Yeni Üyelik
16.
Bölüm

16.NOTA🎵

@nazo_65

"Mutlak seveceksin beni bundan kaçamazsın."

 

 

"Şehit öğretmen Şenay Aybüke Yalçın'ın anısına..."

 

Seni herşeyden sakınmak isterim; doğan güneşin ışığından, gece ayın ışığından, esen rüzgarın yelinden, bakan insanların gözlerinden. Seni herşeyden sakınmak isterim lakin en çokta seni yakan, küle çeviren kor ateşlerden...

 

3 gün sonra...

 

İnsanlar doğup büyüdükleri yere, çevreye, aileye, eşe ve dosta göre şekil alır. Ama herşey ailede başlar. İlk aileye gözlerini açarsın doğduğunda, ilk nefesini anne kucağında alırsın, babanın kollarında ağlarsın ilk. Herşey ilk aile de başlar.

 

İnsan tıpkı bir tohum gibidir. Önce toprağı sürülür, sonra ekilir ve can suyu verilir. Tıpkı bir tohum kadarken anne karnına düşen can gibi. İşte herşey burada başlar. Anne karnında tomurcuk veren bir çiçeğe benzer insan. Suyunu nasıl verirsen öyle yetişir. Annenin verdiği değer de tıpkı can suyu gibidir. Ya sever seni şefkatle büyürsün ya da öldürür ölü doğarsın.

 

Kötü insanlar bir zamanlar ölüme maruz kalmış olanlardır. Kötü insanlar aslında bir zamanlar iyi olan ama kötülüklere karşı direnmeyen zayıf insanlardır. Gücü kötülükte buldukları için kötü olmuşlardır. Ya da kötülüğe mecbur bırakılmış iyi insanlardır...

 

Şeytan bir zamanlar iyi bir melekti. Karşı geldiği şey kendisine bahşedilmeyen güçtü. Kıskandığı güç ve saygı ise Adem'indi. Şeytan karşı gelmekten kötü oldu. Ceza olarak kendine kötülüğü seçti. İşte iyi ve kötünün hikayesi buradan başladı. Şeytan gücü herşey bildi, insanlara kötülüğü emretti. Kötülük gücü temsil etti, insanlar kötüyü seçti. Dünya üstünde yaşayan savaş aslında iyinin ve kötünün değil, iyinin gücü kötüde aramaması üzerine çıktı. Güç ve şöhret insan için yaşamdı.

 

Bulunduğun konum seni yüceltir, zenginsen güçlü fakirsen zayıfsındır.
Yaşamak için öldüren, öldürmek için yaşayan insanlar tarafından yönetilen bir dünyaydı bu. Masumun kurban gittiği, özgürlük denen şeyin yok edildiği yeryüzünde bir yerlerde iyilik yaşasa kötülük şeytan kesilip öldürürdü onu. Çünkü prensibe göre gücün olduğu yerde zayıf olamazdı.

 

Şeytanın kendi kanında boğulduğu, kötülüğün bir silah olarak kullanıldığı, kalplerin taş, duyguların yok sayıldığı ve herşeyin sahte bir temel üzerine kurulduğu bu dünyada, kötülüğün namlusunun hedef aldığı biri vardı.

 

Yaşanan herşey bir travma yaratırken hasta zihinlerde, göz herşeye kör olur bir ölümü görürdü. İşte o zaman ne yaptığının farkına varırdı insan.

 

Çınar Erkuran...

 

Travmaların hasta zihnine hükmettiği, kötülüğü silah olarak değilde, kötülüğün silahı olan bir adamdı. Gücü babasının öğrettiği gibi kötüde bulan, şeytanın sesine kulak veren kişiydi.
Acımasızlığı iliklerine kadar hissetmiş lakin acıma duygusunun hâlâ içinde barındırdığını sanıyordu. Yalnız yanıldığı bir nokta vardı; kötüler acımazdı, acımasızdı. O ise hasta zihninde iz bırakan olayların acısını masumdan çıkaran, herşeyin sebebini sebep olmayan kişilerde arayan fakat sebep olanın sözüne kulak kesilen biriydi.

 

Çınar babası olarak görmediği ama ellerinde tahta ve cansız bir kukladan farksız olduğu babasına sormuyordu yaşattıklarının hesabını. Onun yerine babasının öğrettiği gibi kuklacı olmayı seçmişti. Çünkü ancak güçlü olunca, gücü bulunca hesap sorma cesareti bulabilirdi kendinde. Lakin hâlâ aradığı gücü bulabilmiş değildi.
Kukla olarak seçtiği insanlar masum olanlardı.
Canını istediği gibi acıtabileceği, istediği zaman ellerinde tuttuğu iplerini boynuna dolayıp boğabileceği, paramparça edebileceği insanlardı.

 

Kuklanın adı aheste. Hasta bir zihnin inandığı aşka kurban giden masumdu o. Bir süre oynayıp daha sonra iplerle boğulacak, eninde sonunda ölecek bir kuklaydı aheste. Çınar'ın ellerinde yok olup gidecek, özgürlük mahkûmu bir kadındı. Ve bunun farkındaydı. Ama mahkûm olduğu sadece özgürlük değildi.

 

Susmaktı aynı zamanda...

 

Kuklaların dili olmazdı. Aheste'nin dilini de kesen şimal olmuştu. Ve bu kozu çınar'ın eline o vermişti. Şimal'in hayatı, aheste'nin sesinde saklıydı. Şimal ise aheste'nin kalbinde... Ama aheste'nin şimal'in kalbinde bir yeri yoktu. Kalbi tıka basa tek bir isim ile doluyken, aklına da kazıdığı bu isim herşeyi silip arttırmıştı ona.

 

Çınar'da bunu bilerek oyununu kurmuştu. Hasta zihninin oynadığı oyunları kimse çözemezdi. Tıpkı şuan aklının neyi kestirdiğini bile bilemediği gibi.

 

Yeşili solmuş gözlerle baktığı tabutta yatan adam dedesi, cihanşah'tı. Ölmüştü.
Dün gece günlerdir geri döndürmeye çalıştıkları kalbi artık fazla dayanamayıp ölmüştü. Yaşam ve ölüm arasında girdiği savaşı kaybetmişti. Kanıtı ise girdiği tabuttu.

 

Babası için özel bir cenaze töreni düzenlemişti Cevahir. Herşey gibi bununda kusursuz ve gösterişli olmasını istemişti. Babasının ölürken bile halkın gözünde kötü görünmesini istememişti.
Basının gözünde nasılsa, halkın gözünde de aynı olmalıydılar.
Kalabalığın oldukça fazla olduğu törende, herkes sessiz ve solgundu.

 

Sonbahar'a yavaş yavaş yaklaşan Ankara'da bugün hava kapalıydı. Sanki gökyüzü Cihanşah'ın öleceğini biliyormuş gibi kapkaranlıktı. Belkide azrail kötü ve karanlık bir ruhu alıp gökyüzüne yükseldiğinden gök karanlığa bürünmüştü.
Bulutlar toplanmış ve güneşi görmeyi engelleyecek bir şekilde dağılmıştı etrafa.

 

Çınar en önde babası, abisi, Leyla hanım, demgüzar ve Leman'ın yanında simsiyah takım elbiseler içinde, sol göğsünde dedesinin fotoğrafı ile tabuta odaklanmıştı. Ne düşüneceğini kestiremiyordu. Aklının ucundan geçen düşünceler beynine dank ediyor lakin bir anlam kazanamayacak kadar anlamsız geliyordu. Tıpkı şuan herşeyin anlamsız geldiği gibi.

 

Sadece 3 saat öncesine kadar yaşayan dedesinin ölümü ona gerçekçi gelmiyordu. Ama gerçekçi gelmeyen başka birşey daha vardı.

 

3 saat önce...

 

Hastanenin kapısında duran arabadan indi, çınar. Şoförünün açtığı kapıdan çıktıktan sonra hastanenin girişine ağır ağır ilerledi.
Peşinden gelen korumalara eliyle verdiği işaretle durdular ve hastanenin girişinde beklemeye başladılar. Çınar ise girişten sonra sahte bir tebessümle onu karşılayan danışman kadına göz ucuyla bakıp asansöre ilerledi ve binip dedesinin yattığı odanın olduğu kata çıktı.

 

İçinde sık ve dışa vurması zor olan bir nefes boğazına düğüm olmuştu. Yutkunmak zor geliyor, dili damağı kuruyordu. Bunların bir anlamı olduğunu düşünüyordu. İçinde kötülüğün yer edindiği kalbinde kötü bir his her zamankinden daha kuvvetliydi. Asansör durduğunda, indi ve dedesinin olduğu odaya vardı.

 

Kapının hemen önünde durduğunda, görmek istemeyeceği bir görüntü karşısında kendisini hazırladı. Seslice ve kesik bir nefes dudaklarının arasından kaçıp kurtulduğunda kendini hazır hissederek odaya girdi. Kapıyı açtığında, içerde oturan Leyla hanım'a takıldı gözleri. Oturduğu koltuktan yüksek gökdelenleri izliyordu. Yüzü solgundu. Gözleri düşük, dudakları kupkuruydu.

 

Kapıyı kapatan çınar'a takıldı gözleri.
İçeri yavaş yavaş süzülen çınar öylece duruyorken odanın ortasında, cam duvarın ardında yatan dedesine baktı. Ölümü andıran ve son birkaç gündür zayıflayan yüzünde hiçbir kıpırdama yoktu. Dedesinden aldığı gözlerini Leyla'ya çevirdi.

 

"Durumunda bir değişiklik var mı?"
Dedi kısık bir sesle, çınar.

 

"Yok. Bir kere bile gözlerini açmadı. Tuhaf..." Dedi Leyla hanım. Ayağa kalktı birden. Camın önünde durdu ve ellerini arkasında birleştirdi.

 

"Tuhaf olan ne?" Dedi çınar. Gözlerinde bir belirsizlik vardı.
"Durumu gittikçe kötüye gidiyor."

 

"Tuhaf olan birşey olduğunu düşünmüyorum." Dedi çınar kısık bir sesle.

 

"Tuhaf olan o değil zaten. Tuhaf olan birkaç güne iyiye giderken birden kötüye gidiyor olan durumu. Ve doktoru garip bir şekilde yurtdışına gitmiş. Yerine gelen doktor ise durumunun kötüye gittiğini söylerken eski doktoru iyiye gidiyor demişti." Leyla'nın dikkatinden kaçmayan bu duruma çınar şaşırmıştı. Şüpheye düşerken neden böyle birşey olduğunu düşünmeye başladı.

 

"Eski doktoru neden gitmiş peki?"

 

"Bilmiyorum. Bu sabah geldiğimde, durumunu sormak için doktorun yanına çıktım ama orada değildi. Dedenin yanına geldiğimde başka bir doktor rapor tutuyordu. Ona sordum lakin eski doktorun neden gittiğini o da bilmiyor. Garip ve dikkatimi çekti."
Dedi Leyla hanım.

 

"Yeni doktor nerede?"

 

"Eski doktorun odasında." Dedi. Çınar yukarı kata çıkmak üzere odayı ansızın terk etti. Hızla yukarı kata çıktı. Doktorun odasının önüne geldiğinde kapıyı çalmadan içeri girdi. Doktor ise masasında oturmuş dosya inceliyordu. Eski doktora nazaran oldukça gençti üstelik kadındı. Koyu kahve saçlı, alımlı ve güzel bir doktordu.

 

"Buyrun beyefendi, birşey mi oldu?" Diye sordu. Çınar'ı tanımıyordu.

 

"Cihanşah erkuran'ın torunuyum. Durumu hakkında bilgi almak istiyorum."

 

"Tabi. Buyrun oturun lütfen." Dediğinde, deri kaplama koltuklardan birine geçip oturdu. Gözlüğünü düzelterek cihanşah'ın dosyasını arayıp buldu. Dosyayı açıp inceledi ve çınar'a döndü.

 

"Adınız?"

 

"Çınar." Dedi.

 

"Çınar bey, dedenizin durumu anlamadığım bir şekilde kötüye gidiyor. Benden önceki doktorunun aldığı raporlara göz gezdirdim fakat şu anki durumundan daha iyi olduğu yazıyordu. Tekrar bir tetkik yaptım fakat kötü olduğu yönündeydi. Kalbinin artık kendiliğinden atması veya kan pompalaması imkansız. Cihazlar sayesinde hayatta tutuluyor kalbi."

 

"Önceki doktorun raporlarına bakabilir miyim?"

 

"Tabi." Dedi ve önündeki raporları çınar'a uzattı. Raporları açıp ilk sayfayı inceledi. Doktorun aldığı raporda yazılan şeyler durumunun iyiye gittiği yönündeydi.

 

"Bu rapor dün sabah saat 11 gibi alınmış. Durumunda bir değişiklik olduğunu ve iyiye gittiğini belirtmiş. Hatta cihazlar birkaç dakikalığına çıkarılıp kalbinin durumu öyle gözlemlenmiş lakin biz cihazları çıkarmaya cesaret bile edemiyoruz şuan. Böyle birşey imkansız üstelik çünkü dün geceden beri kötüye bir durum var. Ve sadece birkaç saat arayla olacak birşey değil. Kısaca imkansız. Doktor bey ile görüşmek istedim lakin kendisi yurtdışına çıkmış. Bu tetkikleri yaparken yanında olan bir hemşire vardı. Onunla görüşmek istedim fakat hemşire 2 gün önce ölmüş. Garip bir şekilde ortada bu rapor sunulurken kim varsa şuan yok." Dedi. Doktorun söyledikleri çınar'ın kafasını karıştırdı.

 

Düşünmek şöyle dursun, düşünmeye çalışmak bile zor geliyordu.
Raporu masaya geri bıraktı. Gözleri tek bir noktayı incelerken, böyle birşey nasıl olabilir diye düşündü.
Kapı çaldığında içeri giren hemşire doktora,

 

"Doktor hanım, Cihanşah beyin bilinci açık. Gözlerini açtı." Dedi. Çınar birden ayaklandığında, doktorda beraberinde ayaklandı.

 

"Onu görebilme imkanım var mı?" Diye sordu.

 

"Önce durumu hakkında bir tetkik yapılsın. Ondan sonra size haber veririm." Dedi. Çınar başını usulca sallayıp odadan çıktı. Dedesinin olduğu kata indi ve odasıyla arasında cam duvar olan odaya girdi. Leyla hanım ise cam duvarın önünde kocasını izliyordu. Cihanşah'ın gözleri ise Leyla'yı izlerken, çınar'ı gördü. Gördüğü gibi ise buruk bir tebessüm oluştu gözlerinde.

