@nazo_65
|
"Mutlak seveceksin beni bundan kaçamazsın."

"Şehit öğretmen Şenay Aybüke Yalçın'ın anısına..."
Seni herşeyden sakınmak isterim; doğan güneşin ışığından, gece ayın ışığından, esen rüzgarın yelinden, bakan insanların gözlerinden. Seni herşeyden sakınmak isterim lakin en çokta seni yakan, küle çeviren kor ateşlerden...
3 gün sonra...
İnsanlar doğup büyüdükleri yere, çevreye, aileye, eşe ve dosta göre şekil alır. Ama herşey ailede başlar. İlk aileye gözlerini açarsın doğduğunda, ilk nefesini anne kucağında alırsın, babanın kollarında ağlarsın ilk. Herşey ilk aile de başlar.
İnsan tıpkı bir tohum gibidir. Önce toprağı sürülür, sonra ekilir ve can suyu verilir. Tıpkı bir tohum kadarken anne karnına düşen can gibi. İşte herşey burada başlar. Anne karnında tomurcuk veren bir çiçeğe benzer insan. Suyunu nasıl verirsen öyle yetişir. Annenin verdiği değer de tıpkı can suyu gibidir. Ya sever seni şefkatle büyürsün ya da öldürür ölü doğarsın.
Kötü insanlar bir zamanlar ölüme maruz kalmış olanlardır. Kötü insanlar aslında bir zamanlar iyi olan ama kötülüklere karşı direnmeyen zayıf insanlardır. Gücü kötülükte buldukları için kötü olmuşlardır. Ya da kötülüğe mecbur bırakılmış iyi insanlardır...
Şeytan bir zamanlar iyi bir melekti. Karşı geldiği şey kendisine bahşedilmeyen güçtü. Kıskandığı güç ve saygı ise Adem'indi. Şeytan karşı gelmekten kötü oldu. Ceza olarak kendine kötülüğü seçti. İşte iyi ve kötünün hikayesi buradan başladı. Şeytan gücü herşey bildi, insanlara kötülüğü emretti. Kötülük gücü temsil etti, insanlar kötüyü seçti. Dünya üstünde yaşayan savaş aslında iyinin ve kötünün değil, iyinin gücü kötüde aramaması üzerine çıktı. Güç ve şöhret insan için yaşamdı.
Bulunduğun konum seni yüceltir, zenginsen güçlü fakirsen zayıfsındır.
Şeytanın kendi kanında boğulduğu, kötülüğün bir silah olarak kullanıldığı, kalplerin taş, duyguların yok sayıldığı ve herşeyin sahte bir temel üzerine kurulduğu bu dünyada, kötülüğün namlusunun hedef aldığı biri vardı.
Yaşanan herşey bir travma yaratırken hasta zihinlerde, göz herşeye kör olur bir ölümü görürdü. İşte o zaman ne yaptığının farkına varırdı insan.
Çınar Erkuran...
Travmaların hasta zihnine hükmettiği, kötülüğü silah olarak değilde, kötülüğün silahı olan bir adamdı. Gücü babasının öğrettiği gibi kötüde bulan, şeytanın sesine kulak veren kişiydi.
Çınar babası olarak görmediği ama ellerinde tahta ve cansız bir kukladan farksız olduğu babasına sormuyordu yaşattıklarının hesabını. Onun yerine babasının öğrettiği gibi kuklacı olmayı seçmişti. Çünkü ancak güçlü olunca, gücü bulunca hesap sorma cesareti bulabilirdi kendinde. Lakin hâlâ aradığı gücü bulabilmiş değildi.
Kuklanın adı aheste. Hasta bir zihnin inandığı aşka kurban giden masumdu o. Bir süre oynayıp daha sonra iplerle boğulacak, eninde sonunda ölecek bir kuklaydı aheste. Çınar'ın ellerinde yok olup gidecek, özgürlük mahkûmu bir kadındı. Ve bunun farkındaydı. Ama mahkûm olduğu sadece özgürlük değildi.
Susmaktı aynı zamanda...
Kuklaların dili olmazdı. Aheste'nin dilini de kesen şimal olmuştu. Ve bu kozu çınar'ın eline o vermişti. Şimal'in hayatı, aheste'nin sesinde saklıydı. Şimal ise aheste'nin kalbinde... Ama aheste'nin şimal'in kalbinde bir yeri yoktu. Kalbi tıka basa tek bir isim ile doluyken, aklına da kazıdığı bu isim herşeyi silip arttırmıştı ona.
Çınar'da bunu bilerek oyununu kurmuştu. Hasta zihninin oynadığı oyunları kimse çözemezdi. Tıpkı şuan aklının neyi kestirdiğini bile bilemediği gibi.
Yeşili solmuş gözlerle baktığı tabutta yatan adam dedesi, cihanşah'tı. Ölmüştü.
Babası için özel bir cenaze töreni düzenlemişti Cevahir. Herşey gibi bununda kusursuz ve gösterişli olmasını istemişti. Babasının ölürken bile halkın gözünde kötü görünmesini istememişti.
Sonbahar'a yavaş yavaş yaklaşan Ankara'da bugün hava kapalıydı. Sanki gökyüzü Cihanşah'ın öleceğini biliyormuş gibi kapkaranlıktı. Belkide azrail kötü ve karanlık bir ruhu alıp gökyüzüne yükseldiğinden gök karanlığa bürünmüştü.
Çınar en önde babası, abisi, Leyla hanım, demgüzar ve Leman'ın yanında simsiyah takım elbiseler içinde, sol göğsünde dedesinin fotoğrafı ile tabuta odaklanmıştı. Ne düşüneceğini kestiremiyordu. Aklının ucundan geçen düşünceler beynine dank ediyor lakin bir anlam kazanamayacak kadar anlamsız geliyordu. Tıpkı şuan herşeyin anlamsız geldiği gibi.
Sadece 3 saat öncesine kadar yaşayan dedesinin ölümü ona gerçekçi gelmiyordu. Ama gerçekçi gelmeyen başka birşey daha vardı.
3 saat önce...
Hastanenin kapısında duran arabadan indi, çınar. Şoförünün açtığı kapıdan çıktıktan sonra hastanenin girişine ağır ağır ilerledi.
İçinde sık ve dışa vurması zor olan bir nefes boğazına düğüm olmuştu. Yutkunmak zor geliyor, dili damağı kuruyordu. Bunların bir anlamı olduğunu düşünüyordu. İçinde kötülüğün yer edindiği kalbinde kötü bir his her zamankinden daha kuvvetliydi. Asansör durduğunda, indi ve dedesinin olduğu odaya vardı.
Kapının hemen önünde durduğunda, görmek istemeyeceği bir görüntü karşısında kendisini hazırladı. Seslice ve kesik bir nefes dudaklarının arasından kaçıp kurtulduğunda kendini hazır hissederek odaya girdi. Kapıyı açtığında, içerde oturan Leyla hanım'a takıldı gözleri. Oturduğu koltuktan yüksek gökdelenleri izliyordu. Yüzü solgundu. Gözleri düşük, dudakları kupkuruydu.
Kapıyı kapatan çınar'a takıldı gözleri.
"Durumunda bir değişiklik var mı?"
"Yok. Bir kere bile gözlerini açmadı. Tuhaf..." Dedi Leyla hanım. Ayağa kalktı birden. Camın önünde durdu ve ellerini arkasında birleştirdi.
"Tuhaf olan ne?" Dedi çınar. Gözlerinde bir belirsizlik vardı.
"Tuhaf olan birşey olduğunu düşünmüyorum." Dedi çınar kısık bir sesle.
"Tuhaf olan o değil zaten. Tuhaf olan birkaç güne iyiye giderken birden kötüye gidiyor olan durumu. Ve doktoru garip bir şekilde yurtdışına gitmiş. Yerine gelen doktor ise durumunun kötüye gittiğini söylerken eski doktoru iyiye gidiyor demişti." Leyla'nın dikkatinden kaçmayan bu duruma çınar şaşırmıştı. Şüpheye düşerken neden böyle birşey olduğunu düşünmeye başladı.
"Eski doktoru neden gitmiş peki?"
"Bilmiyorum. Bu sabah geldiğimde, durumunu sormak için doktorun yanına çıktım ama orada değildi. Dedenin yanına geldiğimde başka bir doktor rapor tutuyordu. Ona sordum lakin eski doktorun neden gittiğini o da bilmiyor. Garip ve dikkatimi çekti."
"Yeni doktor nerede?"
"Eski doktorun odasında." Dedi. Çınar yukarı kata çıkmak üzere odayı ansızın terk etti. Hızla yukarı kata çıktı. Doktorun odasının önüne geldiğinde kapıyı çalmadan içeri girdi. Doktor ise masasında oturmuş dosya inceliyordu. Eski doktora nazaran oldukça gençti üstelik kadındı. Koyu kahve saçlı, alımlı ve güzel bir doktordu.
"Buyrun beyefendi, birşey mi oldu?" Diye sordu. Çınar'ı tanımıyordu.
"Cihanşah erkuran'ın torunuyum. Durumu hakkında bilgi almak istiyorum."
"Tabi. Buyrun oturun lütfen." Dediğinde, deri kaplama koltuklardan birine geçip oturdu. Gözlüğünü düzelterek cihanşah'ın dosyasını arayıp buldu. Dosyayı açıp inceledi ve çınar'a döndü.
"Adınız?"
"Çınar." Dedi.
"Çınar bey, dedenizin durumu anlamadığım bir şekilde kötüye gidiyor. Benden önceki doktorunun aldığı raporlara göz gezdirdim fakat şu anki durumundan daha iyi olduğu yazıyordu. Tekrar bir tetkik yaptım fakat kötü olduğu yönündeydi. Kalbinin artık kendiliğinden atması veya kan pompalaması imkansız. Cihazlar sayesinde hayatta tutuluyor kalbi."
"Önceki doktorun raporlarına bakabilir miyim?"
"Tabi." Dedi ve önündeki raporları çınar'a uzattı. Raporları açıp ilk sayfayı inceledi. Doktorun aldığı raporda yazılan şeyler durumunun iyiye gittiği yönündeydi.
"Bu rapor dün sabah saat 11 gibi alınmış. Durumunda bir değişiklik olduğunu ve iyiye gittiğini belirtmiş. Hatta cihazlar birkaç dakikalığına çıkarılıp kalbinin durumu öyle gözlemlenmiş lakin biz cihazları çıkarmaya cesaret bile edemiyoruz şuan. Böyle birşey imkansız üstelik çünkü dün geceden beri kötüye bir durum var. Ve sadece birkaç saat arayla olacak birşey değil. Kısaca imkansız. Doktor bey ile görüşmek istedim lakin kendisi yurtdışına çıkmış. Bu tetkikleri yaparken yanında olan bir hemşire vardı. Onunla görüşmek istedim fakat hemşire 2 gün önce ölmüş. Garip bir şekilde ortada bu rapor sunulurken kim varsa şuan yok." Dedi. Doktorun söyledikleri çınar'ın kafasını karıştırdı.
Düşünmek şöyle dursun, düşünmeye çalışmak bile zor geliyordu.
"Doktor hanım, Cihanşah beyin bilinci açık. Gözlerini açtı." Dedi. Çınar birden ayaklandığında, doktorda beraberinde ayaklandı.
"Onu görebilme imkanım var mı?" Diye sordu.
"Önce durumu hakkında bir tetkik yapılsın. Ondan sonra size haber veririm." Dedi. Çınar başını usulca sallayıp odadan çıktı. Dedesinin olduğu kata indi ve odasıyla arasında cam duvar olan odaya girdi. Leyla hanım ise cam duvarın önünde kocasını izliyordu. Cihanşah'ın gözleri ise Leyla'yı izlerken, çınar'ı gördü. Gördüğü gibi ise buruk bir tebessüm oluştu gözlerinde.
Doktorlar yanına maskeli ve koruyucu elbise ile girerken, dedesinin gözleri hâlâ çınar'daydı. Ağzında oksijen tüpü vardı. Açmak istedi lakin mecali yoktu. Zayıf ve çelimsizdi. Solgun ve mor bir teni vardı.
Doktorlar kontrolleri yaptıktan sonra odadan çıkmıştı. Son hemşire cihazları kontrol ederken, cihanşah hemşireye birşeyler söylemeye çalışmıştı.
"Nasıl durumu?" Diye sordu Leyla.
"Şu anlık bir sorun yok. Fakat gözlerini nasıl açtı bilmiyoruz."
"Doktor hanım, hasta çınar adında birini istedi yanına." Dedi hemşire. Gözler çınar'a çevrildi. Doktor hemşireye işaret verdi.
"Beyefendiyi hazırlayın." Dedi. Çınar'a yolu gösteren hemşire önden, çınar ise peşinden gitmişti. Leyla tekrar cam duvarın olduğu odaya dönerken, çınar giyinmiş, gelmişti. Odaya yavaşça girip dedesinin yanına ağır adımlarla ilerledi.
Cihanşah'ın gözleri torununu izlerken, çınar yanına varmıştı.
"Dede... İyi misin?" Dedi kısık sesle.
Kemikten başka birşeyin olmadığı elini yavaşça maskesine götürdü. Oksijen maskesini açıp odanın oksijenini içine çekti. Çınar ise ağzındaki maskeyi açtı.
"B-ben..." Dedi, ardından öksürerek.
"İyi değilim ç-çınar." Çınar'ın kaşları çatık bir hâl aldı. Dedesinin bu sözüne karşılık garipsedi.
"K-kalbim... A-artık yok..." Şiddetli bir şekilde öksürdü. Elindeki oksijen maskesini ağzına götürüp derin bir nefes çekti içine. Göğsü hızla inip kalkarken, konuşmakta zorlandığı bariz ortadaydı. Çınar ise ne yapacağını bilmeden sadece izliyordu. Haline üzülüyordu dedesinin.
