden birine baskın düzenleyip alacağım birkaç genç, çoluk çocukla daha planım tamamdır. Ha bu arada Kıbrıs'ta ki kumar oyununa ben gelemeyeceğim Cevahir. Fakat kumarın alasını oynayan birini göndereceğimden emin olabilirsin."
"Çok önemli bir gece olacak habeyb. O yüzden en iyi adamını gönder. Ruslarla yapılacak olan anlaşma için sana kefil oldum. Zira vereckleri birkaç hisse dışında silah ve adam desteği fazla olacak. Ayrıca Ruslar güçlüdür bilirsin." Diyip gülmüştü Cevahir.
"Bilirim. Umarım planlarımız tam da istediğimiz gibi olur Cevahir bey."
"Umarım habeyb, umarım." Diyip görüşmeyi sonlandırmıştı.
"O işi ben sana bırakmayı düşünüyorum Erman. Sen ve Vincent'e. İşler yoğun yetişebileceğimi sanmıyorum." "Merak etmeyin Cevahir bey, o iş bende." Diyip sırıtmıştı çınar'a Vincent. "Evet beyler. Toplantı bu kadardı dağılabilirsiniz." Demiş ve toplantıyı bitirmişti Cevahir.
🎶
Çoğu kez dinlediğim masalların sonlarını sürekli bilmiyormuş gibi unutup tekrar dinlemek isterdim. Benim dinlemek istediğim masalın sonu değil. Sonlar Lütuftur masallar için. Masalın kendisiydi beni cezbeden. Kötü veya iyi bir son beklemekten çok kendi sonunu yazmaktı marifet.
Masalların sonuna koca ve italik yazıyla yazılan mutlu son yazılarının daha masalın başlangıcı yazılırken akıllara yer edinmiştir. Siz hiç bir masal kitabının sonunda kötü son yazısı gördünüz mü? Ben görmedim.
Asıl o zaman masal sona ermiştir. Çünkü sonlar mutlulukla değil, ölümle biter. O yüzden okuduğunuz ve bildiğiniz her masalın sonunu bir daha düşünerek dinleyin. Zira sonunda alışılmış bir mutlu son görmek çok basittir. Asıl marifet...
Yazıyorum. Kendi sonumu, avucumda tuttuğum tükenmez kalemle yazıyorum. Kalem tükenene kadar yazıyorum. Mürekkep kuruyup silinmez hale gelene kadar yazıyorum. Çünkü biliyorum silik bir son bile yazsam yaşayacak olan ben olacağım.
Susuyorsak kendimiz için. Yaşıyorsak kendimiz için. Çalışıyorsak kendimiz için. Nefes alıyorsak kendimiz için. Birşeylere katlanıyorsak yine kendimiz için katlanıyoruz.
Bazen iyi birşey başıma gelince, hak mı bana diyorum. Hakedecek ne yaptım ki ben? Diyorum. Çünkü korkuyorum. İyi şeylerden, güzel şeylerden korkuyorum. Biliyorum, burnumdan fitil fitil geleceğini adım gibi biliyorum.
Ve güveniyorum... Birilerine delicesine güveniyorum. Aklım, kalbim, mantığım, duygularım hepsi sadece güveniyor birine sıkı sıkı. Uçurumda düşmek üzere olduğunda bir dal veya çıkıntı bulduğunda ona sıkı sıkıya sarılmak gibi bir şeydi bu da. Bıraksam düşerdim. Ama sıkıca tutunup dayansam kurtulacağımı bilirdim.
O bir uçurumdu, ben ise o uçurumun kıyısında ki intihar kurbanı. Ya atlayıp kurtulacaktım ya da kıyısında yaşamayı bilecektim.
Ya onunda başına birşey gelirse? Diye düşünmek beni bitirmişti. Benim için birşeyler yapan biri bugüne dek olmamıştı. Kimse benim için kılını bile kıpırdatmamış, canını tehlikeye atmamıştı. Belkide o ilkti. Ve tekti...
Güveniyordum... Elini tutarsam şayet, korkunun zerresi olmazdı içimde. Bedeninin hemen yamacımda olduğunu bilsem bir şeylerden korkmanın anlamsız olduğunu bilirdim. Ne ara böyle hissettim hiçbir fikrim yok. Beni o bombalı saldırıdan kurtardığı gün, bedenini üstüme siper ettiğinde anlamalıydım. Belkide görevi gereği kurtarmak onun işidir diye yaptı zannettim. Bilmiyorum. Ama bildiğim birşey vardı; güven hissini iliklerime kadar hissetmiştim. Anlaşmak bir yana dursun, laf sokmadan duramasak da dilimiz sustuğunda gözlerimiz dilimiz gibi laf sokmuyordu.
Gözler kalbin aynasıdır derlerdi. Yüzünde en ufak bir mimik belirtisi olmasa bile gözleri yaşanmış, yaşanmamış, istek ve arzularının hepsini barındırıyordu içinde. Çekinmeden bakabilmeyi çok isterdim. Kendi kendime düşündüğüm zaman neden çekindiğim ve çekinmenin anlamsız olduğu aklıma gelirdi. Ama öyle değildi.
Bir yerde okumuştum karında ağrı ya da kelebek hissi şu anlama geliyordu: Bu duygunun, beynin amigdala bölgesi tarafından oluşturulan "kaç ya da savaş!" refleksi ile ilgili olduğu düşünülüyor. Ne gelişmekte olduğunu seziyoruz, vücudumuz anında aksiyon moduna geçiyor. Böylece kana karışan adrenalin seviyemiz bir anda yükseliyor.
Tam olarak böyle hissediyordum. Kana adrenalin mi karışıyordu, beynim mi refleksler üretiyordu bilmiyorum ama tam da söylediği şeyi yaşıyordum. Kaç ya da savaş...
Bu kendim ve duygularım arasında çıkan bir savaştı. Taktik belliydi.
"Aheste!" Diye seslendiğinde mehru, daldığım yerden zor uyandım. Saatlerdir başında beklediğim ve elimin içinde sertleştiği Bafra nokulu'nun hamuruna baktım. Kendime zor gelmiştim.
"Hiçbir dağda kurt ölmedi. Babam için tatlı yapıyorum."
"Hmm, anladım. Ne tatlısı bu?"
"Sizin oralar dediğin samsun mu? Bildiğim kadarıyla Azerbaycan'da böyle bir tatlı yok."
"Aynen. Babamın memleketi. Çok sever bu tatlıyı."
"Bize de düşer mi?"
"Düşer düşer." Dediğimde yanıma yaklaşıp yanağımı sıkıca sıkıp öptü.
"Mesela?" Dediğimde, başını tavana dikip bir gözünü kapattı.
"Bildiğim kadarıyla senin kardeşin yoktu. Yoksa..." Annesinin hamile olabileceği ihtimali aklıma geldi. Neden olmasın diye düşündüm. Mehru çok severdi bebekleri. Ondan böyle konuşuyordu.
"Yaa, mehruuu!" Dediğimde boynuna anlamıştım. Hamurlu ellerimle sarıldığım boynu hamura bulanmıştı.
"Yok dedene ettim. Salak." Diyip başıma bir sille vurmuştu.
"Sana birşey söyleyeceğim ama sakın kimseye söyleme." Gözleri birden fal taşı gibi açılınca, heyecanla beni dinledi.
"Tamam söz. Ee ne diyeceksin merak ettim."
"Çakır'ı biliyor musun?"
"Hangi çakır?"
"Hani şu kılıç timinden asker olan."
"Ee nolmuş çakır'a?" Kilerin kapısında gözlerim dolandı. Kübra orada mı diye emin olmak istedim. Sessiz bir şekilde mehru'ya yaklaşıp,
"NE?!" Dediğinde, panikle parmağımı dudağıma götürüp sus işareti yaptım.
"Vay kızıl zilli vay. Kız bu da ne yere bakan yürek yakandır. Epi topu iki kere baktığı adamı nasıl kul köle etmiş kendine. Kız valla korkulur bundan."
"Kübra öyle bir kız değil. Çakır fazla çapkın. Aslında aşık mı değil mi o da belli değil ya. Dün gece karakoldan dönerken, çakır'ı lojmanın yakınında ki kulübenin önünde gördüm. Meğersem Kübra'yla buluşmuş. Tabi Kübra buna yüz vermeyince götü tutuşmuş benden yardım istedi."
"Ee, sen ne dedin?" Diye sorduğunda ben de o ara ellerimi yıkamış, üzümlere diğer kuru yemişleri ekliyordum.
"Taktik verdim." Dedim.
"Ne taktiği?" Diye sorduğunda, ceviz ve fındıkları üzümlere ekledim.
"Niye gülüyorsun ya? Komik birşey mi demişim?"
