Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15.NOTA🎵

@nazo_65

Kalbin benim olsun diyorum, çünkü mukadder...
Cismin sana yetmez mi? Çabuk kalbini sök, ver!
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...

 

 

"Uzun zamandır kilidi paslı bir kalp taşıyorum göğüs kafesimde.
Anahtarını aradım yıllarca. Sonra seni buldum, ve göğsümden bir ağırlık kalktı."

 


ANKARA/ ETİMESGUT

 

"Abi," dedi feyzo, omzuna hafif dokunarak. Çınar, elinde tuttuğu sigarasından bir duman daha çekerken içine, feyzo'ya döndü usulca.
"Cevahir bey, toplantı olduğunu söyledi. Masa toplanacakmış." Çınar hiçbir şey demeden önüne dönmüş ve az bir miktar kalmış sigarasından son bir duman çekip fırlatmıştı. Ellerini cebine koymuş ve yalının büyük balkonundan içeriye geçmişti.
Feyzo'da peşinden gitmiş, yalnız onunla salonun ortasında ayrılmış çıkış kapısına doğru yürümüştü.
Çınar ise koca yalıda çöken derin sessizliğe karşı ayakkabısının çıkardığı ses eşliğinde yukarı kata çıkmıştı.

 

Dedesinin durumu ağırlaştığından beri pek konuşmuyor, yalıda da fazla kalmıyordu. Yalı da pek kimse kalmamıştı. Leyla hanım kocasının yanında idi. Arada birde gelir üstünü değiştirir giderdi. Demgüzar hanım ise başkanı olduğu saçma sapan derneklerden gelmezdi. Leman son sınıf öğrencisi olduğu için dershaneden çıkmıyordu. Sergen ise karısının doğum sürecinde daha iyi doktorların tedavisinde olmak için karısını yurtdışına götürmüştü. Cihanşah'ın durumdan bir haberdi. Haberi olsaydı çoktan Türkiye'ye dönüş yapmıştı.

 

Çınar ise mekânda gece yarısına kadar içer sonra da otele giderdi. Birkaç gündür tek düşündüğü şey aheste'ydi. Uzun bir süredir görmediği nişanlısını özlemişti. Engerek'i arada birde arar durumunu sorardı. Engerek herşeye rağmen bir sorun olmadığını söylüyordu. Çınar ise bunu bilerek içi rahat etmesede biraz daha dayanıyordu. Oysa ki bu bütün tantanadan kurtulmanın ve nefes almanın tek yolu aheste'nin yanı olduğu kanaatindeydi.
Dedesinin durumu ağırlaştığından beri basının baskısı, işlerin üst üste gelmesi, yurtdışında yapılan anlaşmalar için gerekli olan imzalar ve masa başıboş kalmıştı. Cevahir ilgileniyordu zira yetişmekte zorlanıyordu. Babası hasta bile olsa evden bir şekilde yürütüyordu herşeyi. Son zamanlarda herşey sarpa sarmıştı.

 

Yukarı kata çıkmıştı. Babasının çalışma odasının önüne geldiğinde, kapıyı yavaşça çalmış ve öyle içeri girmişti. İçeri girdiğinde masasında telefon görüşmesi yapan Cevahir'i gördü. Kapıyı kapatıp masanın önündeki koltuklardan birine doğru ilerledi. Herhangi birine oturarak bacak üstüne bacak attı. Cevahir ise telefon görüşmesinin sonlarına geliyordu.
İyi günler cümlesini de söylemiş ve telefonu kapatmıştı. Gözleri çınar'ı bulunca ellerini masaya koymuş ve sesli bir nefes vermişti.

 

"Tırların teslimatı sağlandı." Dedi çınar düz ve donuk bir tonda.
Cevahir'in kaşları çatık bir hâl alınca,
"Hangi tırlar?" Demişti. Çınar'ın da aynı şekilde kaşları çatık bir hâl almıştı.
"Hani şu kimyasal bombaların yüklü olduğu. Benden teslim almamı istediğin. Elimize ulaştı. Sincan'da, doğu da bulunan depoda."

 

"Kusura bakma. İşler üst üste bindiğinden beri masayı çok boşladım. Sincan'da ki depoyu iyi düşünmüşsün. Issız bir yerde olması işimize gelir." Demişti Cevahir. Çınar ise hiçbir şey dememiş sadece başını sallamıştı.
"Duyduğuma göre Erman'ın kardeşi geri dönmüş. Üstelik sana sürprizlerle gelmiş." Demişti Cevahir oldukça rahat bir sesle. Çınar'ın bakışları babasını bulunca, haberi olduğunu yeni öğreniyordu. Koltuğuna yaslanan babasının rahatlığı sinirini bozmuştu. Zira hayatı söz konusu olan oğluydu ve umurunda değilmiş gibi davranıyordu. Zira çınar'ın zoruna giden bu değildi. Vincent'in sanki onu öldürebilecekmiş gibi bir planı devreye sokmasıyla alay ediyordu. Cevahir, çınar'ı yine küçümsüyordu. Çınar'ın zoruna giden asıl buydu.

 

"Çok mi sevindin? Ha baba? Sonuçta oğluna yapılan bir suikasti rahatlıkla karşılıyorsun. Umarım üstesinden gelebileceğimi bildiğin içindir bu rahatlık."

 

"Bununda üstesinden gelmeseydin beni ilgilendirmezdi, çınar. Zira ölümün ortasında yaşıyoruz. Her gün bir öncekinden daha kanlı ve ölümlü geçiyor. Beni üzen sadece ölüm haberin olurdu." Oldukça rahat ve alaycı bir sesle söylemişti. Çınar ise bozuntuya vermemiş üstüne üstlük gülmüştü.
"Cidden üzüleceğini bilsem, bir sik kırığına yenilebilirdim."

 

"Benim ne düşündüğümü neden bu kadar önemsiyorsun?"

 

"Çünkü sen Cevahir Erkuran'sın. Senin herşeyin kusursuz olmalı. Herşeyin..." Dediğinde neyi ima etmeye çalıştığını Cevahir anlamıştı.
Dikleşti Cevahir. Bakışları keskinleşti. Ve birşeyler ima etmeye çalışan oğluna ölümcül bakışlar sergiledi.
"Herşeyim olan şeyler kusursuz olmalı evet. Ama sen kusursuz olmak zorunda değilsin." Söylediği sözler keskin bir cam parçası misali batarken çınar'ın beynine, aklına küçüklüğü geldi. Onca çektiği eziyetler, işkenceler büyüyünce bir kenara atılmak içindi. Bunu anlamış ve kazımıştı aklına.

 

"Haklısın... Fakat ben senin adınla tanınmıyorum, Cevahir Erkuran. Ben kendi adımla anılıyorum. Senin oğlun değil, yardımcın olarak anlıyorum. Ve sen öyle değilsin," dedi cümlesini yarım bırakarak. Cevahir'in duymak istediği cümleler döküldü ağzından.
"Sen dedemin adıyla anılmış ve bu konuma gelmiş bir adamsın. Sen hep cihanşah erkuran'ın oğlu Cevahir erkuran olarak anıldın. Ben ise sadece çınar. Yeri geldiğinde erkuran olan çınar oldum."

 

"Deden... Burada mı, çınar? Baksana etrafına, yalıya, odasına, şirkete... Deden nerede, çınar?" Diye sordu. Yüzünde belli belirsiz bir sırıtıma büyüdü. Çınar susmuştu.
"Deden hastanede... Ölüm döşeğinde. Layık olduğu yerde... Artık deden yok. Ben varım. Bu ailenin de işlerinde herşeyinde sahibi benim. Beni baban olarak görüpte saygı duyma. Zira sen benim oğlum olamayacak bir adamsın... Sen adam değilsin. O yüzden beni dedenin sahip olduğu konumda olarak gör ve saygı duy. Zira herhangi bir yanlış davranışında seni öldürmekten kaçınmam." Demişti. Cevahir acımasız bir şekilde çınar'ı tehdit ederken, çınar sessizdi.
Çünkü biliyordu. Babasının eninde sonunda birgün bu sözleri sarfedeceğini biliyordu. Bekliyordu sadece. Bir bıçak kadar keskin olan bu itirafın dudaklardan dökülmesi an meselesi idi. Sadece zor kullanması yeterdi bunu anlamıştı.

 

Başını salladı, ileri geri doğru. Dudağını büzerek elinde tuttuğu sinek kartına baktı. Oynadı oynadı ve cebinden çıkardığı pipo ile yaktı. Sinek kartı yanmaya başlarken, kartı masada bulunan demirden küllüğe attı. Odayı kağıt kokusu kaplarken, Cevahir yine aynı rahatlıkta ne yaptığını anlamaya çalışıyordu.
"Birgün..." Dedi çınar, ayağa kalktı ve ceketini düzeltti.
"Bu kağıt gibi herkesi yakacağım. Herkesi... Ve bu kişilerin en başında sen varsın Cevahir Erkuran. Düşmanlarımla dolu olan listemin başında yine sen varsın. Birgün seni koruyan namlular şakağına dayanacak. O namlunun ucunda sen, tetiği çeken ben olacağım. İşte o gün ölüm senin için kaçınılmaz olacak..."
Kapıya doğru yürüdü ve kolu indirdi. Tam o sırada başını arkaya çevirip son kez baba kelimesinin asla diline varmadığı adama baktı.
Tiksinerek...

 

"Masada görüşürüz, sevgili babacığım." Demiş ve odadan sert bir şekilde çıkmıştı. Cevahir hâlâ yanan sinek kağıdına baktı.
Çınar ise odadan sert bir şekilde çıktıktan sonra aşağı kata inmek için merdivenlere yürümüştü.
Merdivenleri inmeye başlamıştı. Yavaş ve aheste aheste inerken merdivenleri, karşısına Metehan çıkmıştı.

 

"Kuzen!?" Dediğinde gözlerini devirmişti.
"Nerelerdesin ya?! Bir varsın bir yoksun!"

 

"İş güç işte Metehan." Diyip geçiştirmek istemişti. Fakat metehan sakız gibi bir adam olduğundan çınar'ın sinirini bozmaya yeminliymiş gibi hala konuşmaya ve boş boş sorular sormaya devam ediyordu.
"Dedemin durumu nasıl?" Diye sordu çınar.
"Kötü. Doktorlar gittikçe kötüye gittiğini söyledi. Verdikleri ilaçlar işe yaramıyormuş."
Çınar sessiz kaldı.
"Leyla hanım yalıya gelmedi hiç. Cici annen de uğraşacak birini bulamayınca yalıda duramıyor."

 

"Siktir et. Demgüzar'la uğraşacak vaktim yok. Fahir amca nerede?"

 

"Dedemin imzalandığı protokolleri imzalamak için yurtdışına gidecekti,"

 

"Ee, gitti mi?"

 

"Cevahir amca izin vermedi. Babamız bu haldeyken iş mi düşüneceğiz dedi. Babamla kötü kavga ettiler. Yalıya uğramadı dünden beri."
Çınar'ın kaşları çatıldı. Yüzü garipser bir hâl aldığında, metehan pür dikkat izledi onu.
"Noldu kuzen? Niye bu kadar dikkatini çekti?"

 

"Boşver. Leman nerede?"

 

"Bilmiyorum."

 

"Dershanede değil mi?"

 

"Cici kardeşinin ne yaptığını nereden bileyim kuzen?"

 

"Herşeyi biliyorsun Metehan. Bunu da bilirsin diye düşündüm. Sonuçta bütün işin karılar gibi dedikodu toplamak." Demiş ve dış kapıya doğru yürümeye başlamıştı.

 

"Aşk olsun kuzen! Ayıp oluyor!" Diye bağırmıştı Metehan. Lakin çınar duymazlıktan gelmiş ve cebinden çıkardığı gözlüğü gözüne takıp, feyzo'nun kapısını açtığı lacivert Mercedes'e binmişti. Feyzo sağ ön koltuğa binmiş, şoför ise sürücü koltuğuna geçmiş aracı sürmeye başlamıştı.
Çınar gözlüğü çıkarıp tekrar cebine yerleştirirken, feyzo dikiz aynasından çınar'a bakmıştı.
"Abi sen iyi misin? Bir durgunsun bugün." Demişti birden. Çınar kolunu yasladığı koltuktan başını çevirip feyzo'ya bakarken,
"İyiyim feyzo. Düşünme sen beni." Demişti.

 

"Abi, yanlış anlama da, kaç hafta oldu hala aheste hanımı ziyaret etmedin. Ondan mı bu hallerin?"
Çınar'ın nefes alışverişleri sıklaştı.
Haklıydı feyzo. Teşhisi koymuştu. Tek dermanı aheste idi. Onu görse herşey yoluna girecekti sanki.
"Bilmiyorum feyzo. Görsem dünyalar benim olur. Ama olmuyor işte.
Sen ayarla, yakın zamanda bir ziyaret edelim."

 

"Emrin olur abi." Demişti.

 

"Abi, cihanşah bey Allah korusunda iyileşmezse, kim geçecek masanın başına?" Çınar'ın beyinini kemiren soru işte buydu. Düşünceleri bundan ibaretti. Ya Cevahir geçerdi ya da kendisi. Çünkü cihanşah erkuran, güçlüyü seçerdi.
Kötü olanı gözünden tanırdı. Onlar ise çınar ve Cevahir'di.
"Bilmiyorum feyzo. Miras meselesi ne olacak onu hiç bilmiyorum."

 

"Abi, düşünsene trilyonluk servet sana kalıyor."

 

"Hayalden ibaret." Dedi ve geçiştirdi. Fakat imkansız değildi.

 

"Neden olmasın abi? Sonuçta cihanşah beyin en sevdiği torunusun."

 

"O işler öyle olmuyor işte feyzo. Boşver kapatalım konuyu."

 

"Emrin olur abi." Diyip susmuştu. Çınar arkasına yaşlanmış düşünürken, yan taraftan geçen siyah rangover babasına aitti. Hızla onları es geçip giderken, çınar gülmüştü. Toplantı için bu kadar heyecanlı olduğunu bilmiyordu Cevahir erkuran'ın. Telefonu çaldığında, cebinden çıkarıp ekrana baktı.
Arayan adamlarından biriydi. Leman'ı takip ettirdiği adamlarından biriydi. Yine bir sorun olduğunu sezmiş ve telefonu açmıştı.

 

"Alo, söyle." Dediğinde karşıdan gelen cevap,
"Çınar bey, Leman hanım şuan dershaneden çıkış yaptı. Fakat nereye gittiği hakkında bir fikrim yok. Ne yapalım?" Demişti.
Çınar gözlerini devirdiğinde,
"Takip et. Herhangi bir sorun olduğunda beni ara. Kötü bir yerde ise eve götür. Zorluk çıkarırsa gerekeni yap."

 

"Anlaşıldı efendim." Diyip kapatmıştı telefonu adamı.
"Kimdi abi?"

 

"Leman'ı takip eden koruma."

 

"Ne diyor?"

 

"Yine bir işler karıştırıyor Leman hanım. Göreceğiz bakalım."

 

Sonunda toplantının olduğu yere geldiklerinde, araç koca demir sürgülü kapıdan içeri girmiş ve koca aslan oymalı mermer çeşmenin etrafından dönüş yaparak villanın kapısının önünde durmuştu. Cevahir bey önceden gelmişti. Arabası kapının önündeydi. Şoför hızla inip çınar'ın kapısını açmış ve inmesini beklemişti. Feyzo ise inmiş çınar'ı beklemişti o da.
Çınar indiği sırada ceketini düzeltmiş ve villaya bakmıştı.
"Feyzo,"

 

"Buyur abi." Demişti feyzo.
"Gidip şimal'i bir ziyaret et. Mekânı da yokla. Ben toplantıdan çıktığımda haber ver bana." Dediğinde feyzo başını eğmişti olumlu anlamda.
"Emredersin abi." Diyip araca binmiş ve gitmişti. Çınar ise villanın girişine yürümüş ve içeri girmişti.
Girişte bekleyen siyah takım elbiseli korumalar geldiğini görünce usulca selam verip başlarını eğmişti. Çınar ise hiçbir tepki vermeden yürümeye devam etti.
Kırmızı halı serilen salona giren çınar, masada toplanmış olan adamlara baktı.
Fuat ve başında bekleyen oğlu Kerem.
Erman ve başında bekleyen kardeşi Vincent. Harun ve başında bekleyen yeğeni sahra. Erol'un yardımcısı yoktu. Ve Cevahir... Yardımcısı ise çınar'dı. Ve masanın önemli kişileri hep beraber çınar'ın gelmesini beklemişti.

 

Çınar ise ağır adımlarla masaya doğru yürümüş ve bütün gözleri üzerine çekmeyi başarmıştı.
"Çınar bey, sonunda teşvik ettiniz."
Diyen kişi Fuat'ın oğlu kerem'di. İtici bir yapıya sahipti. Gıcık ve alaycı tavrı nedeni ile nefret toplayan bir çekime sahipti. Vincent ise sırıtarak izliyordu çınar'ı. Zira sanki bir hafta önce suikast düzenlendiği adama bakmıyormuş gibi davranıyordu.
Çınar'ın ise dikkatini çeken ilk Vincent olmuştu zaten.
"Böyle önemli biri olduğumu bilmiyordum. Beklenen ve aranan yüzlerden biriyim." Masanın yanında geçmiş ve Cevahir'in başında beklemişti.

 

"Şakanın sırası değil şimdi. Çınar'da geldiğine göre, artık toplantıya başlayabiliriz." Demişti Erol.

 

"Öncelikle sizinle önemli bir konuya değinmek istiyorum." Herkesin dikkati Cevahir'e dönmüştü.
"Hepiniz biliyorsunuz ki, son birkaç gündür babam cihanşah erkuran kötü bir süreçten geçiyor. Ölüm kalım savaşı veriyorken, savaşmaya devam ediyor. Ailemizin bu kötü süreci atlatacağına eminim. Bu süreçte herşey bana zimmetli. Yani bütün iş ve protokoller benim iznim altında."