"S-senin için... Açtım g-gözlerimi..." Çınar şaşırdı bu seferde. Cümleleri karışık ve anlamsız bir hâl almaya başlıyordu. Birşeyler söylemek istiyordu. Birşeyleri örtüp şimdi ise gün yüzüne çıkarıyordu sanki.
"Kendini yorma... Konuşmakta zorlanıyorsun." Dedi çınar. Ama nafile, cihanşah eliyle böldü lafını. Zoraki bir şekilde yutkundu. Derin nefes daha çekti içine.
"Y-yılların... Bana verdiği yük artık omuzlarıma ağır geliyor, çınar..."
"B-bir zamanlar... Ölüm denen illetin b-beni bulmayacağını sanıyordum... K-kendimi... Diğer i-insanoğlundan ayrı tutuyordum... S-sahip o-olduğum b-bu bütün toprakların a-altına b-birgün g-gireceğimi bilemezdim... Yanıldım, çınar... Ö-ölüm artık bir nefes kadar y-yakınımda. A-azrail c-canımı almak için sabırsızlanıyor..." Dedi ve durdu. Başını Leyla'dan taraf döndü ve onu izledi. Ardından tekrar çınar'a döndü. "B-bu yüzden..." Dedi şiddetli bir şekilde öksürdü ve maskeden derin bir nefes çekti ciğerlerine.
"Yükün... H-hepsini sana bırakıyorum... H-herşeyi..." Dediğinde şiddetli bir şekilde öksürdü. Oksijen maskesinden bir nefes daha çekti içine.
"H-herşeyi sana bırakıyorum... M-masayı, şirketi, h-hisseleri ve daha b-birçok ş-şeyi..." Çınar'ın gözleri Leyla'ya döndü. Şaşkındı. Leyla ise ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
"S-sen... Artık ç-çok güçlüsün ç-çınar... Senin önünde h-hiç kimse duramaz... Daha öncede çok g-güçlüydün... Sen aslında gücün ta kendisisin çınar..."
"Anlayamıyorum dede. Ne demek istiyorsun?" Dedi. Cihanşah tekrar öksürdü. Nefes nefese kaldığında artık, yorulmuştu.
"Sana sadece t-tek bir-birşey söyleyeceğim... Tek bir cümle..." Dediğinde gözleri artık gidiyordu. Son nefes daha çekti içine maskeden. Şiddetle inip kalkan göğsüne inat tekrar konuştu.
"K-kimse-"
"Kimseye güvenme... Erkuran'ların hiçbirine g-güvenme ç-çınar..." Demiş ve son nefesini vermişti. Bağlı olduğu cihazlar ötmeye başlarken, çınar telaşla kapıyı koştu.
"DOKTOR! MÜDAHALE EDİN ÖLÜYOR! DOKTOR!" Diye bağırmaya başladı. Leyla telaşla kapının önüne geldiğinde hemşire ve doktor hızla odaya girip ilk müdahaleyi yapmıştı. Çınar başındaki galoşu çıkarıp ağır adımlarla ilerken, aynı zamanda ağzındaki maskeyi de çıkardı. Duvarın kenarında duran sandalyelerden birine geçip oturdu.
"Çınar! Noldu?! Deden noldu?! Niye durumu kötüye gitti?! Çınar!" Leyla hanım her ne kadar seslense de çınar duymuyordu. Kulaklarında yankılanan tek ses dedesinin cümleleri ile dolu olan sesiydi.
"Sen bir erkuran değilsin, çınar! Sen bir Veziroğlu'sun!" Diyen sesi kulaklarında sesli bir çınlama ile yankı yaparken, kimseyi duymuyordu.
"Doktor hanım?! Nasıl?! Durumu iyi mi?!" Diye sordu Leyla hanım, telaşla. Fakat doktor ağzındaki maskeyi açıp çaresizce başını iki yana sallarken, Leyla çoktan anlamıştı herşeyi.
"Maalesef! Hastayı kaybettik... Başınız sağolsun!" Demişti. Çınar'ın sonunda duyabildiği tek ses doktorun sesi olmuştu.
Leyla eliyle ağzını kapatırken, duvarın bir köşesine sinmiş şok içinde etrafı izlemeye başlamıştı. Gözünden akan bir damla yaş ile ardından akan yaşlar bir olmuştu.
Gözü açık gitmişti. Artık hiçbir şeyi görmeyen gözleri açıktı fakat ölüydü. Leyla hızla sedyenin yanına gelirken, kocasının bu halini görmüştü. Gözyaşları daha şiddetli bir şekilde akarken, ağlamaya başlamıştı, sesli bir şekilde. Çınar eliyle yavaşça gözlerini kapatmıştı. Dedesinin parmaklarının arasında bulunan yüzüğü almış ve örtüyü ağır bir edayla tekrar örtmüştü yüzüne.
Hemşireler sedyeyi götürürken, çınar'ın elinde kalan tek şey zümrüt yeşili yakut elması olan yüzük olmuştu. Kulaklarında hâlâ yankı yapan sözleri de...
"Erkuranlar'a güvenme, çınar..." Beynine dank eden cümleleri yakıcı bir sırrı barındırıyor ve keskin bir bıçak gibi beynine batıyordu. Gözleri ara ara bulanık görüyorken, artık göremeyecek kadar kör gibiydi.
Cihanşah erkuran, kötü kalbi ve yakıcı sırları ile bu dünyadan göçüp gitmişti.
...
İmam cenaze namazını kılmış ve tabutu mezarlığa götürmek üzere taşımalarını söylemişti. Tabutu taşıyan ailesi değil Cevahir'in tuttuğu adamlar olmuştu. Tabutu taşıyıp mezarlığa götürülmek üzere cenaze aracına götürmüşlerdi. Bütün kalabalık tabutun peşinden giderken, tabut araca bırakılmıştı.
Kalabalığın hepsi araçlarına binerken, çınar kendi aracına yönelmiş ve feyzo'nun açtığı kapıdan içeri girmişti. Araca geçip bindiğinde feyzo sağ ön koltuğa şoför ise sürücü koltuğuna geçip aracı sürmeye başlamıştı. Çınar sessizdi. Parmağında duran zümrüt yeşili yakut elması inceledi ve okşadı.
Feyzo dikiz aynasından çınar'ı izlerken, bu haline üzülüyordu.
"Abi... İyi misin?" Diye sordu. Çınar'ın gözleri feyzo'yu bulduğunda, yorgun ve bitkin bakıyordu. Gözleri ardından yan camdan yolu izlemeye başladığında,
"Cihanşah Bey'in ölümü kötü oldu, abi. Erkuranlar için çok kötü oldu..."
Erkuranlar...
Aslında hiç olamadığı kişi miydi?
"Erkuranlar... Bu ölüm onlara ağır geldi, feyzo... Hem de çok ağır." Dedi.
Araçlar birkaç dakika sonra mezarlığın yakınında durduğunda, kalabalık tekrardan toplaşmıştı. Tabut yine korumaların omuzlarında kazılan mezara doğru götürüldü. Basın ve kameralar her bir anı dakikası dakikasına çekerken, tabut kazılan mezarın yanına bırakıldı.
Masadakiler de oradaydı. Harun, Erol, Erman, Fuat... Ve yardımcıları. Leman hemen demgüzar'ın yanında, Sergen Metehan ile birlikte tabutun başında bekliyordu. Leyla hanım ise Sergen'in karısı Tülay'ın kollarında zar zor ayakta durmaya çalışıyordu.
Çınar'da mezarın başına geldiğinde tabuttan cihanşah'ın cesedi çıkarıldı. Yavaşça kazılan mezara bırakıldı bedeni. Tahtalar yerleştirildikten sonra toprak atıldı. Korumalar da aynı şekilde toprak atmaya devam ettikten sonra işleri bitmişti. Kalabalık mezarın başından ayrılıp yola çıkmıştı. Erkuran ailesinin bu karanlık gününde yanlarında olan bu sahte insan topluluğuna basının karşısında bir açıklama yapmak üzere Cevahir erkuran gitmişti.
Kameralar ondan taraf çevrildi.
"Bugün burada olan, bizi bu kötü ve karanlık günümüzde yanlız bırakmayan dostlarıma sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Babam cihanşah erkuran'ın ölümü hepimizi derinden üzdü." Dediğinde eliyle kalabalığı işaret. Herkes pür dikkat onu dinlerken, kendi aralarında fısır fısır konuşanlarda vardı.
"Kendisinin bu ani ölümü elbette ki erkuranlar için kötü ve zorlu zamanları getirecektir. Ama erkuran ailesi en kısa zamanda toparlayacak ve eski düzenine geri dönecektir. Cihanşah erkuran'ın yokluğu asla aranmayacaktır. Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. İyi günler..." Diyerek kalabalığın arasından sıyrılıp gitmişti. Diğer erkuranlar da onu takip ederek giderken, kalabalık araçlarına binmiş ve gitmeye hazırlanmıştı.
"Çınar!" Dediğinde arkasına dönüp abisine baktı çınar.
"Yalıya gel. Dedemin avukatı aile toplantısı yapacakmış. Babamın kesin emri var kimse eksik olmasın." Demişti. Çınar gözlerini devirdi. Kesik ve kısık bir nefes dudaklarının arasından kaçarken, ellerini cebine yerleştirip karanlık gökyüzüne bakmıştı. Rüzgar sert ve kuvvetli esiyordu. Koyu kumral saçları esen rüzgarın etkisiyle savruluyorken, yüzüne ferahlık getiriyordu. Giydiği gömleğin yakasını gevşetip derin bir nefes aldığında, Sergen kardeşine bakıyor bu durumunu anlamaya çalışıyordu.
"İyi misin?" Diye sormuştu sonunda. Çınar başını olumlu anlamda salladığında, Sergen elini omzuna atmıştı.
"Bizi çok kötü günler bekliyor, çınar. Dedemin ölümü berberinde birçok sorunu da getirdi. Baksana şimdiden avukat aile toplantısı yapacak. İşler karışık. Babamın bundan sonra bizim başımızda olacağını düşünüyorum. Dedemden başka kimse idare edemezdi bizi. Babam ne yapar bilemiyorum." Çınar içten içe güldü. Babasının ailenin başına geçeceğini ve herşeyin sahibi olacağını düşünen abisine acıdı içten içe. Korkak ve kaçamak davranan abisinin tek isteği huzurlarının kaçmamasıydı. Lakin artık erkuran yalısında huzur denen şey olmayacaktı. Çünkü cihanşah ölse bile kaosu hala sert bir rüzgar gibi esecekti yalıda.
Araçlarına binip yalıya doğru gitmişlerdi.
...
Yalıya vardıklarında ise kapıda siyah araçlar park edilmişti. Korumalar kapıda nöbet tutuyor aynı zamanda garip bir sessizlik çökmüştü yalıya. Çınar ve Sergen ağır adımlarla yalıya doğru gitmişti.
"Birazdan ölüm çanları çalacak ondan."
"Avukat gelmiş olmalı. Babamın yapacağı toplantıda ters bir hareketin olmasın çınar. Biliyorsun zaten yeterince gergin bir gündeyiz."
Çınar geldiğinde oldukça düz bir ifade ile masaya doğru ilerlemişti. Sergen'de peşinden gelip masaya geçtiğinde,
"Kuzenler. Gelmeseyediniz. Valla cevahir amcam birazdan hepimizi kesecekti." Alaylı sesiyle ortamı yumuşatmaya kalkışan Metehan'a cevabını bakışları ile vermişti Cevahir.
"Buyrun Muammer bey. Başlayabilirsiniz." Demişti Cevahir. Avukat oldukça kilolu ve kel bir adamdı. Ensesinde seyrek birkaç saç teli kalmıştı. Avukat önündeki dosyaları açıp inceledi ve ardından konuşmaya başladı.
"Cihanşah bey, çok evvel; bu hastalığı öğrendiği gün miras ile ilgili işlemlere başlamıştı." Dedi tok bir sesle. Çınar oldukça rahat ve vurdumduymaz bir tavırla dinlerken, Cevahir'in dikkatinden kaçmamıştı bu tavrı.
"Çınar, eğer pay almak gibi bir düşüncen yoksa lütfen salonu terket." Demişti sert ve açık bir tonda. Çınar aynı tavrını takınırken,
"Söz konusu aile olması halinde bu tavrın ters düşüyor yaptıklarına."
"Önemli bir toplantı olduğunu düşünmüyorum çünkü. Miras, pay vesaire vesaire... Benim ilgi alanım değil bunlar. Siz daha çok önem verirsiniz." Dediğinde yine bir ima gizliydi sesinde.
"Buyrun devam edin siz." Demişti Cevahir.
"Dediğim gibi miras işlerine yıllar evvel başlandı. Şirket, arsa, yalılar, bankalar, yüklü miktarda paralar, yurtdışında ki hisseler, mensup olduğu topluluklar, şuan müstakil olan yalı ve mücevher madenleri... Daha birçok sayıda mal ve belgeler Cihanşah Bey'in mevcut mirasıdır. Bana verilen yetki de belgeler bende ve gizli kalması suretiyle kendisinin ölüm günü beklenmiş bulunmakta. Ölüm günü yani 13/08/2024 tarihi itibariyle sahip olduğu bütün mirasın bugün konuşulması gerektiğini belirtmiştir." Dediğinde oldukça terlemişti. Masadaki peçeteyi alıp ensesini temizledi. Biraz su içtikten sonra dosyanın diğer sayfasına geçti.
"Belgede yazıldığı üzere yurtdışında bulunan hisseler aile içinde eşit bir şekilde pay edilecektir. Ailenin büyüklerine değil, torunlarına eşit bir şekilde paylaşılacaktır. Torun adı altında, Sergen erkuran, çınar erkuran, Leman erkuran, Metehan erkuran ve Sergen erkuran'ın çocuğu küçük erkuran'a eşit bir şekilde paylaşılacaktır. Bunun dışında geriye kalan; mücevher şirketleri, yalı, villa, mekânlar, Kıbrıs'ta ki kumarhaneler, barlar, Türkiye'de sahip olduğu arsalar, arabalar, yatlar, gemiler, Türkiye'de ki bankalarda sahip olduğu hisseler ve son olarak mensup olunan toplulukların düzeni ve akışı bütün sayılan miraslar ve belgeler cihanşah erkuran tarafından ikinci torunu Çınar erkuran'a bırakılmıştır." Dediğinde, masadaki herkesin yüzünde aynı ifade vardı. Sessiz ama şaşkınlık içindeydiler. Demgüzar'ın ağzı açık kalmış avukatın söylediklerini hazmetmeye çalışmıştı.