"Ay! Ay valla karnım ağrıdı. Kızım daha ne diyeceksin? Adama resmen Antep dizilerinde ki hem deli hemde delikanlı adamların kız kaçırma taktiğini vermişsin." Hala ara ara gülerken, ben endişe etmiştim. Acaba cidden Kübra'yı kaçırır mı? Diye.
"Mehru, dalga geçme. Ciddi soruyorum yapar mı öyle birşey?"
"Valla bilemem. Yaparsa yapar. Kızım insan hiç mi düşünmez; bordo bereli adama kız kaçır dememen gerektiğini."
"Niye ya? Bordo bereliyse nolmuş ki?"
"Kızım bunların yapamayacağı şey yoktur. Korkar sanma. Kübra'nın babası ağaymış, aşiretleri varmış vız gelir tırıs gider." Dediğinde korkmuştum. Elimde olmadan yanlış taktik vermiştim.
"Yapar." Dediğinde korkmuştum.
"Ne bileyim ben ya?! Yardım isteyince geri çeviremedim. Biliyorsun beni, hayır diyememe gibi bir özelliğim var."
"Çınar'a hayır diyorsun ama." Dediğinde moralim iyice bozulmuştu. Bilerek mi yapıyordu? Eğer öyle yapıyorsa bu hiçte hoş birşey değildi.
"Onu bunu bırakta, hâlâ köye gelmedi. Hayret. Kıyamet kopacak galiba. Etrafında pervane olan adamın fişini mi çektiler acaba?"
"Pervanesi batsın. Açma sende o şom ağzını. Gelirse varya, kaç kaçabileceğin kadar. Zira seni kimse benim elimden alamayacak." Dedim. Sözlerimde iddialıydım. Yapardım. Mehru'nun şom ağzı açılınca olanlar oluyordu.
"Okulu özledim biliyor musun?"
"Dershane de çalışacağım demiştin, ne oldu o işe?"
"Yok be, yks öğrencileriyle uğraşamam. Ergen ergen tipler. Sonra hoca moca demiyorlar teklif ediyorlar. Bana şöyle küçük çocuklar lazım."
"Bilemiyorum. Beni biliyorsun zaten. Köy okulu işte. Tatil oldu. Hem de çok erken. Çocukların eğitimi ailelerinin peşinden sürüklenerek mahvoluyor. Yaz gelince ailelerine yardım edeceğiz diye okula gelmediler. Zaten bombalı saldırıdan sonra yataklara düştüm. Birkaç gün okula gidemedim. İyice uzak kalınca kötü oldu. Hemen yan tarafta Azer diye bir öğretmen vardı. Tayini çıkmış gitmiş. Pek inanmadım tayininin çıktığına."
"Niye? Olamaz mı?" Dediğinde aklıma gelen sebepte bile onun adı var diye kalbim hızlanmıştı.
"Bunun gözünü korkutan biri vardı."
"Kim?"
"Şu kılıç timinin komutanı olan yüzbaşı varya."
"Aytekin mi?" Diye sorunca, ismini duymamla kalp atışlarım daha şiddetlendi.
"Bombalı saldırıdan kaçtığımız gün, bir mağaraya saklandık. O mağarada uzun süre kalınca artık haliyle hepimizin sabrı tükeniyordu. Tim yardım almaya gitse teröristler bizi bulduğunda kötü olurdu. Ayrıca telefonlar çekmiyordu ve telsizler de patlamanın etkisiyle etkisiz hale gelmişti. Azer sabrın sonuna gelen ilk kişi oldu ve timin komutanına patladı. Bağırmaya başladı."
"Ee?" Diye heyecanla dinlerken, anlatmaya devam ettim.
"Bu ne biçim adam böyle? Çok biliyorsa o gidip yardım getirseydi."
"İnan bende o ara öyle demiştim içimden. Sonra üst üste ağır laflar eden azer'e karşı bu sefer sabrı tükenen o oldu. Yumruğu suratına geçirince azer'in yere yapıştı."
"Ama birşey itiraf edeyim, adam bayağı karizmatik." Gülüşüm solduğunda mehru'ya baktım.
"Aheste, kuzum. Bana bak bi." Dediğinde yüzüne baktım. Gözlerimin içine baktığında sırıttı.
"Ne ima etmeye çalıştığını inan anlamıyorum." Dediğimde, parmağıyla burnuma küçük bir sille atıp, gözlerini kıstı.
"Albayının kızıyım mehru. Bana en ufak yanlışında babam canına okurda ondan."dedim. Hiç inanmamıştı. Ama gerçek ve tek açıklaması buydu.
"Mehru! Saçmalama istersen. Öyle birşey yok. Adam asker ve işinden başka hiçbir şey umurunda değil. Ayrıca b-ben ona karşı hiçbir şey hissetmiyorum."
"Ben hissediyorsun demedim. Adama çekiliyorsun dedim. Hissediyorsan söyle." Dedi. Kalbim yerinden çıkacaktı az kalmıştı. İnkâr ediyordum. Ama içimde buruk birşeyler vardı. İnkâr etmek hoşuma gitmiyordu. Ama kabullenmek ise istemiyordum.
"Tamam be kızma. Birşey demedik."
"Deme mehru. İmkansız olan hiçbir şeyi söyleme. Ben isteyemem böyle birşeyi. İstesem bile imkansız." Dedim parmağımda ki yüzüğü gösterdim. İma etmek istediğim şeyi anlamış olduğunu düşünerek tatlıya devam ettim. O ise sustu.
"Özgürlük benim için herşey mehru. Özgür değilsem neyleyim aşkı?"
"Abla! Kolay gelsin." Demişti tebessümle.
"Evet. Babama tatlı yapıyorum."dedim.
"Ne tatlısı bu?" Diye sorduğunda, tebessümle,
"Evet. Tadı daha aromalı olsun diye. Oralarda çok koyarlar. Babamda böyle sever."
"Karakola mı götüreceksin?" Diye sorduğunda anlık bakıştık. Cidden bu soruyu sordu mu diye emin olmak istedim.
"Abla götüreceksen bile gizliden götür." Mehru o ara gelince, Zerda anlık arkasına baktı.
"Teoman?" Diye sordu mehru.
"Abartma kız. O kadar da değildir... Yani öyle bir adama benzemiyor, dışardan bakınca." Dedi mehru. Sanki adamı kırk yıldır tanıyormuş gibi konuşuyordu.
"Hatun teyze nasıl?"
"İyi. Evde o da." Demişti. Etrafı da topladıktan sonra ellerimi yıkadım ve kızlara baktım.
"Nasıl? Hepimizi mi?" Diye sordu mehru.
"Ben gelirim." Dedi mehru birden.
"Kübra abla? O gelecek mi?" Diye sordu. Mehru ile birbirimize baktığımızda gülmüştük. Aklımızdan aynı şey geçtiğine emindik.
"Aynı evin içindeyiz ve seni özlüyoruz hay Allah." Diyerek ellerini çarptı.
"Size derken? Sen de geliyorsun herhalde dimi kuboş." Diye sorduğunda mehru, Kübra başını olumsuz anlamda sallayıp kaşlarını kaldırdı.
"Babama ayıp olur ama. Kırılır valla."
"Abartma aheste. Koskoca albay ben yemeğe gelmedim diye bozulacak mı? Güldürme beni?" Dediğinde gülmüştü.
"Hah! Şöyle kızım. Bekleyin tatlının şerbetini dökeyim gidelim." Dedim.
Şerbetini döktüğüm tatlının üstünü örtüp, kucağıma aldım.
"Şu engerek... Bir var bir yok. Hiç hayra alamet bir adam değil." Dedi mehru. İçgüdüsel bir güce sahipti. Hissettiği gibi çıkan pek çok şey olmuştu. Ve bu da öyleydi.
"Geliyor çünkü çınar'dan emir alıyor. Ve çınar'ın verdiği emirler hep benim özgürlüğümün aleyhine."
"Aytekin abim, Teoman abim, Çakır abim, Sancar abim, Yaman abim, Cengiz abim, yeni gelen kadın asker afet zehre abla, birde şahin." Şahin dediğinde diğerlerine abi demesi ancak şahin'e abi dememesi dikkatimi çekmişti. Ancak sadece benim dikkatimi çekmekle kalmamıştı. Mehru ve Kübra'nın dikkatinden kaçmamıştı. Mehru imalı tavırlarla, zerda'ya baktı. Zavallı zerda'm ne olduğunu bilmeyen bakışlarla bakarken, "Ne? Ne oldu? Bunlardan oluşuyor." Dedi. Ben kahkaha patlattığımda sesim köyün geniş arazisinde yankılandı.
"Şimdi bu şahin kaç yaşında?" Diye sordu mehru. Zerda bilmeyen bakışlarla devam etti bakmaya. Mahsustan mı yapıyordu, bilmiyordum.