 

"Yalnız cihanşah beyin mirası henüz kime bıraktığı belli değil. Yani işlerin kimin sorumluluğunda olduğu da belli olmuyor haliyle. Bu süreçte yapacağın şeyler ve alacağın kararlar ailenize ve işlerimize vereceği zararı da düşünürsün umarım Cevahir." Sesinde son derece ima besleyen Fuat, cüretkar bir tavırla konuşmuştu.
Cevahir sakin ve soğukkanlı bir şekilde fuat'a baktı.
"Babamın en yakın zamanda ayaklanacağı ümidiyle bekliyoruz. Umarım bu savaşı kazanır. Zira ardında daha birçok savaş bıraktığını bildiğini düşünüyorum. Babamın benden yana hiçbir güven sorunu yaşamadığı kanaatindeyim. Herşey benim kontrolümde Fuat. Sen merak etme." Demişti. Fuat başını salladı ve,
"Umarım Cevahir. Umarım dediğin gibi olur." Demişti.

 

"Şimdi sizlerden, önünüzde bulunan dosyaları incelemenizi ve okuduğunuz maddeler hakkında ne düşündüğünüzü söylemenizi istiyorum." Demişti. Masadaki herkes önünde bulunan dosyaları açıp teker teker kontrol etti. Çınar ise Cevahir'in önünde bulunan dosyaya göz atmıştı. Dosyada yazan maddeler, habeyb'in genellikle yoğun olduğu bölgede yer alan radikalller ile yapılacak anlaşma için hazırlanmış olan maddelerdi.
Genellikle kendilerine göre bağımsız yaşayan ve kendilerine özgü bir düşünceye sahip olan bu toplumlarla anlaşma yapmanın amacı; önemli bir bölgede yaşıyor olmalarıydı. Örgüte verebilecekleri destekler, onların daha da güçlü olması yolunda bir adımdı.

 

"Gördüğünüz üzere, birçok bölgede hüküm süren bu radikaller, en ufak bir para kokusunda yıllarca bağlı oldukları düşünceyi satabiliyorlar. Hemde ne istersek onu yapmaları şartıyla. Bulundukları bölgeleri dosyanın içinde bulunan mini haritada işaretlenmiş olarak görebilirsiniz. Maddeler daha çok bizim menfaatimiz yönünde. Örgüte verecekleri destekler sayesinde birçok işi başarabilir ve sahip oldukları önemli konumda olan bölgeleri ele geçirebiliriz."

 

"Peki burda payımıza düşen ne?"

 

"Burada sizin yapmanız gereken tek şey bütün radikallere yetebilecek miktarda parayı sağlamak ve destek vermek. Zaten eğitim ve manipülasyon konusunda habeyb işini başarıyla yerine getirecektir."

 

"Radikallerin bu maddeleri kabul edeceğinden emin misin?" Diye soran Erman olmuştu. Cevahir arkasına yaslanmış ve rahat bir tavırla,
"Dediğim gibi para onları herşeyden vazgeçirebilir." Demişti.

 

"Çınar ve berberinde yardımcılarımız, radikallerin bulunduğu bölgeye gidip onları uzlaşmaya davet edecektir. Yüklü miktarda para dolu çantalar ile..." Demişti. Çınar elindeki dosyayı masaya fırlatıp,
"Saçmalık. Beceriksiz birkaç radikale vereceğimiz parayı alanında uzman ve eğitimli birkaç adama harcayarak örgüte daha büyük bir yardımda bulunabiliriz. Zira habeyb'in eğittiği birkaç beceriksiz adamdan oluşan bir örgüt ancak böyle yükselebilir."

 

"Yabancı ve alanında eğitimli birkaç adama harcanacak para yerine önemli bir konuma sahip olan radikaller daha mantıklı sevgili oğlum." Demişti Cevahir.
Çınar bozuntuya vermemiş önüne bakmıştı.
"Çınar'ın söylediği de mantıklı." Diyerek sözünü tamamlamıştı harun.
"Beyler burada önemli olan para değil. Siyasi güç ve jeopolitik konum. Bize kazandırılan şeylere odaklanın lütfen."

 

"Hepimiz tamamsak sırada habeyb ile bir görüntülü görüşme yapacağız." Dedi. Eliyle arkada ki adama işaret verdiğinde büyük duvarda bulunan dev ekrana yansıtılmıştı görüntü. Ve görüntüde habeyb vardı.
Kirli sakalları ve buruşmuş yüzü ile tiksindirici bir çehreye sahipti. Masadaki herkesin dikkatini üzerine çekmişti. Alaycı bir tavırla elinde üzüm olan habeyb, büyük bir iştahla yiyordu üzümleri.

 

"Merhabalar beyler!" Demişti gür bir sesle.

 

"Merhaba habeyb. Bakıyorum da keyfin yerinde."

 

"He! yerindedir yerindedir. Çoğ mesudum! Süper şeyler geçmiştir elime!"

 

"Güzel. Ne geçti eline?" Dediğinde Cevahir, habeyb hala pişkin pişkin üzüm yemeye devam ediyordu.
"Mükemmel bir düşman keşfettim size. Benim işime harika çomak sokuyor!" Dediğinde herkesin garipser bir tavırla etrafına bakındığını ve birbirlerine ne olabileceğini tahmin ettiklerini sorduklarını gördü. Çınar ise sinirle bakıyordu ekrana. Daha önce bir husumet aralarında geçen bu teröriste büyük bir kin beslemişti.
Elinin ayarı asla olmayan bu adam, her denileni ölüm emri olarak algılıyordu.

 

"Kimmiş bu düşman? Bizim en büyük düşmanımız zaten belli habeyb. Çoğul olarak düşünmeni bekliyordum. Tekil olarak birini bulabildin demek."

 

"He he! Hemde şön biri. Böyle adamı bile kendine hayran bırakan bir düşman."

 

"Çıldırtma da adamı söyle kimmiş!"
Çınar'ın bu sert çıkışına karşılık gülmüştü habeyb.
"Ooo! Çınar da burdaymış. Hoşgeldin küçük erkuran! Seni görmek ne böyük şeref!"

 

"Senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim maalesef."

 

"Tam da tahmin ettiğim gibi!" Demişti.
"Neyse nerede kalmıştık? Düşman diyordum. Adam ölüm makinesi! Böyle gördü mü acımıyor sıkıyor. Hazırsanız adını söylüyorum!"
Herkes sessiz bir şekilde dinliyor ve bekliyordu.

 

"Özel kuvvetlerin en iyi eğitimli askeri. Yüzbaşı Aytekin. Ben ona çomakçı Aytekin diyorum. Harika çomak sokuyor işlere." Dediğinde duydukları isimle birbirlerine baktılar. Daha önce duymamışlardı. Zira dikkatlerini çekmişti. Habeyb ilk defa bir düşmanını bu kadar övmüş ve açığa çıkarmıştı.
"Önemli değil. Türk olması yeterli, ölmesi için." Dediğinde Cevahir, habeyb gülmüştü.
"Aman Cevahir bey, sakın dokunma benim yüzbaşıma. Zira onunla ilgili süper planlarım var."

 

"İnan bir Türk askeri ile ilgilenecek kadar vaktim yok."

 

"O zaman sizlere bir sürprizim oldugunu söylemiş miydim?"
Masadaki herkes bugün ki habeyb'in sürprizlerini merakla bekliyordu.
"Evet. Bekliyoruz. Çabuk ol lütfen, konuşacak başka önemli konularımız var." Demişti Cevahir.
"Tamam ya Cevahir bey. Konuşacağız elbet. Bekle bekle. Ferman, gel buraya canım." Dediğinde, eliyle birisini işaret etmişti. Ekrana başka biride girdiğinde, masadakilerin dikkatini çeken adam en çokta Cevahir'in dikkatini çekmişti. Zira siması tanıdık olan bu adam ona hiçte yabancı gelmiyordu. Evet kesinlikle yabancı değildi. Çünkü tanıyordu. Bu...

 

Bu demgüzar'ın eski kocası Rasim Karakum'du. Habeyb ona ferman diyordu. Örgüte mi karışmıştı? Neden? Diye düşündü.
"Biricik dostum ve yardımcım ferman. Nasıl begendiniz mi? Süperdir işinde." Dediğinde ferman ekrana mükemmel bir dikkatle odaklanmıştı. Ve odak noktasında yer alan kişi ise Cevahir'di. Ona da yabancı gelmeyen bu adamı bakışları ile öldürüyordu. Ve her ikiside birbirinden emin olunca artık bakmayı kestiler. Çınar bu uzun bakışmalardan haberdi. Dikkatinden kaçmamıştı.

 

"Merhaba efendim. Ben ferman." Demişti Rasim. Kendini tanıttığı kişi bambaşka biriydi.
"Hoşgeldin ferman, aramıza." Dediğinde Fuat, başını eğdi ferman usulca.
"Nasıl Cevahir beğendin mi sürprizimi?" Diye sordu habeyb. Cevahir ceketini düzelterek hiçbir şey çaktırmamaya çalışarak dikleşti.
"Çok beğendim habeyb. En doğrusunu yapmışsın." Dedi.

 

"Ee, hadi anlat yeni planları. Zira vaktim yok. Yeni birşeyler denemek istiyorum şu bayırlı ile." Dediğinde, çınar'ın siniri hat safhaya çıkıyordu. İnadına yaptığına emin olmuş ve öfkesini gizleyememişti. Habeyb ise bunu farketmiş ve alaycı bir tavırla,
"Çoğ gerginsin, güçük erkuran. Biraz relax ol. Sıkıntı stres iyi değildir." Demişti. Çınar başını iki yana çıtlattı ve seslice nefes aldı.
"Bana bak, o planlarını başka bölgelerde dene. Sınırları belli olan yerlerde sınırı aşıyorsun habeyb. Son kez uyarıyorum seni, bayırlı'ya dokunmayacaksın!" Demişti. Habeyb aynı alaycı tavırla,
"Yav Cevahir, senin bu oğlun çok gergin ve sinirli. Bak korkuyorum. Sonra başıma birşey gelir benden söylemesi." Alaycı tavrı devam ederken, Cevahir hiçbir şey dememiş üstüne üstlük susmuştu.

 

"Radikaller ile yapılacak anlaşma için uzlaşmaya gidilecek. Sen onları eğitecek yer ve barınacak ortam hazırlattın mı?" Diye sordu Cevahir.
"Hazırlanıyor. Biteceğ. Sen meraq etme. Uzlaşma ne zaman?"

 

"Yarın." Demişti Cevahir.

 

"Güzel... İyi o zaman. Silah teminatı sağlanmadı hâlâ? Cephane azalıyor Cevahir bey!"

 

"O da sağlanacak. Merak etme. Kamplara gönderilen çocukların eğitimi nasıl gidiyor? Akıllarına girebildin mi?"

 

"Yavaş yavaş Cevahir bey. Yavaş yavaş giriyorum. Usulcana işliyorum beyinlerine. Türk askerine kurşun sıktırmayacak bir donanıma getireceğim onları."

 

"Uyuşturucu kullandın mı üstlerinde?"

 

"Asıl önemli olan o zaten Cevahir. Bayırlı'nın çevre köylerinden birine baskın düzenleyip alacağım birkaç genç, çoluk çocukla daha planım tamamdır. Ha bu arada Kıbrıs'ta ki kumar oyununa ben gelemeyeceğim Cevahir. Fakat kumarın alasını oynayan birini göndereceğimden emin olabilirsin."

 

"Çok önemli bir gece olacak habeyb. O yüzden en iyi adamını gönder. Ruslarla yapılacak olan anlaşma için sana kefil oldum. Zira vereckleri birkaç hisse dışında silah ve adam desteği fazla olacak. Ayrıca Ruslar güçlüdür bilirsin." Diyip gülmüştü Cevahir.

 

"Bilirim. Umarım planlarımız tam da istediğimiz gibi olur Cevahir bey."

 

"Umarım habeyb, umarım." Diyip görüşmeyi sonlandırmıştı.


"Kıbrıs'ta ki kumar oyunu için organizasyon düzenlendi mi? Rus büyük elçilerini güzel ağırlamak isteriz Cevahir."

"O işi ben sana bırakmayı düşünüyorum Erman. Sen ve Vincent'e. İşler yoğun yetişebileceğimi sanmıyorum."

"Merak etmeyin Cevahir bey, o iş bende." Diyip sırıtmıştı çınar'a Vincent.

"Evet beyler. Toplantı bu kadardı dağılabilirsiniz." Demiş ve toplantıyı bitirmişti Cevahir.

 

🎶

 

Çoğu kez dinlediğim masalların sonlarını sürekli bilmiyormuş gibi unutup tekrar dinlemek isterdim. Benim dinlemek istediğim masalın sonu değil. Sonlar Lütuftur masallar için. Masalın kendisiydi beni cezbeden. Kötü veya iyi bir son beklemekten çok kendi sonunu yazmaktı marifet.

 

Masalların sonuna koca ve italik yazıyla yazılan mutlu son yazılarının daha masalın başlangıcı yazılırken akıllara yer edinmiştir. Siz hiç bir masal kitabının sonunda kötü son yazısı gördünüz mü? Ben görmedim.
Çünkü kötü sonla da bitse sadece son yazılır kitabın sonuna. Ve asıl gerçek sonlar kötü sonlardır. Çünkü mutlu son diye birşey yoktur. Mutlu sondan sonra hayat devam etmektedir. Karakterler yaşar, yaşamaya ve mutlu sona devam eder. Taa ki mutlu sonun ardına gizlenmiş olan kötü son ortaya çıkana kadar.

 

Asıl o zaman masal sona ermiştir. Çünkü sonlar mutlulukla değil, ölümle biter. O yüzden okuduğunuz ve bildiğiniz her masalın sonunu bir daha düşünerek dinleyin. Zira sonunda alışılmış bir mutlu son görmek çok basittir. Asıl marifet...
Kendi sonunu yapabilmektir.

 

Yazıyorum. Kendi sonumu, avucumda tuttuğum tükenmez kalemle yazıyorum. Kalem tükenene kadar yazıyorum. Mürekkep kuruyup silinmez hale gelene kadar yazıyorum. Çünkü biliyorum silik bir son bile yazsam yaşayacak olan ben olacağım.
Kader denen şey benim için olayların bir açıklaması veya kaçamağı değil. Herşeye kader diyip geçmek hayata ve yaşama ihanettir. Herşey kaderse ne diye yaşıyoruz? Ne yapıyorsak biz yapıyoruz kendimize.

 

Susuyorsak kendimiz için. Yaşıyorsak kendimiz için. Çalışıyorsak kendimiz için. Nefes alıyorsak kendimiz için. Birşeylere katlanıyorsak yine kendimiz için katlanıyoruz.
Ne kadarda basit ve kolay söyleniyor bu cümleler.
Kendimiz için...
Kendi bendime yarar tek bir eylem yapmadım kendim için. Bu güne kadar hep başkası için çabaladım, çalıştım, yaşadım, nefes aldım, sustum...

 

Bazen iyi birşey başıma gelince, hak mı bana diyorum. Hakedecek ne yaptım ki ben? Diyorum. Çünkü korkuyorum. İyi şeylerden, güzel şeylerden korkuyorum. Biliyorum, burnumdan fitil fitil geleceğini adım gibi biliyorum.
Gülüyorum, ağlayacağımı bile bile korkarak.
Seviniyorum, üzüleceğimi bilmek aklımdan çıkmazken. Bağırıyorum, yine sessizliğe hapis olacağımı bilerek.

 

Ve güveniyorum... Birilerine delicesine güveniyorum. Aklım, kalbim, mantığım, duygularım hepsi sadece güveniyor birine sıkı sıkı. Uçurumda düşmek üzere olduğunda bir dal veya çıkıntı bulduğunda ona sıkı sıkıya sarılmak gibi bir şeydi bu da. Bıraksam düşerdim. Ama sıkıca tutunup dayansam kurtulacağımı bilirdim.
O uçurum ta kendisiydi. İmtihandı, zordu, imkansız gibi görünüp imkanın ta kendisiydi. O dal ise güvendi, korkunun yok olduğu yerdi. Tutunup bırakmamak, kurtulacağımı hissettirmekti amacı.

 

O bir uçurumdu, ben ise o uçurumun kıyısında ki intihar kurbanı. Ya atlayıp kurtulacaktım ya da kıyısında yaşamayı bilecektim.
Uçurum Aytekin'di. Şu son birkaç günde aklımı ele geçiren, onu düşünmekten kendimi alıkoyamadığım kişiydi. Bana yardım edecekti evet. Uzattığı elini tutmayı reddetmeme rağmen elini çekmeyen biriydi. Yardım edecekti bana.

 

Ya onunda başına birşey gelirse? Diye düşünmek beni bitirmişti. Benim için birşeyler yapan biri bugüne dek olmamıştı. Kimse benim için kılını bile kıpırdatmamış, canını tehlikeye atmamıştı. Belkide o ilkti. Ve tekti...
Bu yüzden canına kıymet veriyordum. İstemiyordum. Benim uğruma canını tehlikeye atmasını, ona birşey olmasını istemediğim içindi bu kadar reddetmem. Bunu anlamıştım. Konu elbette güvendi ama bunun kadar değil.

 

Güveniyordum... Elini tutarsam şayet, korkunun zerresi olmazdı içimde. Bedeninin hemen yamacımda olduğunu bilsem bir şeylerden korkmanın anlamsız olduğunu bilirdim. Ne ara böyle hissettim hiçbir fikrim yok. Beni o bombalı saldırıdan kurtardığı gün, bedenini üstüme siper ettiğinde anlamalıydım. Belkide görevi gereği kurtarmak onun işidir diye yaptı zannettim. Bilmiyorum. Ama bildiğim birşey vardı; güven hissini iliklerime kadar hissetmiştim. Anlaşmak bir yana dursun, laf sokmadan duramasak da dilimiz sustuğunda gözlerimiz dilimiz gibi laf sokmuyordu.

 

Gözler kalbin aynasıdır derlerdi. Yüzünde en ufak bir mimik belirtisi olmasa bile gözleri yaşanmış, yaşanmamış, istek ve arzularının hepsini barındırıyordu içinde. Çekinmeden bakabilmeyi çok isterdim. Kendi kendime düşündüğüm zaman neden çekindiğim ve çekinmenin anlamsız olduğu aklıma gelirdi. Ama öyle değildi.
Karşısına geçip başımı bile kaldıramaz olduğumda mantığım alt üst olurdu. Düşündüğüm herşey yerle bir olur, sadece yerinden çıkmak üzere olan kalbimin sesini duyardım. Bu da ayrı bir meseleydi. Korktuğum için mi böyleydim onun karşısında? Hayır. Yanındayken güvende hissediyordum. Fakat güvenmenin yanında artı duygular da vardı. Tahminimce korktuğum asıl şey o duygulardı.