Çınar ise şaşkınlıktan çok rahatlıkta çığır açtı. Herkesin gözü üstünde iken onun gözü masadaydı.
"Avukat bey, bir yanlışlık olmalı. Miras benim kocamın. Oğlunun değil."
"Hayır, hiçbir yanlışlık yok demgüzar hanım. Mirasın tamamı Çınar Bey'in." Dediğinde, elindeki belgeleri çınar'a uzattı.
"Bunları imzalar mısınız çınar bey?" Diye sordu. Çınar belgeleri alıp imzaladı. Avukat imzalanan belgeleri alıp gittiğinde, masada yine ölüm sessizliği hakim olmuştu.
"Nasıl olur böyle birşey?! Bütün miras onun değil senin hakkın olmalı Cevahir! Birşey söylesene!" Sesi oldukça gür çıkan demgüzar'a sinirle baktı Leyla hanım.
"Demgüzar, kes sesini! Elinde belgeler ile gelen avukat yanlışlık olup olmadığını sordun. Miras çınar'ın. Cevahir'in değil!"
"Haksızlık bu! Düpedüz haksızlık!"
"Neden haksızlık olsun, demgüzar hanım?!" Dediğinde ayağa kalktı çınar. Sesinde ima vardı. Elleri cebinde, başı dik bir şekilde masanın başına doğru yürüdü. Giydiği yeleği düzeltip gözünü ovuşturdu.
"Sen bütün mirasın sahibi olacak konumda değilsin çünkü?!" Diye bağırmıştı demgüzar.
"Tıpkı şuan senin bana hesap soracak konumda olmaman gibi..." Dedi. Lakin masa da itiraz eden tek kişi o'yken sessiz olan diğerleri sadece izliyordu.
"O adam benim babam değil, seninde kimin neyi olduğun benim umurumda değil. Bundan böyle herkes beni dinleyecek, benim sözüm bu evde geçecek, benim söylediklerim bir emir gibi yerine gelecek ve kimse de itiraz etmeyecek. Eden varsa bile ardında erkuran soyadını bırakarak gitsin." Masanın geneline konuştuğunda, sesi gür çıktı. Başını tekrardan demgüzar'a çevirdi.
"Mesela senin için kapının önüne kırmızı halı bile serdiririm, demgüzar hanım."
"Yeter!" Elini sertçe masaya vurarak ayağa kalktı Cevahir. Verdiği tepkiye karşılık şaşırdı çınar.
"Yeter artık bu saygısızlığın! O kadın benim karım! Bu evde ona saygı duyacaksın!"
"Hangi konumda? Senin oğlun olarak mı? Yapma Cevahir, ben senin oğlun değilim. Senin karına saygı duymak zorunda değilim. Anlasana artık, güç benim." Cevahir'e bir adım yaklaşıp yüzüne bir milim mesafede durdu.
"Sen ise bir hiçsin... Koskoca bir hiç."
"KENDİNE GEL! BEN SENİN BABANIM! SEN BANA MUHTAÇSIN ÇINAR! SEN BEN OLMADAN BİR HİÇSİN!"
"Öyle mi?" Dediğinde, Cevahir başını salladı.
"Öyle!" Dedi.
"Asıl sen bana muhtaçsın Cevahir! Baksana etrafına, bu yalıyı bırak sana tek bir parça arsa bile bırakmadı dedem. Elinde hiçbir şeyin yok senin! Senin muhtaç olunacak bir gücün bile yok! Bundan böyle bana karşı saygılı olacaksınız! Ve en başta sen olmak üzere herkes. Hepiniz bana muhtaçsınız! O yüzden bükemediğiniz eli öpeceksiniz tam tersi olursa öleceksiniz! Toplantı bitmiştir, sevgili babacığım ve sevgili ailem!" Sesli bir şekilde konuştuktan sonra salonu hızla terketti. Herkes pür dikkat dinledikten sonra masadan yavaş yavaş kalkıp kendi köşesine çekilmek üzere dağılmıştı. Herkes gittikten sonra masada yalnızca Fahir ve karısı asuman, demgüzar, Leman ve Cevahir kalmıştı.
Leman öylece masaya durup bakarken, herkes sadece Cevahir ve demgüzar'a bakıyordu. Cevahir sinirle inip kalkan göğsüne karşı koyamıyordu. Demgüzar ise sinirle salondan çıkarken, ardından bağırarak,
"Leman, beni takip et!" Demişti. Leman ağır ağır masadan kalkıp salondan çıkmıştı. Annesinin üst katta ki odasına doğru yol aldı.
Sessizdi yalı, çünkü yalıda hiçte gerçekleşmeyecek şeyler gerçekleşmişti. Bir zamanlar herkes konuşup çınar susarken şimdi ise herkes susuyor çınar konuşuyordu. Yalıda çınar rüzgarı eserken, kırılıp bükülmek istemeyen susuyor itiraz edip karşı koyan Cevahir ve demgüzar gibi kırılıp bükülüyordu.
Annesinin odasının önünde durdu Leman. Seslice bir nefes verip az sonra belkide hakaretlere boğacak olan annesinin karşısında herşeye hazırlamıştı kendini. Masada itiraz etti. Planladığı gibi gitmemişti hiçbir şey. Para verip doz doz ilaç verdirttiği cihanşah ölmüştü evet ama kendi kazdığı kuyuya düşmüştü demgüzar. Cihanşah ölürse herşey kocası Cevahir'e kalır, mirasın neredeyse yarısı ona kalır diye düşündü ama hiçte düşündüğü gibi olmamıştı.
Kapıyı çalıp odaya yavaş adımlarla girdi Leman. Annesini odanın ortasında deli danalar gibi gezerken gördü. Sinirle bir o yana bir bu yana gidip gelirken izledi.
"Aptal kafam! Aptal! Nereden bilecektim böyle olacağını?!" Annesinin bu cümlelerine bir anlam veremedi Leman. Yalnızca bir köşeye çekilip izledi sessiz sessiz.
"Hepimizi mahvedecek! Hepimizi!" Dediğinde sesinde korkunun binbir tonu vardı. Leman ise bunun farkındaydı. Sonunda yorulmuş yatağın önünde bulunan pufa oturmuştu. İki elini başının iki yanına yerleştirip saçlarını parmaklarının arasına hapsetti. Bir ileri bir geri gidip geldi.
"Anne, sakin ol. Neden bu kadar tepki gösterdin?" Dedi ürkek bir sesle Leman. Başını kaldırıp leman'a baktı sinirle. Makyajı bozulmuş, rimeli akmıştı.
"Neden mi bu kadar tepki gösterdim?!" Dediği sırada ayağa kalktı ve sinirle leman'a yaklaştı. Üstüne üstüne gelen annesine karşı ne tepki vereceğini bilemedi, Leman. Öylece durdu, çaresizce. Kıpırdamadı. Hatta o an elinden gelse nefes bile almazdı.
"Bizi sürüm sürüm süründürecek bir adam var ortada! Sokaklarda yine o boktan hayatımıza döneceğiz diye bu kadar tepki gösterdim! Tabi sen bilmiyorsun! Sonuçta senin için seçtiğim bu hayata doğdun! Bilseydin bundan önceki hayatımı o zaman anlardın neden bu kadar tepki gösterdiğimi!" Üstüne adeta kükreyen bu kadına karşı koymak imkansızdı.
"B-ben bilmiyorum. Ne d-dediğini bilmiyorum. Özür dilerim." Dedi ürkek bir sesle. Demgüzar bu tavrına karşılık da aynı sinire büründü. Nefesi burnundan soluyorken, başını tekrardan iki elinin arasına aldı.
"Sesini çıkarsana sende Leman!"
"A-anne, benim hakkım olmayan birşey için neden sesimi çıkarayım?"
"ÇIKARACAKSIN! SEN O ADAMIN TORUNU DEĞİL MİSİN?! SENİNDE SOYADIN ERKURAN DEĞİL Mİ?!"
"HAYIR ANLAMIYORUM! BEN NEREDE HATA ETTİM?! NEREDE YANLIŞ YAPTIM?! GÜNAHIM NEYDİ?!"
"KONUŞSANA LEMAN! SUSMASANA! BENİM KARŞIMDA PISIRIK BİR KIZ OLARAK DURMA! KONUŞ!" Dedi ellerini sertçe omuzlarına götürüp sıkıca tuttu. Yüzüne yüzüne kükredi adeta. Leman boynu eğik öylece duruyorken, demgüzar artık bütün yaptıklarının boşuna olduğunu anlamış ve vazgeçmişti bağırmaktan.
"Çık dışarı!" Dedi, gür bir sesle. Sesi odayı dolduruyorken, Leman söylediğini yapmamakta ısrarcıydı.
Odadan sert bir şekilde çıkıp gitmişti. Merdivenleri hızla inerken, silmeye bile cesaret edemediği gözyaşlarını sildi elinin tersiyle. Merdivenleri indikten sonra dış kapıya yürüdü. Kolundaki çantası sürekli düşüp duruyorken, çantadan motorunun anahtarını çıkardı.
Gördüğü kişilerle olduğu yerde kalmıştı. Gözleri sadece o ikiliyi izliyordu. Çınar ve feyzo'ydu. Kapının önünde arabaların yanında durmuş konuşuyorlardı. Görünmemek istedi lakin imkansızdı çünkü feyzo çoktan onu farketmiş ve çınar'a işaret etmişti. Çınar ise arkası dönük iken, feyzo'nun işareti ile Leman'a bakmıştı. Feyzo'ya birşeyler söyledikten sonra Leman'a doğru gelmişti.
Gelmemesini çok isterdi Leman. Zira şuan ona hesap verecek durumda değildi.
"Kimsenin bilmediği bir yere."
"Kimsenin bilmediği bir yer... Mesela şu orospu çocuklarıyla beraber şehrin dışında ki boş arazide yaptığınız motor yarışları gibi mi?" Dediğinde Leman'ın gözleri büyüdü. Sözleri herşeyi bildiğinin kanıtıydı. Korktu çünkü şuan bakışları böyle iken korkmaktan başka birşey yapamazdı.
"Benim yaptığım şeylerden sanane, erkuran?"
"Haklısın cici kardeşim. Senin yaptığın şeyler benim zerre umrumda değil."
"O zaman, neden bu kadar ilgili davranıyorsun?" Diye sordu kısık bir sesle. Konuştuğu sıra sürekli etrafına bakınıp duruyordu. Annesinin onları izleyip izlemediğinden emin olmak istiyordu. Zira demgüzar hanım çınar'da fazlasıyla hoşlanmıyordu.
"İlgi alanıma giren bir durum söz konusu da ondan." Leman şaşırdı. Bakışları garipser bir tavra büründüğünde, kaşları çatık bir hâl aldı. Çınar'ın ilgi alanına giren ne olabilirdi diye düşünmekten kendini alamıyordu. İma ediyor lakin ima ettiği şey diline varmıyordu. Susmaktan başka birşey yapmayıp, yine her zamanki gibi sadece sonunu beklemişti. Annesinin aklına kazıya kazıya öğrettiği gibi.
Çınar başını iki yana sallayıp sertçe kıtlattı. Başını havaya kaldırıp gökyüzüne birkaç saniye baktı. Sesli bir nefes verip ellerini koyduğu cebinden çıkarıp ceketinin cebinden bir fotoğraf çıkardı. Fotoğrafa birkaç saniye baktıktan sonra leman'a çevirdi.
Leman elinde tuttuğu fotoğrafa baktı. Gayet tanıdık geliyordu, fotoğrafta ki kişi. Ama anlamadığı bir nokta vardı; çınar'da onun fotoğrafının ne işi vardı?
"N-neyden söz ediyorsun? Anlamıyorum." Demişti sadece. Çınar buna da gülmüştü. Şuan korkudan bir patlak vermemek adına sade sorular sormaya çalışan leman'la alay etmekten başka birşey yapmıyordu. Ona göre zeki kızlar daha ilgi çekiciydi. Lakin Leman için aynı şeyi söyleyemiyordu.
"H-hayır... Bilmiyorum." Sesi cılız ve kısık çıkmıştı. Çınar bu cevap üzerine iki dudağını ağzına alıp başını salladı.
Tek erkek ise Vincent nikolayev'di. Ünlü Rus mafyası Erman Nikolayev'in kardeşi.
"Peki... Bu fotoğrafta yer almanın nedeni ne? Ya da şöyle sorayım; Vincent Nikolayev'le ne gibi bir alakan olabilir?" Sesi sert ve düz çıkmıştı. Sorduğu soru yakıcı ve zordu. Leman iyice paniklemeye başlamış ve ne yapacağını bilmeyerek gitmeye kalkışmıştı. Lakin çınar önüne geçerek gitmesini sert bir şekilde engellemişti. Kaçış yoktu. Çınar kararlı, leman korkaktı.
Leman'ın kulağına doğru yavaşça yaklaşmış ve, "Sana bir soru sordum, cevabını vermeden hiçbir yere gidemezsin." Dedi. Sesi leman'ın kulaklarında yer edinmiş, ürpertici bir duygu yer etmişti içinde.
"B-ben tanımıyorum. Bahsettiğin kişiyi tanımıyorum."
"Bilmediğin, tanımadığın adamlarla fotoğraf çekinecek kadar salak mısın sen Leman? Doğruyu söylemezsen, elinden alacağım çok şey olur." İyice sokuldu leman'a,
"Motorun, okulun, özgürlüğün..." Birkaç saniye bekledi ve sesinde ima olan o cümlenin devamı çıktı ağzından.