 

Doktorlar yanına maskeli ve koruyucu elbise ile girerken, dedesinin gözleri hâlâ çınar'daydı. Ağzında oksijen tüpü vardı. Açmak istedi lakin mecali yoktu. Zayıf ve çelimsizdi. Solgun ve mor bir teni vardı.

 

Doktorlar kontrolleri yaptıktan sonra odadan çıkmıştı. Son hemşire cihazları kontrol ederken, cihanşah hemşireye birşeyler söylemeye çalışmıştı.
Hemşire başını sallayıp odadan çıktığında, çınar hızla diğer odanın kapısının önüne gitmişti. Doktor kapının önünde maskesini açmış bekliyorken,

 

"Nasıl durumu?" Diye sordu Leyla.

 

"Şu anlık bir sorun yok. Fakat gözlerini nasıl açtı bilmiyoruz."

 

"Doktor hanım, hasta çınar adında birini istedi yanına." Dedi hemşire. Gözler çınar'a çevrildi. Doktor hemşireye işaret verdi.

 

"Beyefendiyi hazırlayın." Dedi. Çınar'a yolu gösteren hemşire önden, çınar ise peşinden gitmişti. Leyla tekrar cam duvarın olduğu odaya dönerken, çınar giyinmiş, gelmişti. Odaya yavaşça girip dedesinin yanına ağır adımlarla ilerledi.

 

Cihanşah'ın gözleri torununu izlerken, çınar yanına varmıştı.

 

"Dede... İyi misin?" Dedi kısık sesle.
Cihanşah başını salladı. Olumsuz anlamda...

 

Kemikten başka birşeyin olmadığı elini yavaşça maskesine götürdü. Oksijen maskesini açıp odanın oksijenini içine çekti. Çınar ise ağzındaki maskeyi açtı.
Cihanşah ağzını açtı ağır ağır. Kısık kısık nefesler alıp verirken zorlanıyordu.

 

"B-ben..." Dedi, ardından öksürerek.

 

"İyi değilim ç-çınar." Çınar'ın kaşları çatık bir hâl aldı. Dedesinin bu sözüne karşılık garipsedi.

 

"K-kalbim... A-artık yok..." Şiddetli bir şekilde öksürdü. Elindeki oksijen maskesini ağzına götürüp derin bir nefes çekti içine. Göğsü hızla inip kalkarken, konuşmakta zorlandığı bariz ortadaydı. Çınar ise ne yapacağını bilmeden sadece izliyordu. Haline üzülüyordu dedesinin.

 

"S-senin için... Açtım g-gözlerimi..." Çınar şaşırdı bu seferde. Cümleleri karışık ve anlamsız bir hâl almaya başlıyordu. Birşeyler söylemek istiyordu. Birşeyleri örtüp şimdi ise gün yüzüne çıkarıyordu sanki.

 

"Kendini yorma... Konuşmakta zorlanıyorsun." Dedi çınar. Ama nafile, cihanşah eliyle böldü lafını. Zoraki bir şekilde yutkundu. Derin nefes daha çekti içine.

 

"Y-yılların... Bana verdiği yük artık omuzlarıma ağır geliyor, çınar..."
Sesi çatallaştı. Yorgun ve bitkin bir hâldeydi. Neredeyse gömülmeyi bekleyen bir ölüydü cihanşah.

 

"B-bir zamanlar... Ölüm denen illetin b-beni bulmayacağını sanıyordum... K-kendimi... Diğer i-insanoğlundan ayrı tutuyordum... S-sahip o-olduğum b-bu bütün toprakların a-altına b-birgün g-gireceğimi bilemezdim... Yanıldım, çınar... Ö-ölüm artık bir nefes kadar y-yakınımda. A-azrail c-canımı almak için sabırsızlanıyor..." Dedi ve durdu. Başını Leyla'dan taraf döndü ve onu izledi. Ardından tekrar çınar'a döndü. "B-bu yüzden..." Dedi şiddetli bir şekilde öksürdü ve maskeden derin bir nefes çekti ciğerlerine.

 

"Yükün... H-hepsini sana bırakıyorum... H-herşeyi..." Dediğinde şiddetli bir şekilde öksürdü. Oksijen maskesinden bir nefes daha çekti içine.

 

"H-herşeyi sana bırakıyorum... M-masayı, şirketi, h-hisseleri ve daha b-birçok ş-şeyi..." Çınar'ın gözleri Leyla'ya döndü. Şaşkındı. Leyla ise ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

 

"S-sen... Artık ç-çok güçlüsün ç-çınar... Senin önünde h-hiç kimse duramaz... Daha öncede çok g-güçlüydün... Sen aslında gücün ta kendisisin çınar..."

 

"Anlayamıyorum dede. Ne demek istiyorsun?" Dedi. Cihanşah tekrar öksürdü. Nefes nefese kaldığında artık, yorulmuştu.

 

"Sana sadece t-tek bir-birşey söyleyeceğim... Tek bir cümle..." Dediğinde gözleri artık gidiyordu. Son nefes daha çekti içine maskeden. Şiddetle inip kalkan göğsüne inat tekrar konuştu.
"S-sen bir Erkuran değilsin çınar... S-sen bir Veziroğlu'sun... Sen doğuştan ç-çok g-güçlüsün... S-sen çok güçlüsün. Herkesten..." Dediğinde artık art arda kesilen nefesleri durmaktan öte durmaya başladı. Yavaş yavaş nefesi kesilirken, son birkez daha kendine geldi.

 

"K-kimse-"

 

"Kimseye güvenme... Erkuran'ların hiçbirine g-güvenme ç-çınar..." Demiş ve son nefesini vermişti. Bağlı olduğu cihazlar ötmeye başlarken, çınar telaşla kapıyı koştu.

 

"DOKTOR! MÜDAHALE EDİN ÖLÜYOR! DOKTOR!" Diye bağırmaya başladı. Leyla telaşla kapının önüne geldiğinde hemşire ve doktor hızla odaya girip ilk müdahaleyi yapmıştı. Çınar başındaki galoşu çıkarıp ağır adımlarla ilerken, aynı zamanda ağzındaki maskeyi de çıkardı. Duvarın kenarında duran sandalyelerden birine geçip oturdu.

 

"Çınar! Noldu?! Deden noldu?! Niye durumu kötüye gitti?! Çınar!" Leyla hanım her ne kadar seslense de çınar duymuyordu. Kulaklarında yankılanan tek ses dedesinin cümleleri ile dolu olan sesiydi.

 

"Sen bir erkuran değilsin, çınar! Sen bir Veziroğlu'sun!" Diyen sesi kulaklarında sesli bir çınlama ile yankı yaparken, kimseyi duymuyordu.
Gözleri öylece yeri izlerken, düşündüğü tek şey dedesinin biran önce iyileşip ayağa kalkmasıydı. Zira bu cümlelerden sonra ölümü birçok sırrın beraberinde gömülmesi demekti.

 

"Doktor hanım?! Nasıl?! Durumu iyi mi?!" Diye sordu Leyla hanım, telaşla. Fakat doktor ağzındaki maskeyi açıp çaresizce başını iki yana sallarken, Leyla çoktan anlamıştı herşeyi.

 

"Maalesef! Hastayı kaybettik... Başınız sağolsun!" Demişti. Çınar'ın sonunda duyabildiği tek ses doktorun sesi olmuştu.

 

Leyla eliyle ağzını kapatırken, duvarın bir köşesine sinmiş şok içinde etrafı izlemeye başlamıştı. Gözünden akan bir damla yaş ile ardından akan yaşlar bir olmuştu.
Çınar ise ayağa kalkıp sersem bir şekilde odanın önüne doğru yürürken, üstü bembeyaz örtü ile kapatılan cesedi çıktı dedesinin. Çınar eliyle durmalarını işaret etti hemşirelere. Sedyeyi sürmeyi bırakıp durdukları sırada çınar örtüyü açtı ve dedesinin soluk yüzünü gördü.

 

Gözü açık gitmişti. Artık hiçbir şeyi görmeyen gözleri açıktı fakat ölüydü. Leyla hızla sedyenin yanına gelirken, kocasının bu halini görmüştü. Gözyaşları daha şiddetli bir şekilde akarken, ağlamaya başlamıştı, sesli bir şekilde. Çınar eliyle yavaşça gözlerini kapatmıştı. Dedesinin parmaklarının arasında bulunan yüzüğü almış ve örtüyü ağır bir edayla tekrar örtmüştü yüzüne.

 

Hemşireler sedyeyi götürürken, çınar'ın elinde kalan tek şey zümrüt yeşili yakut elması olan yüzük olmuştu. Kulaklarında hâlâ yankı yapan sözleri de...

 

"Erkuranlar'a güvenme, çınar..." Beynine dank eden cümleleri yakıcı bir sırrı barındırıyor ve keskin bir bıçak gibi beynine batıyordu. Gözleri ara ara bulanık görüyorken, artık göremeyecek kadar kör gibiydi.

 

Cihanşah erkuran, kötü kalbi ve yakıcı sırları ile bu dünyadan göçüp gitmişti.
Yerin altına giren sadece cesedi değil sırları ve gerçekleri de olmuştu...

 

...

 

İmam cenaze namazını kılmış ve tabutu mezarlığa götürmek üzere taşımalarını söylemişti. Tabutu taşıyan ailesi değil Cevahir'in tuttuğu adamlar olmuştu. Tabutu taşıyıp mezarlığa götürülmek üzere cenaze aracına götürmüşlerdi. Bütün kalabalık tabutun peşinden giderken, tabut araca bırakılmıştı.

 

Kalabalığın hepsi araçlarına binerken, çınar kendi aracına yönelmiş ve feyzo'nun açtığı kapıdan içeri girmişti. Araca geçip bindiğinde feyzo sağ ön koltuğa şoför ise sürücü koltuğuna geçip aracı sürmeye başlamıştı. Çınar sessizdi. Parmağında duran zümrüt yeşili yakut elması inceledi ve okşadı.

 

Feyzo dikiz aynasından çınar'ı izlerken, bu haline üzülüyordu.

 

"Abi... İyi misin?" Diye sordu. Çınar'ın gözleri feyzo'yu bulduğunda, yorgun ve bitkin bakıyordu. Gözleri ardından yan camdan yolu izlemeye başladığında,
"İyi olsam ne olur feyzo? Sadece ani oldu o kadar..." Demişti.

 

"Cihanşah Bey'in ölümü kötü oldu, abi. Erkuranlar için çok kötü oldu..."
Feyzo'nun ağzından çıkan kelime ile gözleri tek bir noktaya odaklandı.

 

Erkuranlar...

 

Aslında hiç olamadığı kişi miydi?
Yıllarca olmaya çalıştığı kişi mi? Ya da aslından daha güçlü olduğu kişi mi?

 

"Erkuranlar... Bu ölüm onlara ağır geldi, feyzo... Hem de çok ağır." Dedi.

 

Araçlar birkaç dakika sonra mezarlığın yakınında durduğunda, kalabalık tekrardan toplaşmıştı. Tabut yine korumaların omuzlarında kazılan mezara doğru götürüldü. Basın ve kameralar her bir anı dakikası dakikasına çekerken, tabut kazılan mezarın yanına bırakıldı.
Çınar ağır adımlarla o yöne doğru yürürken, Cevahir ondan önce varmıştı oraya.

 

Masadakiler de oradaydı. Harun, Erol, Erman, Fuat... Ve yardımcıları. Leman hemen demgüzar'ın yanında, Sergen Metehan ile birlikte tabutun başında bekliyordu. Leyla hanım ise Sergen'in karısı Tülay'ın kollarında zar zor ayakta durmaya çalışıyordu.

 

Çınar'da mezarın başına geldiğinde tabuttan cihanşah'ın cesedi çıkarıldı. Yavaşça kazılan mezara bırakıldı bedeni. Tahtalar yerleştirildikten sonra toprak atıldı. Korumalar da aynı şekilde toprak atmaya devam ettikten sonra işleri bitmişti. Kalabalık mezarın başından ayrılıp yola çıkmıştı. Erkuran ailesinin bu karanlık gününde yanlarında olan bu sahte insan topluluğuna basının karşısında bir açıklama yapmak üzere Cevahir erkuran gitmişti.

 

Kameralar ondan taraf çevrildi.

 

"Bugün burada olan, bizi bu kötü ve karanlık günümüzde yanlız bırakmayan dostlarıma sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Babam cihanşah erkuran'ın ölümü hepimizi derinden üzdü." Dediğinde eliyle kalabalığı işaret. Herkes pür dikkat onu dinlerken, kendi aralarında fısır fısır konuşanlarda vardı.

 

"Kendisinin bu ani ölümü elbette ki erkuranlar için kötü ve zorlu zamanları getirecektir. Ama erkuran ailesi en kısa zamanda toparlayacak ve eski düzenine geri dönecektir. Cihanşah erkuran'ın yokluğu asla aranmayacaktır. Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. İyi günler..." Diyerek kalabalığın arasından sıyrılıp gitmişti. Diğer erkuranlar da onu takip ederek giderken, kalabalık araçlarına binmiş ve gitmeye hazırlanmıştı.

 

"Çınar!" Dediğinde arkasına dönüp abisine baktı çınar.

 

"Yalıya gel. Dedemin avukatı aile toplantısı yapacakmış. Babamın kesin emri var kimse eksik olmasın." Demişti. Çınar gözlerini devirdi. Kesik ve kısık bir nefes dudaklarının arasından kaçarken, ellerini cebine yerleştirip karanlık gökyüzüne bakmıştı. Rüzgar sert ve kuvvetli esiyordu. Koyu kumral saçları esen rüzgarın etkisiyle savruluyorken, yüzüne ferahlık getiriyordu. Giydiği gömleğin yakasını gevşetip derin bir nefes aldığında, Sergen kardeşine bakıyor bu durumunu anlamaya çalışıyordu.

 

"İyi misin?" Diye sormuştu sonunda. Çınar başını olumlu anlamda salladığında, Sergen elini omzuna atmıştı.