 

Bir yerde okumuştum karında ağrı ya da kelebek hissi şu anlama geliyordu: Bu duygunun, beynin amigdala bölgesi tarafından oluşturulan "kaç ya da savaş!" refleksi ile ilgili olduğu düşünülüyor. Ne gelişmekte olduğunu seziyoruz, vücudumuz anında aksiyon moduna geçiyor. Böylece kana karışan adrenalin seviyemiz bir anda yükseliyor.

 

Tam olarak böyle hissediyordum. Kana adrenalin mi karışıyordu, beynim mi refleksler üretiyordu bilmiyorum ama tam da söylediği şeyi yaşıyordum. Kaç ya da savaş...
Kaçtığım şey gözleriydi, savaştığım şey belirsizdi. Kanımda ki adrenalin hat safhadaydı. Vücudum sanki bir taarruz savaşının ortasında, kurşunlar ile burun buruna iken öleceğimi bilip ölmediğimi bilmek arasındaydı. Kaçmak imkânsız, çekiliyordum ona. Ama imkansız olan daha birçok şey vardı...

 

Bu kendim ve duygularım arasında çıkan bir savaştı. Taktik belliydi.
Kaç ya da savaş... Ya da yenil...

 

"Aheste!" Diye seslendiğinde mehru, daldığım yerden zor uyandım. Saatlerdir başında beklediğim ve elimin içinde sertleştiği Bafra nokulu'nun hamuruna baktım. Kendime zor gelmiştim.
"Aheste yarım saattir seni çağırıyorum, ne yapıyorsun burada?" Mehru kilere yanıma geldiğinde ilk dikkatini çeken şey elimin altında ki hamurdu.
"Ooo, sen ve tatlı yapmak? Hangi dağda kurt öldü?"

 

"Hiçbir dağda kurt ölmedi. Babam için tatlı yapıyorum."

 

"Hmm, anladım. Ne tatlısı bu?"
Yoğurmaya devam ettiğim tatlıya baktım, tebessümle.
"Bafra nokul'u. Bizim oralarda meşhurdur."

 

"Sizin oralar dediğin samsun mu? Bildiğim kadarıyla Azerbaycan'da böyle bir tatlı yok."

 

"Aynen. Babamın memleketi. Çok sever bu tatlıyı."

 

"Bize de düşer mi?"

 

"Düşer düşer." Dediğimde yanıma yaklaşıp yanağımı sıkıca sıkıp öptü.
"Ohh!" Demişti ardından.
"Aheste," dediğinde ona baktım. Tezgahın kenarına kolunu yaslamış beni izliyordu.
"Hmm." Diye belli belirsiz bir tonda karşılık verdim.
"Bu hayatta insanların çok istediği şeyler yerine gelirmiş. Çok istersen evren bu isteğini duyar ve yerine getirirmiş."

 

"Mesela?" Dediğimde, başını tavana dikip bir gözünü kapattı.
"Mesela ben evrenden hep bir kardeş istemiştim. Her zaman yanımda olan, destek veren, sırtımı rahatça dayayabileceğim bir kardeş istedim."

 

"Bildiğim kadarıyla senin kardeşin yoktu. Yoksa..." Annesinin hamile olabileceği ihtimali aklıma geldi. Neden olmasın diye düşündüm. Mehru çok severdi bebekleri. Ondan böyle konuşuyordu.
"Yok. Annem hamile değil. Ondan söz etmiyorum. Benim anlatmak istediğim şey başka... Kızım anla işte dileğimin kabul oluşu sensin. Evrenin bana gönderdiği o kardeş sensin."

 

"Yaa, mehruuu!" Dediğimde boynuna anlamıştım. Hamurlu ellerimle sarıldığım boynu hamura bulanmıştı.
"Şapşal, iltifat mı ettin sen az önce, bana?"

 

"Yok dedene ettim. Salak." Diyip başıma bir sille vurmuştu.
Boynundan ayrılıp yüzüne baktığımda birden yüzünü buruşturdu.
"Allah cezanı vermesin aheste. Sırtıma hamur girdi." Dediğinde gülmüştüm, yüksek sesle.
"Özür dilerim. Birden sevgi pıtırcığı oldum farkında değildim." Hamuru yoğurmaya devam ettim. Kıvama geldiğinde, mehru'ya suya koyduğum üzümleri kontrol etmesini söyledim. Üzümleri suyundan süzerken,
"Mehru," dedim yüzüne bakmadan.
"Hmm." Dedi.

 

"Sana birşey söyleyeceğim ama sakın kimseye söyleme." Gözleri birden fal taşı gibi açılınca, heyecanla beni dinledi.
"Ne söyleyeceksin?!" Dedi sesli bir şekilde.
"Mehru, söz ver. Kimseye söylemeyeceğine."

 

"Tamam söz. Ee ne diyeceksin merak ettim."

 

"Çakır'ı biliyor musun?"

 

"Hangi çakır?"

 

"Hani şu kılıç timinden asker olan."

 

"Ee nolmuş çakır'a?" Kilerin kapısında gözlerim dolandı. Kübra orada mı diye emin olmak istedim. Sessiz bir şekilde mehru'ya yaklaşıp,
"Kübra'ya abayı yakmış."

 

"NE?!" Dediğinde, panikle parmağımı dudağıma götürüp sus işareti yaptım.
"Şşş, sessiz ol! Duyacak şimdi. Haberi varda. Sevmiyor çakır'ı."

 

"Vay kızıl zilli vay. Kız bu da ne yere bakan yürek yakandır. Epi topu iki kere baktığı adamı nasıl kul köle etmiş kendine. Kız valla korkulur bundan."

 

"Kübra öyle bir kız değil. Çakır fazla çapkın. Aslında aşık mı değil mi o da belli değil ya. Dün gece karakoldan dönerken, çakır'ı lojmanın yakınında ki kulübenin önünde gördüm. Meğersem Kübra'yla buluşmuş. Tabi Kübra buna yüz vermeyince götü tutuşmuş benden yardım istedi."

 

"Ee, sen ne dedin?" Diye sorduğunda ben de o ara ellerimi yıkamış, üzümlere diğer kuru yemişleri ekliyordum.

 

"Taktik verdim." Dedim.

 

"Ne taktiği?" Diye sorduğunda, ceviz ve fındıkları üzümlere ekledim.
Güzelce karıştırırken, mehru'ya döndüm.
"Dedim kız, ağa kızı. Yarın öbür gün babası verir başka birine rızası olmadan, sen hızlı davran. Git söyle ki ona, ya benimsin ya kara toprağın, dedim." Mehru yüksek sesli bir kahkaha attığında, korkmuştum. Gülmekten kendini yerlere atarken, karnını tutuyordu. Gözünden yaş gelene kadar gülmüştü.

 

"Niye gülüyorsun ya? Komik birşey mi demişim?"

 

"Ay! Ay valla karnım ağrıdı. Kızım daha ne diyeceksin? Adama resmen Antep dizilerinde ki hem deli hemde delikanlı adamların kız kaçırma taktiğini vermişsin." Hala ara ara gülerken, ben endişe etmiştim. Acaba cidden Kübra'yı kaçırır mı? Diye.
"Kaçırır mı sence?" Diye sorduğumda,
Güldü tekrardan.
"Ay kıyamam sana. Sen korktun mu?"

 

"Mehru, dalga geçme. Ciddi soruyorum yapar mı öyle birşey?"

 

"Valla bilemem. Yaparsa yapar. Kızım insan hiç mi düşünmez; bordo bereli adama kız kaçır dememen gerektiğini."

 

"Niye ya? Bordo bereliyse nolmuş ki?"

 

"Kızım bunların yapamayacağı şey yoktur. Korkar sanma. Kübra'nın babası ağaymış, aşiretleri varmış vız gelir tırıs gider." Dediğinde korkmuştum. Elimde olmadan yanlış taktik vermiştim.
"Yapar mı?"

 

"Yapar." Dediğinde korkmuştum.
Mehru'ya baktığımda, gülüyordu.
"Kızım sende kafa yok mu? Niye gidip adama taktik veriyorsun?"

 

"Ne bileyim ben ya?! Yardım isteyince geri çeviremedim. Biliyorsun beni, hayır diyememe gibi bir özelliğim var."

 

"Çınar'a hayır diyorsun ama." Dediğinde moralim iyice bozulmuştu. Bilerek mi yapıyordu? Eğer öyle yapıyorsa bu hiçte hoş birşey değildi.
"Mehru... İlla ki tadımı kaçıracaksın. Bir numarasın bu konuda." Demiştim.

 

"Onu bunu bırakta, hâlâ köye gelmedi. Hayret. Kıyamet kopacak galiba. Etrafında pervane olan adamın fişini mi çektiler acaba?"

 

"Pervanesi batsın. Açma sende o şom ağzını. Gelirse varya, kaç kaçabileceğin kadar. Zira seni kimse benim elimden alamayacak." Dedim. Sözlerimde iddialıydım. Yapardım. Mehru'nun şom ağzı açılınca olanlar oluyordu.
"Tamam sustum." Diyip ağzına görünmez bir fermuar çekmişti.

 

"Okulu özledim biliyor musun?"

 

"Dershane de çalışacağım demiştin, ne oldu o işe?"

 

"Yok be, yks öğrencileriyle uğraşamam. Ergen ergen tipler. Sonra hoca moca demiyorlar teklif ediyorlar. Bana şöyle küçük çocuklar lazım."

 

"Bilemiyorum. Beni biliyorsun zaten. Köy okulu işte. Tatil oldu. Hem de çok erken. Çocukların eğitimi ailelerinin peşinden sürüklenerek mahvoluyor. Yaz gelince ailelerine yardım edeceğiz diye okula gelmediler. Zaten bombalı saldırıdan sonra yataklara düştüm. Birkaç gün okula gidemedim. İyice uzak kalınca kötü oldu. Hemen yan tarafta Azer diye bir öğretmen vardı. Tayini çıkmış gitmiş. Pek inanmadım tayininin çıktığına."

 

"Niye? Olamaz mı?" Dediğinde aklıma gelen sebepte bile onun adı var diye kalbim hızlanmıştı.

 

"Bunun gözünü korkutan biri vardı."

 

"Kim?"

 

"Şu kılıç timinin komutanı olan yüzbaşı varya."

 

"Aytekin mi?" Diye sorunca, ismini duymamla kalp atışlarım daha şiddetlendi.
"Evet o." Dedim yüzümde belli belirsiz tebessümle.
"Ee, ne yaptı ki Azer'e." Dedi.

 

"Bombalı saldırıdan kaçtığımız gün, bir mağaraya saklandık. O mağarada uzun süre kalınca artık haliyle hepimizin sabrı tükeniyordu. Tim yardım almaya gitse teröristler bizi bulduğunda kötü olurdu. Ayrıca telefonlar çekmiyordu ve telsizler de patlamanın etkisiyle etkisiz hale gelmişti. Azer sabrın sonuna gelen ilk kişi oldu ve timin komutanına patladı. Bağırmaya başladı."

 

"Ee?" Diye heyecanla dinlerken, anlatmaya devam ettim.
"Altta kalmadı. Adam zaten dev gibi birşey birde azer'in üstüne gidince, haliyle korktu Azer. Hesap sormaya devam eden azer'in cümleleri çok kışkırtıcıydı." Dedim.

 

"Bu ne biçim adam böyle? Çok biliyorsa o gidip yardım getirseydi."

 

"İnan bende o ara öyle demiştim içimden. Sonra üst üste ağır laflar eden azer'e karşı bu sefer sabrı tükenen o oldu. Yumruğu suratına geçirince azer'in yere yapıştı."
Mehru gülmeye başlayınca, ben başka yerlere dalmıştım.
"Valla ne diyim, helal olsun. Koydu mu oturtmuş." Dedi.

 

"Ama birşey itiraf edeyim, adam bayağı karizmatik." Gülüşüm solduğunda mehru'ya baktım.
"Karizmatikse karizmatik canım. Banane." Bakışlarımı kaçırdığımda, saatlerdir karıştırdığım iç harcın içine tahta raflardan aldığım karanfil baharatının kutusunu açtım. Bir tatlı kaşığı kadar iç harca ekledim.
Bu sürede ise mehru beni dikkatle izliyordu.

 

"Aheste, kuzum. Bana bak bi." Dediğinde yüzüne baktım. Gözlerimin içine baktığında sırıttı.
"Ben seni sürekli bu adamın yanında görüyorum. Çevresinde..." Dedi bir adım yaklaştı bana doğru.
"Yamacında..." Bir adım daha.
"Dibinde..." Bir adım daha yaklaşmıştı sırtım duvarla buluştuğunda, ne ima etmeye çalıştığını anlamıyordum.

 

"Ne ima etmeye çalıştığını inan anlamıyorum." Dediğimde, parmağıyla burnuma küçük bir sille atıp, gözlerini kıstı.
"Anlıyorsun, anlıyorsun. Yeme beni. Adam karizmatik, sert, sinirli, alfa ve sadece sana tam tersi oluyor. Bunu at bindiğimiz gün fark ettim. Sence de garip değil mi?"

 

"Albayının kızıyım mehru. Bana en ufak yanlışında babam canına okurda ondan."dedim. Hiç inanmamıştı. Ama gerçek ve tek açıklaması buydu.
"Yani? Albayın kızı olman ne farkeder ki? Adam sana çekiliyor ya da sen mi adama çekiliyorsun? Yoksa ikiniz bera-" sert bir şekilde sözünü kesmiştim.

 

"Mehru! Saçmalama istersen. Öyle birşey yok. Adam asker ve işinden başka hiçbir şey umurunda değil. Ayrıca b-ben ona karşı hiçbir şey hissetmiyorum."

 

"Ben hissediyorsun demedim. Adama çekiliyorsun dedim. Hissediyorsan söyle." Dedi. Kalbim yerinden çıkacaktı az kalmıştı. İnkâr ediyordum. Ama içimde buruk birşeyler vardı. İnkâr etmek hoşuma gitmiyordu. Ama kabullenmek ise istemiyordum.
"Hissetmiyorum mehru! Off! Yeter oyalama beni!" Diyip mehru'yu kenara çektim. Tatlıya devam ederken, aklımda binbir düşünce kafatasımın duvarlarına çarpıp duruyordu. Hamuru çıkarıp tezgaha serdim. Eşit parçalara bölecekken, tekrar salak gibi yoğurmaya başladım.
Akıl da kalmadı.

 

"Tamam be kızma. Birşey demedik."

 

"Deme mehru. İmkansız olan hiçbir şeyi söyleme. Ben isteyemem böyle birşeyi. İstesem bile imkansız." Dedim parmağımda ki yüzüğü gösterdim. İma etmek istediğim şeyi anlamış olduğunu düşünerek tatlıya devam ettim. O ise sustu.
"Sen... Çınar'a aşık değilsin. Başkasına aşık olabilirsin. O senin özgürlüğünü elinden almış olabilir ama aşık olma duygunu değil."

 

"Özgürlük benim için herşey mehru. Özgür değilsem neyleyim aşkı?"
Dedim. Tatlının iç harcını yerleştirmeye başladım. O sırada kapı çalmıştı. Mehru kapıya bakarken, tatlıyı rulo haline getirdim. Diğer üç mezeyi de rulo haline getirirken, Zerda içeri girmişti. Elinde davul fırın ile...

 

"Abla! Kolay gelsin." Demişti tebessümle.
"Sağol Zerda. Hoşgeldin." Dedim.
"Hoşbulduk. Ne yapıyorsun? Tatlı mı?"

 

"Evet. Babama tatlı yapıyorum."dedim.

 

"Ne tatlısı bu?" Diye sorduğunda, tebessümle,
"Bafra nokul'u. Samsun'un meşhur tatlısı. Babam çok sever..." Dedim.
"Anladım. Bu ne peki?" İç harcı işaret etti.
"İç harcı." Dediğimde kokladı.
"Bu karanfil kokuyor. Karanfil mi koydun?"

 

"Evet. Tadı daha aromalı olsun diye. Oralarda çok koyarlar. Babamda böyle sever."

 

"Karakola mı götüreceksin?" Diye sorduğunda anlık bakıştık. Cidden bu soruyu sordu mu diye emin olmak istedim.
"Ya nereye götüreceğim zerda?"

 

"Abla götüreceksen bile gizliden götür." Mehru o ara gelince, Zerda anlık arkasına baktı.
"Niye kız? Noldu." Diye sordu mehru.
"Yanlış anlama ama Teoman abim görse baban nasibini zor alır tatlıdan." Dedi. Haklıydı. Teoman biraz fazla oburdu.

 

"Teoman?" Diye sordu mehru.
"Evet. Teoman abim. Bayağı oburdur. Yani doymaz. Önüne bir kuzu kesip versen yine doymaz."

 

"Abartma kız. O kadar da değildir... Yani öyle bir adama benzemiyor, dışardan bakınca." Dedi mehru. Sanki adamı kırk yıldır tanıyormuş gibi konuşuyordu.
"Valla ben tanıdığımdan beri öyle." Kendinden emin konuşuyordu. Mehru şaşırdı. Tatlıyı bitirmiştim. Kesip tepsiye dizdikten sonra davul fırını taktım ve tatlıyı fırına attım. Ocağın üstünde soğumaya bıraktığım şerbet soğumuştu.
Etrafı toplamaya başladım.

 

"Hatun teyze nasıl?"

 

"İyi. Evde o da." Demişti. Etrafı da topladıktan sonra ellerimi yıkadım ve kızlara baktım.
"Tatlı pişsin, şerbetini döktükten sonra karakola gidelim hep beraber." Dedim. Zerda birden alnına bir sille vurduğunda,
"Ben tamamen unutmuşum, Erdem albay sizi yemeğe çağırdı. Daha doğrusu hepimizi." Dedi.

 

"Nasıl? Hepimizi mi?" Diye sordu mehru.
"Evet. Ben annem ve babamı da." Dedi ardından.

 

"Ben gelirim." Dedi mehru birden.
Zerda tebessümle bana baktığında, dudağımı büzdüm.
"Benim içinde farketmez." Dedim.

 

"Kübra abla? O gelecek mi?" Diye sordu. Mehru ile birbirimize baktığımızda gülmüştük. Aklımızdan aynı şey geçtiğine emindik.
"Gelir gelir. Hem de seve seve." Demişti alayla mehru. Zerda gülümsediğinde, Kübra kilere gelmişti.
"Ooo, turpe hanım! Sonunda teşrif edebildiniz demek." Diyerek dalga geçti mehru. Gülmüştük.
"Niye kız? Çok mu özlediniz beni?!" Diye sordu alaylı bir sesle.