"Canın... Benim şakam yok leman. Bugünden itibaren eski çınar yok karşınızda. Gücün ta kendisiyken karşımda aynen böyle titreyeceksiniz. Gözüm hiç kimseyi görmez, soyadı erkuran bile olsa... O yüzden tarafını seç cici kardeşim. Ölüm mü, sahte hayata devam mı?" Dedi. Leman'ın gözünden akan tek damla yaş ardında yaşları beraberinde getirdi. Annesinin baskısı yetmiyorken, çınar'ın tehditleri mahvetmek için hazırdı hayatını. Yine sustu bir haksızlık ve tehdit karşısında. Yutkundu zoraki bir şekilde. Gözyaşları dudağının kıyısına kadar gelmişken, dudağının kenarından diliyle ağzına aldı. Tuzlu ve ılıktı gözyaşları.
Acı ve soğuk olan hayatı gibi. Sesi olmasına rağmen hiç duyulmayan sesi gibi. Boş yere yaşadığı ve başkalarının yönettiği hayatı gibi. Boş yere aldığı zehirden farksız nefesler gibi. Leman yaşıyordu ama başkası için. Ya da ölmekten korktuğu için. Leman herşeyden korkardı. Korktuğu için ölmek isterdi ama ölmekten de korkardı. Leman her zaman korkardı, herşeyden...
Çaresizlik artık dört bir yanına bir duman misali yayılmış ve onu boğmanın eşiğine getirmişken, gerçekleri anlatmaktan başka çaresi yoktu. Başını kaldırıp dibine sokulduğu çınar'dan uzaklaştı.
"Cici annemiz, yukarıda bizi izliyor. Gözyaşlarını sil, ağlamayı kes." Dedi, belli etmemek adına ağzının kenarı ile konuşurken. Leman annesinin olduğu tarafa bakmadan çınar'ın gözlerine odaklandı. Bugün yine birinin hayatını karartmak adına yeşil gözlerine Leman'ı kestirmişti.
"Sevgilin..."
"Sevgilim..."
"Ne zamandan beri?" Dedi. Soğuk bir sesle.
"1 ay oldu."
"Nerede tanıştınız?"
"Motor yarışı yaptığımız birgün, beni bara davet etti. Abisinin barına... Orada tanışıp arkadaş olduk. O-ondan sonrası sürekli devam etti b-bu."
"Devam etti..." Dediğinde Leman sessizdi. Başı öne eğikti ve suskundu.
"Güzel..." Dedi çınar.
"Bildiklerimin aynısını söyledin. Doğruyu söylemekte iyisin. En azından yalan yuva yapmamış o olmayan diline..." Dedi hafif öne eğilerek kısık sesle konuştu.
"Vincent ile ilişkine devam edeceksin. Ve benim bildiğimden hiçbir şekilde haberi olmayacak. Eğer öğrenirse herşeyi, işte o zaman seni öldürmek zorunda kalırım cici kardeşim." Demişti. Leman bu sözlerine karşı korkuyla inip kalkan göğsüne karşı koyamayarak, sakin kalmaya çalışıyordu.
Çınar son birkez baktıktan sonra gözlüğünü takıp ağır adımlarla arabasına doğru gitmişti.
O sırada telefonu çalan Leman hızla telefonunu açıp kim olduğuna bakmıştı. Yüzünün aldığı hale bakılırsa sevmediği biriydi. Ve evet aynen de öyleydi.
Garaja doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Korumalarla göz göze geldiği sırada Gülşan'ı bahçeden gelirken gördü.
Elinde bir kova vardı ve hızlı adımlarla bir yere yetişmeye çalışıyordu. Halinden belli oluyordu, işi yine başından aşkındı.
"Leman, nereye böyle?" Diye sormuştu. Leman hızlanan adımlarını yavaşlatıp Gülşan ile karşı karşıya durmuştu. Baştan aşağı onu süzdü ve sık bir nefes alıp verdi.
"Ne işin var?" Gözlerini devirdi Leman. Gülşan bu tavrından anladığı üzere yine canının sıkkın olduğunu anlamıştı.
"Neyin var senin? Bir sorun mu var?"
"Gerçekten yeter artık! O kadının ağzını burnunu kırmak istiyorum! Ne istiyor senden?!" Sesi bahçeye dolarken, Leman telaşla etrafına bakındı. Kimsenin olup olmadığından emin olmak istiyordu.
"Biraz daha bağır istersen, annem anca öyle duyar yalının penceresinden." Dedi sert bir sesle.
"Kızım bi dur! Bu ne şiddet ne Celâl? İşinden olacaksın! Yapma, değmez!" Dedi gür bir sesle.
"Değmez! Gülşan. Değmez... Benim gibi biri için değmez! Ben alıştım artık; laflarına, davranışlarına, hakaretlerine, bakışlarına, aşağılamasına, dövmesine! Ben herşeye alıştım! Sana yazık olur! Senin eline bakan bir sürü insan var evde! Annen hasta, kardeşlerin okuyor. Yapma! Bırak kalsın.. hayatım o kadar düzgün değil ki annemin davranışları eksik kalsın!" Nefes nefese inip kalkan göğsüne söz geçirmekte zorlanıyordu. Gülşan sadece izliyordu. Delicesine konuşan bu kıza öylece bakıyordu. Üzülüyordu bu haline. Birşeyler gelsin elinden istiyordu ama gelmiyordu işte. Susup öylece izlemekten başka birşey gelmiyordu elinden.
Kolundan tuttuğu gibi sertçe çekti bedenini kendi bedenine. Hızlıca sarıldı sıkı sıkıya. Omzunda ağlayan Leman'ın sesi bahçeye dolmuştu. Korumalar öylece izliyordu. Düz ve soğuk ifadeler hiçbir zaman silinmiyordu yüzlerinden. Gülşan, ağlayan leman'la beraber ağladı. Koyu siyah saçlarını okşadı. Belki aynı kandan değillerdi ama kardeşten öteydiler. Bir iki dosttan daha fazlasıydılar. Gülşan için Leman çok kıymetliydi. Leman içinde aynı öyleydi Gülşan.
Başını Gülşan'ın omzundan kaldırdı leman. Gülşan ellerinin arasına aldı yüzünü. Baş parmakları ile sildi gözyaşlarını, leman'ın.
"Pusat seni aradı mı?" Diye sordu Leman. Başını olumsuz anlamda salladı gülşan.
"Vincent yüzünden olabilir mi? Biliyorsun pusat'ı, aramasa sormasa seni bana uyuyamaz geceleri." Dedi. Leman'ın yüzünde kısacık da olsa bir tebessüm oluştu. Tebessümün adı pusat'tı. Koskoca yalan hayatının tek doğrusu o'ydu. Ve galiba onu da kaybetmek üzereydi.
"Ya başına birşey geldiyse?"
"Yarışlara gelmiyor mu?" Diye sordu gülşan. Leman başını olumsuz anlamda salladı.
"Aramamı ister misin?"
"Gerek yok. Evine gideceğim. Onu görmem ancak içimi rahatlatır."
"İyi o zaman. Kendine dikkat et. Erkuran'ın adamları her an peşinde. Vincent öğrenmesin. Leman, lütfen kendine dikkat et olur mu?"
"Merak etme. Dikkat ederim." Diyip garaja doğru yürümüştü. Ara ara arkasına bakıp gülşan'a el salladı. Garajın kapısına vardığında, korumalardan birinin yanına gitti.
"Garajı açabilir misin?" Diye sordu. Koruma leman'a bir süre baktıktan sonra yan tarafa diğer korumaya döndü.
Siyahlar içinde olan ve karanlığın içinde farkedilmeyen motoruna dokundu.
"Bence sende istiyorsun." Demişti ardından.
"Bakıyorum da özlemişsin oğlunu." Karanlığın içinden gelen ses leman'a oldukça tanıdık geliyordu.
"Ciğeri temiz. Basarsan bile öksürmez." Eliyle okşadı motorun kasasını. "Eminim. Senin elinden çıktı be hamit usta." Leman'ın sesi neşeyle çıkmış garajı doldurmuştu.
"Ne oldu deli kız? İstediğin kadar vermediler mi sana?" Alaycı bir şekilde sorduğu soruya leman gülmemişti. Başı öne eğik ve mutsuzdu.
"Derdimi dinleyen kimse olmadı usta. Bende sustum. Anlatsam bile derman bulamam." Hüzünlü ve düşünceliydi. Sessiz ve konuşmayı istemeyen bir kızdı leman. Susmak ona konuşmaktan daha iyi geliyordu. Sanki konuşunca günah işliyormuş gibi hissediyordu. Geçmişini geleceğini bilmeyen, boşu boşuna yaşadığını düşünen ve insanların tehditlerine kolayca boyun eğen zayıf ve asla güçlü olmayı istmeyen biriydi. Sesini uzun zamandır çıkaramadığı için bağırmayı bilmeyen, sesinden nefret eden bir kızdı.
Biri gelip boynuna bıçak dayasa sesini duyarlar, ondan nefret ederler diye bağıramazdı. Birşey istemeye utanır, açlıktan, susuzluktan ölse bile sesini çıkarmazdı. Duygularını hep gizler, aşık olsa içine gömerdi. Herkesin onun arkasından konuştuğunu düşünür, kimseyle arkadaş olmazdı. Sırrını kimseyle paylaşmaz, biri onunla konuşmak istese cümle kuramazdı. Şarkı dinlerken kendini o şarkıların sözlerinde bulur, bulduğu an ise korkar başka bir şarkı dinlerdi. Karanlık ve içine kapanık biriydi.
Leman annesinin eseriydi. Demgüzar'ın vermediği sevginin aksine verdiği nefretin kapkara renklerine bürünmüş bir tuvaldi kızı. Kimse bakmak istemez, baksa bile birşey anlamazdı. Demgüzar kendi elleriyle kızını bu hale getirdi. Leman hayatı boyunca annesinin onu kendisine verilen bir günah olduğunu düşünerek büyüdü. Verilmemiş sevginin, soğuk göğüs kafesi kaburgalarının arasında çürüyüp giden bir kalbi büyütemedi. Ruhu ezik, sesi kesik, kalbi eksikti onun. Leman çocuk olamadı. Leman çocuk olamadan büyüdü. Çocuklarının hayatı demgüzar'ın ellerinin arasında çürüyüp gitti. Oğlunun kalbini avucunda parçalayan demgüzar, o parçalarla kızına yeni bir kalp biçmeye çalıştı. Lakin vebali boynuna o kalbe biçtiği değer kadar ağır geldi. Mahvettiği iki hayat varken, vicdan denen şeyin kendisinden beklenmesini şiddetle reddetti.
Demgüzar en büyük hatayı Rasim Karakum ile evlenerek değil, rasim Karakum'dan çocuk yaparak yaptı. Olan demgüzar'a değil evlatlarına oldu. Birer ölüden farksız iki ruh biçti iki bedene. Şimdi ise kendi elleriyle öldürüyor. Yaşayan ölü değildi onlar, günden güne ölen ölülerdi.
🎶
Çıkmaz duvarları olan hayatın içinde çıkıntısını bile yıkacak bir kadere sahiptim. Kaçmayı değil hayatta kalmayı emretmişti bana. Savaşmayı değil sessizce ya kurtarılmayı ya da ölmeyi öğretmişti. Elime hançer verildi ve öldürmeyi değil ölmeyi gösterdi.
Yapmadım...
Ne kaçabildim ne de ölebildim. Savaşmayı bilmedim, öldüremedim.
Taa ki çıkış kapısının ardından gözüken ışığın gözümü alamayacağım kadar parlak olduğunu anladığım an. Yıllarca gördüğüm kabusların ilk defa rüyaya dönüştüğünü farkettiğim an. Birinin içime hapsettiğim sesimi kimsenin duymasa da duyduğunu anladığım an.
O ne biriydi ne de kişi. O umuttu, ışıktı, güvendi, huzurdu, sığınaktı. O Aytekin'di. Anlamıştım. Elimi tutup beni lâyetelzelzel'e götürdüğü gece peşinden koşarken neden elini bırakıp beni nereye götürdüğünü sormadığımı anladığım ilk o an anlamıştım. Güven duygusu belkide ilk o gece yer açmıştı kendine yüreğimde. İlk o gece korkusuzca bir şekilde koşmuş ve ardımda iz bırakarak gitmiştim. İzimden gelseler bile birşey yapamayacaklarını bildiğim ama anlamadığım ilk o geceydi.
Ankara benden çok alsa da Diyarbakır bana çok şey kazandırmıştı. Ankara özgürlüğümü almıştı ama Diyarbakır bana özgürlüğümü yeniden tattırmıştı. Orada boğuluyorken burada nefes almıştım. Can çekiştim o şehirde, burada can çekiştiğimde sesimi duyan oldu. Hayatımın birkaç anı gözümün önünden bir film şeridi gibi geçse, en ağır ilerleyen yeri Diyarbakır olurdu.
Şehirler birer mezardı, içinde yaşayan birer ölüydük biz. Bu yüzden bağırsak bile sesimiz kaybolup giderdi koskoca karanlığında. Özgürlük alınır, esaret bahşedilirdi boynuna. Nefes keserdi, pis havası solunurdu. Yaşardık ama boşluktan ibaret hayatların boşluğunda kaybolarak. Kimse acımaz, kimse duymazdı sesinizi. Ölseniz bir kenarda gelip bakmazlardı son nefesinizi verdiniz mi diye. Kapkara gölgelerin altında tek beyazlık sarıldığınız beyaz kefen olurdu. Kara toprak onu da karanlığa alır götürürdü. Şehirler ölülerle dolu mezarlıklardır.