 

"Bizi çok kötü günler bekliyor, çınar. Dedemin ölümü berberinde birçok sorunu da getirdi. Baksana şimdiden avukat aile toplantısı yapacak. İşler karışık. Babamın bundan sonra bizim başımızda olacağını düşünüyorum. Dedemden başka kimse idare edemezdi bizi. Babam ne yapar bilemiyorum." Çınar içten içe güldü. Babasının ailenin başına geçeceğini ve herşeyin sahibi olacağını düşünen abisine acıdı içten içe. Korkak ve kaçamak davranan abisinin tek isteği huzurlarının kaçmamasıydı. Lakin artık erkuran yalısında huzur denen şey olmayacaktı. Çünkü cihanşah ölse bile kaosu hala sert bir rüzgar gibi esecekti yalıda.

 

Araçlarına binip yalıya doğru gitmişlerdi.

 

...

 

Yalıya vardıklarında ise kapıda siyah araçlar park edilmişti. Korumalar kapıda nöbet tutuyor aynı zamanda garip bir sessizlik çökmüştü yalıya. Çınar ve Sergen ağır adımlarla yalıya doğru gitmişti.
"Bu sessizlik hiç hayra alamet değil."

 

"Birazdan ölüm çanları çalacak ondan."

 

"Avukat gelmiş olmalı. Babamın yapacağı toplantıda ters bir hareketin olmasın çınar. Biliyorsun zaten yeterince gergin bir gündeyiz."
Sergen'in bu sözlerine aldırış etmeden önden yürümüş ve salona giriş yapmıştı çınar. Salona vardığında dev masanın etrafında toplanmış olan topluluğa baktı. Avukat gelmişti. Cevahir en baş köşeye kurulmuş ve dosyaları inceliyordu.

 

Çınar geldiğinde oldukça düz bir ifade ile masaya doğru ilerlemişti. Sergen'de peşinden gelip masaya geçtiğinde,

 

"Kuzenler. Gelmeseyediniz. Valla cevahir amcam birazdan hepimizi kesecekti." Alaylı sesiyle ortamı yumuşatmaya kalkışan Metehan'a cevabını bakışları ile vermişti Cevahir.
Fahir'de geldiğinde herkes tamamdı.

 

"Buyrun Muammer bey. Başlayabilirsiniz." Demişti Cevahir. Avukat oldukça kilolu ve kel bir adamdı. Ensesinde seyrek birkaç saç teli kalmıştı. Avukat önündeki dosyaları açıp inceledi ve ardından konuşmaya başladı.

 

"Cihanşah bey, çok evvel; bu hastalığı öğrendiği gün miras ile ilgili işlemlere başlamıştı." Dedi tok bir sesle. Çınar oldukça rahat ve vurdumduymaz bir tavırla dinlerken, Cevahir'in dikkatinden kaçmamıştı bu tavrı.

 

"Çınar, eğer pay almak gibi bir düşüncen yoksa lütfen salonu terket." Demişti sert ve açık bir tonda. Çınar aynı tavrını takınırken,
"Bu bir aile toplantısı Cevahir bey. Aileden olduğumu düşünmüyorsanız bunu açıkça söyleyin." Aile kelimesine oldukça yüklü bir ima yüklerken, Cevahir buna aldırış etmedi.

 

"Söz konusu aile olması halinde bu tavrın ters düşüyor yaptıklarına."

 

"Önemli bir toplantı olduğunu düşünmüyorum çünkü. Miras, pay vesaire vesaire... Benim ilgi alanım değil bunlar. Siz daha çok önem verirsiniz." Dediğinde yine bir ima gizliydi sesinde.
Demgüzar elindeki yelpaze ile yellerken suratına havayı, sıkıldığını belli eden bir ses çıkarmıştı.

 

"Buyrun devam edin siz." Demişti Cevahir.

 

"Dediğim gibi miras işlerine yıllar evvel başlandı. Şirket, arsa, yalılar, bankalar, yüklü miktarda paralar, yurtdışında ki hisseler, mensup olduğu topluluklar, şuan müstakil olan yalı ve mücevher madenleri... Daha birçok sayıda mal ve belgeler Cihanşah Bey'in mevcut mirasıdır. Bana verilen yetki de belgeler bende ve gizli kalması suretiyle kendisinin ölüm günü beklenmiş bulunmakta. Ölüm günü yani 13/08/2024 tarihi itibariyle sahip olduğu bütün mirasın bugün konuşulması gerektiğini belirtmiştir." Dediğinde oldukça terlemişti. Masadaki peçeteyi alıp ensesini temizledi. Biraz su içtikten sonra dosyanın diğer sayfasına geçti.

 

"Belgede yazıldığı üzere yurtdışında bulunan hisseler aile içinde eşit bir şekilde pay edilecektir. Ailenin büyüklerine değil, torunlarına eşit bir şekilde paylaşılacaktır. Torun adı altında, Sergen erkuran, çınar erkuran, Leman erkuran, Metehan erkuran ve Sergen erkuran'ın çocuğu küçük erkuran'a eşit bir şekilde paylaşılacaktır. Bunun dışında geriye kalan; mücevher şirketleri, yalı, villa, mekânlar, Kıbrıs'ta ki kumarhaneler, barlar, Türkiye'de sahip olduğu arsalar, arabalar, yatlar, gemiler, Türkiye'de ki bankalarda sahip olduğu hisseler ve son olarak mensup olunan toplulukların düzeni ve akışı bütün sayılan miraslar ve belgeler cihanşah erkuran tarafından ikinci torunu Çınar erkuran'a bırakılmıştır." Dediğinde, masadaki herkesin yüzünde aynı ifade vardı. Sessiz ama şaşkınlık içindeydiler. Demgüzar'ın ağzı açık kalmış avukatın söylediklerini hazmetmeye çalışmıştı.

 

Çınar ise şaşkınlıktan çok rahatlıkta çığır açtı. Herkesin gözü üstünde iken onun gözü masadaydı.

 

"Avukat bey, bir yanlışlık olmalı. Miras benim kocamın. Oğlunun değil."

 

"Hayır, hiçbir yanlışlık yok demgüzar hanım. Mirasın tamamı Çınar Bey'in." Dediğinde, elindeki belgeleri çınar'a uzattı.

 

"Bunları imzalar mısınız çınar bey?" Diye sordu. Çınar belgeleri alıp imzaladı. Avukat imzalanan belgeleri alıp gittiğinde, masada yine ölüm sessizliği hakim olmuştu.

 

"Nasıl olur böyle birşey?! Bütün miras onun değil senin hakkın olmalı Cevahir! Birşey söylesene!" Sesi oldukça gür çıkan demgüzar'a sinirle baktı Leyla hanım.

 

"Demgüzar, kes sesini! Elinde belgeler ile gelen avukat yanlışlık olup olmadığını sordun. Miras çınar'ın. Cevahir'in değil!"

 

"Haksızlık bu! Düpedüz haksızlık!"

 

"Neden haksızlık olsun, demgüzar hanım?!" Dediğinde ayağa kalktı çınar. Sesinde ima vardı. Elleri cebinde, başı dik bir şekilde masanın başına doğru yürüdü. Giydiği yeleği düzeltip gözünü ovuşturdu.

 

"Sen bütün mirasın sahibi olacak konumda değilsin çünkü?!" Diye bağırmıştı demgüzar.

 

"Tıpkı şuan senin bana hesap soracak konumda olmaman gibi..." Dedi. Lakin masa da itiraz eden tek kişi o'yken sessiz olan diğerleri sadece izliyordu.
"Ben senin babanın karısıyım! Benimle böyle konuşamazsın!"

 

"O adam benim babam değil, seninde kimin neyi olduğun benim umurumda değil. Bundan böyle herkes beni dinleyecek, benim sözüm bu evde geçecek, benim söylediklerim bir emir gibi yerine gelecek ve kimse de itiraz etmeyecek. Eden varsa bile ardında erkuran soyadını bırakarak gitsin." Masanın geneline konuştuğunda, sesi gür çıktı. Başını tekrardan demgüzar'a çevirdi.

 

"Mesela senin için kapının önüne kırmızı halı bile serdiririm, demgüzar hanım."

 

"Yeter!" Elini sertçe masaya vurarak ayağa kalktı Cevahir. Verdiği tepkiye karşılık şaşırdı çınar.
Elleri cebinde alaycı bir tavırla baktı babasına.

 

"Yeter artık bu saygısızlığın! O kadın benim karım! Bu evde ona saygı duyacaksın!"

 

"Hangi konumda? Senin oğlun olarak mı? Yapma Cevahir, ben senin oğlun değilim. Senin karına saygı duymak zorunda değilim. Anlasana artık, güç benim." Cevahir'e bir adım yaklaşıp yüzüne bir milim mesafede durdu.
Gözlerine bakarak, sinirle konuştu.

 

"Sen ise bir hiçsin... Koskoca bir hiç."

 

"KENDİNE GEL! BEN SENİN BABANIM! SEN BANA MUHTAÇSIN ÇINAR! SEN BEN OLMADAN BİR HİÇSİN!"

 

"Öyle mi?" Dediğinde, Cevahir başını salladı.

 

"Öyle!" Dedi.

 

"Asıl sen bana muhtaçsın Cevahir! Baksana etrafına, bu yalıyı bırak sana tek bir parça arsa bile bırakmadı dedem. Elinde hiçbir şeyin yok senin! Senin muhtaç olunacak bir gücün bile yok! Bundan böyle bana karşı saygılı olacaksınız! Ve en başta sen olmak üzere herkes. Hepiniz bana muhtaçsınız! O yüzden bükemediğiniz eli öpeceksiniz tam tersi olursa öleceksiniz! Toplantı bitmiştir, sevgili babacığım ve sevgili ailem!" Sesli bir şekilde konuştuktan sonra salonu hızla terketti. Herkes pür dikkat dinledikten sonra masadan yavaş yavaş kalkıp kendi köşesine çekilmek üzere dağılmıştı. Herkes gittikten sonra masada yalnızca Fahir ve karısı asuman, demgüzar, Leman ve Cevahir kalmıştı.

 

Leman öylece masaya durup bakarken, herkes sadece Cevahir ve demgüzar'a bakıyordu. Cevahir sinirle inip kalkan göğsüne karşı koyamıyordu. Demgüzar ise sinirle salondan çıkarken, ardından bağırarak,

 

"Leman, beni takip et!" Demişti. Leman ağır ağır masadan kalkıp salondan çıkmıştı. Annesinin üst katta ki odasına doğru yol aldı.

 

Sessizdi yalı, çünkü yalıda hiçte gerçekleşmeyecek şeyler gerçekleşmişti. Bir zamanlar herkes konuşup çınar susarken şimdi ise herkes susuyor çınar konuşuyordu. Yalıda çınar rüzgarı eserken, kırılıp bükülmek istemeyen susuyor itiraz edip karşı koyan Cevahir ve demgüzar gibi kırılıp bükülüyordu.
Cesaret denen şey yoktu bugün. Çünkü güç kimde ise o konuşurdu. Güç çınar'ındı. Güç çınar'dı.

 

Annesinin odasının önünde durdu Leman. Seslice bir nefes verip az sonra belkide hakaretlere boğacak olan annesinin karşısında herşeye hazırlamıştı kendini. Masada itiraz etti. Planladığı gibi gitmemişti hiçbir şey. Para verip doz doz ilaç verdirttiği cihanşah ölmüştü evet ama kendi kazdığı kuyuya düşmüştü demgüzar. Cihanşah ölürse herşey kocası Cevahir'e kalır, mirasın neredeyse yarısı ona kalır diye düşündü ama hiçte düşündüğü gibi olmamıştı.

 

Kapıyı çalıp odaya yavaş adımlarla girdi Leman. Annesini odanın ortasında deli danalar gibi gezerken gördü. Sinirle bir o yana bir bu yana gidip gelirken izledi.

 

"Aptal kafam! Aptal! Nereden bilecektim böyle olacağını?!" Annesinin bu cümlelerine bir anlam veremedi Leman. Yalnızca bir köşeye çekilip izledi sessiz sessiz.

 

"Hepimizi mahvedecek! Hepimizi!" Dediğinde sesinde korkunun binbir tonu vardı. Leman ise bunun farkındaydı. Sonunda yorulmuş yatağın önünde bulunan pufa oturmuştu. İki elini başının iki yanına yerleştirip saçlarını parmaklarının arasına hapsetti. Bir ileri bir geri gidip geldi.

 

"Anne, sakin ol. Neden bu kadar tepki gösterdin?" Dedi ürkek bir sesle Leman. Başını kaldırıp leman'a baktı sinirle. Makyajı bozulmuş, rimeli akmıştı.

 

"Neden mi bu kadar tepki gösterdim?!" Dediği sırada ayağa kalktı ve sinirle leman'a yaklaştı. Üstüne üstüne gelen annesine karşı ne tepki vereceğini bilemedi, Leman. Öylece durdu, çaresizce. Kıpırdamadı. Hatta o an elinden gelse nefes bile almazdı.

 

"Bizi sürüm sürüm süründürecek bir adam var ortada! Sokaklarda yine o boktan hayatımıza döneceğiz diye bu kadar tepki gösterdim! Tabi sen bilmiyorsun! Sonuçta senin için seçtiğim bu hayata doğdun! Bilseydin bundan önceki hayatımı o zaman anlardın neden bu kadar tepki gösterdiğimi!" Üstüne adeta kükreyen bu kadına karşı koymak imkansızdı.

 

"B-ben bilmiyorum. Ne d-dediğini bilmiyorum. Özür dilerim." Dedi ürkek bir sesle. Demgüzar bu tavrına karşılık da aynı sinire büründü. Nefesi burnundan soluyorken, başını tekrardan iki elinin arasına aldı.

 

"Sesini çıkarsana sende Leman!"
Leman afalladı. Sesini çıkarıpta ne yapacağını bilemedi.

 

"A-anne, benim hakkım olmayan birşey için neden sesimi çıkarayım?"

 

"ÇIKARACAKSIN! SEN O ADAMIN TORUNU DEĞİL MİSİN?! SENİNDE SOYADIN ERKURAN DEĞİL Mİ?!"
Leman sustu. Demgüzar'ın lafları ağırdı. Üst üste söylediği sözler ağır gelmişti. Konuşmak istese sözü kesilirdi, sussa annesi pısırık derdi. Tepki göstermek bile yasak iken demgüzar getirmişti kızını bu hale. Leman'ın sesinin sebebi o'ydu.

 

"HAYIR ANLAMIYORUM! BEN NEREDE HATA ETTİM?! NEREDE YANLIŞ YAPTIM?! GÜNAHIM NEYDİ?!"
Hala susan leman'a birkaç saniye bakakaldı. Leman ağlamaya başladı.
Gözyaşları teker teker akıp göğsüne düşerken, silmeye bile korktu.