 

"Aynı evin içindeyiz ve seni özlüyoruz hay Allah." Diyerek ellerini çarptı.
"Karakolda yemeğe davet etmiş bizi Erdem amca." Dediğinde Zerda, Kübra bana baktı.
"İyi o zaman size afiyet olsun."

 

"Size derken? Sen de geliyorsun herhalde dimi kuboş." Diye sorduğunda mehru, Kübra başını olumsuz anlamda sallayıp kaşlarını kaldırdı.
Mehru sesli bir nefes alıp vermişti.
"Ne demek hayır. Kübra, sende geliyorsun itiraz istemiyorum." Dedim.
"Kusura bakma aheste. Gelmek istemiyorum hem canım çekmiyor."

 

"Babama ayıp olur ama. Kırılır valla."

 

"Abartma aheste. Koskoca albay ben yemeğe gelmedim diye bozulacak mı? Güldürme beni?" Dediğinde gülmüştü.
"O kırılmasa bile benim sende hiç mi hatrım yok?" Tereddütte kalmıştı.
Mehru'ya göz kırpıp gülmüştüm.
"Üff tamam. Geliyorum." Dedi.

 

"Hah! Şöyle kızım. Bekleyin tatlının şerbetini dökeyim gidelim." Dedim.
Fırından çıkardığım tatlıyı tezgâha bıraktım. Şerbeti hazırdı zaten. Üstüne yavaşça gezdirdim şerbeti. Kızlar ise beni pür dikkat izlerken, gülmüştüm.
"Off, birşey diyeyim mi? Ben bunu kimseye yar etmem." Demişti mehru.
"Teoman abimin sözü bu. Yemeklerle aşk yaşıyor adam. O da kimseye yar etmem diyor." Demişti. Mehru'ya bakıp güldüm. Kaskatı kesilmişti mehru. Zerda birden söylediği bu sözle iki kişiliği birbirine bağlamıştı.
"Ya. Ne güzel. Ortak noktamız varmış." Diyip tebessüm etmişti mehru.

 

Şerbetini döktüğüm tatlının üstünü örtüp, kucağıma aldım.
"Hadi gidelim." Dedim kızlara. Dış kapıya doğru yöneldik. Hepimiz çıktıktan sonra Kübra kapıyı kilitledi. Kapının önünde görmeyi beklediğim engerek, beklediğim gibi kapının önünde değildi. Dün gece bana asker olduğunu söylediğinde aklıma binbir soru takıldı. Asker oluşu, neden koruma olarak görev yaptığının saçmalığı ile dolup taştım. Fakat ardından yaptığı açıklamada ise eski asker olduğu ve böyle bir bölgede ancak tecrübeli birinin beni koruyabileceğini, çınar'ın düşündüğünü söyledi. Böyle bir düşünce ise ancak çınar'ın aklına gelirdi diye düşünmedim değil. Zaten korumayı o seçmişti. Ama eski asker olduğunu nereden bildiğini bilmiyordum. Eli kolu uzundu ama sonuçta eski asker olduğunu sır gibi saklayan bir askerin CV'sini bilecek kadar değildir. Yanılmışım... Öyleymiş. Ama işin asıl garip tarafı bir asker neden koruma olmayı kabul etsin ki? Eski askerlerin maaşı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Belki de çınar'ın herşeyi çözebileceği sandığı paranın gücü ve cazibesi onu kandırmıştır.

 

"Şu engerek... Bir var bir yok. Hiç hayra alamet bir adam değil." Dedi mehru. İçgüdüsel bir güce sahipti. Hissettiği gibi çıkan pek çok şey olmuştu. Ve bu da öyleydi.
"Neden? Sadece bir koruma değil mi?"
Kübra'nın alay eder gibi bir havası vardı. Kaşlarımı çattım ve ona doğru baktım.
"Sadece bir koruma değil. Çınar'ın koruması o." Dedim.
"İyide, çınar'ın koruması olması onun kötü biri olacağı anlamına gelmiyor."

 

"Geliyor çünkü çınar'dan emir alıyor. Ve çınar'ın verdiği emirler hep benim özgürlüğümün aleyhine."
Dediğimde cevap veremedi. Amacının engerek'i korumak olmadığını biliyordum. Ama sorduğu sorular benim zoruma gidecek türdendi.
"Kılıç timinde... Kaç asker var?" Diyerek konuyu kökten değiştirdi mehru. Zerda güldüğünde, cevap verecek sadece ben ve o vardık. Ancak benden önce davranıp o cevap vermişti.
"8" Dedi ve sustu.
"Kim bunlar?" Diye sordu tekrardan, mehru.

 

"Aytekin abim, Teoman abim, Çakır abim, Sancar abim, Yaman abim, Cengiz abim, yeni gelen kadın asker afet zehre abla, birde şahin." Şahin dediğinde diğerlerine abi demesi ancak şahin'e abi dememesi dikkatimi çekmişti. Ancak sadece benim dikkatimi çekmekle kalmamıştı. Mehru ve Kübra'nın dikkatinden kaçmamıştı. Mehru imalı tavırlarla, zerda'ya baktı. Zavallı zerda'm ne olduğunu bilmeyen bakışlarla bakarken, "Ne? Ne oldu? Bunlardan oluşuyor." Dedi. Ben kahkaha patlattığımda sesim köyün geniş arazisinde yankılandı.

 

"Şimdi bu şahin kaç yaşında?" Diye sordu mehru. Zerda bilmeyen bakışlarla devam etti bakmaya. Mahsustan mı yapıyordu, bilmiyordum.
"25, 26 yaşlarında falan. Neden sordun ki?" Dedi. Mehru bana baktığında, güldü.
"Peki... Timde diğerleri ortalama kaç yaşında?" Diye sordu ardından.
"Cengiz abi en büyükleri. Onun yaşı 34, 35 vardır. Sonra Aytekin abim 29 yaşında, diğerleri ortalama 28,29, 30 yaşında vardır." Dedi. Konudan bağımsız dikkatimi çeken onun yaşı olmuştu. 29'du. 30'a dayanmıştı neredeyse.
"Peki sen kaç yaşındasın?" Mehru'nun amacı neydi bilmiyordum. Ama tahminimce zerda'nın abi demediği şahin'le ilgili birşeyler yakalamak istediğiydi.

 

"Ben 19 yaşındayım. Off, Allah aşkına mehru abla. Kendimi mülakatta hissediyorum. Ne yapacaksın bu kadar yaşı? Ne bilmek istiyorsan açık açık sor işte." Haklıydı. Mehru abartmıştı.
"Tamam... Timin bütün üyelerinden küçük olduğun belli. Buna şahin'de dahil. Bunda hemfikir miyiz?" Dediğinde otomatikman başımızı olumlu anlamda salladık.
"O hâlde neden bütün üyelere abi, abla dediğin hâlde şahin'e abi demedin?" Mehru sonunda bombayı patlattı. İçimiz rahatladı resmen.
Zerda ise yeni bir yükün altında kalmıştı. Zira mehru'nun sorusu zordu. Cevabı benim bilmem hâlinde Zerda ile göz göze gelmemeye çalıştım.
"Ee..." Dedi zerda geveleye geveleye.
"Ee ne? Cevap?" Diye sordu mehru. Kübra ve mehru pür dikkat zerda'nın ağzından çıkacak olan cevabı bekledi.

 

"Bilmiyorum ki. Unuttum galiba..."

 

"Sence ben yer miyim?" Dedi, mehru.

 

"Niye? Sana birşeyler yedirmek zorunda olduğumu hissetmiyorum. Sen neden öyle düşünüyorsun?" Dedi Zerda. Gayet ciddi bir tavır takındı. Şaşırdım.
Mehru geri çekildi.
"Sakin ol şampiyon. Ben sana sadece inanmadım demek istedim. Zira karşında aşk doktoru bir kadın var."
Orada hemen olaya ben atladım.

 

"Yanlız bu sözde aşk doktoru kadın yıllardır kendi derdine deva bulamadı. Terzi kendi söküğünü dikemez mantığı..." Dedim. Kübra güldüğünde, mehru zort gibi ortada kalmıştı.
"Mesela senin şu kılıç timinin komutanı olan yüzbaşıdan çekinip, adını duyunca heyecanlanıp kızardığını, karizmatik olduğunu sadece genel olarak söylediğimde üstüne alınıp banane diyişinden, ondan hoşlandığın teşhisine vardım. Evet sen! Aheste karakılıç, Aytekin adlı şahıstan hoşlanıyorsun!" Dediğinde beni ortada dımdızlak bırakmıştı. Kübra, "Huh!" Diye sesli bir nefes verdiğinde dışarı, zerda yüzüme öylece baktı şaşkınca. Ben ise elimde tepsi ile sadece onlara bön bön bakıyordum.

 

"Kızım sen ne ettin?" Dedi Kübra. Mehru kurum kurum kurularak,
"Size aşk doktoruyum demiştim. Kendi söküğümü dikemem belki ama senin söküğünü öyle bir dikerim ki bir daha açamazsın." Demişti bana.
"Mehru, saçmalıyor kızlar. Benim o egoist yüzbaşıdan hoşlandığım falan yok. Sadece mehru'nun kurmaca sözleri." Dediğimde nedense bu cümleme ben bile inanmadım.
"Hayır efendim. Üstün gözlem ve yeteneklerim sayesinde anlamış bulunmaktayım." Diye inkâr etti.

 

"Nereden gözlemledin? Adamı epi topu bir defa gördün." Dedim sesli bir şekilde.
"Tamam. Buyurun test edelim. Gideceğimiz yemekte gözleriniz sadece aheste'de olsun. Yüzbaşı karşısında nasıl kızarıp, utançtan ölüyor kendiniz görün." Dediği şey ile boku yemiştim. Evet mehru beni yerin dibine soktu. Şimdi duygularımı kontrol edip mimiklerime yansıtmamaya çalışmaktan somurtkan bir aheste görmeye alışkın olmayan insanların cümlelerine maruz kalacaktım. Mesela babam. Belki de sadece bakmamak herşeyin çözümü olurdu. Neden kendimi bu kadar kötü hissediyordum? Gerçekler bile değildi bunlar. Tamamen dediğim gibi mehru kurmacalarıydı bunlar.

 

Sakin ol, sakin ol, sakin ol...

 

Sadece sakin olup duygularını yansıtma. Rezil olma aheste. Rezil olma. Adam farkederse rezil olurdum. Mehru sadece bir konu hakkında haklıydı. Adamın ne gözlerine ne de yüzüne bakmaya utanıyordum. Bana bakması bile, baktığını görmesem bile bilmem yüzümün kırmızının her tonuna bürünmesine yeterdi.
Kaç ya da savaş. Bugün taktik savaş, aheste. Kaçmak yasak ve imkansız. Savaşmak zorundasın.

 

"Noldu? Niye sustun? Kabullendin mi yoksa?" Dedi imalı imalı.
"H-hayır. Sonuna kadar inkar edeceğime emin olabilirsin. Kendiniz bakıp görün. Zira bu delinin saçma sapan iddialarının başka bir kanıtı olamaz." Dedim. Mehru sesli bir şekilde güldü. Bakışlarım ona döndüğünde ve kaşlarım çatık bir hâl aldığında, "Deliyim evet. Çünkü..." Dedi üstüme gelmeye başlayarak.
Aramızda tepsi olması belli bir mesafede durmasına sebep oldu. İşaret parmağını göğsüme bastırıp,
"Seni o adama fena şekilde yakıştırıyorum." Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Şaşkınlıktan ağzım beş karış açık kalmışken, kübra ve Zerda arkada pür dikkat bizi izliyorlardı.
"Ne saçmalıyorsun mehru?! O adamla beni yakıştırman kadar saçma birşey olamaz."

 

"Saçma olabilir ama ben yakıştırıyorum. Ve elimden geleni ardıma koymayacağım sizin için."
İmalı imalı konuşup hızla önden yürüdü. Peşinden koştura koştura gidip ne ima etiğini bağıra bağıra sordum. Ama mehru işte, beni götüne bile takmadı.
"Ne ima ettin sen öyle?!" Dedim ardından.
"Çöp çatanlık! Anlarsın ya!" Dedi. Amacı ve niyeti belli olmuştu. Mehru bugün o karakolda beni bir şekilde rezil edecekti. Ve ben korkmaya başlamıştım.

 

Karakolun kapısına geldiğimizde, demir sürgülü kapı otomatikman açıldı. Kapının önünde ki askerler bize bakmak yerine dümdüz ileriye bakıyordu. Karakolun girişindeki uzun koridoru yürüyerek bahçeye doğru yol aldık. Mehru ve Zerda önde ben ve Kübra arkada yol alıyorduk. Elimde taşıdığım tepsi ağır gelmeye başladığında Kübra biraz taşımak istediğini söyleyip almıştı. Karakolun bahçesine geldiğimizde, bazı askerler bahçede oturmuş çay içiyordu. Bazıları ise idman yapıyordu.

 

Bahçenin ortasında bulunan koca Atatürk heykelinin etrafından dolanıp karakolun girişine gelmiştik. Otomatik kapı açıldığında, önden ben arkamdan kızlar gelmişti. Yemekhane in olduğu tarafa yöneldik. Büyük ihtimalle orada yenilecekti yemek. Yemekhanenin olduğu koridora ulaştıktan sonra önümüze çıkan ilk kapıyı açıp içeri girdik. Yemekhane buradaydı fakat kimse yoktu. İçerde birkaç asker sohbet ediyor çay içiyordu. Gözüme çarpan Osman olmuştu. Çay ocağının önünde elinde çay tepsisi ile bekliyordu.


"Osman!" Dediğimde arkasına dönüp bana baktı. Yanına gittiğimde elindeki tepsiyi tezgaha bırakıp, "Buyur aheste bacım." Dedi.
"Babamlar nerede bir bilgin var mı?"

"Erdem albayım ve diğerleri karakolun arka bahçesindeler bacım."

"Orada mı yemek yiyecekler?"

"Mangal kurmuşlar." Dediğinde şaşırdım.

"Hmm, anladım. Sağol kolay gelsin." Diyip kızların yanına döndüm.
"Neredelermiş?" Diye sordu Kübra.
"Arka bahçede. Mangal kurmuşlar."
Dediğimde, zerda'ya baktım.
"Arka bahçeye gidelim o zaman." Dedi.
Yemekhaneden çıkıp arka bahçeye gitmeye başladığımızda, gözlerim harıl harıl onu arıyordu. Arka bahçede olabilirdi o da ama içeri gelmesi an meselesiydi.
Kızlarla karakoldan çıkmış arka bahçenin olduğu yere doğru yol almıştık.

"Mangal kokusu buraya kadar geldi valla." Dedi mehru. Haklıydı. Kokusu buram buram sarmıştı her bir yanı.
Dumanların olduğu yere doğru gittiğimizde herkes oradaydı. Babam, hatun teyze, İbo ağa ve kılıç timi. Herkes masanın etrafına toplanmıştı. Teoman ve Sancar mangalın başındaydı. Yaman ise hemen yanı başlarında salata yapıyordu. Cengiz abi babamların yanında masadaydı.
Şahin ile Çakır ise masanın üstüne güneşten korunmak adına büyük bir branda çekiyordu. Daha doğrusu çekmeye çalışıyordular. Zira yapamadıkları bariz ortadaydı. Gözlerim onu arıyordu. Fakat orada değildi. Etrafa çaktırmadan göz gezdirdim ama yoktu. Karakolda karışımıza çıkmadığına göre gelmeyecek miydi? İçimi amansız bir hüzün kapladı. Modum düştü ve emindim nedeni neydi biliyordum ama neden burada olması konusunda bu kadar istekliydim bilmiyordum.

"Kızım hoşgeldiniz." Dedi babam. Masanın etrafından dolanıp yanına vardım. Boynuna sıkıca sarılıp, öptüm. "Hoşbulduk babacım." Dedim. Kübra ve mehru'da babamın yanına gelip elini sıktığında, hatun teyze'nin elini öpüyordum bende. Sonra ise İbo Ağa'nın yanına varıp onun da elini öpmüştüm. Hep beraber masaya geçip oturduğumuzda, Teoman beni ve kızları görmüş olmalı ki, "Aheste bacım! Hoşgeldiniz!" Diye bağırdı. El sallayıp, "Hoşbulduk Teoman!" Dedim.

"Hoşgeldiniz kızlar, tekrardan."

"Hoşbulduk erdem amca." Demişti mehru.

"Gızım, bu tepside ki nedir?" Diye sordu hatun teyze. Tebessümle ona baktığımda, "Bafra nokul'u hatun teyzem." Dediğimde babama baktım. Vereceği tepkiyi tahmin etmiştim.
"Bafra nokul'u mu o?" Diyip ayağa kalkmıştı. Tepsinin üstünü açıp tatlıdan bir dilim almıştı.
"Kusura bakmayın ama tatmam lazım." Dedi. Gülerek onu izlediğimizde tatlıyı tek lokmada yemiş ve gözlerini kapatarak başını sallamıştı.

"Imm, ellerine sağlık kızım. Harika olmuş." Dedi. Tebessümle,
"Afiyet olsun babacığım." Dedim. Tepsiyi çekip hatun teyzelere de ikram ettim. Birer dilim alıp tattılar. Brandayı sermeye çalışan çakır ve şahin'in sitemkar sesleri gülmeme sebep olmuştu.
"Oğlum, şahin düz tutsana şunu!" Diye bağırıyordu çakır.
"Tutuyorum ya işte! Çaksana çiviyi yere!" Diye bağırdı ardından şahin.
"Lan ben senin yapacağın işi seveyim! Nasıl bordo beresin lan sen?! Sana çadır kurmayı öğretmediler mi?!" Diye sitem etti çakır. Şahin hala tutmakta olduğu brandanın başını tek eller sabitleyip, çakır'ın kafasına bir sille vurmuştu.