Ben o şehrin mezarlığında çoktan yer edinmiş ama hala yerimi almamıştım. Kafama hergün bir silahın soğuk namlusu dayanırken, yerimi alacağımı düşünmüştüm. Beynime yiyip, acısını bile hissedemeden öleceğimi düşündüğüm kurşunun benim canımı alacağını ve artık dert etmem gereken herşeyin son bulacağını biliyordum. Bilmek yaksa da tesadüfen olduğu zaman bunun bilincinde olduğumu bilmek en azından hayatımın az da olsa bir anlamı olduğunu ve birşeyleri bilmenin de katkısı olduğunu anlardım.
Bir rüzgarın esip saçlarımı savurduğu zaman gözlerimi kapatıp hayatın gerçekliğinden uzaklaştığımı hissederdim. Nefret ettiğim kıvırcık saçlarım tenimden uzaklaşıp hiç olmadığı kadar özgürce uçuşmasıyla birazda olsa severdim onları.
Acaba derim hep kendi kendime, ben doğmasaydım o gün, annem yaşasaydı nasıl olurdu hayat.
Kim ne derse desin benim için hayat tıpkı babam gibi hep keşkeler ve acabalarla geçti. Pişmanlık ve karamsarlık içinde oradan oraya sürüklendim durdum. Düştüm, yeri geldi kalktım. Kalktım, yeri geldi düştüm. Ama düştüğüm zaman elimden tutan kimse olmamıştı. Kalktıktan sonra yanıma gelip nasılsın diye sorarlardı sadece. Oysa iş işten çoktan geçmişti. Yaralar bedenimi esir alırken, bunu engellemek akıllarının ucundan geçmemişti. Herşey bir nefes almamla başladı.
İçime çektiğim tatlı nefes bana hayatımın geri kalanında bir zehirden farksız olmuştu. Hayata tutunmamı sağladı belki ama hayattan koparacak nefesti o.
Evet oradaydım. Sonbaharın her şehir gibi yavaş yavaş etkisini gösterdiği Diyarbakır Lice'deydim. Havası sıcaktı ama esen tatlı bir rüzgarı vardı. İnsanları cana yakındı. Koskoca çarşısında yürüyorduk. İki üç gün önce gitmek için planladığımız ve eksiklerimi almak için gelmeyi düşündüğüm Lice'ye gelmiştik. Kılıç timi ile beraber. Daha doğrusu kılıç timinden birkaç kişiyle beraber.
Engerek'i görmedim yine. Kapının önüne park ettiği arabası da ortalıkta yoktu. Peşimizden geldiğini hissediyordum. Ve garip bir şekilde yaptığım şeylerden sanki çınar'ın haberi olmuyordu. Söylemiyor muydu yoksa? Belki de söylüyor ama çınar sadece bana cehennem edecek birgün belirliyordu. Şu son birkaç gündür nefes aldığımı hissediyordum. Ankara'da her gün korku içinde yaşadığım günleri bile aklımdan silecek kadar huzurlu günlerdi bunlar.
"Aheste, bak orada bir telefoncu var. İstersen bir bakalım?" Mehru'nun işaret ettiği yöne baktığımda bir telefoncu gördüm.
"Olur." Dedim. Timden Teoman, Çakır, şahin, afet ve Aytekin de bize eşlik ediyordu. Babamın güvenlik amaçlı bütün karakolu peşimize takmadığına şükür etmeliydim. Fazla sivil giyinmiştiler zaten. Gerçi heybetleri onları ele veriyordu ama neyse.
"Biz şu telefoncuya bakıp gelsek olur mu?" Diye sordum. Teoman tebessümle bakarak, "Tabi bacım, bakın. Bizde burada bekleyelim." Demişti. Cevabına tebessümle karşılık verip mehru'ya döndüm.
Telefoncuya girmiştik. İçeri girdiğimiz an bizi karşılayan kadın tebessümle hoşgeldiniz demişti. Mehru ikimizin yerine karşılık verdiğinde gözlerim direkt içerdeki telefonlara kaymıştı. Bir önceki telefonumu yâd edecek bir marka olsa iyi olurdu zira bir öncekinin modeli bayağı eskiydi.
"Kız! Şuradakine baksana. Ne kadar güzel." İşaret ettiği telefonunun yanına gittiğimizde markasına baktığım an fiyatı canlandı gözümün önünde.
"Mehru," dedim yanına yaklaşarak.
"Haklısın da biz ne diye duruyoruz burada kızım?" Demişti. Gülümseyerek baktığım sırada görevli kadınlardan biri yanımıza geldi.
"Hoşgeldiniz efendim. Nasıl yardımcı olabilirim?" Demişti. Güler yüzle baktım kadına. Göğsünde ki kartta yazdığına göre adı Cansu'ydu.
"Mehru, sorun değil. Benim için arama yapması bile yeterli." Dedim. Gözlerini devirdi. Kısa sarı saçlarını savurdu ve bana baktı.
"Tabi. Siz şöyle görevli arkadaşımızın yanına geçin hat için işlemler yapılsın. Bende telefonu kasaya bırakıyorum." Dedi gülümseyerek.
"Mehru, inan hiç gerek yoktu."
"Vardı. Sen herşeyin en güzeline layıksın be kuzum. Gönlüm razı gelmezdi dandik bir marka almana." Dediği sıra onu öpe öpe öldüresim geliyordu.
...
Telefonu ve hattı alıp çıkmıştık telefoncudan. Tim ve kızlar hala bizi bekliyordu kapının önünde. Mehru ile çıktığımızı gördükleri an bize baktılar.
"İyi o zaman gidelim. İlerde bir otel var oraya yerleşelim." Demişti Teoman. Diyarbakır'ın koca çarşısında ilerlerken, küçük esnafların tezgahtarların müşteri toplamak için bağırmaya çalıştıklarını farkettim. Gözüme takılan bir tezgâh farkettim. Çok güzel bileklik ve kolyeler vardı üstünde.
"Hoşgeldin ablam!" Diye seslice bağırdı tezgahtar çocuk.
"Yok ablam, annem yapıyor! Ben de satıyorum." Demişti. Tebessümle baktım yüzüne.
"Babam hasta abla! Adamın bir ayağı çukurda. Evi ben geçindiriyorum!"
"Tesbihleri de mi annen yapıyor?!"
"Evet ablam!" Dedi. Annesinin çok becerikli olduğunu anlamıştım.
Sigara kokusu da vardı içinde. Çarşıda içen biri mi vardı bilmiyorum ama olsaydı kolayca ayırt ederdim. Onun kokusuyla karışmıştı. Ve beraber gelmişti burnuma. Yanımda hissettiğim koca bedene bakmak istedim ama yine o lanet olası utanma duygusu içinde kalakaldım.
Aytekin'di...
"Kolay gelsin, koçum." Demişti, sert ve erkeksi sesiyle. Yüz de yüz emindim artık bu ondan başkası değildi. Başımı kaldırıp ona bakmak istedim ama bakışlarım göğsünde takılı kaldı ve sonrası gelmedi. Boynumda ki kolyeyi tutarken anlık cesaret ile gözlerine baktım. Gözleri gerdanımda ki kolyedeydi. Polo yaka tişörtünde gezindi gözlerim. Yeni traş olmuştu ve losyon kokusu buram buramdı. Saçları yine her zamanki gibi ne fazla kısa ne fazla uzundu. Aynıydı.
Kara kaşları biçimli bir şekilde düzdü. Gözleri yine kapkaranlık bakıyordu. Boyu bir hayli uzun olduğundan yüzüne bakmak için başımı birkaç milim geri atmam gerekiyordu. Bu da boyun fıtığına neden olabilirdi.
Şakağında ki damarlar hatrı sayılır derecede belirgindi. Migreni vardı belliydi. Ellerini cebine yerleştirip,
"Sen şunu paketle, koçum." Demişti. Çocuk hızla az önce seçtiğim kolyeyi alıp, "Hemen abim!" Diyerek paketlemeye başlamıştı.
"O hâlde, gidelim boşuna paketlettirme." Dedim. Çocuk paketleyip getirdi. Cebinden çıkardığı 100 lirayı çocuğa uzattı.
"Senin için değil albayın kızı." Dediğinde sustum. Benim için değildi. Salak gibi sabahtandır benim için alıyor diye ısrar ediyordum almaması için. Peki ya kimin içindi? Bakışlarım bedenini bulduğunda içimi garip bir his kapladı.
"Benim seçtiğim kolyeyi beğenecek mi?" Diye sordum çekingen bir tavırla.
"Aynı değil! Hiçbir kadının zevki aynı değil! Belki de kolyeyi vereceğin kadının zevki benim zevkime uymaz!"
"Ben gayet sakinim! Asıl sen cinlerimi tepeme çıkarmak için zorluyorsun beni! Ne demek bütün kadınların zevki aynı?! Benim zevkim senin bu kolyeyi vereceğin kadınla aynı olamaz! Git başka kolye al!" Dedim sesli bir şekilde. Nefes nefese inip kalkan göğsüme söz geçirmekte zorlanıyordum.
"Derdin ne, kadın? Alt tarafı bir kolye." Demişti sert bir sesle.
"Y-yani kadın benim seçtiğim kolyeyi takamaz. Takmaz. Çünkü zevkimiz uyuşmaz. Hem belki o böyle dandik şeyleri beğenmez belki?"
"Beğenmez mi?" Diye sordu. Afalladım.
"Ha... Diyorsun?" Dedim çaresizce.
"Diyorum." Dedi. Vazgeçtim. O kadın her kimdi bilmiyorum ama içimden onu acayip şekilde yolma isteği geliyordu. Hem kimdi ki o? Asker kadın kolye mi takardı?
...
Tim ve kızlar otele varmıştı. Otelin holünde oturmuş Aytekin ve aheste'yi bekliyorlardı.
"İyi iyi. Diyarbakır güzel şehirdir." Dedi ardından Teoman.
"Aynen. Bende yeniyim mesela." Dedi mehru konuya ansızın dahil olurken.
"Yeni. Ama alıştı. Aile gibi olduk kendisiyle." Dedi Teoman afet yerine cevap verirken.
"Değilim." Dedi afet düz bir sesle. Konuşmaya pek meyilli değil gibiydi ama mehru diretiyordu. Üstüne üstüne gidiyordu.
"O da yok." Dedi, sık bir nefes aldı afet. Gözlerini devirip sahte bir tebessüm yer etti yüzünde.
"Ömrümü gereksiz şeylere harcamadım. Tam tersi oldukça önemli bir mevkiye harcadığım için pek umrumda olmadı yaş veya yaşlılık." İmalı imalı konuşmuştu. Mehru'nun dikkatinden kaçmadı.
"İlgi alanıma girmiyor maalesef." Dedi afet düz bir tonda.
"Tabi konu vatan olunca gerisi teferruat." Dedi. Konuşmayı kesmişti ikiside lakin mehru afet'ten hiç hazetmemişti. Oldukça soğuk ve sert bir kadındı.
"Nerede kaldınız komutanım, ağaç olduk valla." Dedi Teoman.
"Sen o evreyi çoktan geçtin bozkuş. Sen dümdüz odunsun." Dedi Aytekin acımasızca. Teoman gücenmişti.
"Hazır. Bavulları odalara götürdü görevliler. Bizde oturmak istedik biraz." Dedi çakır.
"Askeriyede de oturuyordun zaten dimi Bayramoğlu?" Demişti düz bir sesle, Aytekin.
"Merhaba efendim! Hoşgeldiniz!" Dedi oldukça fit ve yapılı olan bir görevli. Ne ara geldiğini farketmemişlerdi.
"Hoşbulduk." Dedi Teoman.
"Bu gece otelimizin barında bir parti düzenlenecektir. Bütün konuklarımız davetlidir. Hem karaoke hemde şarkılar eşliğinde enfes bir parti olacak. Sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyarız." Dedi. Oldukça nazik bir tonda söylemişti.
"Komutanım?" Diyerek Aytekin'e baktı Teoman. Aynı zamanda herkesin de gözü onun üstündeydi.
"Alt tarafı bir parti. Gideriz eğer bize göre değilse geri döneriz." Dedi çaresizce aheste.
Aheste kendi odasına çıkmış ve kapıyı kapatmıştı. Minik valizini odanın ortasında görmüş ve içindekileri çıkarmaya gerek duymadan kendini yatağa atmıştı. Birkaç saniye gözlerini kapatıp, düşkündü. Aklına telefonu gelince, paketi alıp açtı. Telefonu çıkarıp iyice inceledi. En pahalı markaydı.
Yataktan kalkıp pencerenin önüne geldi. Fazla yüksek olmayan 6 katlı otelin 5. Katındaydı. Fazla yüksek değildi ama dağlarını görecek kadar yüksekti. Pencereyi açıp rüzgarı teninde hissetti. Odaya doluştu esen rüzgar. Odayı inceledi. Klasik otel odasıydı. Acaba onun odası neredeydi diye düşündü. Ona yakın mıydı düşüncesi kalbinin hızlanmasına sebep olmuştu.
Düşüncelerinin uçup gitmesine sebep olan ses kapı sesiydi. Hızla çalan kapıya koşarak baktığında, kapıyı açtı. Zerda, Kübra ve mehru'ydu. Heyecanla ellerinde valizlerle gelmiştiler. Aheste şaşkınlıkla izlerken onları birden odaya girdiler.
"Ne oldu? Ne bu telaş?" Diye sordu aheste. Kübra heyecanla valizi odanın ortasına bıraktı ve açtı.
"Daha ne olacak kızım?! Akşama parti var!"
"Ee n'olmuş yani?" Dedi pişkin pişkin, aheste.
"Neden güzel olacakmışsın? Ayrıca giyecek şeyler belli." Hala aynı rahatlıkla cevap veriyordu aheste. Mehru çıldırmak hatta delirmek üzereydi.
"Valla, bende pek birşey yok. Ben hiç giymem böyle şeyler." Dedi Zerda, çekingen bir şekilde. Aheste ise öylece dururken, "Bana hiç öyle bakmayın benim varım yoğum çiçekli yazlık elbiseler." Demişti.