"Ben 19 yaşındayım. Off, Allah aşkına mehru abla. Kendimi mülakatta hissediyorum. Ne yapacaksın bu kadar yaşı? Ne bilmek istiyorsan açık açık sor işte." Haklıydı. Mehru abartmıştı.
"Bilmiyorum ki. Unuttum galiba..."
"Sence ben yer miyim?" Dedi, mehru.
"Niye? Sana birşeyler yedirmek zorunda olduğumu hissetmiyorum. Sen neden öyle düşünüyorsun?" Dedi Zerda. Gayet ciddi bir tavır takındı. Şaşırdım.
"Yanlız bu sözde aşk doktoru kadın yıllardır kendi derdine deva bulamadı. Terzi kendi söküğünü dikemez mantığı..." Dedim. Kübra güldüğünde, mehru zort gibi ortada kalmıştı.
"Kızım sen ne ettin?" Dedi Kübra. Mehru kurum kurum kurularak,
"Nereden gözlemledin? Adamı epi topu bir defa gördün." Dedim sesli bir şekilde.
Sakin ol, sakin ol, sakin ol...
Sadece sakin olup duygularını yansıtma. Rezil olma aheste. Rezil olma. Adam farkederse rezil olurdum. Mehru sadece bir konu hakkında haklıydı. Adamın ne gözlerine ne de yüzüne bakmaya utanıyordum. Bana bakması bile, baktığını görmesem bile bilmem yüzümün kırmızının her tonuna bürünmesine yeterdi.
"Noldu? Niye sustun? Kabullendin mi yoksa?" Dedi imalı imalı.
"Saçma olabilir ama ben yakıştırıyorum. Ve elimden geleni ardıma koymayacağım sizin için."
Karakolun kapısına geldiğimizde, demir sürgülü kapı otomatikman açıldı. Kapının önünde ki askerler bize bakmak yerine dümdüz ileriye bakıyordu. Karakolun girişindeki uzun koridoru yürüyerek bahçeye doğru yol aldık. Mehru ve Zerda önde ben ve Kübra arkada yol alıyorduk. Elimde taşıdığım tepsi ağır gelmeye başladığında Kübra biraz taşımak istediğini söyleyip almıştı. Karakolun bahçesine geldiğimizde, bazı askerler bahçede oturmuş çay içiyordu. Bazıları ise idman yapıyordu.
Bahçenin ortasında bulunan koca Atatürk heykelinin etrafından dolanıp karakolun girişine gelmiştik. Otomatik kapı açıldığında, önden ben arkamdan kızlar gelmişti. Yemekhane in olduğu tarafa yöneldik. Büyük ihtimalle orada yenilecekti yemek. Yemekhanenin olduğu koridora ulaştıktan sonra önümüze çıkan ilk kapıyı açıp içeri girdik. Yemekhane buradaydı fakat kimse yoktu. İçerde birkaç asker sohbet ediyor çay içiyordu. Gözüme çarpan Osman olmuştu. Çay ocağının önünde elinde çay tepsisi ile bekliyordu.
"Erdem albayım ve diğerleri karakolun arka bahçesindeler bacım." "Orada mı yemek yiyecekler?" "Mangal kurmuşlar." Dediğinde şaşırdım. "Hmm, anladım. Sağol kolay gelsin." Diyip kızların yanına döndüm. "Mangal kokusu buraya kadar geldi valla." Dedi mehru. Haklıydı. Kokusu buram buram sarmıştı her bir yanı. "Kızım hoşgeldiniz." Dedi babam. Masanın etrafından dolanıp yanına vardım. Boynuna sıkıca sarılıp, öptüm. "Hoşbulduk babacım." Dedim. Kübra ve mehru'da babamın yanına gelip elini sıktığında, hatun teyze'nin elini öpüyordum bende. Sonra ise İbo Ağa'nın yanına varıp onun da elini öpmüştüm. Hep beraber masaya geçip oturduğumuzda, Teoman beni ve kızları görmüş olmalı ki, "Aheste bacım! Hoşgeldiniz!" Diye bağırdı. El sallayıp, "Hoşbulduk Teoman!" Dedim. "Hoşgeldiniz kızlar, tekrardan." "Hoşbulduk erdem amca." Demişti mehru. "Gızım, bu tepside ki nedir?" Diye sordu hatun teyze. Tebessümle ona baktığımda, "Bafra nokul'u hatun teyzem." Dediğimde babama baktım. Vereceği tepkiyi tahmin etmiştim. "Imm, ellerine sağlık kızım. Harika olmuş." Dedi. Tebessümle, "Lan bana çadır kurmayı daha küçük yaşta okul öğretmenleri öğretti. Askeri eğitimde niye çadır kurdursunlar?! Hem Allah'ın dağında engebenin hangi zebellahına çadır kurayım?!" Şahin'in cevabına karşılık güldüm. Haklıydı. "Nereye?" Diye sorduğunda Kübra ve Zerda'nın da bakışları üstüme çevrildi. "Kolay gelsin." Dedim. Teoman başını kaldırıp tebessümle bana ve mehru'ya bakarken, "Sağolasın bacım. Hoşgeldiniz." Dedi ikimize ithafen. "Açık ameliyattan daha zor bu oğlum. Sen biliyor musun, ben burada ne azaplar çekiyorum şu mangal güzel diye." Dediğinde övünmekte bir numaraydı. "Asıl doktor orada ona soralım bakalım. Hangisi daha zormuş?" Mehru'nun sözüyle Teoman gülmüştü. "Soralım, mehru hanım." Dedi imalı imalı. Mehru gülmüştü. Vay anasını mehru'ya bak sen. Yere bakan ama yürekleri tam on ikiden yakandı. Bu nasıl iştir? Şeytan diyor senle dalga geçen şu mehru'yu al mangalı yellesin diye yelpaze yap. "Nasıl yapayım ki komutanım?! Böyle olmuyor muydu?!" Diye seslendi. Teoman yelpazeyi bırakıp, salatanın olduğu yan masaya geçti. Bıçağı yaman'ın elinden alıp, önüne bir salatalık aldı. Salatalığı nasıl doğraması gerektiğini gösterirken, mehru birden yanımdan ayrılıp onlara doğru gitmişti. Ne ara gittiğini farketmedim üstelik. Yaylana yaylana onlara doğru yol aldığında, hemen Teoman'ın yanında yer almıştı. Teoman'ın... Bıçağı elinden yavaşça alıp, salatalığın olduğu tahtayı önüne çevirdi. "Aşk olsun yenge, yenebilir en azından." Dedi yaman. Teoman ise mangalı öylece bırakmış mehru'yu izliyordu. "Teoman..." Dedim elimi gözünün önünde sallayarak. Bana baktığında, "Mangal... Yanıyor." Dedim. "Niye?!" Dedim. "Mangalı kendisinden başka kimsenin dokunmasına izin vermiyor!" "Ama yanıyor!" Diye bağırdım. "Kızım, bir sorun mu var?!" Diye seslendi babam bana. "Soğuk suya vuralım gel." Dedi mehru. "Olur mu öyle. Ben de geleceğim." Dedi. Israrla inkâr ettim. Bahçeden hızla çıkıp karakolun girişine doğru yürüdüm. Merdivenleri hızla çıkarak karakola girip, lavabo aradım. Ondan önce yemekhaneye gidip buz almak daha mantıklıydı. Yemekhanenin girişine vardığımda kapıyı açıp girdim. Büfenin önüne gidip orada görevli olan askerden buz istedim. Buzu getirmesini beklerken gözlerim yemekhanede gezindi. Arka taraflara bakarken, masada oturmuş olan ve oldukça tanıdık olan birini gördüm. Arkası bana dönüktü evet ama ense tıraşı öylesine belli ediyordu onun olduğunu. Tam karşısında oturan ise bir kadın askerdi. Beni farketmemişlerdi. Fakat bakışlarım onları dikkatlice izlerken, kadın askerin güldüğünü fark ettim.
Elimin yandığının acısını bile boşverdim. Tek odak noktam onlar olmuştu. "Hanımefendi! Buzunuz!" Diye seslenen görevli askerin sesini duyamayacak kadar sağır olmuştum.
Lavaboya geldiğimi farkettim, kapıya bakmadan içeri girdim.