 

"KONUŞSANA LEMAN! SUSMASANA! BENİM KARŞIMDA PISIRIK BİR KIZ OLARAK DURMA! KONUŞ!" Dedi ellerini sertçe omuzlarına götürüp sıkıca tuttu. Yüzüne yüzüne kükredi adeta. Leman boynu eğik öylece duruyorken, demgüzar artık bütün yaptıklarının boşuna olduğunu anlamış ve vazgeçmişti bağırmaktan.

 

"Çık dışarı!" Dedi, gür bir sesle. Sesi odayı dolduruyorken, Leman söylediğini yapmamakta ısrarcıydı.
"SANA ÇIK DIŞARI DEDİM! DUYMUYOR MUSUN?!" Diye bağırdı. Leman bu sözüne karşılık başını kaldırıp dolu gözlerle son bir kez demgüzar'a baktı. Gözlerinde kinin, nefretin, öfkenin yeri alev gibiydi. Annesine binbir türlü şey söylemek istedi ama sustu. Bağırıp karşı koymak istedi ama sustu. Leman annesinin eseriydi. Güçsüz ve zayıf bir kız olmasının tek sebebi annesiydi. Davranışları değil, sözleri değil, demgüzar'ın ta kendisiydi bu halleri.

 

Odadan sert bir şekilde çıkıp gitmişti. Merdivenleri hızla inerken, silmeye bile cesaret edemediği gözyaşlarını sildi elinin tersiyle. Merdivenleri indikten sonra dış kapıya yürüdü. Kolundaki çantası sürekli düşüp duruyorken, çantadan motorunun anahtarını çıkardı.
Dış kapıdan çıktıktan sonra kapının önünde yüzüne vuran sert rüzgar, siyah saçlarını savurmuştu.

 

Gördüğü kişilerle olduğu yerde kalmıştı. Gözleri sadece o ikiliyi izliyordu. Çınar ve feyzo'ydu. Kapının önünde arabaların yanında durmuş konuşuyorlardı. Görünmemek istedi lakin imkansızdı çünkü feyzo çoktan onu farketmiş ve çınar'a işaret etmişti. Çınar ise arkası dönük iken, feyzo'nun işareti ile Leman'a bakmıştı. Feyzo'ya birşeyler söyledikten sonra Leman'a doğru gelmişti.

 

Gelmemesini çok isterdi Leman. Zira şuan ona hesap verecek durumda değildi.
"Nereye?" Dedi çınar düz ve sert bir sesle.
Leman gözlerini devirip seslice nefes verdi.

 

"Kimsenin bilmediği bir yere."

 

"Kimsenin bilmediği bir yer... Mesela şu orospu çocuklarıyla beraber şehrin dışında ki boş arazide yaptığınız motor yarışları gibi mi?" Dediğinde Leman'ın gözleri büyüdü. Sözleri herşeyi bildiğinin kanıtıydı. Korktu çünkü şuan bakışları böyle iken korkmaktan başka birşey yapamazdı.
Üvey abisinin eli kolu uzundu. Feyzo'nun bildiği bir yer olduğunu düşünmüyordu. Korumalar yanında iken asla oraya gitmemişti. Peki nasıl öğrendi?

 

"Benim yaptığım şeylerden sanane, erkuran?"

 

"Haklısın cici kardeşim. Senin yaptığın şeyler benim zerre umrumda değil."

 

"O zaman, neden bu kadar ilgili davranıyorsun?" Diye sordu kısık bir sesle. Konuştuğu sıra sürekli etrafına bakınıp duruyordu. Annesinin onları izleyip izlemediğinden emin olmak istiyordu. Zira demgüzar hanım çınar'da fazlasıyla hoşlanmıyordu.

 

"İlgi alanıma giren bir durum söz konusu da ondan." Leman şaşırdı. Bakışları garipser bir tavra büründüğünde, kaşları çatık bir hâl aldı. Çınar'ın ilgi alanına giren ne olabilirdi diye düşünmekten kendini alamıyordu. İma ediyor lakin ima ettiği şey diline varmıyordu. Susmaktan başka birşey yapmayıp, yine her zamanki gibi sadece sonunu beklemişti. Annesinin aklına kazıya kazıya öğrettiği gibi.

 

Çınar başını iki yana sallayıp sertçe kıtlattı. Başını havaya kaldırıp gökyüzüne birkaç saniye baktı. Sesli bir nefes verip ellerini koyduğu cebinden çıkarıp ceketinin cebinden bir fotoğraf çıkardı. Fotoğrafa birkaç saniye baktıktan sonra leman'a çevirdi.

 

Leman elinde tuttuğu fotoğrafa baktı. Gayet tanıdık geliyordu, fotoğrafta ki kişi. Ama anlamadığı bir nokta vardı; çınar'da onun fotoğrafının ne işi vardı?
"B-bunu nereden buldun?" Dedi kekeleyerek. Gözlerini alamadığı fotoğrafı geri çekti çınar.
"Fotoğrata ki değilde, fotoğrafı nasıl bulduğum mu çekti dikkatini?" Dedi, alaycı bir sesle. Dudağı hafif yukarı kıvrılıp güldüğünde, Leman artık gerçekten korkmaya başlamıştı.
"Ah benim salak üvey kardeşim, ah! Senin gibi zeki bir kıza yakışıyor mu bu tavırlar?" Demişti, zeki kelimesine vurgu yaparak. Leman için değişen bir durum yoktu. Hâlâ aynı bakışlar ile bakmaya devam ediyordu.

 

"N-neyden söz ediyorsun? Anlamıyorum." Demişti sadece. Çınar buna da gülmüştü. Şuan korkudan bir patlak vermemek adına sade sorular sormaya çalışan leman'la alay etmekten başka birşey yapmıyordu. Ona göre zeki kızlar daha ilgi çekiciydi. Lakin Leman için aynı şeyi söyleyemiyordu.
"Bu fotoğrafta ki kişinin kim olduğunu biliyor musun?" Diye sordu. Leman başını iki yana korkakça salladı. Gözleri biliyor dese de davranışları için aynı şey söylenemezdi. Koyu kahve gözlerini çınar'ın bedeninden başka heryer de gezdirdi.

 

"H-hayır... Bilmiyorum." Sesi cılız ve kısık çıkmıştı. Çınar bu cevap üzerine iki dudağını ağzına alıp başını salladı.
Kollarını arkasında kavuşturup gözlerini leman'a dikti.
"Bilmiyorsun..." Dedi, imalı imalı. Leman terlemeye başlamış ve sorduğu soruların ağırlığı altında cevap veremez bir hale gelmişti.
Cebinden başka bir fotoğraf çıkarıp gösterdiği sırada, gözleri cam da duran demgüzar'a çevrildi.
Fotoğrafta, yan yana duran, yanlarında başka kızlarda bulunan ve bu kızların arasında leman'nın da yer aldığı bir gruptu bu.

 

Tek erkek ise Vincent nikolayev'di. Ünlü Rus mafyası Erman Nikolayev'in kardeşi.

 

"Peki... Bu fotoğrafta yer almanın nedeni ne? Ya da şöyle sorayım; Vincent Nikolayev'le ne gibi bir alakan olabilir?" Sesi sert ve düz çıkmıştı. Sorduğu soru yakıcı ve zordu. Leman iyice paniklemeye başlamış ve ne yapacağını bilmeyerek gitmeye kalkışmıştı. Lakin çınar önüne geçerek gitmesini sert bir şekilde engellemişti. Kaçış yoktu. Çınar kararlı, leman korkaktı.

 

Leman'ın kulağına doğru yavaşça yaklaşmış ve, "Sana bir soru sordum, cevabını vermeden hiçbir yere gidemezsin." Dedi. Sesi leman'ın kulaklarında yer edinmiş, ürpertici bir duygu yer etmişti içinde.

 

"B-ben tanımıyorum. Bahsettiğin kişiyi tanımıyorum."

 

"Bilmediğin, tanımadığın adamlarla fotoğraf çekinecek kadar salak mısın sen Leman? Doğruyu söylemezsen, elinden alacağım çok şey olur." İyice sokuldu leman'a,

 

"Motorun, okulun, özgürlüğün..." Birkaç saniye bekledi ve sesinde ima olan o cümlenin devamı çıktı ağzından.

 

"Canın... Benim şakam yok leman. Bugünden itibaren eski çınar yok karşınızda. Gücün ta kendisiyken karşımda aynen böyle titreyeceksiniz. Gözüm hiç kimseyi görmez, soyadı erkuran bile olsa... O yüzden tarafını seç cici kardeşim. Ölüm mü, sahte hayata devam mı?" Dedi. Leman'ın gözünden akan tek damla yaş ardında yaşları beraberinde getirdi. Annesinin baskısı yetmiyorken, çınar'ın tehditleri mahvetmek için hazırdı hayatını. Yine sustu bir haksızlık ve tehdit karşısında. Yutkundu zoraki bir şekilde. Gözyaşları dudağının kıyısına kadar gelmişken, dudağının kenarından diliyle ağzına aldı. Tuzlu ve ılıktı gözyaşları.

 

Acı ve soğuk olan hayatı gibi. Sesi olmasına rağmen hiç duyulmayan sesi gibi. Boş yere yaşadığı ve başkalarının yönettiği hayatı gibi. Boş yere aldığı zehirden farksız nefesler gibi. Leman yaşıyordu ama başkası için. Ya da ölmekten korktuğu için. Leman herşeyden korkardı. Korktuğu için ölmek isterdi ama ölmekten de korkardı. Leman her zaman korkardı, herşeyden...

 

Çaresizlik artık dört bir yanına bir duman misali yayılmış ve onu boğmanın eşiğine getirmişken, gerçekleri anlatmaktan başka çaresi yoktu. Başını kaldırıp dibine sokulduğu çınar'dan uzaklaştı.
Birkaç metre ötede durup elinin tersiyle gözyaşlarını sildi.

 

"Cici annemiz, yukarıda bizi izliyor. Gözyaşlarını sil, ağlamayı kes." Dedi, belli etmemek adına ağzının kenarı ile konuşurken. Leman annesinin olduğu tarafa bakmadan çınar'ın gözlerine odaklandı. Bugün yine birinin hayatını karartmak adına yeşil gözlerine Leman'ı kestirmişti.
"Vincent... Sevgilim." Dedi. Söylediği cümle ağzından tek seferde çıktığı sırada, çınar'ın çatık kaşları havalandı. Pür dikkat izlemeye başladı Leman'ı.

 

"Sevgilin..."

 

"Sevgilim..."

 

"Ne zamandan beri?" Dedi. Soğuk bir sesle.

 

"1 ay oldu."

 

"Nerede tanıştınız?"

 

"Motor yarışı yaptığımız birgün, beni bara davet etti. Abisinin barına... Orada tanışıp arkadaş olduk. O-ondan sonrası sürekli devam etti b-bu."

 

"Devam etti..." Dediğinde Leman sessizdi. Başı öne eğikti ve suskundu.

 

"Güzel..." Dedi çınar.

 

"Bildiklerimin aynısını söyledin. Doğruyu söylemekte iyisin. En azından yalan yuva yapmamış o olmayan diline..." Dedi hafif öne eğilerek kısık sesle konuştu.
"Madem Vincent Nikolayev senin sevgilin, o hâlde bunu değerlendirelim öyle değil mi kardeşim?" Leman'ın gözleri büyüdü. Aklında yine kötü oyunları oynamak için devreye sokacağı kuklayı seçen çınar vardı karşısında.
Kukla bu sefer leman'dı. Tıpkı bir kukla gibi sesi ve dili olmaması çınar'ın işine gelirdi.

 

"Vincent ile ilişkine devam edeceksin. Ve benim bildiğimden hiçbir şekilde haberi olmayacak. Eğer öğrenirse herşeyi, işte o zaman seni öldürmek zorunda kalırım cici kardeşim." Demişti. Leman bu sözlerine karşı korkuyla inip kalkan göğsüne karşı koyamayarak, sakin kalmaya çalışıyordu.

 

Çınar son birkez baktıktan sonra gözlüğünü takıp ağır adımlarla arabasına doğru gitmişti.

 

O sırada telefonu çalan Leman hızla telefonunu açıp kim olduğuna bakmıştı. Yüzünün aldığı hale bakılırsa sevmediği biriydi. Ve evet aynen de öyleydi.
Vincent'ti. Arıyordu fakat Leman cevap vermemeyi seçmiş telefonu çantasına geri koymuştu.

 

Garaja doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Korumalarla göz göze geldiği sırada Gülşan'ı bahçeden gelirken gördü.

 

Elinde bir kova vardı ve hızlı adımlarla bir yere yetişmeye çalışıyordu. Halinden belli oluyordu, işi yine başından aşkındı.

 

"Leman, nereye böyle?" Diye sormuştu. Leman hızlanan adımlarını yavaşlatıp Gülşan ile karşı karşıya durmuştu. Baştan aşağı onu süzdü ve sık bir nefes alıp verdi.
"Dışarda birkaç işim var." Dedi.

 

"Ne işin var?" Gözlerini devirdi Leman. Gülşan bu tavrından anladığı üzere yine canının sıkkın olduğunu anlamıştı.
Elinde ki kovayı kenara bırakıp ellerini tuttu leman'ın.

 

"Neyin var senin? Bir sorun mu var?"
Gözlerini kaçıran leman'ın gözlerini yakalamaya çalışıyordu. Ama Leman inatla gözlerini kaçırıyordu.
"Leman... Bak bi bana." Dediği sırada Leman dolu olan gözlerini uzaklardan alıp Gülşan'a çevirdi.
"Neyin var senin? Annen mi yine canını sıktı." Dedi. Leman elinin tersiyle gözyaşlarını silip başını salladı olumlu anlamda.

 

"Gerçekten yeter artık! O kadının ağzını burnunu kırmak istiyorum! Ne istiyor senden?!" Sesi bahçeye dolarken, Leman telaşla etrafına bakındı. Kimsenin olup olmadığından emin olmak istiyordu.

 

"Biraz daha bağır istersen, annem anca öyle duyar yalının penceresinden." Dedi sert bir sesle.
"Başlarım penceresine, yalısına! Kadın senin ruhunu sömürdü artık! Duysun! Hatta ben hesap sormaya gidiyorum!" Sinirle yerinden fırladı ve yalıya yürümeye başladı. Ama çok ilerlemeden Leman önünü kesip durmasını sağladı. Ama Gülşan gitmekte kararlı ve inatçıydı.