"Bu olmaz." Dedi. Başka bir elbise aldı. "Bu da olmaz." Sinirlenmeye başlamıştı. Bambaşka bir elbise eline aldı. Bebek pembesi bir elbiseydi ve yüzünü buruşturup bakmıştı.
Daha bir sürü elbise alıp geri atmıştı ama hala bir tane seçememişti.
"Saçmalama mehru! Ne gerek var?!"
"Kızlar! İtiraz istemiyorum! Gidiyoruz işte o kadar!" Demişti. Birbirlerine baktılar. Çaresizce kapıya yürüdüler. Çünkü biliyorlardı mehru asla vazgeçmeyecekti.
...
"Off mehru! Bu sıcakta iki elbise için getirdin bizi şu çarşıya!" Sitemliydi Kübra.
"Hoşgeldiniz." Dedi. "Hoşbulduk." Dedi aheste karşılık olarak.
"Şuna bakın! Bu ne zerafet? Bu ne güzellik?" Demişti. Ucundan tuttuğu Eflatun rengi elbiseyi bırakmıyordu.
"Zerda, bak bu sana çok yakışır." Dedi elindeki elbiseyi göstererek. Zerda aheste'nin yanına gittiğinde, elbiseye göz ucuyla baktı. Mini mint yeşili bir elbiseydi. Zerda gibi bir kıza yakışırdı. Ama Zerda pek sıcak bakmıyordu elbiseye. "Yok abla. Ben bunu giyemem. Rahat hissetmem kendimi içinde." Dedi. "Hissedersin hissedersin. Birkaç saat işte. Birşey olmaz. Dene bi üstünde göreyim." Demişti. Zerda istemeye istemeye elbiseyi alıp kabine gitmişti. Kübra ve aheste kalmıştı.
"Kuzum, buldun mu kendine göre birşeyler?" Diye sordu Kübra.
Aklına zevk meselesi geldi. Daha önce kimsenin seçmediği bir renk giymek istiyordu.
"Pardon hanımefendi. Nasıl yardımcı olabilirim?" Dedi görevli kadın. Gözleri kadından taraf döndüğünde tebessüm etti. "Aslında ben, böyle değişik birşey istiyorum farklı bambaşka bir renk." Dedi. Kadın birkaç saniye düşünür gibi olduğunda, aheste elbiselere bakmaya devam etti.
"Bekleyin hemen geliyorum." Diyip gitmişti. O sırada kabinden çıkan mehru üstünde eflatun elbise ile göz kamaştırıyordu. Aheste hayranlıkla bakarken, mehru aynada kendine bakıyordu.
"Çok güzel olmuşsun mehru." Dedi aheste. "Ya, teşekkür ederim." Dedi gülümseyerek. Aynada kendini izlerken, "Sen seçtin mi kendine birşeyler?" Diye sordu. Aheste cevap vermeden cevap niteliğinde kadın gelmişti. Elinde amber renginde bir elbise vardı. Saten ve kısaydı. İnce askılıydı ve dekolte fazlaydı. Sırt dekoltesi rahatız edecek türdendi. Ve aheste için oldukça giyilmesi zor bir elbiseydi.
"Aheste... Bu sana çok yakışır. Tıpkı gözlerinin renginde hemde." Demişti. Aheste elbiseyi alıp incelerken, kadın araya girdi. "İsterseniz bir deneyin." Dedi. Aheste mehru'ya bakarken, mehru başını sallamıştı, olumlu anlamda. Aheste elbiseyi alıp kabine gitmişti.
...
Aynanın karşısındaydım. Soluk ve soğuk tenimde geziniyordu ellerim. Parmaklarım boynumun boğumlarında geziniyordu. Kıvırcık saçlarımı dağınık toplamış birkaç tutamını serbest bırakmıştım. Düzleştirmek istedim. Belki boyu biraz daha uzar da sırtımda ki o yarayı kapatır istedim. Ama dokunmadım. Saçlarıma dokunmak istemedim. Sırt dekoltesi olan amber rengi elbiseyi giymiştim ve sırtımda ki o koca yara izi ortadaydı. Arkamı yavaşça dönüp yara izine baktım.
Kötü görünüyordu. Vücudumda taşıdığım bir günah gibiydi. Taşımak ağır geliyordu. Yaralar izlerini bedenime kazıyıp bana acı çektiriyordu. Baktıkça hatırladığım kişi o'ydu. Kabus sebebiydi. Yara acı sebebiydi. İzi kötü hatırlatıcı...
Ayağa kalktım ve yatağa ilerledim. Telefonu alıp çantaya koydum. Numaramı acaba ona versem mi? Diye düşündüm. Aklıma ansızın gelen bu düşünce içime ukde düşürdü. Nasıl verecektim? Bilmiyordum. Gözüme çarpan kağıt parçasına ilerledim.
Çekmecelere bakınıp bulduğum kalemle kağıda yeni numaramı yazdım. Kağıdı ona verirdim ve böylelikle o da kaydederdi. Bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim.
Asansör en alt kata indiğinde kapılar açılmış ve ilk ben inmiştim. Adam ardımdan gelmiş ve gitmişti.
Onu görmüştüm. Masanın baş köşesinde oturmuştu. Üstünde simsiyah bir takım elbise vardı. Siyah gömlek, siyah ceket ve pantolon. Tamamen siyahtı bu gece. Gözlerinin rengine bürünmüştü. Kapkaraydı.
"Bacım, hoşgeldin!" Diye bağırmaya başladı Teoman. Yüksek sesli müzik yüzünden sesini duyurmakta zorluk çekiyordu. Tebessümle baktım.
"Çok güzel olmuşsun abla!" Demişti Zerda. Tebessüm ederek baktım.
"Yok, komutanım..." Dedi Kübra'ya bakarak. "Bizim gözümüz başkasına kör, gönlümüz başkasına kapalı!" Dedi. Gözünü Kübra'dan alıp Teoman'a baktı. "Anlayacağın ben başkasına tövbeliyim!" Dedi ardından. Teoman şaşırdı.
"Şahin için bir kısmet çıkar belki?!" Dedim konuyu kökünden değiştirerek. Afalladı şahin. Ne diyeceğini bilmeden, "Yok aheste bacım, ben aşka tövbeliyim tam tersine! Hem kim ne yapsın bizim gibi adam?!" Dedi. Gözlerim zerda'ya kaydı. "Azıcık gözünü açıp etrafına baksan, görücen de! Neyse!" Dedim.
"Allah sizden razı olsun mehru hanım! Sevenleri birleştirmek sevaptır!" Dedi Teoman.
"Ya! Demek ki ben tam cennetlik kadınmışım!" Dedi mehru kendi kendine.
Masada ki içkilerden birini aldım ve kafama diktim. Acı tadı boğazımda yakıcı bir his bırakırken, gözlerimi açtığım an onun gözlerinin esiri altında olduğumu farkettim.
Masa da yalnızca ikimiz kalmıştık yine. Garson yanımızdan geçerken, elimi kaldırıp bir kadeh bırakmasını istedim. Elindeki tepside ne kadar içki varsa hepsini masaya yığdım. 6 7 bardak içki vardı ve içme isteği ile dolup taşıyordum. Bir bardağı daha alıp içmiştim. Yine boğazımda acı tadı hissederken, bir öncekine göre daha az yanmıştı. Gözlerim yavaş yavaş bulanık görmeye başlarken, çalan müzik kafamı daha dağıtmıştı.
"Bastın yarama basma dedim."
Ama elimden tutup bardağı elimden alan biri vardı. Gözlerim bulanık görüyordu. Kim olduğunu ayırt edebildim. Aytekin'di işte. Siyahlar içinde yanımda oturuyordu.
"Fazlası zarar." Dedi bana. Kafam mayhoştu. Ne dediğini seçemedim. Bir elimi omzuna attım. Gözleri ilk önce omzunda ki elime daha sonra ise bana döndü. Gülerek baktım gözlerine.
"Zarar dedik! Diretme!" Dedi. Başımı eğip gülmüştüm. Kısık gözlerle izlediğim yüzüne odaklandım.
"NE YAPIYORSUN YA?!" Dedi yüksek bir sesle. Aldırış etmedim ve arkamda duran müzisyen grubuna işaret verdim.
"KARAM ÇAL KARAM!" Dedim yüksek sesle. Yanımda ki kız beni hayretle izlerken, ben bile ne yaptığımın farkında değildim. Gözlerim sahnenin önünde beni şaşkınlıkla izleyen Aytekin'e döndü. Keskin kara gözleri beni pür dikkat izlerken, şarkının müzik kısmı girdi araya.
"Beyler bayanlar!" Dedim yüksek sesle. Bütün kalabalığın dikkatini çekmeyi başarmıştım. "Bu şarkı, gece gibi karanlığa bürünse de bir ışıktan daha parlak olanlara gelsin!" Dedim.
"Karam aşkın sevgin bu mu?" Dedim. Yüksek sesle.
"Ne olacak bu aşkın sonu?" Diye devam ettirdim ardından. Kalabalık dans ederken, o bütün kalabalığın arasından beni izliyordu.
"Bir barışır karam bir üzersin, beni böyle divane edersin!"
"Kömür gözler yapan dudaklar. Ya bu endam kimine bu nazlar, o dudaklar helalim haktır, bende canım bana da günahtır!" Bir elimle mikrofonu tutarken, diğer elimle dudaklarıma işaret veriyordum. Aynı zamanda bedenim benden habersizce dans ederken, sarhoşluğun etkisiyle ne yaptığımı bilmiyordum.
"Bilemem yarını, göremezsem seni şansım yok! Çalarım kapını başka çarem yok!" Gözlerim bu seferde kalabalığa takıldı. Alkışlayan ve dans edenin yanı sıra dik dik bakanlarda vardı. Umursamadım. Devam ettim.
"AL ARTIK KOYNUNA BENİ KARAM! GÜNAHIM BOYNUNA CAN KARAM! ANLADIM SENSİZLİK HARAM! GEL ARTIK İNSAFA BE KARAM!"
"AL ARTIK KOYNUNA BENİ KARAM! GÜNAHIM BOYNUNA CAN KARAM! ANLADIM SENSİZLİK HARAM! GEL ARTIK İNSAFA BE KARAM! Araya müzik girince susmuştum.
"PARDON DA, NE SANIYORSUN SEN KENDİNİ?! MİKROFONU GELİP ELİMDEN ALARAK ŞARKI SÖYLEYEMEZSİN!" Güldüm seslice. Hatta kahkaha atmaya başladım, benim bu halime şaşıracak ya da deli mi ne? Diyecek olan bile vardır. Ama aldırış etmedim.
"Aheste, buraya gel! Gel buraya!" Dedi Aytekin sinirli bir şekilde. Sahnenin ucunda durup eğildim. Ancak sahneye çıkınca ondan uzun boyumla üzerine eğildim. "Ne oldu yüzbaşı?! İzin verde hesap sorayım!" Dedim yüksek sesle. Lakin cümlem ona hiçbir şey ifade etmiyormuş gibi kolumdan tuttuğu gibi beni omzuna aldı. Bir eli kolumu ensesine götürürken, bir eli çıplak bacaklarımı tutuyordu. Uzun boyundan dolayı yerden 2 metre yükselmiştim. Kusacağımı hissettim. Başım dönüyordu. Ne tarafa gittiğimizi bilmeden sırtına vurdum açıkta duran elimle.
"İndir beni! Midem bulanıyor!" Dedim.
"Yere indirmezsen, sırtına kusacağım birazdan!" Diye yükseldim. Birden tepetaklak olduğumu hissettim. Ayaklarım yerle buluştuğu anda saçlarımı yüzümden çektim.
"Kızlar!" Dedim sesli bir şekilde. Güldüler. "Aheste!" Dedi mehru. Güldüm bende nedensiz bir şekilde.
"Lan oğlum! Bu kızların hali ne?!" Diye bağırdı seslice dibimde.
Masaya doğru gelen bir adam gördüm. Simsiyah giyinmişti o da. Aytekin'e benzettim biran.
"Beyefendi, ben hanımefendiye sordum. Sizlik bir durum söz konusu değil!" Adamın sesi gayet sakin ve nazik çıkarken dağ ayısı Aytekin sert konuşuyordu.
"Buna engel değil! Asıl engel sizsiniz!" Dedi. Aytekin alnını ovuşturarak nefes alıp verdi. Teoman ve çakır devreye girdiğinde ben öylece izliyordum.
"Lan sana kibarca siktir git diyoruz! Neyini anlamıyorsun?!" Demişti Teoman. Adam gülmüştü. Ben ve mehru gülme krizine giriyorduk. Karnıma yavaş yavaş kramplar giriyordu gülmekten. Nefes nefese gülerken, neden güldüğümü bile bilmiyordum.
"Gitmiyorum lan! Zorla mı!" Demişti.
"Kız şuna bak! Erkeklik taslıyor!" Diyerek gülmüştü mehru. Bende beraberinde gülmeye başlamışken, az önce sahnede rezil ettiğim kız ve barberinde gelen birkaç kız önümüzde durmuştu. Baştan aşağı bulanık gözlerle onlara bakarken,
"Ne bileyim kız!" Dedim. Birden ayağa kalktığımda benden kısa kalan kıza diklendim birden.
"Tanışalım o zaman!" Demişti. Tam o esnada arkada çıkan çığlıklara kaydı gözlerim. Yerde öldüresiye adam Aytekin'di. Teoman ise ayırmak yerine ayırmaya çalışanı engelliyordu. Çakır ve şahin zevkle izlerken, yanağımda hissettiğim acıyla başım öbür yana çevrildi. Mehru ve Kübra'nın yamacımda bağırarak bana tokat atan kıza girişmesini duydum. Kızın çetesi de giriştiği sırada kavgaya, mehru ve Kübra'nın elinden kurtulan kızın önüme geldiğini gördüm. Saçlarından tuttuğum gibi çekiştirmeye başladım. Kalabalıktan çıkan yüksek sesler kulağımda yankılandı.