"Kahretsin. Siktir! Senin etin ne budun ne aheste. Sanane mangaldan, etlerden." Dedim kendi kendime. Elime buzu tutarken, aynada yansıyan görüntüme denk geldim. Bir tarafı kırık aynanın iki parçasına bölündüm. Yüzümün bir tarafı bir tarafta diğeri diğer tarafta kalmıştı. Gözyaşım akıp boynuma ulaştığında farkettiğim birşey olmuştu. Zayıflamıştım... Hemde çok. Yüzüm düşmüş, göz altlarım morarmıştı. Vücudum... Zayıf ve çelimsiz bir o kadarda soluktu. "Ne oldu sana?" Dedim aynadaki yansımama. Kendi halime acıyorum. Kimsenin acımadığı kadar çok acıyorum kendime. Çünkü biliyorum ziyadesiyle bitap ve yorgun bir haldeyim. Ve halimden anlayan bir tek ben vardım. Babam bile bu halimi farketmemişti. "Anne... Sence de bu dünya için fazla zayıf ve güçsüz değil miyim?" Lavabonun kapısı birden açıldığı sırada, içeri giren koca bedene takıldı gözledim. Dev cüsseli bedeni yavaşça süzülürken içeri, ardından kapıyı kapattı. Koyu keskin kara gözleri önce buz tuttuğum yanık elimde daha sonra ise gözlerimde takılı kaldı. Baştan aşağı süzdü beni. Halime acıyor muydu acaba? Acınacak bir hâlde miydim fazla? Üstüne giydiği askeri pantolon ve penye sıkı sıkıya sarmıştı bedenini. Hemen yan kemerde silahı vardı. Boynunda ise hiç eksik etmediği künyesi. Bana doğru geldi yavaş yavaş. Karanlık lavabonun aydınlık floresan ışığı altında aydınlanan yüzü zerafet içersindeydi. Her bir ayrıntısına kadar incelemek istiyordum. Tam karşımda durduğunda, konuşmadı. Önce gözlerime daha sonra ise yanağımdan aşağı akıp giden belkide son gözyaşımı izledi. Boynuma doğru yol aldığını farkettiğinde bakışlarını kaçırdı ve dudaklarının arasından ufak bir nefes kaçtı. Adem elması kavislendi. Oldukça belirgin olan ve şakağında yer alan damarları belirginleşti. Boynunda yer alan şah damarı da aynı şekilde belirginleşince, sıcak tenini tenimde hissettim. Buzdan dolayı donmuş olan parmaklarıma sıcaklık veren hatrı sayılır büyüklükte olan elleri olmuştu. İşaret ve Orta parmağı yavaş yavaş elimi avucuna doğru hapsederken, gözlerim yüzünde gezindi. Bana bakmıyordu. Elime odaklanmış ve ne olduğunu anlamaya çalışmıştı. Buzu yavaşça çekmişti. Yanığı görmüş olacak ki yüzüme tekrar baktı. "Yaktığın gibi yanıyorsun." Dedi. Oldukça kalın, sert ama bir o kadarda yumuşak çıkan erkeksi sesiyle. Nefesini yüzümün kıyılarında hissettiğimde burnuma gelen ve genzime dolan o okyanus kokusu ferahlatmıştı. Buzu tutan koca eli işaret parmağı ile yanığın üstünü okşadı. Okşadığı gibi dudaklarımın arasından kaçan ufak iniltiyle gözlerini gözlerime dikti. "Neyi, kimi yakmışım?" Diye sordum zoraki bir sesle. Yüzüme bakmayaraktan elime odaklandı. "Sorun yakmanda değil yanmanda." "Kül oldum." Dedim aniden. Bakışları garipsedi. Oldukça biçimli ve düzgün kaşları çatık bir hâl aldı. Gözleri önce gözlerimde daha sonra ise gözümün altında ki ben'e takıldı. "Ateş hâlâ yanıyor ama ben kül oldum." "Ateşi harlayan sensin." Dedi. Ne demek istiyordu bu adam? İmalı sözler pek tercihim değildir ama bu adam yüzünden onlara bile alışmak zorunda kaldım. "Öfkenin sebebi ne, albayın kızı?" Diye sordu. Gözleri birşey öğrenmek ister gibi bakıyordu. Merakla ve arzuyla bakıyordu. "Nerelisin sen?" Diye sordum. Kaşları daha da çatık bir hal aldı. Yüzü düştü. Dudakları düz bir çizgi halini aldı. Gözlerinin koyu kahvesini gözlerime dikmiş ve sadece bakıyordu. O bakıyordu ama ben yanıyordum. "Bir aralar Karadenizli olduğunu duymuştum. Doğru mu?" Dedim ardından. Lakin susmakta kararlıydı. Yavaş yavaş sabrım taşıyordu. "Hemşehri sayılırız, bende Samsunlu'yum." Dedim. Tebessüm ettim. Ama buruk bir tebessümdü. Zira onun yüzünde beliren tek mimik kaşlarının çatık halinden kurtulmasıydı. "Karadeniz'de büyüdüm ben. Babamın hırçın kızıyım. Sanma bu kadar sinirliyim, gördüğün sinirimin bir o kadarı da ortaya çıkmamış olanıdır." Dedim övüne övüne. "Hırçınsın evet." Dedi. "Kabul ediyorsun yani?" Dedim. "Karadeniz'in denizinde de var böyle koku." Dediğimde, bu sefer o anlamamıştı. Güldüm. "Bahçede." Dedim. "Sana bir sır vereyim mi?" Diye sordum. Dudağını büzerek tek kaşını kaldırdı. "Karanfil baharatı... Mayhoş eden türden..." Dedim. "Şuan en garip anı yaşıyoruz." Dedim ardından. "Nasıl bir an?" Diye sordu. "Kadınlar tuvaletinde bir adamla tatlı tarifi paylaşıyorum," dediğimde, sırıttı. Dudağının kenarı yukarı doğru kıvrıldı. "Boşver." Dedim. Bunu söylediğimde duraksadı ve dumura uğradı. Biran için gözlerime kenetlendi ve sadece baktı. Lafı toparlamaya çalışarak, başımı iki yana salladım. "Kendini korumayı bilmiyorsun, albayın kızı." Dediğinde, şaşırdım. Ne demek istiyordu? "Elin, nasıl bu hâle geldi?" Diye sorduğunda, elime baktım anlık. Yanan kısım kızarmış ve şişmişti. Su baloncuğu oluşmuştu. "Mangalı yapan sen miydin?" Diye sordu. "O zaman neden senin elin yandı?" "Çünkü Teoman'ın meşgul olduğu başka birşey vardı." "Senin elinin yanmasına sebep olmuş işinden başka ne işi olabilir?" "Bilmiyorum." Dedim. "Her neyse, gitmem lazım. Bekliyorlardır." Dediğimde, kapıya doğru yürüdüm. "Farkındayım." Dedi. Deli miydi? Zira öyle konuşuyordu. "Neden bu kadar rahatsın? Birazdan beni merak eden mehru buraya gelecek ve bizi burada beraber görecek. Hatta babam bile merak etmiş ve buraya doğru geliyor olabilir. Sence seni burada benimle beraber kilitli bir kapı ardında, üstelik bir kadın tuvaletinde yakalarsa ne olur biliyor musun?" Diye sorduğumda, dudağının kenarı hafif yukarı kıvrıldı. "Ya kafama sıkar ya da..." Dediğinde, gözlerimi kısıp cümlenin devamını bekledim. "Ya da?" Diye sordum. "Ya da yine kafama sıkar. Bedenimi delik deşik eder. İşkence gibi kötü yöntemleri vardır. Babanı tanımıyor musun albayın kızı?" "Tanıyorum. Ama ben babamı tanıyorum, Albay Erdem karakılıç'ı değil. Ayrıca sen madem neler yapabileceğini biliyorsun, o zaman neden hâlâ bu kadar rahatsın?" "Senin gibi dimi albayın kızı?" "Benim bir adım var! Bana albayın kızı demekten vazgeç." Dedim gür bir sesle. "Soruma cevap ver. Neden bu kadar rahatsın?" Diye sordu. Fakat farklı yollar denediği belliydi. Çünkü gerilememe sebep olan adımları üstüme üstüme geliyordu. Gözleri direkt gözlerimdeydi. Üstüme gelmekte ısrarcı ve inatçıydı. "Ne rahatlığından söz ediyorsun? Babam gelse seni öldürür be adam! Asıl sen niye bu kadar rahatsın?" "Kadınlar tuvaletinde bir adamla kilitli kalmak seni ne kadar korkutur?" "Bir adamla? Seninle kilitli kaldım." "Ne değişti? Adam değil miyim?" Diye sordu. Amacı her ne öğrenmek ise biran önce sorsundu. Zira artık kaçacak hiçbir yer kalmamıştı. Duvarla buluşan sırtım soğuğu iliklerime kadar hissetmeme sebep oldu. Ama