 

"Kızım bi dur! Bu ne şiddet ne Celâl? İşinden olacaksın! Yapma, değmez!" Dedi gür bir sesle.
"Değer. Eğer seni rahat bırakacaksa değer!"

 

"Değmez! Gülşan. Değmez... Benim gibi biri için değmez! Ben alıştım artık; laflarına, davranışlarına, hakaretlerine, bakışlarına, aşağılamasına, dövmesine! Ben herşeye alıştım! Sana yazık olur! Senin eline bakan bir sürü insan var evde! Annen hasta, kardeşlerin okuyor. Yapma! Bırak kalsın.. hayatım o kadar düzgün değil ki annemin davranışları eksik kalsın!" Nefes nefese inip kalkan göğsüne söz geçirmekte zorlanıyordu. Gülşan sadece izliyordu. Delicesine konuşan bu kıza öylece bakıyordu. Üzülüyordu bu haline. Birşeyler gelsin elinden istiyordu ama gelmiyordu işte. Susup öylece izlemekten başka birşey gelmiyordu elinden.

 

Kolundan tuttuğu gibi sertçe çekti bedenini kendi bedenine. Hızlıca sarıldı sıkı sıkıya. Omzunda ağlayan Leman'ın sesi bahçeye dolmuştu. Korumalar öylece izliyordu. Düz ve soğuk ifadeler hiçbir zaman silinmiyordu yüzlerinden. Gülşan, ağlayan leman'la beraber ağladı. Koyu siyah saçlarını okşadı. Belki aynı kandan değillerdi ama kardeşten öteydiler. Bir iki dosttan daha fazlasıydılar. Gülşan için Leman çok kıymetliydi. Leman içinde aynı öyleydi Gülşan.

 

Başını Gülşan'ın omzundan kaldırdı leman. Gülşan ellerinin arasına aldı yüzünü. Baş parmakları ile sildi gözyaşlarını, leman'ın.
"İyi misin?" Diye sordu.
"İyiyim." Dedi.

 

"Pusat seni aradı mı?" Diye sordu Leman. Başını olumsuz anlamda salladı gülşan.
"1 ay oldu, hala aramadı." Dedi.

 

"Vincent yüzünden olabilir mi? Biliyorsun pusat'ı, aramasa sormasa seni bana uyuyamaz geceleri." Dedi. Leman'ın yüzünde kısacık da olsa bir tebessüm oluştu. Tebessümün adı pusat'tı. Koskoca yalan hayatının tek doğrusu o'ydu. Ve galiba onu da kaybetmek üzereydi.

 

"Ya başına birşey geldiyse?"

 

"Yarışlara gelmiyor mu?" Diye sordu gülşan. Leman başını olumsuz anlamda salladı.
"Siktir! Vincent ona birşey yaptıysa?"

 

"Aramamı ister misin?"

 

"Gerek yok. Evine gideceğim. Onu görmem ancak içimi rahatlatır."

 

"İyi o zaman. Kendine dikkat et. Erkuran'ın adamları her an peşinde. Vincent öğrenmesin. Leman, lütfen kendine dikkat et olur mu?"

 

"Merak etme. Dikkat ederim." Diyip garaja doğru yürümüştü. Ara ara arkasına bakıp gülşan'a el salladı. Garajın kapısına vardığında, korumalardan birinin yanına gitti.

 

"Garajı açabilir misin?" Diye sordu. Koruma leman'a bir süre baktıktan sonra yan tarafa diğer korumaya döndü.
Leman da aynı şekilde o tarafa baktığı sırada koruma işaret verdi açması yönünde. Arkasında bulunan kontrol düğmesine basarak garajın kapısını açtı. Otomatik kepenkler açıldığında, leman içerde bulunan motoruna doğru yürüdü.

 

Siyahlar içinde olan ve karanlığın içinde farkedilmeyen motoruna dokundu.
"Seninle yine bir yerlere gidip zehrimizi akıtalım mı, ha? Ne dersin?" Diye konuştu. Belkide kafasını dağıtmasını sağlayan tek varlık bu motordu. Özgürlüğü andırıyordu, sürüp rüzgarı hissedince.

 

"Bence sende istiyorsun." Demişti ardından.
Arkada askılığa asılı olan motorcu ceketini aldı.

 

"Bakıyorum da özlemişsin oğlunu." Karanlığın içinden gelen ses leman'a oldukça tanıdık geliyordu.
Ceketi giyip üstünü düzeltirken, sessizce izlemişti karanlığı.
"Abi, karanlık bari bedenine hükmetmesin." Dedi sitemkar bir sesle.
"Karanlığa ben hükmederim. Karanlık kimmiş?" Dedi karanlığın içinden.
Leman güldü. Eline eldivenlerini geçirdi. Cırt cırtlarını bağlayıp sonunda karanlık olan yerden çıkıp motorun yanına geldi, Hamit.

 

"Ciğeri temiz. Basarsan bile öksürmez." Eliyle okşadı motorun kasasını. "Eminim. Senin elinden çıktı be hamit usta." Leman'ın sesi neşeyle çıkmış garajı doldurmuştu.
"Eyvallah, gülüm. Senin canın güvende olsun da başka birşey istemem." Dedi içten bir sesle. Kaskı da alıp elinde tuttu leman.
"Duyduğuma göre mirası pay etmişler. Sana ne düştü?" Leman'ın ilgi alanı olmayan konuyu açmıştı Hamit usta. Hâliyle gözlerini devirip, sık bir nefes alıp verdi.
Kaskın iplerini düzeltti. Gözlerini kasktan ayırıp hamit ustaya çevirdi.

 

"Ne oldu deli kız? İstediğin kadar vermediler mi sana?" Alaycı bir şekilde sorduğu soruya leman gülmemişti. Başı öne eğik ve mutsuzdu.
"Usta, derdim miras değil." Dedi. Sesi oldukça içten ve kısık çıkmıştı.
"Derdinin miras olmadığı belli, deli kız. Derdini söylemeyen derman bulamaz." Güldü. Sanki bugüne kadar sözü geçen biri olmayı başarmış bir kız gibiydi, öyle hissediyordu. Ama öyle olmadığına adı gibi emindi.

 

"Derdimi dinleyen kimse olmadı usta. Bende sustum. Anlatsam bile derman bulamam." Hüzünlü ve düşünceliydi. Sessiz ve konuşmayı istemeyen bir kızdı leman. Susmak ona konuşmaktan daha iyi geliyordu. Sanki konuşunca günah işliyormuş gibi hissediyordu. Geçmişini geleceğini bilmeyen, boşu boşuna yaşadığını düşünen ve insanların tehditlerine kolayca boyun eğen zayıf ve asla güçlü olmayı istmeyen biriydi. Sesini uzun zamandır çıkaramadığı için bağırmayı bilmeyen, sesinden nefret eden bir kızdı.

 

Biri gelip boynuna bıçak dayasa sesini duyarlar, ondan nefret ederler diye bağıramazdı. Birşey istemeye utanır, açlıktan, susuzluktan ölse bile sesini çıkarmazdı. Duygularını hep gizler, aşık olsa içine gömerdi. Herkesin onun arkasından konuştuğunu düşünür, kimseyle arkadaş olmazdı. Sırrını kimseyle paylaşmaz, biri onunla konuşmak istese cümle kuramazdı. Şarkı dinlerken kendini o şarkıların sözlerinde bulur, bulduğu an ise korkar başka bir şarkı dinlerdi. Karanlık ve içine kapanık biriydi.

 

Leman annesinin eseriydi. Demgüzar'ın vermediği sevginin aksine verdiği nefretin kapkara renklerine bürünmüş bir tuvaldi kızı. Kimse bakmak istemez, baksa bile birşey anlamazdı. Demgüzar kendi elleriyle kızını bu hale getirdi. Leman hayatı boyunca annesinin onu kendisine verilen bir günah olduğunu düşünerek büyüdü. Verilmemiş sevginin, soğuk göğüs kafesi kaburgalarının arasında çürüyüp giden bir kalbi büyütemedi. Ruhu ezik, sesi kesik, kalbi eksikti onun. Leman çocuk olamadı. Leman çocuk olamadan büyüdü. Çocuklarının hayatı demgüzar'ın ellerinin arasında çürüyüp gitti. Oğlunun kalbini avucunda parçalayan demgüzar, o parçalarla kızına yeni bir kalp biçmeye çalıştı. Lakin vebali boynuna o kalbe biçtiği değer kadar ağır geldi. Mahvettiği iki hayat varken, vicdan denen şeyin kendisinden beklenmesini şiddetle reddetti.

 

Demgüzar en büyük hatayı Rasim Karakum ile evlenerek değil, rasim Karakum'dan çocuk yaparak yaptı. Olan demgüzar'a değil evlatlarına oldu. Birer ölüden farksız iki ruh biçti iki bedene. Şimdi ise kendi elleriyle öldürüyor. Yaşayan ölü değildi onlar, günden güne ölen ölülerdi.

 

🎶

 

Çıkmaz duvarları olan hayatın içinde çıkıntısını bile yıkacak bir kadere sahiptim. Kaçmayı değil hayatta kalmayı emretmişti bana. Savaşmayı değil sessizce ya kurtarılmayı ya da ölmeyi öğretmişti. Elime hançer verildi ve öldürmeyi değil ölmeyi gösterdi.

 

Yapmadım...

 

Ne kaçabildim ne de ölebildim. Savaşmayı bilmedim, öldüremedim.
Sadece sessizce kurtarılmayı bekledim. Birgün birinin beni bakışlarımdan, tavrımdan, halimden imalardan anlamasını bekledim. Çıkaramadığım sesimi biri duyar diye sabrettim. Baş kaldırdım, bana biçilen bu hayata.

 

Taa ki çıkış kapısının ardından gözüken ışığın gözümü alamayacağım kadar parlak olduğunu anladığım an. Yıllarca gördüğüm kabusların ilk defa rüyaya dönüştüğünü farkettiğim an. Birinin içime hapsettiğim sesimi kimsenin duymasa da duyduğunu anladığım an.

 

O ne biriydi ne de kişi. O umuttu, ışıktı, güvendi, huzurdu, sığınaktı. O Aytekin'di. Anlamıştım. Elimi tutup beni lâyetelzelzel'e götürdüğü gece peşinden koşarken neden elini bırakıp beni nereye götürdüğünü sormadığımı anladığım ilk o an anlamıştım. Güven duygusu belkide ilk o gece yer açmıştı kendine yüreğimde. İlk o gece korkusuzca bir şekilde koşmuş ve ardımda iz bırakarak gitmiştim. İzimden gelseler bile birşey yapamayacaklarını bildiğim ama anlamadığım ilk o geceydi.

 

Ankara benden çok alsa da Diyarbakır bana çok şey kazandırmıştı. Ankara özgürlüğümü almıştı ama Diyarbakır bana özgürlüğümü yeniden tattırmıştı. Orada boğuluyorken burada nefes almıştım. Can çekiştim o şehirde, burada can çekiştiğimde sesimi duyan oldu. Hayatımın birkaç anı gözümün önünden bir film şeridi gibi geçse, en ağır ilerleyen yeri Diyarbakır olurdu.

 

Şehirler birer mezardı, içinde yaşayan birer ölüydük biz. Bu yüzden bağırsak bile sesimiz kaybolup giderdi koskoca karanlığında. Özgürlük alınır, esaret bahşedilirdi boynuna. Nefes keserdi, pis havası solunurdu. Yaşardık ama boşluktan ibaret hayatların boşluğunda kaybolarak. Kimse acımaz, kimse duymazdı sesinizi. Ölseniz bir kenarda gelip bakmazlardı son nefesinizi verdiniz mi diye. Kapkara gölgelerin altında tek beyazlık sarıldığınız beyaz kefen olurdu. Kara toprak onu da karanlığa alır götürürdü. Şehirler ölülerle dolu mezarlıklardır.

 

Ben o şehrin mezarlığında çoktan yer edinmiş ama hala yerimi almamıştım. Kafama hergün bir silahın soğuk namlusu dayanırken, yerimi alacağımı düşünmüştüm. Beynime yiyip, acısını bile hissedemeden öleceğimi düşündüğüm kurşunun benim canımı alacağını ve artık dert etmem gereken herşeyin son bulacağını biliyordum. Bilmek yaksa da tesadüfen olduğu zaman bunun bilincinde olduğumu bilmek en azından hayatımın az da olsa bir anlamı olduğunu ve birşeyleri bilmenin de katkısı olduğunu anlardım.

 

Bir rüzgarın esip saçlarımı savurduğu zaman gözlerimi kapatıp hayatın gerçekliğinden uzaklaştığımı hissederdim. Nefret ettiğim kıvırcık saçlarım tenimden uzaklaşıp hiç olmadığı kadar özgürce uçuşmasıyla birazda olsa severdim onları.
Babamın hep keşkesi oldum belkide. Keşke doğmasaydı, keşke annen yaşasaydı, keşke bunu yapmasaydın. Dile getirmese de biliyordum.

 

Acaba derim hep kendi kendime, ben doğmasaydım o gün, annem yaşasaydı nasıl olurdu hayat.
Belki de annem gibi bir kadını hayattan koparan hayatıma cezaydı bu yaşadıklarım... Babamın belkide içinde bana karşı duyduğu nefretin ve anneme karşı duyduğu özlemin vücut bulmuş haliydim. Ya annem yaşasaydı da benim hayatımın vebali onun boynuna ceza diye verilseydi? Hayatı boyunca vicdan azabı çekseydi tıpkı benim gibi? Ölse bile soğumasaydı içinde yanan azabın ateşi? Nasıl olurdu hali kim bilir.

 

Kim ne derse desin benim için hayat tıpkı babam gibi hep keşkeler ve acabalarla geçti. Pişmanlık ve karamsarlık içinde oradan oraya sürüklendim durdum. Düştüm, yeri geldi kalktım. Kalktım, yeri geldi düştüm. Ama düştüğüm zaman elimden tutan kimse olmamıştı. Kalktıktan sonra yanıma gelip nasılsın diye sorarlardı sadece. Oysa iş işten çoktan geçmişti. Yaralar bedenimi esir alırken, bunu engellemek akıllarının ucundan geçmemişti. Herşey bir nefes almamla başladı.