"Lan bana çadır kurmayı daha küçük yaşta okul öğretmenleri öğretti. Askeri eğitimde niye çadır kurdursunlar?! Hem Allah'ın dağında engebenin hangi zebellahına çadır kurayım?!" Şahin'in cevabına karşılık güldüm. Haklıydı.
Bizi farketmiş olmalılar ki çakır şahin'e yaklaşıp kulağına birşeyler fısıldadı ve şahin bizden taraf döndü. Gülümseyerek işlerine devam ettiklerinde, Kübra'ya kaydı gözlerim. Çakır'a nefretle bakıyor gözlerini deviriyordu. Çakır'ın ise gözleri sürekli onun üstündeydi. Mangalın olduğu tarafa döndüğümde, Teoman harıl harıl mangal yelpazesini sallıyordu. Yellediği mangal etlerinin kokusunu aldıkça daha iştahlandığına emindim. Masadan kalkıp yanlarına gitmek istedim fakat mehru giydiğim çiçekli elbisenin eteğini çekiştirdi, küçük çocuklar gibi.

"Nereye?" Diye sorduğunda Kübra ve Zerda'nın da bakışları üstüme çevrildi.
"Teoman'lara bakıp geleceğim." Dedim. Birden ayaklanıp, "Bende geleceğim" demişti. Omuzlarımı kaldırıp indirdim ve gelmesinin bir sakınca olmadığını söyleyerek Teoman'lara doğru yürüdüm. Yırtmaçlı elbisenin yırtmacı rüzgar estikçe savruluyor ve bacağımın büyük bir kısmı açıkta kalıyordu.
Zar zor kapatarak yürümeye devam ettim. Mehru peşimden gelip bana yetiştiğinde, mangalın başında mangalı yelleyen askeri kargo pantolonlu ve asker yeşili penye giymiş olan Teoman'a baktım. Aslında hepsi öyle giyinmişti. Hatta babam bile askeri üniforma ileydi.

"Kolay gelsin." Dedim. Teoman başını kaldırıp tebessümle bana ve mehru'ya bakarken, "Sağolasın bacım. Hoşgeldiniz." Dedi ikimize ithafen.
"Hoşbulduk." Dedim. "Temli! Terimi al oğlum." Dedi. Sancar elinde bezle hazırda beklerken, aldığı komutla terini sildi Teoman'ın. "Komutanım görende sanki mangal değilde açık ameliyat yapıyoruz sanacak."

"Açık ameliyattan daha zor bu oğlum. Sen biliyor musun, ben burada ne azaplar çekiyorum şu mangal güzel diye." Dediğinde övünmekte bir numaraydı. "Asıl doktor orada ona soralım bakalım. Hangisi daha zormuş?" Mehru'nun sözüyle Teoman gülmüştü. "Soralım, mehru hanım." Dedi imalı imalı. Mehru gülmüştü. Vay anasını mehru'ya bak sen. Yere bakan ama yürekleri tam on ikiden yakandı.
"Zor sizinde işiniz. O askeri penyenin içinde, kavurucu güneşin altında cehennem ateşi gibi mangalı yellemek." Övmeye mi çalışıyordu?
"Valla şuan durumumu açık ve bariz bir şekilde izah ettiniz, mehru hanım." Dedi. Flört mü ediyordular yoksa bana mı öyle geliyordu.

Bu nasıl iştir? Şeytan diyor senle dalga geçen şu mehru'yu al mangalı yellesin diye yelpaze yap.
"Komutanım! Oluyor mu böyle?!" Diyerek yaptığı salatayı gösterdi yaman. Heba olmuş salatalıklar, cam çekişen domatesler ve saçlarımdan daha kıvırcık olan kıvırcıklar imdat diyordu.
"Lan! Oğlum Avcı! Öyle mi yapılır salata?!"

"Nasıl yapayım ki komutanım?! Böyle olmuyor muydu?!" Diye seslendi. Teoman yelpazeyi bırakıp, salatanın olduğu yan masaya geçti. Bıçağı yaman'ın elinden alıp, önüne bir salatalık aldı. Salatalığı nasıl doğraması gerektiğini gösterirken, mehru birden yanımdan ayrılıp onlara doğru gitmişti. Ne ara gittiğini farketmedim üstelik. Yaylana yaylana onlara doğru yol aldığında, hemen Teoman'ın yanında yer almıştı.

Teoman'ın...

Bıçağı elinden yavaşça alıp, salatalığın olduğu tahtayı önüne çevirdi.
"Ben yapayım isterseniz? Hem çok güzel salata yaparım." Demişti. Teoman'ın kas yığını kollarına bakarken, gözlerinin yuvalarından fırlayacağına yemin edebilirdim.
"O-olur." Demişti Teoman, sebepsiz bir şekilde kekeleyerek. Mehru etkisini yavaş yavaş gösteriyordu.
"Yemek bir sanattır. Sanata nazik ve özenli davranmak gerekir. Yoksa sanat eseri işe yaramaz. Mesela sizin bu yaptığınız salata değil. Bunun için her birimizin ağzında birer öğütücü makine olması lazım."

"Aşk olsun yenge, yenebilir en azından." Dedi yaman. Teoman ise mangalı öylece bırakmış mehru'yu izliyordu. "Teoman..." Dedim elimi gözünün önünde sallayarak. Bana baktığında, "Mangal... Yanıyor." Dedim.
"Bırak yansın." Dedi. Anlamadım. Zira anlamaya vakit yoktu çünkü etler yanıyordu.
"S-sancar etler yanıyor!" Diye bağırdım.
"Ben dokunamam bacım!"

"Niye?!" Dedim.
"Komutanım öldürür beni?!"
"Niye öldürsün seni?!"

"Mangalı kendisinden başka kimsenin dokunmasına izin vermiyor!"

"Ama yanıyor!" Diye bağırdım.

"Kızım, bir sorun mu var?!" Diye seslendi babam bana.
"Yok baba! Herşey yolunda!" Diyerek mangalın başına geçip etleri ters çevirdim. Maşa sıcaktı ve elim feci şekilde yanmıştı. Bağırarak elimi geri çektiğimde, Teoman sesime gelmişti ve maşayı alıp etlerin geri kalanını ters çevirdi. Korkuyla yanıma yaklaşıp elimi tuttu.
Mehru da geldiğinde, "Birşey oldu mu?!" Diye sordu korkuyla.
"Elim... Çok yanıyor." Dedim acıyla.

"Soğuk suya vuralım gel." Dedi mehru.
"Tamam sen gelme. Ben giderim."

"Olur mu öyle. Ben de geleceğim." Dedi. Israrla inkâr ettim.
"Yok ben gider suya tutar, buz da alırım. Senin gelmene gerek yok." Dediğimde ikna olmuştu.

Bahçeden hızla çıkıp karakolun girişine doğru yürüdüm. Merdivenleri hızla çıkarak karakola girip, lavabo aradım. Ondan önce yemekhaneye gidip buz almak daha mantıklıydı. Yemekhanenin girişine vardığımda kapıyı açıp girdim. Büfenin önüne gidip orada görevli olan askerden buz istedim. Buzu getirmesini beklerken gözlerim yemekhanede gezindi. Arka taraflara bakarken, masada oturmuş olan ve oldukça tanıdık olan birini gördüm. Arkası bana dönüktü evet ama ense tıraşı öylesine belli ediyordu onun olduğunu. Tam karşısında oturan ise bir kadın askerdi. Beni farketmemişlerdi. Fakat bakışlarım onları dikkatlice izlerken, kadın askerin güldüğünü fark ettim.

 

Elimin yandığının acısını bile boşverdim. Tek odak noktam onlar olmuştu. "Hanımefendi! Buzunuz!" Diye seslenen görevli askerin sesini duyamayacak kadar sağır olmuştum.
"T-tamam. Sağolun." Diyip buzu alıp çıktım yemekhaneden sinirle. Üst kata lavaboya doğru gitmeye başladığımda nasıl gittiğimin farkında bile değildim. Neden böyle oluyordu? Siktiğimin duyguları ne diye tepreşiyordu?

 

Lavaboya geldiğimi farkettim, kapıya bakmadan içeri girdim.


İçeri girdiğim gibi lavabonun önünde elimi soğuk suya tuttum. Yanmış olan taraf soğuk suya değince inlemem tuvalete dolmuştu. Canım yanıyordu ve dişlerimi sıkıyordum. İliklerime kadar hissettiğim acının tarifi olmadığını sadece akan gözyaşlarımla ispat edebilirdim. Sessiz sessiz ağlayarak soğuk suya tuttuğum elimi sudan çektim. Yemekhanede gördüğüm kişi o muydu diye düşünmekten kendime gelemedim. O muydu? O olsa bile beni ilgilendiren bir durum söz konusu değildi.
Buzu elime tuttum. Soğuk bu sefer daha da işledi canıma.

"Kahretsin. Siktir! Senin etin ne budun ne aheste. Sanane mangaldan, etlerden." Dedim kendi kendime. Elime buzu tutarken, aynada yansıyan görüntüme denk geldim. Bir tarafı kırık aynanın iki parçasına bölündüm. Yüzümün bir tarafı bir tarafta diğeri diğer tarafta kalmıştı. Gözyaşım akıp boynuma ulaştığında farkettiğim birşey olmuştu.

Zayıflamıştım...

Hemde çok. Yüzüm düşmüş, göz altlarım morarmıştı. Vücudum... Zayıf ve çelimsiz bir o kadarda soluktu.
Bu ben miydim? Herkes suratıma bakınca aynı aheste'yi görüyorda neden ben aynaya bakınca başka birini görüyordum? Neden kimse bana bu kadar zayıfladığımı söylemiyordu? Babam... Farketmemiş miydi? Mehru, Kübra... Onlarda mı farketmemişti? Sadece ben mi bu kadar farkındaydım?

"Ne oldu sana?" Dedim aynadaki yansımama. Kendi halime acıyorum. Kimsenin acımadığı kadar çok acıyorum kendime. Çünkü biliyorum ziyadesiyle bitap ve yorgun bir haldeyim. Ve halimden anlayan bir tek ben vardım. Babam bile bu halimi farketmemişti.

"Anne... Sence de bu dünya için fazla zayıf ve güçsüz değil miyim?"
Yüzüme yakından baktım. Gözlerimin feri sönmüştü. Kehribar gözlerim soluk birer kahveye dönüşmüş, gözümün altında ki ben'e bile yakışmıyordular artık. Annemin gözleri gibi değildi artık gözlerim. Belki de bu yüzden babam bana bakınca annemi hatırlamıyordu.

Lavabonun kapısı birden açıldığı sırada, içeri giren koca bedene takıldı gözledim. Dev cüsseli bedeni yavaşça süzülürken içeri, ardından kapıyı kapattı. Koyu keskin kara gözleri önce buz tuttuğum yanık elimde daha sonra ise gözlerimde takılı kaldı. Baştan aşağı süzdü beni. Halime acıyor muydu acaba? Acınacak bir hâlde miydim fazla? Üstüne giydiği askeri pantolon ve penye sıkı sıkıya sarmıştı bedenini. Hemen yan kemerde silahı vardı. Boynunda ise hiç eksik etmediği künyesi.

Bana doğru geldi yavaş yavaş. Karanlık lavabonun aydınlık floresan ışığı altında aydınlanan yüzü zerafet içersindeydi. Her bir ayrıntısına kadar incelemek istiyordum.
Koyu kahve gözlerinde gömülü duygular bana bakınca yer yüzüne çıkıyordu. Göz kapağının altına gizlenmiş olan göz bebeği büyümüştü. İkimizde susmuştuk. Hareket eden sadece oydu. Ben olduğum yerde onu izliyordum ve susuyordum. Bana doğru yavaş yavaş geldi. Tam karşımda duruyordu. Boyu benden bir hayli uzundu. Bana doğru geldikçe başım yukarı doğru kalkıyordu. Gözlerine utanmadan, çekinmeden bakabiliyordum. Zamanı belirsizdi bakışlarının. Baktıkça değil bakmadıkça utanıyordum.

Tam karşımda durduğunda, konuşmadı. Önce gözlerime daha sonra ise yanağımdan aşağı akıp giden belkide son gözyaşımı izledi. Boynuma doğru yol aldığını farkettiğinde bakışlarını kaçırdı ve dudaklarının arasından ufak bir nefes kaçtı. Adem elması kavislendi. Oldukça belirgin olan ve şakağında yer alan damarları belirginleşti. Boynunda yer alan şah damarı da aynı şekilde belirginleşince, sıcak tenini tenimde hissettim. Buzdan dolayı donmuş olan parmaklarıma sıcaklık veren hatrı sayılır büyüklükte olan elleri olmuştu. İşaret ve Orta parmağı yavaş yavaş elimi avucuna doğru hapsederken, gözlerim yüzünde gezindi. Bana bakmıyordu. Elime odaklanmış ve ne olduğunu anlamaya çalışmıştı. Buzu yavaşça çekmişti. Yanığı görmüş olacak ki yüzüme tekrar baktı.

"Yaktığın gibi yanıyorsun." Dedi. Oldukça kalın, sert ama bir o kadarda yumuşak çıkan erkeksi sesiyle. Nefesini yüzümün kıyılarında hissettiğimde burnuma gelen ve genzime dolan o okyanus kokusu ferahlatmıştı. Buzu tutan koca eli işaret parmağı ile yanığın üstünü okşadı. Okşadığı gibi dudaklarımın arasından kaçan ufak iniltiyle gözlerini gözlerime dikti.

"Neyi, kimi yakmışım?" Diye sordum zoraki bir sesle. Yüzüme bakmayaraktan elime odaklandı.

"Sorun yakmanda değil yanmanda."
Dedi. İstediğim bir cevap değildi bu. Bakışlarım garipsedi. Kaşlarım çatık bir hal aldı.
"Açık konuşur musun? Anlamıyorum." Dedim, birden. Sustu. Konuşmadı. Buzu tekrar yanığın üstüne yerleştirdi ve ellerini elimden çekti. Soğuk yerini alınca tenimde, ürperdim.
"Öfken seni yakıyor albayın kızı."

"Kül oldum." Dedim aniden. Bakışları garipsedi. Oldukça biçimli ve düzgün kaşları çatık bir hâl aldı. Gözleri önce gözlerimde daha sonra ise gözümün altında ki ben'e takıldı.
"Ateşin hala sönmemişken mi?"

"Ateş hâlâ yanıyor ama ben kül oldum."

"Ateşi harlayan sensin." Dedi. Ne demek istiyordu bu adam? İmalı sözler pek tercihim değildir ama bu adam yüzünden onlara bile alışmak zorunda kaldım.

"Öfkenin sebebi ne, albayın kızı?" Diye sordu. Gözleri birşey öğrenmek ister gibi bakıyordu. Merakla ve arzuyla bakıyordu.
Konudan bağımsız o cümleler döküldü dilimden.

"Nerelisin sen?" Diye sordum. Kaşları daha da çatık bir hal aldı. Yüzü düştü. Dudakları düz bir çizgi halini aldı. Gözlerinin koyu kahvesini gözlerime dikmiş ve sadece bakıyordu. O bakıyordu ama ben yanıyordum.

"Bir aralar Karadenizli olduğunu duymuştum. Doğru mu?" Dedim ardından. Lakin susmakta kararlıydı. Yavaş yavaş sabrım taşıyordu.
"Konuşsana be adam! Dilini mi yuttun?!" Diye bağırdım en sonunda. Fakat yüzünden mimik oynamamıştı.
Gözlerim boynunda ki künyeye kaydı. Üstünde büyük harflerle yazan TRABZON yazısında takılı kaldı gözlerim. Trabzon'luydu.

"Hemşehri sayılırız, bende Samsunlu'yum." Dedim. Tebessüm ettim. Ama buruk bir tebessümdü. Zira onun yüzünde beliren tek mimik kaşlarının çatık halinden kurtulmasıydı.
"Oraya ait misin?" Diye sordu. Anlamamıştım.
"Samsun'a mı? Tabiki de. Baba memleketi sonuçta." Dedim. Başını iki yana salladı.

"Karadeniz'de büyüdüm ben. Babamın hırçın kızıyım. Sanma bu kadar sinirliyim, gördüğün sinirimin bir o kadarı da ortaya çıkmamış olanıdır." Dedim övüne övüne.

"Hırçınsın evet." Dedi.

"Kabul ediyorsun yani?" Dedim.
Başını salladı olumlu anlamda.
"O zaman kolunu da yaraladığım zaman için kusura bakma. Karadeniz damarım tuttu." Dedim. Gülmedi. Ne yapabilirdim gülmesi için? Artık daha ne yapabilirdim? Başımı hafif yana eğip yüzüne daha dikkatlice baktım.

"Karadeniz'in denizinde de var böyle koku." Dediğimde, bu sefer o anlamamıştı. Güldüm.
"Bafra nokul'u yemek ister misin?" Diye sorduğumda, delirdiğimi düşünmesine az kalmıştı.
"Bafra nokul'u? Nerde?" Diye sordu.

"Bahçede." Dedim.

"Sana bir sır vereyim mi?" Diye sordum. Dudağını büzerek tek kaşını kaldırdı.
"Özel tarifim." Dedim. Vay be dercesine başını salladı.
"Bu tarifi özel yapan nedir?" Diye sordu.

"Karanfil baharatı... Mayhoş eden türden..." Dedim.

"Şuan en garip anı yaşıyoruz." Dedim ardından.

"Nasıl bir an?" Diye sordu.

"Kadınlar tuvaletinde bir adamla tatlı tarifi paylaşıyorum," dediğimde, sırıttı. Dudağının kenarı yukarı doğru kıvrıldı.
"Ama ne tarif öylesine bir tarif..." Dedim devamının olduğunu belli ettiğim cümlenin tonuna vurgulayarak. Gözlerim onu baştan aşağı süzdü. Yüzümde mimik oynamasa da yandığını hissettiğim bir çift elmacık yanaklarım olduğuna emindim.
"Ne de?" Diye sordu.

"Boşver." Dedim. Bunu söylediğimde duraksadı ve dumura uğradı. Biran için gözlerime kenetlendi ve sadece baktı. Lafı toparlamaya çalışarak, başımı iki yana salladım.
"Yani, diyorum ki yüzbaşısın. Bir raconun bir ağırlığın var askerlerinin yanında. Kadınlar tuvaletinde bir kadınla yakalansan ne olur?" Diye sorduğumda, erimeye yakın olan buzu çöpe atmak için lavaboya doğru gittim. Buzu çöpe atıp ona bakmaya başladığımda, kollarını arkasında bağlamış ve beni öylece izleyen Aytekin'e baktım. Bakışları beni baştan aşağı süzerken garipsedim, lakin rahatsız olmadım. Kötü bir niyetle bakmadığına emindim.