içimde tam tersi yanardağların püskürttüğü lavlar misali sıcak bir his yayılıyordu. Dışım soğuk içim yangın yeriydi. Ve nedeni gözlerinde ateşlerin harıl harıl yandığı bu adamın bakışlarıydı. Kalbim, bir davulcunun tokmağı vurduğunda gümlettiği davul gibi gümlüyordu. Göğüs kafesime sertçe çarpıp ağırlara yer açıyordu. Hissediyordum, terlediğimi, yandığımı, sönmek üzere iken yine harlandığımı hissediyordum. Keşke görebilseydim. Bu adamın karşısında sebepsiz yere nasıl eridiğimi görebilseydim. Belki bir anlam verebilirdim bu duruma... "Diğer adamlar gibi değilsin. Kötü bir niyetinin olmadığına eminim." Dedim. Sesimin bu cümle ile yumuşadığını farkettim. Bir çift kara gözün arasında gidip geliyordu gözlerim. Neden diye sorma, çünkü ben de bilmiyorum... "Neden bu kadar eminsin? Kötü bir niyetimin olmadığını nereden bileceksin? Benim sana sunduğum bir güvence var mı?" Diye sordu. Sesi oldukça ciddi ve kalın çıkıyordu. "Bilmiyorum. Sana güveniyorum evet ama bilmiyorum. Sana neden bu kadar güvendiğimi bilmiyorum, yüzbaşı. Bana güven ve elimi tut dediğin günden beri aklımda ki bütün herşey seninle ilgili oldu. Saçmaladığımı düşündüm, yadırgamadım. Geçer belki dedim ama geçmedi. Uyudum uyandım yine senin cümlelerin vardı kafamın içinde bağıran. Taa ki artık uyuduğumda bile rüyalarımı kabuslarımı da ele geçirene dek." Dikkatlice beni dinliyordu. Konuştuğumda dudaklarıma, sustuğumda ise gözlerime bakıyordu. "Seninle ilgili olduğunu düşündüğüm bir kâbus gördüm. Kabusumda herşey ay ile ilgiliydi. Gökte hilal şeklinde ay gördüm, kulağıma bana güven ve elimi tut diyen birini duydum. Onu görmek istedim gözlerimi açtım ama gökte hilali gördüm. Tekrar kapattım kulağımda sesini duydum. Uyandım okyanus kenarında buldum kendimi. Ve beni cezbeden bir tek şey vardı," "Kokusuydu... Okyanus esiyordu, ben huzur buluyordum." Dedim. Ve sustum. Rüyanın anlamını söylemedim. Ne anlama geldiğini, kabusun ta kendisini anlatmadım. Sadece bana elini uzatan bu adamın tek bir cümlesini bekledim. Sana yardım edeceğim... "Bana yol göster, yüzbaşı. Yolunu kaybetmiş bir kadına yolunu göster. İnan o kadın yolunu bulunca sana minnettar kalacaktır." Kaşları çatık bir hâl aldı ve yüzümün her zerresini inceledi. Kaşımı, dudaklarımı, gözümü ve gözümün altında yer alan ben'i. Sonra ise saçlarıma kaydı gözleri. Dudaklarının arasından kısık bir nefes hür kaldığında, yüzümde yer edinmişti sıcaklığı. Kokusu dibimdeydi. Okyanus büyük dalgalarını yüzümün kıyılarına çarpıyordu. Ve ben yerle bir oluyor geri savruluyordum. Bir elini önümde tuttu. Büyük ve nasırlı avucunu açmış birşey yapmamı bekliyordu. "Bana güveniyorsan eğer elimi tut, albayın kızı..." Bir istek daha gizliydi bu cümlede. Bambaşka bir anlamı olan bir devamı vardı bu cümlenin. "Ben senin elini tutmam, yüzbaşı. Tutmaktan ziyade avucumu avucuna bırakırım. Tutarsan ne âlâ. Tutmazsan bile başım gözüm üstüne." Gördüm. Gözlerindeki ışığı gördüm yüzbaşı. Sana neden içimden isminle hitap etmiyorum bilmiyorum. İsmin bana çıkış yoluyken, anmak neden bu kadar zordu? Belirsizlikler arasında boğulurken, cevap buldu sanki bütün sorularım. Çünkü avucuna bıraktığım avucumu yavaşça sıktı. Acıtmadan, acıtacağından korkar gibi, nazikçe sardı elimi eliyle. Yüzümde bir tebessüm oluştuğunda yüzüne baktım. Masum ve yumuşak bakışlar ile kavruldum, yandım. "Ben bir söz verirsem, o sözden ancak öldüğüm gün dönmüş olurum. Bunu böyle bil, albayın kızı. Sen yeter ki bana güven. Avucumda bir avuç bulmasam bile tutarım elini. Çünkü dediğim gibi; ben sözümden ancak ölürsem dönerim." Dedi. Cümlesi sıcacıktı. Bütün sorulara cevaptı bu cümleler. "Sana güveniyorum, yüzbaşı. Ben bir insana güvenirsem sadece güvenirim ama sana güvenirsem bu ölümüne olur. Nedenini sorma. Varsa bile bir nedeni varmaz dilime..." Dedim. "Bana herşeyi anlat... Ne yaşadığını, neyden kaçtığını, korktuğunu ve," dediğinde sustu. Gözlerim kısıldı, kaşlarım çatık bir hâl aldı ve cümlesinin devamını bekledim. "Kimin yaptığını... Sana bütün bunları kim yaptıysa bana söyle, albayın kızı. Söyle ki sana yardım edebileyim." Dediğinde içime düşen ferahlığın kırıntısı yüreğime de refah getirmişti. Üstümden sanki yıllardır taşıdığım yük kalkmıştı. "Sana herşeyi anlatacağım. Lakin şimdi değil. Babamlar şüphelenmesin." Dediğimde, başını salladı. Yavaşça geri çekildi. Elindeki anahtarla kapıyı açıp aralıktan etrafı gözetledi. Kimsenin olmadığından emin olmuştu. İşaret verdiğinde önce ben ardımdan o çıkmıştı tuvaletten. Hızla giderken, arada arkama bakıyordum geliyor mu diye. Hemen arkamdan geliyordu. Adımlarımı hızlandırıp önden gitmeye karar verdim. Eğer mehru ikimizi beraber gelirken görürse kızlara söylediği şeylerde hak vermiş olur. Arkamı hızla dönüp durdum. Durmanın etkisiyle onun sert göğsü göğsüme sertçe çarpmıştı. "Ben önden gitsem ardından sen gelsen, olur mu?" Diye sordum. Gözlerini kıstı ve kaşlarını çattı. "Neden?" "Bizi beraber görmesinler." "Kim?" "Off, zeki adamsın yüzbaşı, bilmemezlikten gelme." "Sen gelene kadar zeki bir adamdım." "Şimdi nasıl bir adamsın ki?" "Zeki aklımın daha farklı şeylere çalıştığı kesin." "Bunda benim etkim ne?" "Senin etkin büyük, albayın kızı." "Herkesin etkisinde mi kalırsın böyle?" "Hayır. Hiç kimsenin etkisinde kalmam." "O zaman benim etkim nasıl büyük olabilir?" Diye sordum. "Sen... Hiç kimse değilsin albayın kızı." Dediğinde, afalladım. Bir an duraksadım. Kendime gelmem uzun sürmedi. Sadece biraz dumura uğramış olabilirdim. "AHESTE!" Diye bağıran ses tam da tahmin ettiğim kişiydi. Kaçtığım, alın teri döktüğüm mehru'ydu. Zebellah gibi dikilmişti karşıma. Yan yana görmesinden korktuğum kişiyle yan yanaydım. Kaçış yok aheste, çünkü görüldük. Yanımıza tebessümle geldi. Başını Aytekin'e bakarak hafifçe eğdi. Mehru! Mehru! Rezil etme bir kerede kızım. Dilinin kemiği olsun azıcık. Adamın yanında neleri ima ediyordu aklım almıyordu. Sakindim lakin. Kalmaya çalışıyordum... "Bilirim bilirim." Dediğimde, Aytekin'e döndüm. Söylediklerimizden hiçbir şey anlamamıştı. Üstelik dinlemiyor başka yerlere bakıyordu. Koskoca yüzbaşı sadece bize ayıp olmasın diye dinlemiyor üstelik bekliyordu konuşmayı bitirmemizi. "Aytekin bey, kusura bakmayın sizide tuttuk. Bizimkinin dili pabuç kadar. Kafanızı ağrıtmadı umarım." "Bizim aramızda iletişim denen şey yok. Hanımefendi ölümcül bakışlar atar ben ise soğuk tavrımı takınırım. Hepsi bu..." Dediğinde, mehru'yla konuştuğunda bile mesafeli duruyordu. Bana bile hanımefendi diye hitap ettiğinde garip hissetmiştim. Sürekli söylediği albayın kızı lakabını ilk defa duymak istedim