 

İçime çektiğim tatlı nefes bana hayatımın geri kalanında bir zehirden farksız olmuştu. Hayata tutunmamı sağladı belki ama hayattan koparacak nefesti o.

 

Evet oradaydım. Sonbaharın her şehir gibi yavaş yavaş etkisini gösterdiği Diyarbakır Lice'deydim. Havası sıcaktı ama esen tatlı bir rüzgarı vardı. İnsanları cana yakındı. Koskoca çarşısında yürüyorduk. İki üç gün önce gitmek için planladığımız ve eksiklerimi almak için gelmeyi düşündüğüm Lice'ye gelmiştik. Kılıç timi ile beraber. Daha doğrusu kılıç timinden birkaç kişiyle beraber.

 

Engerek'i görmedim yine. Kapının önüne park ettiği arabası da ortalıkta yoktu. Peşimizden geldiğini hissediyordum. Ve garip bir şekilde yaptığım şeylerden sanki çınar'ın haberi olmuyordu. Söylemiyor muydu yoksa? Belki de söylüyor ama çınar sadece bana cehennem edecek birgün belirliyordu. Şu son birkaç gündür nefes aldığımı hissediyordum. Ankara'da her gün korku içinde yaşadığım günleri bile aklımdan silecek kadar huzurlu günlerdi bunlar.

 

"Aheste, bak orada bir telefoncu var. İstersen bir bakalım?" Mehru'nun işaret ettiği yöne baktığımda bir telefoncu gördüm.

 

"Olur." Dedim. Timden Teoman, Çakır, şahin, afet ve Aytekin de bize eşlik ediyordu. Babamın güvenlik amaçlı bütün karakolu peşimize takmadığına şükür etmeliydim. Fazla sivil giyinmiştiler zaten. Gerçi heybetleri onları ele veriyordu ama neyse.

 

"Biz şu telefoncuya bakıp gelsek olur mu?" Diye sordum. Teoman tebessümle bakarak, "Tabi bacım, bakın. Bizde burada bekleyelim." Demişti. Cevabına tebessümle karşılık verip mehru'ya döndüm.
"Hadi." Dedim. Tam gideceğimiz sırada, "Elinizi çabuk tutun. Çıktığınız zamanda bir yere ayrılmayın." Demişti aklıma kazınan ses. Sert ve otoriter bir şekilde çıkmıştı sesi. Emir ve itaatkâr bir tavır sergilemişti. Ama timdekiler kadar alışmıştım bu tavrına. Arkamı dönüp başımı usulca salladım. Bu tavrından belli olduğuna göre babam beni yine sadece ona emanet etmişti.

 

Telefoncuya girmiştik. İçeri girdiğimiz an bizi karşılayan kadın tebessümle hoşgeldiniz demişti. Mehru ikimizin yerine karşılık verdiğinde gözlerim direkt içerdeki telefonlara kaymıştı. Bir önceki telefonumu yâd edecek bir marka olsa iyi olurdu zira bir öncekinin modeli bayağı eskiydi.
Ama anıları içinde barındıracak kadar güçlü bir hafızası vardı, anlamadığım halde.

 

"Kız! Şuradakine baksana. Ne kadar güzel." İşaret ettiği telefonunun yanına gittiğimizde markasına baktığım an fiyatı canlandı gözümün önünde.
"Kızım bu varya, felaket birşey." Demişti, telefona bakarken. Felaketin de felaketiydi gerçekten. Dudak uçuklatan bir paraya sahip olduğuna emindim.

 

"Mehru," dedim yanına yaklaşarak.
"Kızım, bu çok pahalıdır şimdi. Öğretmen maaşım yetmez buna."

 

"Haklısın da biz ne diye duruyoruz burada kızım?" Demişti. Gülümseyerek baktığım sırada görevli kadınlardan biri yanımıza geldi.

 

"Hoşgeldiniz efendim. Nasıl yardımcı olabilirim?" Demişti. Güler yüzle baktım kadına. Göğsünde ki kartta yazdığına göre adı Cansu'ydu.
"Hoşbulduk. Biz telefon bakıyorduk da şöyle uygun fiyatlı bir marka var mı elinizde?" Dediğim sırada mehru koluma sertçe vurmuştu. Kadına ise tebessümle bakıp kulağıma yanaştı.
"Kızım bu daha güzel. Alalım işte neyse bedeli beraber öderiz. Senden önemli mi?" O an ona karşı içimde anlam veremediğim bir his kapladı her yanımı.

 

"Mehru, sorun değil. Benim için arama yapması bile yeterli." Dedim. Gözlerini devirdi. Kısa sarı saçlarını savurdu ve bana baktı.
"Delirtme beni aheste! Bunu alıyoruz o kadar!" Dedi yüksek sesle. Görevli kadın pür dikkat bizi izlerken, mehru ona bakarak tebessüm etmişti yine.
"Biz bunu alıyoruz. Birde hat alınacaktı." Dedi.

 

"Tabi. Siz şöyle görevli arkadaşımızın yanına geçin hat için işlemler yapılsın. Bende telefonu kasaya bırakıyorum." Dedi gülümseyerek.
"Sağolun." Dedi mehru.

 

"Mehru, inan hiç gerek yoktu."

 

"Vardı. Sen herşeyin en güzeline layıksın be kuzum. Gönlüm razı gelmezdi dandik bir marka almana." Dediği sıra onu öpe öpe öldüresim geliyordu.
"Mehru, iyi ki varsın be kızım. Valla, ne yaptım da senin gibi bir kız çıktı karşıma bilmiyorum ama iyi ki çıktın." Dedim. Eliyle kıvırcık saçlarımı okşayıp baktı bana.
"Sende." Dedi sadece. Tebessüm ettim.

 

...

 

Telefonu ve hattı alıp çıkmıştık telefoncudan. Tim ve kızlar hala bizi bekliyordu kapının önünde. Mehru ile çıktığımızı gördükleri an bize baktılar.
"Hallettiniz mi?" Diye sordu Kübra.
"Hallettik hallettik." Dedi mehru.

 

"İyi o zaman gidelim. İlerde bir otel var oraya yerleşelim." Demişti Teoman. Diyarbakır'ın koca çarşısında ilerlerken, küçük esnafların tezgahtarların müşteri toplamak için bağırmaya çalıştıklarını farkettim. Gözüme takılan bir tezgâh farkettim. Çok güzel bileklik ve kolyeler vardı üstünde.
Diğerleri ilerlerken, ben fazla uzaklaşmadan tezgaha yanaştım.

 

"Hoşgeldin ablam!" Diye seslice bağırdı tezgahtar çocuk.
"Hoşbulduk, kolay gelsin." Dedim. Masa da ki bilekliklere baktım. Çok güzellerdi. Hepsi rengarenk taşlardan yapılmış ve süslenmişti.
"Bunları sen mi yapıyorsun?" Diye sordum.

 

"Yok ablam, annem yapıyor! Ben de satıyorum." Demişti. Tebessümle baktım yüzüne.
"Okuyor musun sen?!" Dedim bu seferde. Başını iki yana olumsuz anlamda salladı.
"Yok be ablam! Hayat şartları izin vermedi!" Yaşından oldukça büyük konuşuyordu. Erken yaşta atıldığı iş hayatında büyümeyi de öğrenmişti sanki.
"Ya. Baban ne iş yapıyor?!"

 

"Babam hasta abla! Adamın bir ayağı çukurda. Evi ben geçindiriyorum!"
Üzülmüştüm. Böyle bir hayatı hak etmiyordu o.
"Sen çok güçlü bir çocuksun bunu biliyor musun?!" Diye bağırdım onca kalabalığın içinde sesimi duyurmaya çalışarak. Gülümsedi içten bir şekilde.
"Eyvallah ablam!" Dedi.
Masada ki bilekliklere bakmaya devam ettim. Sadece bileklik yoktu tesbih, kolye, yüzük ve küpe de vardı.
"Ne kadar bunlar?!" Dediğimde,
"Tanesi 15 TL ablam!" Dedi.

 

"Tesbihleri de mi annen yapıyor?!"

 

"Evet ablam!" Dedi. Annesinin çok becerikli olduğunu anlamıştım.
İçinden beyaz incilerle yapılmış arasına ise elmas taneleri yerleştirilmiş olan kolyeyi aldım elime. Çok güzeldi. Zarifti ve birçok pahalı mücevhere değerdi. Çünkü emek o mücevherlerden daha değerliydi. Kolyeyi alıp boynuma tuttum. Çocuğa bakıp, "Güzel oldu mu?!" Diye sordum. Tebessümle baktı. Uyanmıştı da azıcık.
"Çok güzel oldu ablam!" Dedi içten bir şekilde. Güldüm. Kıvırcık saçlarımı geri savurup kolyeyi takmaya çalışırken, yine o derinlerden gelen kokuyu duydum. Ferahlatıcı okyanus kokusu bu sefer daha değişik bir şekilde dolmuştu genzime.

 

Sigara kokusu da vardı içinde. Çarşıda içen biri mi vardı bilmiyorum ama olsaydı kolayca ayırt ederdim. Onun kokusuyla karışmıştı. Ve beraber gelmişti burnuma. Yanımda hissettiğim koca bedene bakmak istedim ama yine o lanet olası utanma duygusu içinde kalakaldım.
"Hoşgeldin abim! Buyur!" Diye bağırdı çocuk. Evet birinin geldiğinden emindim. Hatta biri değil o'ydu.

 

Aytekin'di...

 

"Kolay gelsin, koçum." Demişti, sert ve erkeksi sesiyle. Yüz de yüz emindim artık bu ondan başkası değildi. Başımı kaldırıp ona bakmak istedim ama bakışlarım göğsünde takılı kaldı ve sonrası gelmedi. Boynumda ki kolyeyi tutarken anlık cesaret ile gözlerine baktım. Gözleri gerdanımda ki kolyedeydi. Polo yaka tişörtünde gezindi gözlerim. Yeni traş olmuştu ve losyon kokusu buram buramdı. Saçları yine her zamanki gibi ne fazla kısa ne fazla uzundu. Aynıydı.

 

Kara kaşları biçimli bir şekilde düzdü. Gözleri yine kapkaranlık bakıyordu. Boyu bir hayli uzun olduğundan yüzüne bakmak için başımı birkaç milim geri atmam gerekiyordu. Bu da boyun fıtığına neden olabilirdi.
Kaslı kolları tişörtü dolduruyordu. Oldukça kaslı ve yapılı biriydi. Heybetinden açıkça belli oluyordu asker olduğu. Kaç metre öteden görsem tanırdım. Her ne kadar losyon kokusu sigara ile karışıp gelse de burnuma, barut kokusunu bastıramıyordu. Genzi yakan derecedendi.

 

Şakağında ki damarlar hatrı sayılır derecede belirgindi. Migreni vardı belliydi. Ellerini cebine yerleştirip,
"Seçtin mi?" Diye sordu. Sesi beni kendime getiren şey olmuşken, afalladım.
"Ş-şey, yani öylesine bakmıştım. Almak için değil." Dedim ve boynumda ki kolyeyi hızla çıkarıp tezgaha geri bıraktım.
"Yakışmıştı sana ablam! Alsaydın ya!" Dedi tezgahtar çocuk. Tebessüm ettim telaşla.
"Sağol. Ama gerek yok." Dedim. Gideceğim sıra kolumdan kavrandım. Büyük ve kalın parmakları çıplak kolumu sararken, giydiğim kırmızı elbise rüzgarın etkisiyle uçuştu.

 

"Sen şunu paketle, koçum." Demişti. Çocuk hızla az önce seçtiğim kolyeyi alıp, "Hemen abim!" Diyerek paketlemeye başlamıştı.
"G-gerek yoktu. B-ben zaten takmam kolye falan." Dediğimde neden sebepsiz yere kekelediğimin farkında değildim.
"Böyle şeyler zaten gerekli değildir, albayın kızı." Dedi.

 

"O hâlde, gidelim boşuna paketlettirme." Dedim. Çocuk paketleyip getirdi. Cebinden çıkardığı 100 lirayı çocuğa uzattı.
"Üstü kalsın." Dedi. Çocuk tebessümle,
"Eyvallah abim. Güle güle kullansın ablam!" Dedi. Paketi alıp arkamdan gelmişti.
"Boşuna aldın ciddiyim. Ya kopar ya da kaybolur." Sesim oldukça düz çıkmıştı.

 

"Senin için değil albayın kızı." Dediğinde sustum. Benim için değildi. Salak gibi sabahtandır benim için alıyor diye ısrar ediyordum almaması için. Peki ya kimin içindi? Bakışlarım bedenini bulduğunda içimi garip bir his kapladı.
"Ya kimin için?" Diye sordum birde yüzsüzce.
"Bir arkadaş için." Dedi. Tahmin ettiğim kişiyse ya? Yemekhanede masa da oturup konuştuğu kadınsa ya? Ona mıydı? İyi de neden benim seçtiğim kolye?

 

"Benim seçtiğim kolyeyi beğenecek mi?" Diye sordum çekingen bir tavırla.
"Beğenir. Siz kadınların zevkleri aynı zaten." Dedi. Öfkeyle baktım yüzüne. Pişkin pişkin konuşuyordu birde.

 

"Aynı değil! Hiçbir kadının zevki aynı değil! Belki de kolyeyi vereceğin kadının zevki benim zevkime uymaz!"
Gereksiz yere çıkıştığımın farkındaydım ama neden olduğunu ben bile bilmiyordum.
"Sakin ol, albayın kızı. Bağırmanı gerektirecek birşey söylemedim." Dedi, hala aynı sakinlikle. Gayet sakin ve rahattı bana nazaran. Ama benim öfkem zirveyi bulmuştu. Nedeninin kesinlikle zevk meselesi olmadığına emindim. Ya neydi?

 

"Ben gayet sakinim! Asıl sen cinlerimi tepeme çıkarmak için zorluyorsun beni! Ne demek bütün kadınların zevki aynı?! Benim zevkim senin bu kolyeyi vereceğin kadınla aynı olamaz! Git başka kolye al!" Dedim sesli bir şekilde. Nefes nefese inip kalkan göğsüme söz geçirmekte zorlanıyordum.

 

"Derdin ne, kadın? Alt tarafı bir kolye." Demişti sert bir sesle.
"Alt tarafı bir kolye değil! Benim seçtiğim kolyeyi başka bir kadının boynuna takamazsın!" Dedim gaza gelip. Ne demiştim? Dur bir saniye. Yuh aheste! O nasıl söz kızım. Adama neler diyorsun?