"Kendini korumayı bilmiyorsun, albayın kızı." Dediğinde, şaşırdım. Ne demek istiyordu?
Kıvırcık saçlarımı geri savurup terlemekten yanan enseme elimle hava yelledim.
"Anlamadım. Neyden söz ediyorsun?"

"Elin, nasıl bu hâle geldi?" Diye sorduğunda, elime baktım anlık. Yanan kısım kızarmış ve şişmişti. Su baloncuğu oluşmuştu.
"Mangal maşasının gazabına uğradım." Dedim.

"Mangalı yapan sen miydin?" Diye sordu.
"Hayır. Teoman'dı."

"O zaman neden senin elin yandı?"

"Çünkü Teoman'ın meşgul olduğu başka birşey vardı."

"Senin elinin yanmasına sebep olmuş işinden başka ne işi olabilir?"

"Bilmiyorum." Dedim.

"Her neyse, gitmem lazım. Bekliyorlardır." Dediğimde, kapıya doğru yürüdüm.
"Gelmiyor musun?" Dediğim sırada kapının kolunu indirmiştim. Fakat açılmamıştı. Bir kez daha denedim, fakat yine açılmadı. Bir kez daha ve bir kez daha. Ama nafile, kapı açılmak bilmiyordu. Arkamı döndüğümde beni öylece izlediğini farkettim.
"Kapıyı kilitlemişler." Dedim. Fakat gayet rahattı. Sanki biraz daha burada kalırsak yakalanmayacağından emin gibi...

"Farkındayım." Dedi. Deli miydi? Zira öyle konuşuyordu.
"O zaman neden açılmadığını araştırmaya ne dersin?" Dedim gür bir sesle.
Yavaş adımlarla hemen önümde bittiğinde, kalın parmaklarının arasında bulunan anahtarı gösterdi bana. Gözlerim anahtardan ayrılıp anahtarla aynı hizada bulunan gözlerine kaydı.
"Çünkü ben kilitledim." Dedi.

"Neden bu kadar rahatsın? Birazdan beni merak eden mehru buraya gelecek ve bizi burada beraber görecek. Hatta babam bile merak etmiş ve buraya doğru geliyor olabilir. Sence seni burada benimle beraber kilitli bir kapı ardında, üstelik bir kadın tuvaletinde yakalarsa ne olur biliyor musun?" Diye sorduğumda, dudağının kenarı hafif yukarı kıvrıldı.

"Ya kafama sıkar ya da..." Dediğinde, gözlerimi kısıp cümlenin devamını bekledim.

"Ya da?" Diye sordum.

"Ya da yine kafama sıkar. Bedenimi delik deşik eder. İşkence gibi kötü yöntemleri vardır. Babanı tanımıyor musun albayın kızı?"

"Tanıyorum. Ama ben babamı tanıyorum, Albay Erdem karakılıç'ı değil. Ayrıca sen madem neler yapabileceğini biliyorsun, o zaman neden hâlâ bu kadar rahatsın?"

"Senin gibi dimi albayın kızı?"

"Benim bir adım var! Bana albayın kızı demekten vazgeç." Dedim gür bir sesle.

"Soruma cevap ver. Neden bu kadar rahatsın?" Diye sordu. Fakat farklı yollar denediği belliydi. Çünkü gerilememe sebep olan adımları üstüme üstüme geliyordu. Gözleri direkt gözlerimdeydi. Üstüme gelmekte ısrarcı ve inatçıydı.

"Ne rahatlığından söz ediyorsun? Babam gelse seni öldürür be adam! Asıl sen niye bu kadar rahatsın?"

"Kadınlar tuvaletinde bir adamla kilitli kalmak seni ne kadar korkutur?"

"Bir adamla? Seninle kilitli kaldım."

"Ne değişti? Adam değil miyim?" Diye sordu. Amacı her ne öğrenmek ise biran önce sorsundu. Zira artık kaçacak hiçbir yer kalmamıştı. Duvarla buluşan sırtım soğuğu iliklerime kadar hissetmeme sebep oldu. Ama içimde tam tersi yanardağların püskürttüğü lavlar misali sıcak bir his yayılıyordu. Dışım soğuk içim yangın yeriydi. Ve nedeni gözlerinde ateşlerin harıl harıl yandığı bu adamın bakışlarıydı. Kalbim, bir davulcunun tokmağı vurduğunda gümlettiği davul gibi gümlüyordu. Göğüs kafesime sertçe çarpıp ağırlara yer açıyordu. Hissediyordum, terlediğimi, yandığımı, sönmek üzere iken yine harlandığımı hissediyordum. Keşke görebilseydim. Bu adamın karşısında sebepsiz yere nasıl eridiğimi görebilseydim. Belki bir anlam verebilirdim bu duruma...

"Diğer adamlar gibi değilsin. Kötü bir niyetinin olmadığına eminim." Dedim. Sesimin bu cümle ile yumuşadığını farkettim. Bir çift kara gözün arasında gidip geliyordu gözlerim.

Neden diye sorma, çünkü ben de bilmiyorum...

"Neden bu kadar eminsin? Kötü bir niyetimin olmadığını nereden bileceksin? Benim sana sunduğum bir güvence var mı?" Diye sordu. Sesi oldukça ciddi ve kalın çıkıyordu.

"Bilmiyorum. Sana güveniyorum evet ama bilmiyorum. Sana neden bu kadar güvendiğimi bilmiyorum, yüzbaşı. Bana güven ve elimi tut dediğin günden beri aklımda ki bütün herşey seninle ilgili oldu. Saçmaladığımı düşündüm, yadırgamadım. Geçer belki dedim ama geçmedi. Uyudum uyandım yine senin cümlelerin vardı kafamın içinde bağıran. Taa ki artık uyuduğumda bile rüyalarımı kabuslarımı da ele geçirene dek." Dikkatlice beni dinliyordu. Konuştuğumda dudaklarıma, sustuğumda ise gözlerime bakıyordu.

"Seninle ilgili olduğunu düşündüğüm bir kâbus gördüm. Kabusumda herşey ay ile ilgiliydi. Gökte hilal şeklinde ay gördüm, kulağıma bana güven ve elimi tut diyen birini duydum. Onu görmek istedim gözlerimi açtım ama gökte hilali gördüm. Tekrar kapattım kulağımda sesini duydum. Uyandım okyanus kenarında buldum kendimi. Ve beni cezbeden bir tek şey vardı,"
Gözlerim iki gözünün arasında gidip geliyorken, başımı eğdim ve derin bir nefes aldım.

"Kokusuydu... Okyanus esiyordu, ben huzur buluyordum." Dedim. Ve sustum. Rüyanın anlamını söylemedim. Ne anlama geldiğini, kabusun ta kendisini anlatmadım. Sadece bana elini uzatan bu adamın tek bir cümlesini bekledim. Sana yardım edeceğim...

"Bana yol göster, yüzbaşı. Yolunu kaybetmiş bir kadına yolunu göster. İnan o kadın yolunu bulunca sana minnettar kalacaktır." Kaşları çatık bir hâl aldı ve yüzümün her zerresini inceledi. Kaşımı, dudaklarımı, gözümü ve gözümün altında yer alan ben'i. Sonra ise saçlarıma kaydı gözleri. Dudaklarının arasından kısık bir nefes hür kaldığında, yüzümde yer edinmişti sıcaklığı. Kokusu dibimdeydi. Okyanus büyük dalgalarını yüzümün kıyılarına çarpıyordu. Ve ben yerle bir oluyor geri savruluyordum.

Bir elini önümde tuttu. Büyük ve nasırlı avucunu açmış birşey yapmamı bekliyordu.
Dudaklarımın arasından kaçan kısık bir nefes, heyecandan öleceğimin belirtisiydi. Göğsüm hızla inip kalkarken, gözlerine baktım tekrardan.

"Bana güveniyorsan eğer elimi tut, albayın kızı..." Bir istek daha gizliydi bu cümlede. Bambaşka bir anlamı olan bir devamı vardı bu cümlenin.
Cümlenin devamını beklemeden yanık olan elimin yanık olan bölümünü, avucumu avucunun ortasına yavaşça bıraktım. Acımadı avucum avuçlarında. Söndü yanan ateşin harı. Yavaş yavaş kül oldu, herşey. Cümleler, sözler, bakışlar, acılar, eski ve yeni yaralar hepsi kül oldu ve onun rüzgarıyla savruldu.
Sıcak avucuna inat acımadı sıcak ve taze yara. Çünkü onun ateşi gerektiğinde ısıtır, yaktığında sönerdi. Bunu anlamıştım. Aniden yaptığım hareketle dumura uğradı. Sanki yarım kalmış cümlenin devamı da savruldu gitti.

"Ben senin elini tutmam, yüzbaşı. Tutmaktan ziyade avucumu avucuna bırakırım. Tutarsan ne âlâ. Tutmazsan bile başım gözüm üstüne." Gördüm. Gözlerindeki ışığı gördüm yüzbaşı. Sana neden içimden isminle hitap etmiyorum bilmiyorum. İsmin bana çıkış yoluyken, anmak neden bu kadar zordu?
Sözüm işlemiş midir sana, yüzbaşı? Söylesene, işledi mi içine ilmek ilmek? Birşey söyle artık, susma. Bunca yıl katlandım sessizliğe, bari sen susma. Ben susarım ama sen susma.

Belirsizlikler arasında boğulurken, cevap buldu sanki bütün sorularım. Çünkü avucuna bıraktığım avucumu yavaşça sıktı. Acıtmadan, acıtacağından korkar gibi, nazikçe sardı elimi eliyle. Yüzümde bir tebessüm oluştuğunda yüzüne baktım. Masum ve yumuşak bakışlar ile kavruldum, yandım.

"Ben bir söz verirsem, o sözden ancak öldüğüm gün dönmüş olurum. Bunu böyle bil, albayın kızı. Sen yeter ki bana güven. Avucumda bir avuç bulmasam bile tutarım elini. Çünkü dediğim gibi; ben sözümden ancak ölürsem dönerim." Dedi. Cümlesi sıcacıktı. Bütün sorulara cevaptı bu cümleler.
Bütün belirsizliklere bedeldi bu sözler. Son buldu haykıran düşünceler. Çünkü o bana bir söz vermişti. Ölümüne bir sözdü bu...

"Sana güveniyorum, yüzbaşı. Ben bir insana güvenirsem sadece güvenirim ama sana güvenirsem bu ölümüne olur. Nedenini sorma. Varsa bile bir nedeni varmaz dilime..." Dedim.

"Bana herşeyi anlat... Ne yaşadığını, neyden kaçtığını, korktuğunu ve," dediğinde sustu. Gözlerim kısıldı, kaşlarım çatık bir hâl aldı ve cümlesinin devamını bekledim.
"Ve?" Dediğimde, avucunda duran elimi hafifçe sıktı. Yanığın üstünü okşadı. Nazikti her dokunuşu.
Silah tutmaktan nasır tutan ellerinin nasırını hissettim. Sert ve pürüzlüydü avucunun içi. Lakin yumuşak ve nazikçe okşuyordu elimi.

"Kimin yaptığını... Sana bütün bunları kim yaptıysa bana söyle, albayın kızı. Söyle ki sana yardım edebileyim." Dediğinde içime düşen ferahlığın kırıntısı yüreğime de refah getirmişti. Üstümden sanki yıllardır taşıdığım yük kalkmıştı.

"Sana herşeyi anlatacağım. Lakin şimdi değil. Babamlar şüphelenmesin." Dediğimde, başını salladı. Yavaşça geri çekildi. Elindeki anahtarla kapıyı açıp aralıktan etrafı gözetledi. Kimsenin olmadığından emin olmuştu. İşaret verdiğinde önce ben ardımdan o çıkmıştı tuvaletten. Hızla giderken, arada arkama bakıyordum geliyor mu diye. Hemen arkamdan geliyordu. Adımlarımı hızlandırıp önden gitmeye karar verdim. Eğer mehru ikimizi beraber gelirken görürse kızlara söylediği şeylerde hak vermiş olur. Arkamı hızla dönüp durdum. Durmanın etkisiyle onun sert göğsü göğsüme sertçe çarpmıştı.
Hiçbir şey demedi. Yanık elimi havada tutarken, telaşla yüzüne baktım. Dudaklarımın arasından kısık bir nefes çıktığında kesilen nefeslerin acısını çıkarır gibi hızla inip kalktı göğsüm.

"Ben önden gitsem ardından sen gelsen, olur mu?" Diye sordum. Gözlerini kıstı ve kaşlarını çattı.

"Neden?"

"Bizi beraber görmesinler."

"Kim?"

"Off, zeki adamsın yüzbaşı, bilmemezlikten gelme."

"Sen gelene kadar zeki bir adamdım."

"Şimdi nasıl bir adamsın ki?"

"Zeki aklımın daha farklı şeylere çalıştığı kesin."

"Bunda benim etkim ne?"

"Senin etkin büyük, albayın kızı."

"Herkesin etkisinde mi kalırsın böyle?"

"Hayır. Hiç kimsenin etkisinde kalmam."

"O zaman benim etkim nasıl büyük olabilir?" Diye sordum.

"Sen... Hiç kimse değilsin albayın kızı." Dediğinde, afalladım. Bir an duraksadım. Kendime gelmem uzun sürmedi. Sadece biraz dumura uğramış olabilirdim.

"AHESTE!" Diye bağıran ses tam da tahmin ettiğim kişiydi. Kaçtığım, alın teri döktüğüm mehru'ydu. Zebellah gibi dikilmişti karşıma. Yan yana görmesinden korktuğum kişiyle yan yanaydım. Kaçış yok aheste, çünkü görüldük.

Yanımıza tebessümle geldi. Başını Aytekin'e bakarak hafifçe eğdi.
"Neredesin kızım, sabahtandır gelmedin." Dediğinde, sesinde imaların her tonu vardı. Biliyordum ima ettiği şeyin ne olduğunu. Gülümseyerek, "Elimi yaktım ya mehru'cum. Tuvalete gittim suya tuttum." Dedim. Başını salladı imalı sırıtışlarla.
"Ya, tuvalete gittin yani? Emin misin? Belki hararetini başka birşey almıştır..."

Mehru! Mehru! Rezil etme bir kerede kızım. Dilinin kemiği olsun azıcık. Adamın yanında neleri ima ediyordu aklım almıyordu. Sakindim lakin. Kalmaya çalışıyordum...
Gözlerimi kısıp sahte bir tebessüm takındım ona karşı.
"Mesela buz gibi." Dedi. Lafı toparlamaya çalıştı fakat söylediği cümlenin manası daha ağırdı.
"Aynen, buzla. Hararetimi de aldı hem. İster misin? Hava çok sıcak ya..."
Başını sağa sola olumsuz anlamda salladı. Tebessümle, "Yok canım sağol, o senin buzun. Bir senin hararetini alır. Hem ben sıcak severim. Böyle yandığında yelleyen..." Dediğinde bahsettiği kişinin kim olduğunu biliyor üstelik gülmemek için zor tutuyordum kendimi.

"Bilirim bilirim." Dediğimde, Aytekin'e döndüm. Söylediklerimizden hiçbir şey anlamamıştı. Üstelik dinlemiyor başka yerlere bakıyordu. Koskoca yüzbaşı sadece bize ayıp olmasın diye dinlemiyor üstelik bekliyordu konuşmayı bitirmemizi.

"Aytekin bey, kusura bakmayın sizide tuttuk. Bizimkinin dili pabuç kadar. Kafanızı ağrıtmadı umarım."
Bana doğru dönüp aynı soğuk ifadesini takındı.

"Bizim aramızda iletişim denen şey yok. Hanımefendi ölümcül bakışlar atar ben ise soğuk tavrımı takınırım. Hepsi bu..." Dediğinde, mehru'yla konuştuğunda bile mesafeli duruyordu. Bana bile hanımefendi diye hitap ettiğinde garip hissetmiştim.

Sürekli söylediği albayın kızı lakabını ilk defa duymak istedim dilinden.
"H-haklı. Biz iki medeni insan gibi iletişim kurmayı bilmiyoruz. Gözler konuşur bizde. Maalesef ki gözler bile kavgalı." Mehru başını önüme eğip bana bakarken, dudağını büzmüş ve başını vay be dercesine sallamıştı.
"İyi o zaman. Aheste'cim, seninle biraz konuşabilir miyiz?" Dediğinde yine ona döndüm. Ensesini kaşıyıp başını salladı, dudağını büzerek bilmiyorum dercesine baktı.
"O-olur." Dedim mehru'ya bakmadan.

Ne olduğunu anlamadığım biranda mehru kolumdan tuttuğu gibi sürüklemeye başlamıştı. Onun yanından ayrıldığımızda köşeye doğru gitmiştik ve görüş alanımda değildi artık. Mehru'ya sinirle baktım.

"Ne mehru?! Ne var yine?!"

"Yangın var!" Yine saçma saçma konuşmaya başlarken, gözlerimi devirdim.
"Ne saçmalıyorsun? Ne yangını?"

"Yüzbaşı esmer yangını!" Elimi alnıma atıp sert bir şaplak attığımda, ofladım aynı zamanda. Yanık elimin acısı hala varken, mehru saçma sapan şeyler söyleyip daha da sıkıyordu canımı.
"Off mehru, of! Bıktım senin şu saçma sapan imalı cümle ve sözlerinden. Kızım yok öyle birşey! Adama hiçbir şey hissetmiyorum! Sadece konuşmayı bile beceremeyen iki insanız! Anla artık!"

"Dur bir saniye, benim evde külahım olacaktı onu takıp geleyim öyle anla- kızım sen mal mısın? Benim hiç öyle salağa benzer bir tipim var mı?"

"Var." Dedim.

"Yok efendim! Ya, adama neredeyse ilan-ı aşk edecektin. Yok bilmem bizde gözler konuşurmuşta, maalesef ki bak altını çiziyorum maalesef ki onlarda kavga ediyormuşta. Kızım sen basbayağı aşıksın bu adama!"

"Mehru, elimin tersindesin, bir çaktım mı iki seksen yatarsın şuraya! Ne aşkı ne hoşlanması ya! Asıl sen ne yaptığını sanıyorsun?! Adamın yanında hararet mararet?! Ne iş?! Sanki görende beraber ne yapmışız? Tövbe tövbe, cidden akla gelmeyecek şeyler söylüyorsun."

"Yalan mı?! Bu kadar saat elini soğuk suya mı tuttun sadece?"