dilinden. Ne olduğunu anlamadığım biranda mehru kolumdan tuttuğu gibi sürüklemeye başlamıştı. Onun yanından ayrıldığımızda köşeye doğru gitmiştik ve görüş alanımda değildi artık. Mehru'ya sinirle baktım. "Ne mehru?! Ne var yine?!" "Yangın var!" Yine saçma saçma konuşmaya başlarken, gözlerimi devirdim. "Yüzbaşı esmer yangını!" Elimi alnıma atıp sert bir şaplak attığımda, ofladım aynı zamanda. Yanık elimin acısı hala varken, mehru saçma sapan şeyler söyleyip daha da sıkıyordu canımı. "Dur bir saniye, benim evde külahım olacaktı onu takıp geleyim öyle anla- kızım sen mal mısın? Benim hiç öyle salağa benzer bir tipim var mı?" "Var." Dedim. "Yok efendim! Ya, adama neredeyse ilan-ı aşk edecektin. Yok bilmem bizde gözler konuşurmuşta, maalesef ki bak altını çiziyorum maalesef ki onlarda kavga ediyormuşta. Kızım sen basbayağı aşıksın bu adama!" "Mehru, elimin tersindesin, bir çaktım mı iki seksen yatarsın şuraya! Ne aşkı ne hoşlanması ya! Asıl sen ne yaptığını sanıyorsun?! Adamın yanında hararet mararet?! Ne iş?! Sanki görende beraber ne yapmışız? Tövbe tövbe, cidden akla gelmeyecek şeyler söylüyorsun." "Yalan mı?! Bu kadar saat elini soğuk suya mı tuttun sadece?" "Evet! Ya ne yapsaydım?!" Dediğimde, gülmeye başladı delicesine. Anlamadım neden bu kadar heyecanlı ve sevinçliydi? "Yuh! Mehru yuh yani. Yok birde başka şeylerde yaptık." "İyi be tamam! Şaka yaptık sadece. Ne kızıyorsun?!" "Seninki de artık şakayı geçti. Benim o adamla aramda hiçbir şey olmaz olamaz. Hoşlanmıyorum, aşık değilim, sevmiyorum hatta adamla doğru dürüst bir iletişimimiz bile yok. Sen kalkmışsın adama aşıksın diyorsun. Sence de böyle birşey mümkün olabilir mi?" Böyle söylediğimde haklı olduğumu düşündürdüğümü sandım. Birazcık da olsa öyle olsaydı diye geçirdim içimden. Ama nafile. Mehru inatçı ve kararlıydı, beni rezil etmekte... "Mümkün. Senin o adama deliler gibi aşık olman mümkün. Kızım adamın önünde dilin tutuluyor. Sencede bu normal mi?" "Normal. Adam asker ve yüksek bir rütbeye sahip. Haliyle insan önünde biraz diksiyon kayması yaşıyor." "Neden diğerlerinde olmuyor? Mesela timin diğer askerlerine karşı neden o güzel diksiyonun kaymıyor? Çünkü sen yüzbaşıya aşıksın." "Haydaaa! Çattık. Mehru laz damarım tutuyor. Valla çakacam şimdi ağzının ortasına!" "İstediğin kadar inkâr et, günü gelince kabulleneceksin. Ve o gün yanıma, mehru ben aşık oldum. Diye gelirsen eğer, işte o zaman ben senin ağzının ortasına bir tane çakacağım." "Tamam! Eğer o gün senin yanına öyle hislerle gelirsem çak ağzımın ortasına! Belki siktiğimin beynimin hafıza kaybına neden olursun da kurtulurum herşeyden!" "Aman aman, unutmaktan da korkarmış. Merak etme o adam kazır kendini, hem şurana..." Dediğinde eliyle şakağımı işaret etmişti. "Üff! Saçmalama. O gün gelmeyecek! Boşuna bekleme." Dedim. "Görücez... Neyse hadi gidelim bizi bekliyorlardır." Dediğinde yine ima ettiği birşeyler vardı. Ama aldırış etmedim. Ne kadar takarsam kafama cümlelerini oluru da olurdu. O yüzden dinlemedim onu. Boşverdim. 🎶
Hava kararmak üzereydi. Bahçede kurulan brandanın altında oturmuş semaver başında çay içiyordu herkes. Aheste ve Zerda yapılan Bafra nokul'unu servis ediyordu. Teoman ve çakır ise semaverin ateşini harlıyor çay servisi yapıyordu. Koyu bir sohbetin ortasındaydı yine İbo ağa.
Aheste ve Zerda hazırladıkları tatlı tabakalarını dağıtmaya başlamıştı.
"Albay, kızının talibi kızına yaraşır mıdır?" Dediğinde aheste'nin gözleri tatlıdan başka hiçbir yere bakmıyordu. Telaşla doldurmaya başlarken tatlıları, İbo Ağa'nın sorusu üzerine dikkatler onun üstüne çevrilmişti.
Teoman'ın sıktığı bardaktan belli olacaktı ki bu sorunun cevabı olumsuzdu. Ancak Aytekin sakindi. Zira onun ağzından çıkacak kelimeler doğrultusunda karar verecekti neler olduğuna. Onun da gözleri sadece aheste'yi izlerken, erdem albay söze girdi.
"Ç-çok özür dilerim. Yanlışlıkla o-oldu. Ben hemen hallederim." Diyip tabağın parçalarını toplamaya başlarken, hatun teyze aheste'ye bakarak,
"Sen bırak biz toplarız. Geç otur." Demişti, Kübra. Aheste ne yapacağını bilmeyerek ayağa kalkarken, herkesin odak noktasının kendisi olduğunu biliyordu. Nereye oturacağını ve ne yapacağını bilemedi ve,
Aytekin...
Bu hal ve hareketleri ona hiç de hayra alamet gelmiyordu. Ense köküne giren ağrı ile boynunu sağa sola kütletti. Migreni yine tutarken, hiç sevmediği ortamlardan birindeydi.
"Nasıl izin verdin, albay? Bu devirde tanımadan etmeden kız mı verilir elin oğluna?"
"Sevmişse ben birşey yapamam İbo ağa. Sevene dağlar ha bu çakıl taşıdır. Aşkın karşısında kim durabilmiş ki ben durayım?" Sözleri açık ve netti. Sanki aheste çınar ile severek nişanlanmış gibi konuşuyordu. İşte tam bu noktada Aytekin'in şakaklarına bugüne kadar girmemiş en büyük ağrı girdi. Beynine vurgun yemişe dönmüştü. Kurşun yese daha az acı çekerdi diye düşündü.
"Bozkuş, çay koy." Demişti Şahin'e.
"Ben koyayım istersen Aytekin abi?" Zerda'nın lafına karşılık Şahin ayakta öylece kalmıştı. Mehru ve Kübra direkt bakarken zerda'ya, Zerda üzerinde olduğunu hissettiği bakışların karşısında öylece kalakalmıştı.
"Sen yorulma bacım. Ben koyarım." Demişti şahin. Zerda'nın binbir parçaya bölündüğü cümle yine çıkmıştı şahin'in ağzından.
"Y-yoo. Yorulmadım. Hem... sen otur, ben diğer çayları da tazelerim," dediğinde gözleri babasına kaymıştı Zerda'nın. Hiç hayra alamet bakmayan İbo Ağa'nın gözleri pür dikkat çatık kaşlarla bu ikiliyi izliyordu.
Masaya doğru geldiğinde, boş bir yer bulup hemen çakır ile Kübra'nın arasına oturmuştu. Çakır'ın hal hareketlerinde bir değişiklik olduğunda, aheste ondan taraf döndü. Çakır ile göz göze geldiklerinde, başını ne? Anlamında salladı aheste. Çakır yaklaşması için işaret verdiğinde, aheste yaklaşmış ve kulağına fısıldayan Çakır'ı dinlemişti.
"Sana zahmet sevenleri ayırmasan..." Demişti. Aheste etrafına bakındığı sırada, oturduğu yerin farkına varmıştı. Kübra'ya baktığında, arada çaktırmadan bakmaya çalışıyordu. Aheste ile mehru göz göze geldiğinde, gülmüş ve şeytani şeylerin aynı anda akıllarından geçtiğini bildiklerini belli ediyordu bu bakışmalar. Aheste yavaşça yerinden kalklmaha yeltendiğinde Kübra'ya baktı. Saçları ile aynı renk olan kaşlarını kaldırdı. Kalkma dercesine işaret veriyordu. Aheste bilmezlikten gelmeye devam ederek ayağa kalktı ve Kübra'nın yerine geçti. Tam Aytekin'in karşısına. Çakır için iyilik yapacağım derken kuyunun en dibinde bulmuştu kendini. Zira göz göze gelmenin ve bakmanın utanç dolu anlarla geçtiği dakikalar yaşanacaktı birazdan. Mehru gülmemek için kendini zor tutarken, aheste gözlerini devirmişti.