 

"Y-yani kadın benim seçtiğim kolyeyi takamaz. Takmaz. Çünkü zevkimiz uyuşmaz. Hem belki o böyle dandik şeyleri beğenmez belki?"

 

"Beğenmez mi?" Diye sordu. Afalladım.
"Yani. Bilmem. Siz askerler biz öğretmenlerden daha fazla maaş alıyorsunuz. Elbet lüks şeyler seversiniz." Dedim. Gözleri beni baştan aşağı süzdü.
"Biz pahalı değil değerli şeyleri severiz, albayın kızı. Dandik şeyler bile anlamlı olunca o pahalı mücevherlere değerdir." Dedi. Az önce tezgahta düşündüğüm şeyleri dile getirmişti. İçimi bambaşka bir duygu kaplayınca, bütün sinirim öfkem yerini o duygulara bırakmıştı.

 

"Ha... Diyorsun?" Dedim çaresizce.

 

"Diyorum." Dedi. Vazgeçtim. O kadın her kimdi bilmiyorum ama içimden onu acayip şekilde yolma isteği geliyordu. Hem kimdi ki o? Asker kadın kolye mi takardı?
"Gidelim artık. Tim otele varmıştır." Dedi. Önden yürüdü peşinden gittim. Uzun bacakları benden hızlı yürümesine sebep oluyordu. Yetişmekte zorlanıyordum.

 

...

 

Tim ve kızlar otele varmıştı. Otelin holünde oturmuş Aytekin ve aheste'yi bekliyorlardı.
"Afet reis, nasıl buldun buraları?" Diye sordu Teoman. Mehru'nun bakışları Teoman'ın sorusu üzerine afet'e odaklandı. Baştan aşağı süzdü onu. Keskin kahve gözleri kızdan ayırmazken, cevabını bekledi.
"Güzel. Diyarbakır'a daha önce de gelmiştim. Bilirim az çok buraları." Demişti.

 

"İyi iyi. Diyarbakır güzel şehirdir." Dedi ardından Teoman.

 

"Aynen. Bende yeniyim mesela." Dedi mehru konuya ansızın dahil olurken.
Afet tebessüm etti. Ama yine aynı simaya büründü. Sert ve sinirli bir yapısı vardı. Lakin mehru'ya sökmezdi bu tavırlar.
"Timde yeni misiniz?" Diye sordu ardından.

 

"Yeni. Ama alıştı. Aile gibi olduk kendisiyle." Dedi Teoman afet yerine cevap verirken.
"Sizin adınız afet mi Teoman bey?" Dedi dişlerini sıkarak güldü, mehru.
Teoman şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi. Sustu. Şahin ve çakır teoman'a gülüşürken, Teoman'ın dikkatinden kaçmamıştı bu.
"Evli misiniz?" Diye sordu mehru.

 

"Değilim." Dedi afet düz bir sesle. Konuşmaya pek meyilli değil gibiydi ama mehru diretiyordu. Üstüne üstüne gidiyordu.
"Sevgiliniz var mı?" Dedi ardından.

 

"O da yok." Dedi, sık bir nefes aldı afet. Gözlerini devirip sahte bir tebessüm yer etti yüzünde.
"Hmm, peki kaç yaşındasınız?" Dedi mehru. Afet'e çevrildi gözler.
"28 yaşındayım." Dedi afet. Gözleri pür dikkat amacını anlamaya çalıştığı mehru'ya bakıyordu.
"Yaşlısınız biraz." Dedi.

 

"Ömrümü gereksiz şeylere harcamadım. Tam tersi oldukça önemli bir mevkiye harcadığım için pek umrumda olmadı yaş veya yaşlılık." İmalı imalı konuşmuştu. Mehru'nun dikkatinden kaçmadı.
"Haklısınız. Mesela benimde ömrüm önemli bir mevkiye ulaşmakla gitti. Bende önemsemiyorum pek yaşımı veya yaşlılığı ama kadın dediğin yaşlı da olsa genç gözükmeli." Dedi.

 

"İlgi alanıma girmiyor maalesef." Dedi afet düz bir tonda.
"Belli oluyor. Aslında güzel kadınsınız ama bakım da şart." Dedi bu sefer imalı konuşan o olmuştu.
"İhtiyaç duymuyorum. Askeriz biz hem bırakın bakım yapacak vakti, başımızı kaşıyacak vaktimiz yok. Malum mesele vatan olunca gerisi boş oluyor." Oldukça sakin ve düzeyli bir cevap vermişti. Mehru bu cevap altında kalmak istemiyordu. Herkes pür dikkat izlerken onları, sessiz kalmıştı ikiside.

 

"Tabi konu vatan olunca gerisi teferruat." Dedi. Konuşmayı kesmişti ikiside lakin mehru afet'ten hiç hazetmemişti. Oldukça soğuk ve sert bir kadındı.
"Aha, geliyorlar!" Demişti çakır. Girişte görünen biri heybetli bir adam diğeri ise onun yanında nerdeyse yok denecek kadar küçük kalan bir kadındı. Aheste ve Aytekin'di.
Hole geldiler.

 

"Nerede kaldınız komutanım, ağaç olduk valla." Dedi Teoman.

 

"Sen o evreyi çoktan geçtin bozkuş. Sen dümdüz odunsun." Dedi Aytekin acımasızca. Teoman gücenmişti.
"Ayıp oluyor ama komutanım." Dedi sadece.
"Odalar hazır mı?" Diye sordu.

 

"Hazır. Bavulları odalara götürdü görevliler. Bizde oturmak istedik biraz." Dedi çakır.

 

"Askeriyede de oturuyordun zaten dimi Bayramoğlu?" Demişti düz bir sesle, Aytekin.
"Y-yok komutanım sadece yol yorgunuyuz diye." Dedi. Ne diyeceğini bilemedi. Diğerleri gülerken, o gülmedi.

 

"Merhaba efendim! Hoşgeldiniz!" Dedi oldukça fit ve yapılı olan bir görevli. Ne ara geldiğini farketmemişlerdi.

 

"Hoşbulduk." Dedi Teoman.

 

"Bu gece otelimizin barında bir parti düzenlenecektir. Bütün konuklarımız davetlidir. Hem karaoke hemde şarkılar eşliğinde enfes bir parti olacak. Sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyarız." Dedi. Oldukça nazik bir tonda söylemişti.

 

"Komutanım?" Diyerek Aytekin'e baktı Teoman. Aynı zamanda herkesin de gözü onun üstündeydi.
"Geliriz geliriz." Diyerek adama yol verdi aheste. Aytekin'in bakışlarını üstünde hissetti. Timden olmadığını düşünerek birşeyler yapmak istedi. Ama ölümcül bakışları üstünde hissetmesi bir olmuştu.
"Peki efendim. Hoşçakalın." Diyerek gitmişti, adam.

 

"Alt tarafı bir parti. Gideriz eğer bize göre değilse geri döneriz." Dedi çaresizce aheste.
"Aheste bacım haklı." Diyerek aheste'yi destekledi çakır. Herkes bu düşünceyi desteklerken Aytekin sessiz kalmıştı.
Onunda ikna olduğunun kanaatine vararak odalarına dağılmıştılar.

 

Aheste kendi odasına çıkmış ve kapıyı kapatmıştı. Minik valizini odanın ortasında görmüş ve içindekileri çıkarmaya gerek duymadan kendini yatağa atmıştı. Birkaç saniye gözlerini kapatıp, düşkündü. Aklına telefonu gelince, paketi alıp açtı. Telefonu çıkarıp iyice inceledi. En pahalı markaydı.
Mehru sayesinde almıştı. O olmasaydı alamazdı. Ona minnettardı. Hattı telefona takıp bir kenara attı telefonu. Fazla da ilgisini çekmemişti.

 

Yataktan kalkıp pencerenin önüne geldi. Fazla yüksek olmayan 6 katlı otelin 5. Katındaydı. Fazla yüksek değildi ama dağlarını görecek kadar yüksekti. Pencereyi açıp rüzgarı teninde hissetti. Odaya doluştu esen rüzgar. Odayı inceledi. Klasik otel odasıydı. Acaba onun odası neredeydi diye düşündü. Ona yakın mıydı düşüncesi kalbinin hızlanmasına sebep olmuştu.

 

Düşüncelerinin uçup gitmesine sebep olan ses kapı sesiydi. Hızla çalan kapıya koşarak baktığında, kapıyı açtı. Zerda, Kübra ve mehru'ydu. Heyecanla ellerinde valizlerle gelmiştiler. Aheste şaşkınlıkla izlerken onları birden odaya girdiler.

 

"Ne oldu? Ne bu telaş?" Diye sordu aheste. Kübra heyecanla valizi odanın ortasına bıraktı ve açtı.

 

"Daha ne olacak kızım?! Akşama parti var!"

 

"Ee n'olmuş yani?" Dedi pişkin pişkin, aheste.
"Nasıl n'olmuş yani? Kızım sen iyi misin?! Parti diyorum! Ne giyeceğiz?! Çok güzel olmam lazım!" Dedi heyecanla mehru.

 

"Neden güzel olacakmışsın? Ayrıca giyecek şeyler belli." Hala aynı rahatlıkla cevap veriyordu aheste. Mehru çıldırmak hatta delirmek üzereydi.
"Aheste, sen iyi misin?! Kızım kimler kimler olacak o partide!" Dedi imalı imalı. Aheste anlamıştı. Ama anlamazlıktan gelmişti.
"Bende birkaç parça birşey var." Demişti, mehru. Bütün valizini dökmüştü ortaya. Küba'da valizini ortaya dökerken,
"Bende de bunlar var." Dedi.

 

"Valla, bende pek birşey yok. Ben hiç giymem böyle şeyler." Dedi Zerda, çekingen bir şekilde. Aheste ise öylece dururken, "Bana hiç öyle bakmayın benim varım yoğum çiçekli yazlık elbiseler." Demişti.
"Anlaşıldı, iş bana düştü." Diyip ortaya karışık olan elbiselerden elini attığını aldı. Zümrüt yeşili saten bir elbiseydi.

 

"Bu olmaz." Dedi. Başka bir elbise aldı. "Bu da olmaz." Sinirlenmeye başlamıştı. Bambaşka bir elbise eline aldı. Bebek pembesi bir elbiseydi ve yüzünü buruşturup bakmıştı.
"Bu ne be?!" Dedi. Kübra'ya aitti.
"Neden ya?! Gayet güzeldi!" Dedi sitemkar bir sesle. "Zevksiz! Kızım bu giyilir mi?!" Dedi. Başka elbise aldı eline ama onu da beğenmeyip geri atmıştı elbise yığının içine.

 

Daha bir sürü elbise alıp geri atmıştı ama hala bir tane seçememişti.
"Yok bu böyle olmayacak! Kalkın alışveriş yapmaya gidiyoruz!" Demişti. Kızlar şaşkınlıkla biribine bakarken, "Saçmalama mehru! Birkaç saatlik bir parti için niye dünyanın parasını bir elbiseye verelim?!" Demişti aheste. Ama mehru şiddetle reddetmişti. "Vereceksin efendim! Birkaç saatlik de olsa göz alıcaksın. Alıcaksın ki akıllar sende kalsın!" Demişti. Gülmeye başlamışlardı.

 

"Saçmalama mehru! Ne gerek var?!"

 

"Kızlar! İtiraz istemiyorum! Gidiyoruz işte o kadar!" Demişti. Birbirlerine baktılar. Çaresizce kapıya yürüdüler. Çünkü biliyorlardı mehru asla vazgeçmeyecekti.

 

...

 

"Off mehru! Bu sıcakta iki elbise için getirdin bizi şu çarşıya!" Sitemliydi Kübra.
"İtiraz yok itiraz yok!" Dedi. Önüne çıkan ilk mağazaya girdi. Kızlarda peşinden girdiğinde gözleri elbiselere takıldı. "Ay! Şunlara bakın! Ne kadar güzeller!" Demişti. Elbiselerden gözünü alamıyorken, görevli kadın gelmişti yanlarına.

 

"Hoşgeldiniz." Dedi. "Hoşbulduk." Dedi aheste karşılık olarak.
"Kızlar! Gelin buraya!" Diye bağırdı mehru. Aheste görevli kadına tebessüm ettikten sonra mehru'nun yanına gitmişti. Yanına gittiklerinde ucundan tuttuğu elbiseye hayranlıkla bakıyordu.

 

"Şuna bakın! Bu ne zerafet? Bu ne güzellik?" Demişti. Ucundan tuttuğu Eflatun rengi elbiseyi bırakmıyordu.
"Ben buldum. Bunu giyiyorum." Uzun yırtmaçlı straplez bir elbiseydi. Mehru severdi dekolteyi. Elbiseyi alıp kabine gitti. Kızlar yalnız kaldıklarında, aheste elbiselere bakınmaya başladı.

 

"Zerda, bak bu sana çok yakışır." Dedi elindeki elbiseyi göstererek. Zerda aheste'nin yanına gittiğinde, elbiseye göz ucuyla baktı. Mini mint yeşili bir elbiseydi. Zerda gibi bir kıza yakışırdı. Ama Zerda pek sıcak bakmıyordu elbiseye. "Yok abla. Ben bunu giyemem. Rahat hissetmem kendimi içinde." Dedi. "Hissedersin hissedersin. Birkaç saat işte. Birşey olmaz. Dene bi üstünde göreyim." Demişti. Zerda istemeye istemeye elbiseyi alıp kabine gitmişti. Kübra ve aheste kalmıştı.

 

"Kuzum, buldun mu kendine göre birşeyler?" Diye sordu Kübra.
"Yok bulamadım. Sen buldun mu?" Dedi. Elinde ki siyah saten elbiseyi gösterdi. "Klasik giyinmeyi tercih ediyorum. Siyah eşittir asalet." Demişti. Aheste tebessüm ederek bakmıştı. Kübra elindeki elbiseyi alıp giyinmeye gitmişti. Aheste tek başına kalmış ve hangi elbiseyi giyeceğine karar verememişti.

 

Aklına zevk meselesi geldi. Daha önce kimsenin seçmediği bir renk giymek istiyordu.