"Evet! Ya ne yapsaydım?!" Dediğimde, gülmeye başladı delicesine. Anlamadım neden bu kadar heyecanlı ve sevinçliydi?
"Bilmem. Mesela first kiss'ini vermiş olabilirmisin?!" Dediğinde elimle ağzını kapadım. Bir kelimenin daha çıkmasına izin veremezdim. Rezillikti...

"Yuh! Mehru yuh yani. Yok birde başka şeylerde yaptık."
Elimle ağzını tutarken, sadece beni izleyen gözleri dışarda kalmıştı. Söylediğim cümle ile gözleri büyüdü ve elimin altından bağırmaya başladı deli deli. Çıldırtırdı bu insanı.
Elimi tutup ağzını açtığında,
"Yaptınız mı?!" Dedi. Gerçekten bu kadarı da fazlaydı.
"Mehru! Kendine gel! Saçmalama artık! Yok öyle birşey! İyice haddini aştın sende!"

"İyi be tamam! Şaka yaptık sadece. Ne kızıyorsun?!"

"Seninki de artık şakayı geçti. Benim o adamla aramda hiçbir şey olmaz olamaz. Hoşlanmıyorum, aşık değilim, sevmiyorum hatta adamla doğru dürüst bir iletişimimiz bile yok. Sen kalkmışsın adama aşıksın diyorsun. Sence de böyle birşey mümkün olabilir mi?" Böyle söylediğimde haklı olduğumu düşündürdüğümü sandım. Birazcık da olsa öyle olsaydı diye geçirdim içimden. Ama nafile. Mehru inatçı ve kararlıydı, beni rezil etmekte...

"Mümkün. Senin o adama deliler gibi aşık olman mümkün. Kızım adamın önünde dilin tutuluyor. Sencede bu normal mi?"

"Normal. Adam asker ve yüksek bir rütbeye sahip. Haliyle insan önünde biraz diksiyon kayması yaşıyor."

"Neden diğerlerinde olmuyor? Mesela timin diğer askerlerine karşı neden o güzel diksiyonun kaymıyor? Çünkü sen yüzbaşıya aşıksın."

"Haydaaa! Çattık. Mehru laz damarım tutuyor. Valla çakacam şimdi ağzının ortasına!"

"İstediğin kadar inkâr et, günü gelince kabulleneceksin. Ve o gün yanıma, mehru ben aşık oldum. Diye gelirsen eğer, işte o zaman ben senin ağzının ortasına bir tane çakacağım."

"Tamam! Eğer o gün senin yanına öyle hislerle gelirsem çak ağzımın ortasına! Belki siktiğimin beynimin hafıza kaybına neden olursun da kurtulurum herşeyden!"

"Aman aman, unutmaktan da korkarmış. Merak etme o adam kazır kendini, hem şurana..." Dediğinde eliyle şakağımı işaret etmişti.
"Hemde şurana." Dedi ardından, eliyle sol göğsümü yani kalbimi işaret ederek.
Biran için olsun sadece bir saniyelik de olsa düşündüm. Öyle birşey yapar mıydı, gerçekten? diye. Öff mehru'nun saçma sapan kurmaca cümleleri. Gerçeği ve olanağı imkansız şeylerdi. Sadece mehru ve kurmacalar...

"Üff! Saçmalama. O gün gelmeyecek! Boşuna bekleme." Dedim.

"Görücez... Neyse hadi gidelim bizi bekliyorlardır." Dediğinde yine ima ettiği birşeyler vardı. Ama aldırış etmedim. Ne kadar takarsam kafama cümlelerini oluru da olurdu. O yüzden dinlemedim onu. Boşverdim.
Tekrar bahçeye doğru yürüdük.

🎶

 

Hava kararmak üzereydi. Bahçede kurulan brandanın altında oturmuş semaver başında çay içiyordu herkes. Aheste ve Zerda yapılan Bafra nokul'unu servis ediyordu. Teoman ve çakır ise semaverin ateşini harlıyor çay servisi yapıyordu. Koyu bir sohbetin ortasındaydı yine İbo ağa.
Herkes sadece onu dinliyordu.

 

Aheste ve Zerda hazırladıkları tatlı tabakalarını dağıtmaya başlamıştı.

 

"Albay, kızının talibi kızına yaraşır mıdır?" Dediğinde aheste'nin gözleri tatlıdan başka hiçbir yere bakmıyordu. Telaşla doldurmaya başlarken tatlıları, İbo Ağa'nın sorusu üzerine dikkatler onun üstüne çevrilmişti.
Erdem albay, sessizdi. İlk önce etrafa ve herkese bakındı. Daha sonra gözleri kızına döndü. Nasıl cevap verecekti bilmiyordu.
Mehru ve kızların gözü aheste'deydi. Hatun teyze de aynı şekilde İbo ağa bu soruyu sordu diye içten içe ona sinirleniyordu. Ama o da suskundu.
Timin de gözleri aheste ve erdem albayın üstünde iken, Teoman ve Aytekin bu soru üzerine sadece aheste'ye bakıp onu anlamaya çalışıyorlardı.

 

Teoman'ın sıktığı bardaktan belli olacaktı ki bu sorunun cevabı olumsuzdu. Ancak Aytekin sakindi. Zira onun ağzından çıkacak kelimeler doğrultusunda karar verecekti neler olduğuna. Onun da gözleri sadece aheste'yi izlerken, erdem albay söze girdi.
"Açıkçası... İyi birine benziyor İbo ağa. İsteme olmadı, birgün bir baktım kızım peşine takmış oğlanı biz nişanlandık dedi. Ne diyeceğimi bilemedim." Dediğinde, aheste'nin yanık eliyle tuttuğu tabak yere düşmüş ve parçalara ayrılmıştı. Tatlı ile beraber paramparça olmuştu tabak.

 

"Ç-çok özür dilerim. Yanlışlıkla o-oldu. Ben hemen hallederim." Diyip tabağın parçalarını toplamaya başlarken, hatun teyze aheste'ye bakarak,
"Bir yerine birşey olmadı inşallah."
Dedi. Aheste telaşla parçaları toplarken, mehru ve Kübra yardım amaçlı ayağa kalkmış ve yanına gitmişti. Zerda ise aheste'nin toplamasına izin vermeyip kırıkları toplamaya başlamıştı.

 

"Sen bırak biz toplarız. Geç otur." Demişti, Kübra. Aheste ne yapacağını bilmeyerek ayağa kalkarken, herkesin odak noktasının kendisi olduğunu biliyordu. Nereye oturacağını ve ne yapacağını bilemedi ve,
"B-ben ellerimi yıkayayım." Demiş ve oradan ayrılmıştı. Herkesin gözü üstünde iken, bakışların odak noktasından kurtulduğu içinde rahatlamıştı. Fakat gözden kaybolana kadar tek bir kişi gözlerini ondan ayırmamıştı.

 

Aytekin...

 

Bu hal ve hareketleri ona hiç de hayra alamet gelmiyordu. Ense köküne giren ağrı ile boynunu sağa sola kütletti. Migreni yine tutarken, hiç sevmediği ortamlardan birindeydi.
Sohbetlerin sesini kesip sadece odaklanmış olduğu kişi ise şuan burada değildi.

 

"Nasıl izin verdin, albay? Bu devirde tanımadan etmeden kız mı verilir elin oğluna?"

 

"Sevmişse ben birşey yapamam İbo ağa. Sevene dağlar ha bu çakıl taşıdır. Aşkın karşısında kim durabilmiş ki ben durayım?" Sözleri açık ve netti. Sanki aheste çınar ile severek nişanlanmış gibi konuşuyordu. İşte tam bu noktada Aytekin'in şakaklarına bugüne kadar girmemiş en büyük ağrı girdi. Beynine vurgun yemişe dönmüştü. Kurşun yese daha az acı çekerdi diye düşündü.
Bardakta kalan son damla çayı birde dikti kafasına. Lakin alamamıştı hararetini.

 

"Bozkuş, çay koy." Demişti Şahin'e.

 

"Ben koyayım istersen Aytekin abi?" Zerda'nın lafına karşılık Şahin ayakta öylece kalmıştı. Mehru ve Kübra direkt bakarken zerda'ya, Zerda üzerinde olduğunu hissettiği bakışların karşısında öylece kalakalmıştı.

 

"Sen yorulma bacım. Ben koyarım." Demişti şahin. Zerda'nın binbir parçaya bölündüğü cümle yine çıkmıştı şahin'in ağzından.
Ne vardı ki bacım demese? Hem kardeş değiliz dedi içten içe kendi kendine, Zerda. Bu sözüyle o kadar belli ediyordu ki zerda'ya karşı hiçbir şey hissetmediğini.
Fakat Zerda hâlâ aynı duygular içerisinde şahin'e karşı hem hayranlık hemde sevgi besliyordu.

 

"Y-yoo. Yorulmadım. Hem... sen otur, ben diğer çayları da tazelerim," dediğinde gözleri babasına kaymıştı Zerda'nın. Hiç hayra alamet bakmayan İbo Ağa'nın gözleri pür dikkat çatık kaşlarla bu ikiliyi izliyordu.
"Abi... Şahin abi." Diyerek devamını getirmişti cümlesinin. Babasının yanında bile olsa bu kelimeyi söylemek onu içten içe üzüyordu. Fakat şahin'nin tepkisi aynı oldu. Hiçbir şekilde bir tepki vermeden yerine geri oturdu. Zerda ise masada boş olan bardakları alıp çayları tazeledi. O sırada aheste geri dönmüştü.

 

Masaya doğru geldiğinde, boş bir yer bulup hemen çakır ile Kübra'nın arasına oturmuştu. Çakır'ın hal hareketlerinde bir değişiklik olduğunda, aheste ondan taraf döndü. Çakır ile göz göze geldiklerinde, başını ne? Anlamında salladı aheste. Çakır yaklaşması için işaret verdiğinde, aheste yaklaşmış ve kulağına fısıldayan Çakır'ı dinlemişti.

 

"Sana zahmet sevenleri ayırmasan..." Demişti. Aheste etrafına bakındığı sırada, oturduğu yerin farkına varmıştı. Kübra'ya baktığında, arada çaktırmadan bakmaya çalışıyordu. Aheste ile mehru göz göze geldiğinde, gülmüş ve şeytani şeylerin aynı anda akıllarından geçtiğini bildiklerini belli ediyordu bu bakışmalar. Aheste yavaşça yerinden kalklmaha yeltendiğinde Kübra'ya baktı. Saçları ile aynı renk olan kaşlarını kaldırdı. Kalkma dercesine işaret veriyordu. Aheste bilmezlikten gelmeye devam ederek ayağa kalktı ve Kübra'nın yerine geçti. Tam Aytekin'in karşısına. Çakır için iyilik yapacağım derken kuyunun en dibinde bulmuştu kendini. Zira göz göze gelmenin ve bakmanın utanç dolu anlarla geçtiği dakikalar yaşanacaktı birazdan. Mehru gülmemek için kendini zor tutarken, aheste gözlerini devirmişti.

 

Çakır'a da aynı şekilde göz devirdiğinde, Aytekin pür dikkat olanları anlamaya çalışıyordu. Lakin hoşuna gitmeyen şeyler yaşanıyordu. Daha önce uyardığı Çakır'ın yine bir teması oluyordu aheste ile. Ve bu hiçte hoşuna gitmiyordu.
Ölümcül bakışlarıyla Çakır'ı döverken, Çakır'ın hâlâ farketmemiş olmaması kendi iyiliğineydi. Zira bu sefer verilecek ceza ağırdı. Aytekin'in aklında onun süper cezalar takla atarken birbiri ile, o hala başı kesilmiş tavuk gibi etrafına bakınıp duruyordu.

 

Kübra ise halinden hiçte memnun değildi. Arkadaşları bile bu adam için seferber olmuşken, onun elinden gelen tek şey sadece kurdukları pusuya düşmekti. Tatlıları dağıttıktan sonra yerine geçmişti, hemen Çakır'ın yamacına oturmuş ve sadece önüne bakmaya çalışıyordu.
Lakin Çakır'ın kalbi sadece yanına oturan Kübra'ya karşı yerinden çıkmak üzereydi. Kübra ise en ufak yanlış bir harekette ağzına çakmayı beklediği çakır'a nefret duymaktan başka birşey yapmıyordu. Önündeki çayı tek dikişte içmeye çalıştı fakat çay cehennem sıcağı gibi sıcaktı. Ağzının yanması ile gözleri dolarken, kısık sesli bir çığlık kaçmıştı ağzından.
Çakır endişe ile sırtına vururken, Kübra boğulmaktan çok boğazının yanması ile öksürüyordu.

 

"Z-zerda yaktın beni!" Dediğinde, endişeli gözler ile bakan Zerda, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
"İyi misin?" Diye soran çakır, hızla ayağa kalkıp gitmişti. Kübra hâlâ öksürüyorken, aheste iyi mi diye bakıyordu.

 

"Dikkatlice içiverin gızım. Sıcak çay yakar her bir yanını." Hatun teyzenin nasihatleride cabasıydı. Çakır tekrar geri geldiğinde elinde su peti de vardı. Kapağını hızla açıp, Kübra'ya uzattı. Kübra suyu kimin verdiğini bilmeden içmişti. Bilseydi Çakır'ın verdiğini, ölse de içmezdi. Lakin öyle de olmamıştı. Suyu kana kana içmişti.

 

"İyi misin?" Diye sordu aheste.

 

"İ-iyiyim. Yüzüme bir su çarpıp gelsem iyi olur." Dedi, Kübra. Ayağa kalkıp gitmeye yeltendi.
"Lavabonun yerini biliyor musun?"
Diye sordu çakır. Kübra gayet sakin bir şekilde başını salladı. Normalde cevap bile vermezdi fakat Çakır'a bu bile yeterdi.

 

"Hayallah, bugünde kızlara birşeyler oluveriyor. Nazar herhal. Ama yine de iyi iyi, çıktı nazar. Kim bilir kimin gözü kaldı." Diye söylendi hatun teyze.

 

"Baba, birşey soracağım. Lice'ye nasıl gidebilirim buradan?" Diye sordu aheste çekingen bir şekilde.
"Genelde işi olanlar oradan gelecek dolmuşları bekler. Ama daha hâlâ kimse gelmedi. Karakolun araçları ile gidiliyor normalde, kızım. Neden sordun bir işin mi var Lice'de?"

 

"Telefonum... Patlama sırasında kayboldu. Hat falan vardı üzerinde. Hepsi gitti. Yeni telefon ve hat almam lazım. Birde birkaç ihtiyacım var. Biliyorsun, apar topar çıktım Ankara'dan, neredeyse hiçbir şeyimi almadım yanıma."

 

"Komutanım, 2-3 gün sonra timle beraber Lice'ye gideceğiz. İsterseniz aheste bacım da gelsin." Dedi şahin. Aheste'nin yüzünde beliren tebessüm sevinç belirtisiydi.
"İyi düşündün, bozkuş. Senin için uygun mu kızım?"

 

"Uygun uygun." Demişti aheste.

 

"Tatlı kaldı mı?" Diye sordu Teoman. Önünde ki tatlı tabağının neredeyse şerbetinin bile izi kalmamışken, yeni bir tatlı daha istiyordu.
"Komutanım, sizce de çok yemediniz mi?" Diye sordu çekingen bir tavırla, yaman.

 

"Niye lan?! Lokmalarımımı sayıyorsun?"

 

"Estağfurullah, komutanım. Benim cevize alerjim var diye size kendi tabağımı da verdim. Gece gece midenize zarar vermesin diye dedim."

 

"Vermez vermez. İki dilimcikti be oğlum. Benim mideme yetmez bunlar." Demişti. Sancar ve şahin aralarında kıs kıs gülerken, Aytekin alnını ovuşturuyordu. Aheste bıyık altından gülerken, mehru dikkatlice tabağa bakıyordu.
"Lan, gözün doysun bozkuş. Millete de bıraksaydın." Aytekin'in ikazı üstüne Teoman herkese bakmıştı utangaç bir şekilde.

 

"Aga, ayıp oluyor ama. Milletin içinde." Dedi Teoman mahçup bir sesle.

 

"Aga ne lan?! Ben senin askerlik arkadaşın mıyım?"

 

"Değil misin?"

 

"Bozkuş, elimin ortası kaşınmaya başladı. Komutanınım lan ben senin!" Dedi sert bir sesle.
"Emredersiniz komutanım." Dedi Teoman.

 

"Ben size biraz tatlı getireyim isterseniz Teoman bey?" Mehru Teoman'ın tabağını aldığında, Teoman tabağı tutup masaya geri bıraktı.

 

"Yok, mehru hanım sağolun. Tadım kaçtı." Dedi Teoman.

 

"Komutanım sizin tadınızın kaçması için ya hedefi bulmayan kurşunların olması lazım ya da yediğinizin bozuk olması lazım. İkiside olmadığına göre tadınız yerinde. Çekinmeyin işte bırakın yenge hanım doldursun size. Tatlı..." Diye dalga geçmişti sancar. Şahin ile kahkaha tufanına kapıldılar. İbo ağa ve erdem albay da beraberinde gülerken, Teoman iyice utanmıştı.

 

"Beyler, bence dalga geçilecek bir durum yok. Hem Teoman bey gayette fit. Bu kadar yemek yemesine rağmen gayet iyi bir yapıya sahip."

 

"Yenge hanım, bizde sabah yiyip gece eritirsek bel altından, bizde fit oluruz. Dimi komutanım?" Diyerek gülmeye başlamıştı şahin.
Teoman iyice sinirlenince, sesli nefes alışverişleri içinde Hasbi Allah demeye başladı.

 

"Lan en azından senin gibi kalpli don giymiyoruz lan! Erkek adam hiç kalpli don giyer mi? Layt erkek." Diyerekten bombayı bırakmıştı masaya Teoman. Artık donlar aşağıydı. Şahin'in yüzü kızarmıştı. Herkesin içinde kalpli donuna laf getiren Teoman'a sinirle baktığında Teoman gayet nispet eden hanım teyzeler gibi oh çekiyordu.

 

"Komutanım en azından sizin gibi yediklerimi eritirken roman havası açmıyorum spor salonunda."
Teoman etrafına bakındı. Herkes bu ikilinin ortaya dökülen kirlilerine gülerken, Teoman asıl bombayı patlatmak üzereydi.