Çakır'a da aynı şekilde göz devirdiğinde, Aytekin pür dikkat olanları anlamaya çalışıyordu. Lakin hoşuna gitmeyen şeyler yaşanıyordu. Daha önce uyardığı Çakır'ın yine bir teması oluyordu aheste ile. Ve bu hiçte hoşuna gitmiyordu.
Kübra ise halinden hiçte memnun değildi. Arkadaşları bile bu adam için seferber olmuşken, onun elinden gelen tek şey sadece kurdukları pusuya düşmekti. Tatlıları dağıttıktan sonra yerine geçmişti, hemen Çakır'ın yamacına oturmuş ve sadece önüne bakmaya çalışıyordu.
"Z-zerda yaktın beni!" Dediğinde, endişeli gözler ile bakan Zerda, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
"Dikkatlice içiverin gızım. Sıcak çay yakar her bir yanını." Hatun teyzenin nasihatleride cabasıydı. Çakır tekrar geri geldiğinde elinde su peti de vardı. Kapağını hızla açıp, Kübra'ya uzattı. Kübra suyu kimin verdiğini bilmeden içmişti. Bilseydi Çakır'ın verdiğini, ölse de içmezdi. Lakin öyle de olmamıştı. Suyu kana kana içmişti.
"İyi misin?" Diye sordu aheste.
"İ-iyiyim. Yüzüme bir su çarpıp gelsem iyi olur." Dedi, Kübra. Ayağa kalkıp gitmeye yeltendi.
"Hayallah, bugünde kızlara birşeyler oluveriyor. Nazar herhal. Ama yine de iyi iyi, çıktı nazar. Kim bilir kimin gözü kaldı." Diye söylendi hatun teyze.
"Baba, birşey soracağım. Lice'ye nasıl gidebilirim buradan?" Diye sordu aheste çekingen bir şekilde.
"Telefonum... Patlama sırasında kayboldu. Hat falan vardı üzerinde. Hepsi gitti. Yeni telefon ve hat almam lazım. Birde birkaç ihtiyacım var. Biliyorsun, apar topar çıktım Ankara'dan, neredeyse hiçbir şeyimi almadım yanıma."
"Komutanım, 2-3 gün sonra timle beraber Lice'ye gideceğiz. İsterseniz aheste bacım da gelsin." Dedi şahin. Aheste'nin yüzünde beliren tebessüm sevinç belirtisiydi.
"Uygun uygun." Demişti aheste.
"Tatlı kaldı mı?" Diye sordu Teoman. Önünde ki tatlı tabağının neredeyse şerbetinin bile izi kalmamışken, yeni bir tatlı daha istiyordu.
"Niye lan?! Lokmalarımımı sayıyorsun?"
"Estağfurullah, komutanım. Benim cevize alerjim var diye size kendi tabağımı da verdim. Gece gece midenize zarar vermesin diye dedim."
"Vermez vermez. İki dilimcikti be oğlum. Benim mideme yetmez bunlar." Demişti. Sancar ve şahin aralarında kıs kıs gülerken, Aytekin alnını ovuşturuyordu. Aheste bıyık altından gülerken, mehru dikkatlice tabağa bakıyordu.
"Aga, ayıp oluyor ama. Milletin içinde." Dedi Teoman mahçup bir sesle.
"Aga ne lan?! Ben senin askerlik arkadaşın mıyım?"
"Değil misin?"
"Bozkuş, elimin ortası kaşınmaya başladı. Komutanınım lan ben senin!" Dedi sert bir sesle.
"Ben size biraz tatlı getireyim isterseniz Teoman bey?" Mehru Teoman'ın tabağını aldığında, Teoman tabağı tutup masaya geri bıraktı.
"Yok, mehru hanım sağolun. Tadım kaçtı." Dedi Teoman.
"Komutanım sizin tadınızın kaçması için ya hedefi bulmayan kurşunların olması lazım ya da yediğinizin bozuk olması lazım. İkiside olmadığına göre tadınız yerinde. Çekinmeyin işte bırakın yenge hanım doldursun size. Tatlı..." Diye dalga geçmişti sancar. Şahin ile kahkaha tufanına kapıldılar. İbo ağa ve erdem albay da beraberinde gülerken, Teoman iyice utanmıştı.
"Beyler, bence dalga geçilecek bir durum yok. Hem Teoman bey gayette fit. Bu kadar yemek yemesine rağmen gayet iyi bir yapıya sahip."
"Yenge hanım, bizde sabah yiyip gece eritirsek bel altından, bizde fit oluruz. Dimi komutanım?" Diyerek gülmeye başlamıştı şahin.
"Lan en azından senin gibi kalpli don giymiyoruz lan! Erkek adam hiç kalpli don giyer mi? Layt erkek." Diyerekten bombayı bırakmıştı masaya Teoman. Artık donlar aşağıydı. Şahin'in yüzü kızarmıştı. Herkesin içinde kalpli donuna laf getiren Teoman'a sinirle baktığında Teoman gayet nispet eden hanım teyzeler gibi oh çekiyordu.
"Komutanım en azından sizin gibi yediklerimi eritirken roman havası açmıyorum spor salonunda."
"Şahin, oğlum bak millete hâlâ bebe bisküvisi yediğini söylettirme bana!"
Kalpli donlar, bebe bisküvileri. Bunlar ağır şeylerdi erkek adam için.
"Sağolun, komutanım ya. Söyleseniz rezil olurdum herkese." Diye alaya almıştı şahin.
Çakır'ın tam da üstüne olan bu konularda susmuştu garip bir şekilde. Gözü sürekli bahçenin girişinde idi. Kimi beklediği açıkça belliydi. Gözlerinde endişe okunacak derecedendi. Lakin herkes şahin ve Teoman'ın ortaya dökülen kirlileri ile meşgulken, dikkat çekmemişti bu hali.
Merdivenleri hızla çıkarken, ağlayan bir ses duydu. İçten ve sesli ağlayan bir kadın sesiydi bu. Etrafına bakındığında sesin geldiği yöne baktı. Atatürk'ün heykelinin olduğu yerde oturan bedende takılı kaldı gözleri.
Karanlığın çöktüğü bahçede, belli olmuyordu kim olduğu. Çakır yavaş adımlarla yaklaştı. Yaklaştıkça anlamıştı kim olduğunu. Tam da tahmin ettiği kişiydi.
Kübra... Heykelin altında dizlerini birleştirmiş kafasını dizine dayamış bir şekilde ağlıyordu. Çakır hızla yanına gidip çömeldi.
"Kübra... Neyin var?" Diye sordu. Dokunmak istedi lakin çekindi. Kübra başını kaldırıp mahmur gözlerle Çakır'a bakarken, Çakır'ın içi gitmişti o haline.
"Kübra... Bana bak bi. Neyin var söyle bana. Belki bir hal çare bulurum derdine."
"Neyin çaresini bulacaksın ya sen?! Neyin?!" Adeta kükredi çakır'a. Çakır bu tavrına karşılık sakin kalmaya devam etti. Naif ve nazik bir şekilde yaklaştı.
"Derdinin. Her neyse elimden ne gelirse yaparım. Yeter ki söyle, neden ağlıyorsun?" Dediğinde, sakin davrandı. Kübra bunun üzerine başını kaldırıp çakır'a baktı. Bir eliyle tuttuğu telefonunu diğer eline vererek, gözyaşlarını sildi.
"Kulaklarını kapatır mısın?"
"Niye?" Diye sordu çakır.
"Burnumu temizleyeceğim. Duymanı istemiyorum." Dedi çekingen bir şekilde. Bunu söylerken yerin dibine girdiğini hissetti. Lakin çakır buna güldü. Başını öne eğerek sırıttı. Kafasını tekrar kaldırdığında çömelmesine rağmen hâlâ ondan uzun olduğu kadına baktı.
"Ama ben öyle aşko kuşko kızlar gibi değilim. Biliyorsun antepliyim..." Dedi.
"Yinede. Senden asla midem bulanmaz, Kübra." Dedi çakır. Kübra aldırış etmedi cümlelerine.
"Hem sen niye geldin benim peşimden?" Diye sordu hallice.
"Yüzümü yıkayıp gelecem dedin. Gelmeyince merak ettim." Çakır'ın bunu söylemesi üzerine Kübra şaşırdı.
"Sen..." Dedi parmağıyla göğsünü işaret ederek.
"Evet. Ben seni..." Dediğinde durdu biran. Kübra cümlesinin yarım kalması üzerine durdu. Gözlerine kenetlendi gözleri. Ne diyeceğini beklerken, sabırsızlıkla sordu.
"Ben seni, merak ettim, evet." Dedi. O an Kübra'nın içinden birşeyler kopup gitti. Sanki beklediği cümle değildi. Çakır gibi bir adamın ağzından daha farklı şeyler bekliyordu. Şaşırtmıştı onu.