"Seni varya!" Diye bir ses duydum derinlerden. Mehru'nun sesiydi. Kızın saçını çekince attığı çığlık koca salonu doldururken, çakır'ın kavgayı ayırmaya geldiğini gördüm. Belimden tutan kızın beni alaşağı etmeye çalıştığını farkettim ama başaramadı. Cılız ve zayıf birşeydi zaten. Şahin kavgaya karışıp kızı benden kurtarmaya çalışan zerda'yı çekiştiriyordu. Ama nafileydi. Beni ayırmaya gelen biri yoktu.
Teoman kulağımın dibinde yapma etme diye bağırırken, dinlemedim. Ayağım kaydığı sırada masaya çarptım. Çarptığım masada ki birkaç tabak bardak yere düşmüştü. Arkama sürekli bakıp dururken, hâlâ yerde adama yumruklar atıp duran Aytekin'deydi gözüm. Sert yumruklar adamın yüzünü kan revan içinde bırakmışken, vazgeçemiyordu. Beni tutan kız ise canımı artık fazlasıyla sıkmıştı. Arkadan gelen ve elinde şişe olan kız önümde kim kıza sert bir şekilde vurmuştu. Önümde duran kız yere sert bir şekilde yığılmış kalmıştı.
İçeriye giren güvenlik görevlileri kavgayı ayırmaya çalışırken, ne yapacağımı bilmeden arkamı döndüm. Masa da duran çantamı alıp gidecekken, beni tutan ve gitmemi engelleyen bir kol olmuştu. Belimi sıkıca kavrayıp beni omuzuna atarken yine şekilde, tanıdık gelmişti. Siyahlar içinde ki Aytekin'di bu. Nefes nefese kaldım. Barın çıkışına hızla giderken, kalabalığın arasından sıyrılıp çıkmıştık. Ardımızda bir enkaz bırakıp kaçmıştık.
"Yüzbaşı?!" Dedim sesli bir şekilde. Hala mayhoş bir kafadaydım.
"Çok şey var! Kanıtı barda! Görmek ister misin dışardan?!" Dedi. Sustum. Sinirliyken konuşulacak biri değildi. Asansöre değilde merdivenlere yönelince anladım üst kata götürdüğünü. Hızla merdivenleri çıkarken, baş aşağı olmanın verdiği etkiyle midem alt üst olmuştu.
"Midem bulanıyor!" Dedim.
"Sakın, sakın kusayım deme!" Dedi yüksek sesle.
"Noldu?!" Diye sordu.
"Başımı çarptın! O oldu!" Dedim sert bir sesle. Birşey demedi. Zaten şuan bu haldeyken pek birşey diyemezdi bana. Kafam yerine gelmemişti.
"Yüzbaşı." Dedim az önceki sinirimden eser kalmamışken. Odaya girip kapıyı kapattı. Odanın ortasına geldiğimizde, durdu.
"Senin odana niye geldik?" Diye sordum. Gözlerim bulanıktan öte artık görmemeye başlamıştı.
Geri geri düşerken kolumdan tutup dengemi sağladı. Gözlerim kısık bakıyordum ona. Siyahlar içinde, gece kadar karanlık ama bir o kadarda parlaktı. Sırıttım. Tek kaşı havalandı.
"Soğuk duş alman lazım. Kendine ancak böyle gelirsin." Dedi. Başımı salladım. "Soğuk su sevmiyorum ben!" Dedim parmağımı kaldırıp göğsüne bastırdım. "Sıcak su da sevmem." Dedim. Gözlerini kısarak baktı bana. Kaşları havalandı.
"Kaşlarının sırrını hala söylemedin yüzbaşı?" Dedim birden. Dudağının kenarı hafif yukarı kıvrıldı. Gülmüş müydü o? Yoksa ben rüya mı görüyordum?
Gözleri gözlerime kenetlendi. Yüzünü çekmedi. Elimi tutup itmedi. Sessizce izledi beni. Ben ise gözlerinde kayboldum yeniden ve yeniden.
Ama ben susmadım. "İçimde sana verdiğim yeri bir bilsen, yüzbaşı." Dedim. Kalp atışlarım hızlandı. Sustum. Gözlerim önce gözlerinden ayrıldı, saçlarında ardından yeniden gözlerine ve dudaklarına indi. Bu esnada koca eliyle elimi kavradı ve yüzünden çekti. Yavaşça elimi bırakıp yüzüme yapışan saç tutamlarını geri savurdu. Her bir yanımı kor yangınlar sardı. İçimde yanardağların yeniden hayat bulduğu lavlar akıyordu, bedenden aşağı. Göğsümde sıkışan nefesler kurtulup dışarı çıktı. Kesik kesik nefesler alıp verdim.
Onun da dudakları aralandı. Kesik bir nefes hür kaldığında dudaklarının arasından, gözlerim adem elmasına kaydı. Beni izlerken kavislendi. Şakağında ki damarları belirginleşmişti. Gözlerini kısarak bakmaya devam etti. Gözyaşım nedenini bilmediğim bir şekilde akıp giderken, eli hala saçlarımdaydı.
"Senden birşey isteyebilir miyim, yüzbaşı?" Dediğimde, bakışları yumuşadı. Sesli bir nefes alıp verdi.
Yavaşça yaklaştım bedenine. Kollarımı iki yana açtım ve sokuldum koca göğsüne. Biran için huzura etmiştim. Başımı göğsüne yasladım. Kalbinin üstüne denk gelen kulağımda hissettim ritimlerini. Delicesine atıyordu kalbi. Kollarım sıkıca sarıldı bedenine. Onun da kollarını hissetmek istedim bedenimde. Beni sarıp sarmalasın istedim. Güvende hissetmek istedim ilk kez. Çok geçmeden kollarını sardı bedenime. Çıplak sırtıma doladı kollarını. Sıcakla buluşan sırtım tıpkı içim gibi alev aldı. Yara izine denk geldi parmakları. Yavaşça okşadı.
"Bunu..." Dedi sesinde öfke saklıydı.
"O mu yaptı?" Dedi devamını getirdi ardından. Bahsettiği çınar'dı. Birşeyleri biliyor gibiydi. Ya da tahmin ediyordu. Bu yara izini gördüğü ilk an hastanede sormuştu aynı soruyu. Ama ben inkar ettim. Yalan söyledim. Bilseydim söylerdim, yüzbaşı. Bilseydim bana kaçış yolu olacağını daha önce söylerdim.
Sorduğu soruya cevap veremedim. Sadece ağladım. Gözyaşlarım göğsünde iz bırakırken, seslice ağladım. Sesim odayı doldururken, susmadım. Doluydum. Hem de çok doluydum. Bunca zaman içime akıttığım gözyaşlarımı bu gece dışa vurmuştum. Onun göğsünde akıtmıştım gözyaşlarımı. Sustu. Sadece dinledi. Nasıl ağladığımı, nasıl acı çektiğimi, nasıl öldüğümü izledi ve dinledi sessizce.
Bedenimi göğsünden ayırıp yüzümü avucunun arasına aldı.
"İyi misin?" Diye sordu. Kusmaya devam ederken, nefes nefese kalmıştım. Yerle buluşan ellerim soğuk mermeri iliklerime kadar hissetmeme sebep olmuştu. Sonunda kusmam son buldu. Başımı kaldırıp lavaboya ilerledim. Yüzümü soğuk suyla yıkayıp biraz nefeslendim. Yanıma gelip bana bakmaya başladı.
Birden içeriye girdiğinde bütün bir heybeti ile gözlerim ona çevrildi. Elinde birkaç parça giysi vardı.
"İstersen ben halledeyim. Yapmak zorunda değilsin." Dedim çekingen bir şekilde. Dudaklarının arasından kesik kesik nefesler kaçıp kurtulduğunda eli yavaşça çeneme gitti. İki parmağı ile çenemi kavrayıp yüzümü yüzüne kenetledi.
"B-ben rahatsız hissetmem yüzbaşı." Dedim.
"Senin bakışlarından... Dokunuşundan asla rahatsız olmam." Dedim, ardından. Hiçbir şey değişmedi yüzünde. Hala sarhoştum biliyorum belki de onun verdiği cesaretle çıkıyordu bu cümleler ağzımdan. Ya soğuk duştan sonra o cesarette uçar giderse. Bilmiyordum. Yalnızca öylece durmak istiyordum.
Duşa doğru ilerledim. Ayağımda ki yüksek topukluları çıkarıp çıplak ayakla mermere bastım. Soğukla buluşan tenim buz kesilmişti. Duşun içine girdim usulca. Topuklu ayakkabılarımı kenara çekip duş başlığına uzandı. Her hareketinde kasılıp belirginleşen kol kaslarında kalmıştı gözüm. Bu haldeyken bile tek dikkatimi çeken şey o olmuştu. Siyah takım elbisenin ceketini çıkarıp kenara bıraktı. Sadece siyah saten gömlekle kalmıştı.
Dizlerimin üstüne çöktüm.
"Soğuk suyu sevmemem çok saçma..." Dedim yüzüne bakmadan konuşarak. Suyu ayarlamaya çalışırken durdu eli.
"Sence ben çok mu güçsüz bir kadınım, yüzbaşı?" Diye sordum.
Göğsüme değen soğuk ani sesli nefes almama sebep oldu. Elimle suyu engellemeye çalıştım ama boşunaydı.
Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda başını başka tarafa çevirdiğini gördüm. Bakmıyordu. İstemiyordu. Rahatsız olmadığımı söylediğim hâlde neden böyle davranıyordu? İstemiyordu anlamıştım. Ama neden içimde birşeylerin eksik ve yarım olduğu hissi vardı? Neden bana böyle olduğunu bildiğim halde böyle olmamasını istiyordum?
"T-tamam bu kadar yeterli." Dedim birden yüksek sesle. Suyu kapatıp başlığı küvete bıraktı. Arkasını dönüp lavabonun kenarına bıraktığı havluyu alıp bana uzattı. Havluyu aldım. Hala bakmıyordu. Havluyu alıp ıslak bedenime sardım. Islak saçlarımdan kurtulan birkaç tutam yüzüme düşmüştü.
"Ben içerdeyim. Birşeye ihtiyacın olursa bana seslen." Demişti. Bunu söylerken bile yüzüme bakmıyordu.
Üstümde ki elbiseyi çıkarıp küvetin bir kenarına bıraktım. İç çamaşırlarım bile ıslaktı. Kurutma makinesini alıp birkaç dakika tutsam belki kurur diye düşündüm. Makineyi alıp sıcak dereceye verdim. İç çamaşırlarıma doğru tutup bekledim. Soğuk su yüzünden uyuşan tenime sıcak hava çarpınca yandım. Aldırış etmeden devam ettim.
Birkaç dakikanın ardından birazda olsa ıslaklığı yok olmuştu çamaşırların. Fazla aldırış etmeden bir kenara bıraktığı geniş pijamaları aldım elime. Alt kısmı çok genişti. Ve uzundu. Giymek istesem içinde kaybolurdum. Üstünü giydiğimde uzun olması ve dizlerime ulaşması pantolon görevi görüyordu. Havluyu alıp kıvırcık saçlarımı kuruladım. Suyunu iyice çektikten sonra kurutma makinesi ile kurutmak istedim ama vazgeçtim. Tek istediğim gitmekti buradan. Rahatsız hissediyordum zaten. Havluyu sepete atıp, pantolonu aldım. Elbiseyi ise iyice sıkıp çöpe attım. Bir daha giyeceğimi sanmıyordum. Yaralaımı açığa vuran şeyler giymekten hoşlanmıyordum.
Küvetin suyunu süzüp, kağıt havlu ile yere dökülen suyu kuruladım. Her yeri temizleyip kalan eşyaları aldım. Banyodan çıktığımda kısa koridoru yürüyüp odaya vardım. Odada değildi. Gözlerim odanın içinde onu ararken, kapısı açık olan balkonu farkettim. Rüzgarı sertçe esiyor uzun tül perdeyi savuruyordu. Elimde ki pantolonu yatağa bırakıp balkona ilerledim. Tül perdeden sıyrılıp pervazında durdum. Karanlık balkonda ay ışığının vurduğu kısımda duruyordu. Elinde bir sigara vardı. Bitmeye yakındı. Bir duman daha çekti içine ve havaya serbest bıraktı. Sigara kokusu buraya kadar geldiğinde, rüzgar savurmuştu kokuyu. Yavaşça balkona süzüldüm.
Çıplak ayaklarım balkonun mermerine değince ürperdim. Rüzgar sert esiyordu bu gece. Saçlarım uçuşuyordu. Islaklığını ensemde hissediyordum. Kollarımı bedenime sarıp birkaç metre uzağında durdum. Sigarasını büyük bir kısmı kalmışken, ben geldiğimde söndürüp bir kenara atmıştı. Ellerini cebine yerleştirip dışarıyı izliyordu. Sesli bir nefes aldım. Göğsüme dolan hava ile ferahladım. Çünkü onun okyanus kokusu dolmuştu yine genzime. İyice soludum.
Sanki göğsümde yanan ateşin düştüğü heryeri söndürmüştü. Bana herşeyi anlat demişti. İçimden anlatmak gelmişti. Ama nereden başlayacağımı bilmiyordum. Çünkü dilim varmıyordu anlatmaya. Anlatsam büyük bir yük kalkardı üstümden sanki. Ama anlatmasam içimde ukde kalırdı yine.
"Sana yanarım ama bu ateşi harlama, nalan!" Çıplak sesimle söylediğim sözleri içimden geldiği gibi söyledim. Bana baktığını biliyordum.
"Dizinin dibi çok güzel, yaramla yaşayamam ben! Orda..." Ona söylüyordum sanki bu sözleri. İçimden gelen cümleleri söylemek yerine ona şarkı söylemek istiyordum. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde şarkılarım konuşsun istedim.