 

"Şahin, oğlum bak millete hâlâ bebe bisküvisi yediğini söylettirme bana!"
Şahin rezilliğin alasını yaşarken, şaşıran herkes kendi arasında fısır fısır konuşuyordu. Zerda ise şahin'le ilgili öğrendiği bu gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalmıştı. Sevdiği adamın böyle şeyler yaptığını bilmiyordu.

 

Kalpli donlar, bebe bisküvileri. Bunlar ağır şeylerdi erkek adam için.
Ve şahin rezilliğin daniskasını yaşamıştı.

 

"Sağolun, komutanım ya. Söyleseniz rezil olurdum herkese." Diye alaya almıştı şahin.

 

Çakır'ın tam da üstüne olan bu konularda susmuştu garip bir şekilde. Gözü sürekli bahçenin girişinde idi. Kimi beklediği açıkça belliydi. Gözlerinde endişe okunacak derecedendi. Lakin herkes şahin ve Teoman'ın ortaya dökülen kirlileri ile meşgulken, dikkat çekmemişti bu hali.
Artık beklemekten sıkılmış olmalı ki ayağa kalkıp karakola doğru yürümüştü. Bahçeden çıktığında, karakolun girişinde bulmuştu kendini. Hızlı adımlarla bu kadar çabuk geldiğini düşündü. Sonuçta bordo bere.

 

Merdivenleri hızla çıkarken, ağlayan bir ses duydu. İçten ve sesli ağlayan bir kadın sesiydi bu. Etrafına bakındığında sesin geldiği yöne baktı. Atatürk'ün heykelinin olduğu yerde oturan bedende takılı kaldı gözleri.

 

Karanlığın çöktüğü bahçede, belli olmuyordu kim olduğu. Çakır yavaş adımlarla yaklaştı. Yaklaştıkça anlamıştı kim olduğunu. Tam da tahmin ettiği kişiydi.

 

Kübra... Heykelin altında dizlerini birleştirmiş kafasını dizine dayamış bir şekilde ağlıyordu. Çakır hızla yanına gidip çömeldi.

 

"Kübra... Neyin var?" Diye sordu. Dokunmak istedi lakin çekindi. Kübra başını kaldırıp mahmur gözlerle Çakır'a bakarken, Çakır'ın içi gitmişti o haline.
"Niye ağlıyorsun? Birşey mi oldu?" Diye sordu ardından. Lakin sorduğu sorulara cevap bulamıyordu. Çünkü cevap vereni cevap vermiyordu.
Burnunu çeke çeke ağlamaya devam eden Kübra'ya baktı çakır. Eli yavaşça birbirine kavuşturduğu kollarına gitti.
Tutup yüzünü görmek istedi. Defalarca kez aklından geçirdi, rahatsız olur mu diye? Olur muydu? O dokunsa, hissetse tenini, Kübra korkar mıydı? Çekinir miydi bu temastan? Ya da ister miydi? Çakır'ın aklında bunca denli sorular takla atarken, tek isteği ona dokunmaktı.

 

"Kübra... Bana bak bi. Neyin var söyle bana. Belki bir hal çare bulurum derdine."

 

"Neyin çaresini bulacaksın ya sen?! Neyin?!" Adeta kükredi çakır'a. Çakır bu tavrına karşılık sakin kalmaya devam etti. Naif ve nazik bir şekilde yaklaştı.

 

"Derdinin. Her neyse elimden ne gelirse yaparım. Yeter ki söyle, neden ağlıyorsun?" Dediğinde, sakin davrandı. Kübra bunun üzerine başını kaldırıp çakır'a baktı. Bir eliyle tuttuğu telefonunu diğer eline vererek, gözyaşlarını sildi.
Burnunu çekip durdu. Çakır cebinden çıkardığı mendili uzattı. Kübra mendili almadan önce dikkatle baktı gözlerine, Çakır'ın. Çekingen bir tavırla aldı mendili.

 

"Kulaklarını kapatır mısın?"

 

"Niye?" Diye sordu çakır.

 

"Burnumu temizleyeceğim. Duymanı istemiyorum." Dedi çekingen bir şekilde. Bunu söylerken yerin dibine girdiğini hissetti. Lakin çakır buna güldü. Başını öne eğerek sırıttı. Kafasını tekrar kaldırdığında çömelmesine rağmen hâlâ ondan uzun olduğu kadına baktı.
"Senden midem bulanır mı sanıyorsun?" Diye sordu. Kübra öylece baktı çakır mavisi gözlerine, Çakır'ın.

 

"Ama ben öyle aşko kuşko kızlar gibi değilim. Biliyorsun antepliyim..." Dedi.

 

"Yinede. Senden asla midem bulanmaz, Kübra." Dedi çakır. Kübra aldırış etmedi cümlelerine.
Mendili burnuna tutup kuvvetlice sümkürdü. Çakır biran şaşırdı. Böyle birşey beklemiyordu. Hayretler içerisinde izlerken, Kübrayı sadece güldü.

 

"Hem sen niye geldin benim peşimden?" Diye sordu hallice.

 

"Yüzümü yıkayıp gelecem dedin. Gelmeyince merak ettim." Çakır'ın bunu söylemesi üzerine Kübra şaşırdı.

 

"Sen..." Dedi parmağıyla göğsünü işaret ederek.
"Beni... Merak mı ettin?"

 

"Evet. Ben seni..." Dediğinde durdu biran. Kübra cümlesinin yarım kalması üzerine durdu. Gözlerine kenetlendi gözleri. Ne diyeceğini beklerken, sabırsızlıkla sordu.
"Sen beni?"

 

"Ben seni, merak ettim, evet." Dedi. O an Kübra'nın içinden birşeyler kopup gitti. Sanki beklediği cümle değildi. Çakır gibi bir adamın ağzından daha farklı şeyler bekliyordu. Şaşırtmıştı onu.
"Şimdi bana neden ağladığını söyleyecek misin?" Diye sordu çakır birden.

 

Kübra çekingen bir tavırla etrafına bakındı. Aniden çıkan sert rüzgar kızıl saçlarını savurmuştu. Yüzüne adet ferahlık gelirken, bu soran adama ne cevap vereceğini bilemedi.
"Şey..." Dedi, lafı ağzında geveleyerek.
"Ney?" Diye sordu ardından çakır.

 

"Ya, benim İzmit'te kiraladığım bir ev vardı. Kiralıktı. Kirasının neredeyse yarısını ödedim. Lakin kalan taksitleri ödemeyi erteledim. Çok istediğim bir araba vardı, onu almak için erteledim birkaç ay taksitleri. Sonra işte arabayı almak için kredi çektim. Kredinin taksitlerini ödeyeceğim diye onları tamamen unuttum. Şimdi ise hem kiranın taksitlerini ödeyemiyorum hemde arabanın. Arabayı satıp kredinin ve evin kirasını ödeyeceğim ama..."

 

"Ama?"

 

"Ama işte emektarı satmak istemiyorum."

 

"Emektar, araban mı?"

 

"Evet." Dediğinde Kübra, çakır güldü.

 

"Ne? Komik mi? Adı emektar." Dedi ciddi bir sesle.

 

"Yok. Yani emektar diyince aklıma şu kaplumbağa arabalar geldi. Mini Cooper tarzında olanlar varya. Hem onların parası çok değildir ya. Niye ödeyemedin?" Diye sordu. Kübra telefonundan birşeyler açarken, çakır onunla ilgilenmeyen Kübra'ya baktı.

 

Telefonundan bulduğu bir fotoğrafı açmıştı ve Çakır'a göstermişti. Çakır'ın telefonda baktığı fotoğrafta Kübra bir arabanın önünde durmuştu. Lakin araba tahmin ettiği gibi mini Cooper ya da kaplumbağa araba değildi. Kübra'nın kızıl saçları gibi kırmızı olan bir BMW'ydi. Önünde durduğu arabanın kendine göre alev ateş olması da cabasıydı. Çakır'ın dikkatini çeken tek şey gözlük takan ve üstüne uzun siyah bir elbise ile gülüşünü tamamen gördüğü Kübra'ydı.

 

"Yuh! Kızım sen buna emektar mı diyorsun? Bu emektar değil ateş ateş."

 

"Ya. Kızım gibi demiyorum. Emektarım işte benim gibi." Dedi övünerek. Çakır bu hallerine gülerek karşılık verirken, Kübra eski haline dönmüştü.

 

"Fiyatı ne bunun?"

 

"1.500.000."

 

"OHA!"

 

"Ne bağırıyorsun ya?!" Dedi Kübra sesli bir şekilde.

 

"Yuh! Kızım. Hangi parayla aldın bunu?"

 

"Kredi çektim, annemin bileziklerini sattım. Birde babamdan habersiz bir arsasının tapusunu sattım." Dediğinde Çakır'ın ağzı beş karış açık kalmıştı.

 

"Ne? Tek başıma yapamazdım. Destek lazımdı." Dedi.

 

"Peki şimdi hangi birini ödemeyi düşünüyorsun?"

 

"Bilmiyorum. Sıkıntı da o işte. Hangi birinden başlayacağımı bilmiyorum. Emektarı da satmak istemiyorum."
Çakır birkaç dakika düşünüp aklında ki düşünceleri dökmeye karar verdi. Dizine yasladığı dirseğini yanağına koymuştu ve düşüncelerle boğulup gitmişti Kübra.

 

"Kübra..."

 

"Hmm." Demişti belli belirsiz bir şekilde. Çakır gözlerini gözlerine dikti.

 

"Ben istersen kredinin kalan taksitlerini ödeyeyim. Sende kiranınkileri hallet." Demişti. Kübra birden doğruldu. Gözleri sevinçle açılırken, birden yüzü düştü.

 

"H-hayır. Kabul edemem." Dedi bir anda. Çakır'ın kaşları çatık bir hal aldı.

 

"Nasıl kabul edemezsin? Bal gibide kabul edeceksin!" Dedi sert bir sesle.
Kübra şaşırdı bu haline. Lakin hoşuna gitmedi değil.
Tebessüm etti fakat gizledi.
"Mecbur değilsin ki benim borcumu ödemeye. Hem kendimi böyle mahçup hissediyorum sana karşı. Olmaz kabul edemem." Dediğinde, çakır iyice buruşturdu yüzünü. Çatık kaşlarla baktı Kübra'ya.

 

"Tamam o zaman şöyle yapalım; ben evin kalan taksitlerini ödeyeceğim, sonra o kalan taksitleri hesaplayalım böylece bana olan borcunu öğrenmiş olursun. Kredinin borcunu bitirince bana olan borcunu istediğin zaman ödersin. Anlaştık mı?" Dedi. Kübra bu fikre sıcak bakmıştı. İçinde inanılmaz bir sevinç hissetti.
Yüzünde tebessümün en sıcak hâli varken, çakır elini uzattı. Anlaşmak üzere uzattığı elini tutmak yerine hızla atlamıştı boynuna birden, Kübra. Sıkıca sarıldığında boynuna Çakır'ın, çakır öylece kalmıştı. Eli havada, ağzı açıkta, gözleri açılmıştı. Rüzgar estiğinde savrulan kızıl saçları yüzüne gelmişti. Hissettiği bedeninin sıcaklığı ile kalbi yerinden çıkmak üzereydi.

 

Burnuna gelen çilek kokusu hoşuna gitmişti. Boynuna sıkıca sarılan bu kadının bedenine sarıldı koca kolları. İnanmak istemiyordu. Hayal diye düşündü. Kübra'nın boynuna atladığına inanmak istememişti. Lakin gerçekti. Kübra onun koynunda ve boynundaydı. Kaslı ve sert gerdanına çarpan naif ve zarif gerdanını hissetti. Çilek kokusu burnunun ucunda idi.

 

Boynundan ayrıldığında Kübra, kolları öylece kalmıştı Çakır'ın.
"Ama borç. Tamam mı?" Dedi.

 

"Tamam tamam. Borç..." Dedi çakır tebessüm ederek.

 

"Ha, birde... Aramızda kalsın lütfen."

 

"Emrin olur, kızılcık marmelatı." Demişti. Kübra'nın içini sıcak bir his kaplarken, sanki göğsüne ferahlık gelmişti. Üstünden büyük bir yük kalktığını hissetti. Doğruldu ve ayağa kalktı.
Çakır da beraberinde ayağa kalktığında, "O zaman gidelim mi?"
Diye sordu Kübra.

 

"Gidelim." Dedi çakır. Kübra önden, çakır ise arkadan onu takip etti.

 

...

 

Hatun teyze ve İbo ağa kalkmıştı. Masa da sadece tim ve kızlar kalmıştı. Erdem albay da saatin geç olduğunu söylemiş ve gitmişti.
Sancar ve yaman yavaş yavaş uyurken, diğerleri hâlâ uyanıktı. Aheste ise gözlerini yummuş yavaş yavaş esen rüzgarı hissetmişti yüzünde, saçlarında. Mehru ve Teoman koyu bir sohbete dalıp gitmişken, Aytekin karşısında oturan kıvırcık saçlı kadını izliyordu.

 

Rüzgarın her saç teline değip aheste aheste savuruşunu, yüzünü, çillerini, rüzgar sayesinde yüzünün kıyılarına kadar ulaşan kokusunu izledi.
Dikkatlice izleyip kazıdı her bir zerresini aklına. Neden kazıdı bilemedi. Kıvırcık saçları mıydı en çok hoşuna giden? Yüzünün masumluğu mu? Yoksa gözünün altına sanki onun manzarası olsun diye bahşedilen ben miydi?

 

Kadınlar... Bu hayatta annesi başta olmak üzere bütün kadınları bir bildi. Tanıdığı kadınlar hariç bütün kadınlardan nefret etti. Terk eden ve ona hayat denen şeyin ne olduğunu beş yaşında öğreten bir kadınken üstelik bu kişi. Sadece inandı. Kendi bildiğini okudu, kendi okuduğunu bildi. Onun için birşey nasılsa öyleydi. Bir kadın yanına yaklaşmak istese soğuk davranır, konuşmak istese susardı.

 

Taa ki kendi bildiğini bozan, okuduğunu silen o kadın gelene kadar...

 

Karşısında oturuyordu. Yanına yaklaştı lakin soğuk davranmadı. Konuşmak istedi, susmadı. Üstelik bir kadınken.
Göğüs kafesine sıkışan acılar ona hayat boyu rahat vermedi. Gözü kara, cesur, sadece kendi bildiğini okuyan bir adamken, kader denen illetin birgün ona musallat olacağını bilmiyordu.

 

Şuan düşündüğü tek şey babasının bir terörist olduğuydu.
Evet, yarbay Rasim Karakum en büyük örgütlerden birinde teröristti. Aytekin'in çocukluğunda ona bir model olan babası şuan öyle değildi. Sözde sözler veren, verdiği sözleri asla tutmayan biricik babasıyla yıllar sonra böyle karşılaşmayı beklemiyordu. Aslında onunla asla karşılaşmayı hayal etmemişti. Birgün ansızın karşısına çıkacağını, yüzüne elbet birgün bakmak zorunda kalacağını, sesini duyacağını ve hangi konumda olursa olsun elbet gözlerine bakmak zorunda kalacağını asla tahmin etmemişti.

 

Aytekin'in en büyük imtihanıydı ailesi. En büyük sınav, en büyük yük, en büyük zarardı. Babalar için oğulları onlardan sonra gelecek olan kendileriydi. Annelerinin ise onlar daha küçükken yaşama dayanağı, büyüyünce ise kahramanı olurdu. Aytekin hiçbiri olamamıştı.

 

Anne diyemediği kadın en büyük günahı, artık baba diyemeyeceği adam ise onun en büyük hayal kırıklığıydı.

 

Bir kalbi olmadığını hep söyledi kendi nezdinde. Aytekin; kalpsiz Aytekin, duygusuz Aytekin, soğuk, sert, acımasız Aytekin... Onu tanıyan bilen hep böyle bildi. Öyleydi...
Soğuktu çünkü hayatın soğukluğunda ellerini tutup ısıtan olmamıştı.
Sertti, çünkü hayat fazla acımasızdı yumuşak olmak için.
Acımasızdı, çünkü ona acıyan olmadı hiç. Ve kalpsizdi, çünkü hayattan çok annesi ona bir kalp bahşedemedi.

 

Anneler içlerinde evlatlarını taşırken, verdikleri şefkat büyütürdü onların minik kalplerini. Her kelime, her cümle küçük can için bir kalpti. Ama demgüzar, oğluna şefkatle değil nefretle yaklaştı. Güzel şeyler söylemek yerine beddualar etti. Ölmesi için içtiği ilaçlar ortada bir kalp olmasa bile o canı almak, o kalbi durdurmak içindi. Lakin bilemedi, kendi elleriyle paramparça ettikten sonra ortada olmayan bir kalbi öldürmek için içiyordu o ilaçları.

 

Tanrı her kadına bir can tohumu bahşeder. Canı karnına verir zira içinde hissetsin diye. Tohum kadar verir o büyütsün diye. Lakin daha tohum kadarken can, öldürüp arafta asılı bırakmak cehennemi hakedecek kadar büyük bir günahtı.
Ya yaşamaya çalışır arafa meydan okur can, ya da onun canına arafı layık gören kadın yaşamına meydan okur.

 

Demgüzar kendi yaşamına bile meydan okudu, ölümü layık gördüğü oğlunu öldürmek için.
Lakin kader bu sefer Aytekin'den yana olmuştu. Belkide ilk ve son kezdi bu.
Arafa meydan okuyan Aytekin hayata tutundu ve annesine inat doğdu.
Beddua ile doğdu. Lakin sadece beddua ile doğmadı. Beraberinde daha bir sürü kötü şeylerle doğdu. Aytekin sadece doğmadı. Ölü olarak doğdu.

 

Ölmek ve doğmak... Birbirine en zıt olan iki kelimeyi yan yana getirdi hayat. Hayat aslında bu iki kelime arasında geçen süreydi. Fakat zaten hayat denen şeyin zorlu sınavını daha ana karnındayken veren birine hayat sadece bir süre olarak kalırdı. Aytekin ise bunu bekliyordu. Bu sürenin biran önce bitmesini...

 

Evlatlar en büyük günahtır. Sahte ve gerçek aşkın meyvesi olan her çocuk nasibini ailesinden, o ailenin günahı olduğu için alır.

 

Arafta asılı kalan canlar neyin bedeli sanıyorsunuz?

 

______________________________________

 

Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın!!!

🎵🔥...

Loading...
0%