Kübra çekingen bir tavırla etrafına bakındı. Aniden çıkan sert rüzgar kızıl saçlarını savurmuştu. Yüzüne adet ferahlık gelirken, bu soran adama ne cevap vereceğini bilemedi.
"Ya, benim İzmit'te kiraladığım bir ev vardı. Kiralıktı. Kirasının neredeyse yarısını ödedim. Lakin kalan taksitleri ödemeyi erteledim. Çok istediğim bir araba vardı, onu almak için erteledim birkaç ay taksitleri. Sonra işte arabayı almak için kredi çektim. Kredinin taksitlerini ödeyeceğim diye onları tamamen unuttum. Şimdi ise hem kiranın taksitlerini ödeyemiyorum hemde arabanın. Arabayı satıp kredinin ve evin kirasını ödeyeceğim ama..."
"Ama?"
"Ama işte emektarı satmak istemiyorum."
"Emektar, araban mı?"
"Evet." Dediğinde Kübra, çakır güldü.
"Ne? Komik mi? Adı emektar." Dedi ciddi bir sesle.
"Yok. Yani emektar diyince aklıma şu kaplumbağa arabalar geldi. Mini Cooper tarzında olanlar varya. Hem onların parası çok değildir ya. Niye ödeyemedin?" Diye sordu. Kübra telefonundan birşeyler açarken, çakır onunla ilgilenmeyen Kübra'ya baktı.
Telefonundan bulduğu bir fotoğrafı açmıştı ve Çakır'a göstermişti. Çakır'ın telefonda baktığı fotoğrafta Kübra bir arabanın önünde durmuştu. Lakin araba tahmin ettiği gibi mini Cooper ya da kaplumbağa araba değildi. Kübra'nın kızıl saçları gibi kırmızı olan bir BMW'ydi. Önünde durduğu arabanın kendine göre alev ateş olması da cabasıydı. Çakır'ın dikkatini çeken tek şey gözlük takan ve üstüne uzun siyah bir elbise ile gülüşünü tamamen gördüğü Kübra'ydı.
"Yuh! Kızım sen buna emektar mı diyorsun? Bu emektar değil ateş ateş."
"Ya. Kızım gibi demiyorum. Emektarım işte benim gibi." Dedi övünerek. Çakır bu hallerine gülerek karşılık verirken, Kübra eski haline dönmüştü.
"Fiyatı ne bunun?"
"1.500.000."
"OHA!"
"Ne bağırıyorsun ya?!" Dedi Kübra sesli bir şekilde.
"Yuh! Kızım. Hangi parayla aldın bunu?"
"Kredi çektim, annemin bileziklerini sattım. Birde babamdan habersiz bir arsasının tapusunu sattım." Dediğinde Çakır'ın ağzı beş karış açık kalmıştı.
"Ne? Tek başıma yapamazdım. Destek lazımdı." Dedi.
"Peki şimdi hangi birini ödemeyi düşünüyorsun?"
"Bilmiyorum. Sıkıntı da o işte. Hangi birinden başlayacağımı bilmiyorum. Emektarı da satmak istemiyorum."
"Kübra..."
"Hmm." Demişti belli belirsiz bir şekilde. Çakır gözlerini gözlerine dikti.
"Ben istersen kredinin kalan taksitlerini ödeyeyim. Sende kiranınkileri hallet." Demişti. Kübra birden doğruldu. Gözleri sevinçle açılırken, birden yüzü düştü.
"H-hayır. Kabul edemem." Dedi bir anda. Çakır'ın kaşları çatık bir hal aldı.
"Nasıl kabul edemezsin? Bal gibide kabul edeceksin!" Dedi sert bir sesle.
"Tamam o zaman şöyle yapalım; ben evin kalan taksitlerini ödeyeceğim, sonra o kalan taksitleri hesaplayalım böylece bana olan borcunu öğrenmiş olursun. Kredinin borcunu bitirince bana olan borcunu istediğin zaman ödersin. Anlaştık mı?" Dedi. Kübra bu fikre sıcak bakmıştı. İçinde inanılmaz bir sevinç hissetti.
Burnuna gelen çilek kokusu hoşuna gitmişti. Boynuna sıkıca sarılan bu kadının bedenine sarıldı koca kolları. İnanmak istemiyordu. Hayal diye düşündü. Kübra'nın boynuna atladığına inanmak istememişti. Lakin gerçekti. Kübra onun koynunda ve boynundaydı. Kaslı ve sert gerdanına çarpan naif ve zarif gerdanını hissetti. Çilek kokusu burnunun ucunda idi.
Boynundan ayrıldığında Kübra, kolları öylece kalmıştı Çakır'ın.
"Tamam tamam. Borç..." Dedi çakır tebessüm ederek.
"Ha, birde... Aramızda kalsın lütfen."
"Emrin olur, kızılcık marmelatı." Demişti. Kübra'nın içini sıcak bir his kaplarken, sanki göğsüne ferahlık gelmişti. Üstünden büyük bir yük kalktığını hissetti. Doğruldu ve ayağa kalktı.
"Gidelim." Dedi çakır. Kübra önden, çakır ise arkadan onu takip etti.
...
Hatun teyze ve İbo ağa kalkmıştı. Masa da sadece tim ve kızlar kalmıştı. Erdem albay da saatin geç olduğunu söylemiş ve gitmişti.
Rüzgarın her saç teline değip aheste aheste savuruşunu, yüzünü, çillerini, rüzgar sayesinde yüzünün kıyılarına kadar ulaşan kokusunu izledi.
Kadınlar... Bu hayatta annesi başta olmak üzere bütün kadınları bir bildi. Tanıdığı kadınlar hariç bütün kadınlardan nefret etti. Terk eden ve ona hayat denen şeyin ne olduğunu beş yaşında öğreten bir kadınken üstelik bu kişi. Sadece inandı. Kendi bildiğini okudu, kendi okuduğunu bildi. Onun için birşey nasılsa öyleydi. Bir kadın yanına yaklaşmak istese soğuk davranır, konuşmak istese susardı.
Taa ki kendi bildiğini bozan, okuduğunu silen o kadın gelene kadar...
Karşısında oturuyordu. Yanına yaklaştı lakin soğuk davranmadı. Konuşmak istedi, susmadı. Üstelik bir kadınken.
Şuan düşündüğü tek şey babasının bir terörist olduğuydu.
Aytekin'in en büyük imtihanıydı ailesi. En büyük sınav, en büyük yük, en büyük zarardı. Babalar için oğulları onlardan sonra gelecek olan kendileriydi. Annelerinin ise onlar daha küçükken yaşama dayanağı, büyüyünce ise kahramanı olurdu. Aytekin hiçbiri olamamıştı.
Anne diyemediği kadın en büyük günahı, artık baba diyemeyeceği adam ise onun en büyük hayal kırıklığıydı.
Bir kalbi olmadığını hep söyledi kendi nezdinde. Aytekin; kalpsiz Aytekin, duygusuz Aytekin, soğuk, sert, acımasız Aytekin... Onu tanıyan bilen hep böyle bildi. Öyleydi...
Anneler içlerinde evlatlarını taşırken, verdikleri şefkat büyütürdü onların minik kalplerini. Her kelime, her cümle küçük can için bir kalpti. Ama demgüzar, oğluna şefkatle değil nefretle yaklaştı. Güzel şeyler söylemek yerine beddualar etti. Ölmesi için içtiği ilaçlar ortada bir kalp olmasa bile o canı almak, o kalbi durdurmak içindi. Lakin bilemedi, kendi elleriyle paramparça ettikten sonra ortada olmayan bir kalbi öldürmek için içiyordu o ilaçları.
Tanrı her kadına bir can tohumu bahşeder. Canı karnına verir zira içinde hissetsin diye. Tohum kadar verir o büyütsün diye. Lakin daha tohum kadarken can, öldürüp arafta asılı bırakmak cehennemi hakedecek kadar büyük bir günahtı.
Demgüzar kendi yaşamına bile meydan okudu, ölümü layık gördüğü oğlunu öldürmek için.
Ölmek ve doğmak... Birbirine en zıt olan iki kelimeyi yan yana getirdi hayat. Hayat aslında bu iki kelime arasında geçen süreydi. Fakat zaten hayat denen şeyin zorlu sınavını daha ana karnındayken veren birine hayat sadece bir süre olarak kalırdı. Aytekin ise bunu bekliyordu. Bu sürenin biran önce bitmesini...
Evlatlar en büyük günahtır. Sahte ve gerçek aşkın meyvesi olan her çocuk nasibini ailesinden, o ailenin günahı olduğu için alır.
Arafta asılı kalan canlar neyin bedeli sanıyorsunuz?
______________________________________
Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın!!! 🎵🔥... |
0% |