"Sen bahçesin, ben kasırga! Çiçeklerin kopar burda!" Dediğimde gözlerine baktım. Kara gözlerinde ne çok saklıydı kim bilir. Ben bahçeyim, sen kasırga, yüzbaşı. Çiçeklerim kopmazdı paramparça olurdu. Ama ben kasırganın inadına tomurcuk verirdim, biliyorum. Sen esip ezsen de beni ve bahçemi ben yine çiçek verirdim.
"Yapma! Nalan..." Dedim ardından devamını getirerek. Gözleri hüzünlü gibiydi. Gözlerimden ayrılan gözleri saçlarımda gezindi. Adem elması kavislendi. Zorla yutkundum. Rüzgarın esip omzumda kalan birkaç tutam saçı geri savurduğunda sesli bir nefes aldım. Önüme döndüm. Karşıda karanlık gökyüzünün kubbesine ulaşmaya çalışan dağların eteğinde takılı kaldı gözlerim. Ay ışığının altında ne de güzel parlıyordu karları.
"Bana aşıktı..." Dedim konuya nereden gireceğimi bilmeden. Bir yerden başlamam gerektiğini biliyordum ama buranın neresi olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tepkisini görmek istedim ama bakmıyordu. İleriyi izliyordu ve kaşları çatık bir hâl almıştı. Dudaklarım yalayıp kuru kalmasını engellerken, zorla yutkundum.
"Arkadaşım, kardeşim dediğim bir kadın vardı. Bir zamanlar tabi..." Dedim aynı zamanda başımı sallayarak önüme eğildim.
Yandan baktım ona. Kısık gözlerle bana baktığında, kaşları hala aynı çatık haldeydi.
"Assolistlik yapıyor! Sırf ona daha yakın olabilmek için girdi o mekâna! Annesi, Allah'ın dağında günlerce düşünüp kızım ne yer ne içer elin şehrinde diye efkarlanırken şimal bir kere olsun aramadı onu!" Sinirden ve öfkeden ağlamıştım. Çünkü kime aynı hikâyeyi anlatsam hep böyle oluyordum. Zayıflığımın belirtisi de işte buydu.
"Magazin haberlerinde çınar'ın metresi diye anılırken benimle nişanlı olduğu zamanlar öğrendi kızının aslında ne yiyip ne içtiğini!" Göğsüme sıkışan nefesleri sesli bir şekilde dışa vurdum. Gözlerime acıyarak bakıyordu çünkü acıyordu o da herkes gibi. O da bana acıyordu. Zaten bu yüzden değil miydi bana yardım etmesi?
"İsteyerek?" Diye sorduğu sırada gözleri parmağımda ki yüzüğe kaydı. Avucumu sıktım. Görmesini istemedim. Sakladım.
"Bir saniye bir saniye. Ne kadını? Ne fotoğrafı?" Diye sordu şaşkın bir şekilde.
"Sonra?" Dedi sinirini sakladığı nefesinde.
"Sonra uyandığımda depo gibi bir yerdeydim. Silah sesi duyduğumda uyandım ve karışımda onu gördüm. Sırıtıyordu. Rahatsız edici bakışları vardı. Korkuyordum ama belli etmemeye çalışıyordum. Sonra birşey söylemeye başladı ve gerçekler ağzından döküldü. Beni gördüğü günden beri aklında bambaşka yerlerde hayal ettiğini söyledi. Saplantılı bir şekild-" dediğimde sözümü şiddetle kesmişti.
"Bu adam seni nerede gördü?!" Diye sordu öfkeyle. Afalladım.
"B-ben ne yapacağımı bilemedim yüzbaşı." Gözyaşlarım akıp gerdanıma doğru iz bırakarak ilerledi. Sesim kesik kesik çıktı. Nefes Nefese kalmıştım. Göğsüm hızla inip kalkarken, gözlerine baktım.
"İzin vermeyeceğim, albayın kızı. Kimsenin sana istemediğin birşeyi yaptırmasına izin vermeyeceğim. Seni kurtaracağım bu illetten. Sana söz veriyorum seni o adamdan kurtaracağım." Dediğinde nefes nefese kaldım. Göğsünde sesli bir şekilde ağlamaya başladım.
Yüzümü ellerinin arasına alıp yine parmakları ile gözyaşlarımı sildi. Burnumu çeke çeke baktım yüzüne. Yüzünün bir kısmı karanlıkta kalmışkenz diğer kısmı ay ışığı ile aydınlanmıştı. Kara gözleri bana üzgün bakıyordu. Sustum. İçimde değilde omzumdan bir yük kalktığını hissettiğim sırada, kuş gibi hafiftim kollarında. Derin bir nefes aldım ve sakinleştim.
Ellerini yüzümden bu sefer ben çektim. Koca elini küçük avucumla tutup indirirken, serçe parmağım baş parmağında oyalandı. Bedenine baktım. Bir dağdan farksızdı. Sonsuza kadar yaslanıp asla yıkılmayacak gibiydi. Bakışları bu sefer yakmıyordu. Narin ve incitmekte çekinir gibi bakıyordu. Kasırgaydı ama bana tatlı esen bir rüzgardı sanki. Çiçeklerimi incitmeden esip geçiyordu sanki. Aytekin fırtınaydı ama sönmüştü. Ben ise onun her haline rağmen ayakta durmaya çalışan zayıf solmuş bir çiçek. Bir kere esip gürlese savrulur giderdim. Bir daha tomurcuk açmamak üzere.
Kan ağlayan kalbim bu gece sustu. Çünkü Aytekin kalbime dokundu. Kanları ciğerlerimi boyamadı çünkü Aytekin'in kokusu aldı götürdü hepsini. Bu gece kambur değildi ruhum çünkü Aytekin'e yaslandım. Ben bu gece acı kokan aheste değildim, nergis kokan aheste'ydim. Çünkü Aytekin gelmişti. Ve bana bir söz vermişti. Korku yoktu, acı yoktu, hüzün, nefret hiçbir şey yoktu çünkü Aytekin'in olduğu yerde sadece güven ve huzur vardı.
Onun bakışıyla yerle bir olmuştum ama bir dokunuşuyla yeniden bir oldum. Yarım değildim artık çünkü diğer yarımı bulmuştum.
Ben anlamıştım. Yaralı, kanadı kırık ve uçmaktan umudu kesmiş bir kuşken, kanadımı saran bu adama bağlanmıştım. Kim ne derse desin artık bu değişmeyecekti. Herşey yalandı, tek bir gerçek vardı; ben yaramı saran bu adama aşık olmuştum. Ben, beni yerle bir edecek kasırganın fırtınasında, birgün tatlı tatlı esecek bir rüzgarı beklerken gönül bağlamıştım ona.
Elim sol göğsünde yer edindi. Kalbinin avucumda attığını hissettiğim ilk o an, gözlerine baktım. Dudaklarım aralandı. Kesik kesik nefesler alıp verdim. Kalbim onun kalbinden farksızdı. Göğüs kafesimi delecek bir kurşun gibiydi. Paramparça edip kaburgalarımı, öldürecekti beni. İnat ettim dokunmaya. Onun kalbine, kendi kalbime inat dokundum tenine, kalbine.
"Sence... Güven yerini başka duygulara bırakabilir mi?" Diye sordum. Kaşları çatık bir hal aldı. Gözlerini kıstı ve sesli nefesler eşliğinde baktı bana. Elimde olmadan yaklaştım ona. Yüzüne yakındım haddinden fazla. Dudakları aralandı ve sıcak nefesi dudaklarıma değdi. Yakıcı ama narince vurdu yüzümün kıyılarına. Çehresi sertti. Zorla yutkundum, gözlerimi gözlerinden aldım ve dudaklarına baktım. Yüzüne fazla yakındım ve bu onu rahatsız etmiyordu. Boyuna yetişmek zordu ama eğilmesi ile bütün imkansızlıkları silip atmıştı. Bir elim yavaşça ensesine giderken, göğsümde acı hissettim.
Sıcak bir his göğüs kafesimden aşağı akıp gitmişti. İçim gidiyordu ona. Ona dokunmak bile benim için bir mucize iken, onu öpmek felakete sebep olurdu. Dingindi bana. Sakin ve sessizdi her hareketime.
Bazıları için ulaşması kolay biri olabilirdi ama benim için gökyüzünün en uzak yerinde duran bir imkansızlıktan ibaretti. O hâlde neydi bu yakınlık? Madem imkansızdı neden belli etmiyordu. Bu kolay mıydın bana, yüzbaşı? Kendimi sana açtım sen niye bana bu kadar kapalısın?
Artık dayanılmaz bir noktaya gelmiştim. Dudaklarım erişmek istiyordu dudaklarına. Öpüp cennete erişmek istiyordum. Bedenim yara izleri ile dolu iken, ona yaradan çok hatıra bırakmak istedim. Beni ona hatırlatsın istedim. Kollarımı iyice sardım boynuna.
Ve artık hiçbir şey düşünmek istemedim. İlk öpüşüm olsun, sonu onunla getireyim istedim. Seni istedim yüzbaşı, maruz göremez misin? Milim mesafe de kalan dudaklarına biraz daha yaklaşmak istedim ama nefesinin sertçe çarptığı dudaklarıma konuştu.
"Yapma..." Dedi nefes nefese çıkan kesik sesi. Gözlerimi açmak istemedim, istemiyordu.
"Razıyım..." Dedim gözlerimi açmadan. Nefesi dudaklarıma değip geçince aklımı kaçırmaya başlamıştım.
"Aşk yakar, ben yakarım, sen yakarsın. Biz yanarız aheste... Kül olur gideriz. Biz diye birşey olmaz." İsmimi ikinci defa dudaklarında duydum.
Seni istemiyor işte aheste. Bahanelere yer yok. Öldürdü gömmedi.
Baksana gökyüzüne. Senin kadar karanlık olabilir mi? Seni geceye benzetmekte hata etmişim. Sen geceden daha karanlıksın yüzbaşı.
"Ö-özür dilerim. B-ben bilerek istemedim. Sadece anlık oldu, kusura bakma. Bir daha olmaz, unutalım bunu lütfen." Diyip hızla odaya yöneldim. Tepkisini göremeden girdim içeri. Çantamı aldım ve içinden telefonu aldım. Mehru büyük ihtimalle sarhoştu ve uyuyakalmıştır.
Çok utanıyordum. Yaptığım şey tamamen aptallıktı. Hislerimin bedelini ödüyordum işte. Bilemezdim beni sevmediğini bilemezdim. Haklıydı güven duygusu yerini başka duygulara bırakmazdı. En azından onun için öyleydi.
Kapının önünde gördüğüm görevliye seslendim ve odamın kapısını açmasını istedim. Elinde ki kartla odamın kapısını açtı ve gitti. Odaya girip kapıyı kapattım. Valizden aldığım bir eşofmanı giyip üstü çıkarmadım. Telefonumu alıp pencere kenarında ki koltuğa geçtim.
Dışarıyı öylece izledim. Ayın ışığı dağları aydınlatırken, gözlerim karanlık olan tarafa doğru baktı. Hayat iki türlü de sağ kalmamı istemiyordu. Kalben ölü ruhen ölüydüm. Üstüme oynanan oyunlar büyüktü. Altında ezileceğim duygular beni çıkmaza sokuyordu. Elimi tutan biri vardı ama kalbimi sevdiği için değil. Mecbur hissettiği için.
Kafam allak bullaktı. Saate baktığımdaz geç olduğunu farkettim. Yatmak için yatağa gidecekken, kapının çaldığını duydum. Kim olabilir diye düşündüğümde aklıma ilk o geldi.
Kapıya doğru yürüyüp kim o demeden kapıyı açtım. Karşımda tahmin ettiğim kişiyi değil tam tersine tahmin etmediğim kişiyi gördüm.
Çınar'dı bu. Simsiyah takımlar içinde yine giymekten vazgeçmediği yeleğiyle, iğrenç bakışlarını üstüme dikmişti.
"Sevgilim!" Dediğinde kollarını iki yana açtı. Kenarda duran iki korumayla kapının önünde dikilirken, söylediği kelime ile kusmak istedim.
"Öyle olur mu, ama sevgilim? Seni çok özlediğim için ayağına geliyorum senin yaptığına bak." Dedi. Sikerler özlemini de seni de!
"O zaman şimdi geldiğin gibi siktir git!" Diyip kapıyı kapatmak istedim lakin eliyle engel oldu ve içeri girdi.
"Seninle hiçbir yere gelmiyorum! Defol git buradan!" Sesim odayı doldururken, korumaları öylece izliyordu.
"Fikrini sormadım zaten güzelim. Artık fazla ayrı kaldığımızı düşünüyorum o yüzden buna en iyi çözüm olarak seni buradan alıp götürmek diye düşündüm."
"Senin düşünceni de sikeyim! Seni de-"
"Şşş! Pişman olacağın laflar söyleme ama." Arkada ki adamlarına işaret verdi.
"Şu köpeklerine söyle, bana dokunmaya bile kalkışmasınlar!" Diye bağırdım. Ama nafile çınar aynı piç gülüşünü sergileyip diğer adamın valizimi almasını bekledi.
"İmda-" diye bağırdığım sırada adam eliyle ağzımı kapattı.
Başıma dayadığı silaha baktım.
"Herşey tamam efendim." Dediğinde adamı, başını salladı şerefsiz.
"Aynen böyle sevgilim." Dediğinde, nefretle baktım yüzüne.
"Allah belanı versin! Duydun mu çınar Allah belanı versin." Dedim kin dolu sesle. Kolumdan tuttuğu gibi beni dışarı çıkardığında adamları peşimizden geldi.
Herşey buraya kadardı. Belki de sondu. Bu sondu benim için. Sesimi duyacak kimse de yoktu artık.
______________________________________
Hellooooo!!!! Kitabın akışını değiştiren bir bölümle merhabalar. Kitabı beğenen veya okuyup bölüm bekleyen arkadaşlara söylüyorum (herkese) lütfen kitabı oylayın ve yorum yapın. Kurgu burada harcanmasın. Şimdiden teşekkürler iyi okumalar!!
🎵🔥...
|
0% |