 

"Pardon hanımefendi. Nasıl yardımcı olabilirim?" Dedi görevli kadın. Gözleri kadından taraf döndüğünde tebessüm etti. "Aslında ben, böyle değişik birşey istiyorum farklı bambaşka bir renk." Dedi. Kadın birkaç saniye düşünür gibi olduğunda, aheste elbiselere bakmaya devam etti.
"Elimizde size göre bir renk var. Aslında gözlerinizin renginde bir elbise ve yeni geldi. Size yakışacağından eminim." Dedi.

 

"Bekleyin hemen geliyorum." Diyip gitmişti. O sırada kabinden çıkan mehru üstünde eflatun elbise ile göz kamaştırıyordu. Aheste hayranlıkla bakarken, mehru aynada kendine bakıyordu.
"Oldu mu?" Diye sordu heyecanla.

 

"Çok güzel olmuşsun mehru." Dedi aheste. "Ya, teşekkür ederim." Dedi gülümseyerek. Aynada kendini izlerken, "Sen seçtin mi kendine birşeyler?" Diye sordu. Aheste cevap vermeden cevap niteliğinde kadın gelmişti. Elinde amber renginde bir elbise vardı. Saten ve kısaydı. İnce askılıydı ve dekolte fazlaydı. Sırt dekoltesi rahatız edecek türdendi. Ve aheste için oldukça giyilmesi zor bir elbiseydi.
"Buyrun hanımefendi." Demişti görevli kadın. Elindeki elbiseyi aheste'ye uzatırken. Mehru hayranlıkla elbiseye bakıyordu.

 

"Aheste... Bu sana çok yakışır. Tıpkı gözlerinin renginde hemde." Demişti. Aheste elbiseyi alıp incelerken, kadın araya girdi. "İsterseniz bir deneyin." Dedi. Aheste mehru'ya bakarken, mehru başını sallamıştı, olumlu anlamda. Aheste elbiseyi alıp kabine gitmişti.

 

...

 

Aynanın karşısındaydım. Soluk ve soğuk tenimde geziniyordu ellerim. Parmaklarım boynumun boğumlarında geziniyordu. Kıvırcık saçlarımı dağınık toplamış birkaç tutamını serbest bırakmıştım. Düzleştirmek istedim. Belki boyu biraz daha uzar da sırtımda ki o yarayı kapatır istedim. Ama dokunmadım. Saçlarıma dokunmak istemedim. Sırt dekoltesi olan amber rengi elbiseyi giymiştim ve sırtımda ki o koca yara izi ortadaydı. Arkamı yavaşça dönüp yara izine baktım.

 

Kötü görünüyordu. Vücudumda taşıdığım bir günah gibiydi. Taşımak ağır geliyordu. Yaralar izlerini bedenime kazıyıp bana acı çektiriyordu. Baktıkça hatırladığım kişi o'ydu. Kabus sebebiydi. Yara acı sebebiydi. İzi kötü hatırlatıcı...

 

Ayağa kalktım ve yatağa ilerledim. Telefonu alıp çantaya koydum. Numaramı acaba ona versem mi? Diye düşündüm. Aklıma ansızın gelen bu düşünce içime ukde düşürdü. Nasıl verecektim? Bilmiyordum. Gözüme çarpan kağıt parçasına ilerledim.

 

Çekmecelere bakınıp bulduğum kalemle kağıda yeni numaramı yazdım. Kağıdı ona verirdim ve böylelikle o da kaydederdi. Bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim.
Kağıdı alıp çantaya attım. Çantayı koluma takıp odadan çıktığımda, kimse yoktu. Bomboş koridorda hızla yürüdüm. Asansöre ilerleyip bindim. Asansörde benden başka bir adam daha vardı. Köşede bekliyordu. Gözleri ilk bindiğimde beni izlemiş tekrar önüne dönmüştü. Bakışlarından rahatsız olmuştum ama aldırış etmeden önüme dönmüştüm.

 

Asansör en alt kata indiğinde kapılar açılmış ve ilk ben inmiştim. Adam ardımdan gelmiş ve gitmişti.
Ben ise barın olduğu yöne ilerlemiştim. İçeri girdiğim an yüksek sesli müzik çınlatmıştı kulaklarımı. Bizimkilerin olduğu masayı bulmaya çalıştım. Gözlerim harıl harıl onların olduğu masayı ararken, bana doğru el sallayan Teoman'ı farkettim. Masaya doğru ilerlerken kalabalık azalıyordu ve masada kimlerin olduğunu görebiliyordum. Kızlarda gelmişti. Masaya yaklaşmıştım ve gözlerim direkt görmek istediği kişiyi görmüştü.

 

Onu görmüştüm. Masanın baş köşesinde oturmuştu. Üstünde simsiyah bir takım elbise vardı. Siyah gömlek, siyah ceket ve pantolon. Tamamen siyahtı bu gece. Gözlerinin rengine bürünmüştü. Kapkaraydı.
Masaya vardım.

 

"Bacım, hoşgeldin!" Diye bağırmaya başladı Teoman. Yüksek sesli müzik yüzünden sesini duyurmakta zorluk çekiyordu. Tebessümle baktım.
"Sağol Teoman!" Dedim. Boş bulduğum sandalyeye geçtim. Mehru ve Kübra bana bakarken, diğerleri de aynı şekilde bakıyordu. Ama benim dikkatimi çeken bir tek o'ydu. Siyahlar içinde süzülürken, bakmak gibi bir istek içinde yanıp tutuşuyordum.

 

"Çok güzel olmuşsun abla!" Demişti Zerda. Tebessüm ederek baktım.
"Valla organizasyon güzel olmuş. Hakkını vermiş adamlar!" Diyerek konuştu şahin.
"Vermiş vermiş." Diyerekten katıldı çakır. "Şşt, lan çakır! Tam senlik ortam! Sana burda pay çıkar!" Diyerek dalga geçmişti Teoman. Gülmüştüm. Çakır'ın gözü artık bağlıydı. Kübra'dan başkasına kördü.

 

"Yok, komutanım..." Dedi Kübra'ya bakarak. "Bizim gözümüz başkasına kör, gönlümüz başkasına kapalı!" Dedi. Gözünü Kübra'dan alıp Teoman'a baktı. "Anlayacağın ben başkasına tövbeliyim!" Dedi ardından. Teoman şaşırdı.
"Ooo! Adam olmuşsun lan! Hayırdır kim bu hatun?!" Dedi. Çakır güldü. Kübra renkten renge dönerken, ne yapacağını bilmeden masada ki içki bardağını hızla içti. Gözlerim her hareketini izlerken, mehru gülmemek için kendini zor tutuyordu. Şahin bıyık altından gülerken, zerda'nın gözleri ondaydı.

 

"Şahin için bir kısmet çıkar belki?!" Dedim konuyu kökünden değiştirerek. Afalladı şahin. Ne diyeceğini bilmeden, "Yok aheste bacım, ben aşka tövbeliyim tam tersine! Hem kim ne yapsın bizim gibi adam?!" Dedi. Gözlerim zerda'ya kaydı. "Azıcık gözünü açıp etrafına baksan, görücen de! Neyse!" Dedim.
Güldüm. Mehru'ya baktığımda, göz kırptı. Gülmemek için kendini zor tutarken, "Mesela benim bir arkadaş vardı. Yaşı büyüktü. Ondan küçük bir platoniği vardı. Farkedemedi. Kız da bir güzel, yardımcı oldum şuan evliler!" Dedi. Uydurduğuna adım gibi emindim. Mehru severdi çöp çatanlık yapmayı. Böyle ortamlar tam ona göreydi.

 

"Allah sizden razı olsun mehru hanım! Sevenleri birleştirmek sevaptır!" Dedi Teoman.

 

"Ya! Demek ki ben tam cennetlik kadınmışım!" Dedi mehru kendi kendine.
Ortam gitgide kaynıyordu. Sarhoş olanlar olmuştu. Dans edip sırnaşan da. Etraf içki kokarken, sigara kokusu da cabasıydı. Mehru, Teoman, çakır ve Kübra masadan kalkmıştı. Barmenin olduğu tezgaha geçmiştiler. Zerda ve şahin masa da kalmışken, o ve bende kalmıştık. Masanın bir ucunda o bir ucunda ben vardım.

 

Masada ki içkilerden birini aldım ve kafama diktim. Acı tadı boğazımda yakıcı bir his bırakırken, gözlerimi açtığım an onun gözlerinin esiri altında olduğumu farkettim.
"Abla, ben bir tuvalete gidip geleceğim." Demişti. Şahin Zerda'nın kalktığını gördüğü an o da ayaklandı.
"Bacım, sana yolu göstereyim istersen?" Dedi. Zerda yine bacım kelimesini duyunca, sinirle nefes alıp verdi.
"Gerek yok! Ben bulurum!" Dedi yüksek sesle. Ve gitti. Şahin mahçup bir şekilde bakıp zerda'nın peşinden gitmişti.

 

Masa da yalnızca ikimiz kalmıştık yine. Garson yanımızdan geçerken, elimi kaldırıp bir kadeh bırakmasını istedim. Elindeki tepside ne kadar içki varsa hepsini masaya yığdım. 6 7 bardak içki vardı ve içme isteği ile dolup taşıyordum. Bir bardağı daha alıp içmiştim. Yine boğazımda acı tadı hissederken, bir öncekine göre daha az yanmıştı. Gözlerim yavaş yavaş bulanık görmeye başlarken, çalan müzik kafamı daha dağıtmıştı.
Bir bardak daha aldım elime ve onu da içtim.

 

"Bastın yarama basma dedim."
Bir bardak daha.
"Dönmek yok asla, dedim."
Bir bardak daha.
"Saçıma ak düşsün içime kor."
Ve bir bardak daha. Artık kendimden geçmişim ve daha çok içmek istemiştim. O ise karşımda öylece duruyordu. Kalabalık şarkı eşliğinde dans ederken, arkama baktım. Karaoke yapan cırtlak sesli bir kız vardı. Şarkıyı öldürmüştü sesiyle. Önüme dönüp bir bardak daha içmeye yeltendim.

 

Ama elimden tutup bardağı elimden alan biri vardı. Gözlerim bulanık görüyordu. Kim olduğunu ayırt edebildim. Aytekin'di işte. Siyahlar içinde yanımda oturuyordu.

 

"Fazlası zarar." Dedi bana. Kafam mayhoştu. Ne dediğini seçemedim. Bir elimi omzuna attım. Gözleri ilk önce omzunda ki elime daha sonra ise bana döndü. Gülerek baktım gözlerine.
"Sen de zararsın be yüzbaşı!" Ne dediğimi bilmiyordum ama bildiğim birşey vardı bu adamın hoşuna gitmeyecek birşey söylemiştim. Zira bana normal bakmıyordu. Gözleri dekoltesi fazla olan gerdanıma kaydı. Adem elması kavislendi. Elim masada ki içki bardağına gitti ama elimi tuttu ve engel oldu. Daha fazla içme isteğiyle dolup taştım. Elimi tutmasıyla tenimin yanıp kavrulduğunu hissettim. Zoraki bir biçimde yutkundum. Terledim, ensem alev alıyordu. Kalbim yerinden çıkıyordu çünkü bu adam beni benden almayı bir şekilde başarıyordu.

 

"Zarar dedik! Diretme!" Dedi. Başımı eğip gülmüştüm. Kısık gözlerle izlediğim yüzüne odaklandım.
"Bırak dedik! Asıl sen diretme!" Dedim. Ellerimi çektim bedeninden kollarından. Birden ayağa kalkmaya çalıştım. Kalktığım gibi başımın dönmesi bir oldu.
"Otur şuraya. Düşeceksin şimdi!" Dedi sinirli bir sesle. Dinlemedim. Ellerimi çekip arkama bakmadan sahneye yürüdüm. Peşimden geldiğine emindim. Ama hızlı olmaya çalışıyordum. Sahneye vardığım gibi hızla çıktım sahneye. Şarkı söyleyen cırtlak sesli kızdan mikrofonu sert bir şekilde aldım.

 

"NE YAPIYORSUN YA?!" Dedi yüksek bir sesle. Aldırış etmedim ve arkamda duran müzisyen grubuna işaret verdim.

 

"KARAM ÇAL KARAM!" Dedim yüksek sesle. Yanımda ki kız beni hayretle izlerken, ben bile ne yaptığımın farkında değildim. Gözlerim sahnenin önünde beni şaşkınlıkla izleyen Aytekin'e döndü. Keskin kara gözleri beni pür dikkat izlerken, şarkının müzik kısmı girdi araya.

 

"Beyler bayanlar!" Dedim yüksek sesle. Bütün kalabalığın dikkatini çekmeyi başarmıştım. "Bu şarkı, gece gibi karanlığa bürünse de bir ışıktan daha parlak olanlara gelsin!" Dedim.
Bahsettiğim kişi o'ydu ve o da bunu biliyordu. Gözlerim onu izlerken, ne duygular ile yanıp tutuştuğumu bir bilse diye düşündüm.

 

"Karam aşkın sevgin bu mu?" Dedim. Yüksek sesle.

 

"Ne olacak bu aşkın sonu?" Diye devam ettirdim ardından. Kalabalık dans ederken, o bütün kalabalığın arasından beni izliyordu.

 

"Bir barışır karam bir üzersin, beni böyle divane edersin!"

 

"Kömür gözler yapan dudaklar. Ya bu endam kimine bu nazlar, o dudaklar helalim haktır, bende canım bana da günahtır!" Bir elimle mikrofonu tutarken, diğer elimle dudaklarıma işaret veriyordum. Aynı zamanda bedenim benden habersizce dans ederken, sarhoşluğun etkisiyle ne yaptığımı bilmiyordum.

 

"Bilemem yarını, göremezsem seni şansım yok! Çalarım kapını başka çarem yok!" Gözlerim bu seferde kalabalığa takıldı. Alkışlayan ve dans edenin yanı sıra dik dik bakanlarda vardı. Umursamadım. Devam ettim.

 

"AL ARTIK KOYNUNA BENİ KARAM! GÜNAHIM BOYNUNA CAN KARAM! ANLADIM SENSİZLİK HARAM! GEL ARTIK İNSAFA BE KARAM!"

 

"AL ARTIK KOYNUNA BENİ KARAM! GÜNAHIM BOYNUNA CAN KARAM! ANLADIM SENSİZLİK HARAM! GEL ARTIK İNSAFA BE KARAM! Araya müzik girince susmuştum.
Şarkının yeni nakaratına hazırlanırken, yanımda duran kız mikrofonu elimden çekip almıştı. Müzik kesildiğinde ortamda ki bütün herkes sahneye odaklanmıştı.

 

"PARDON DA, NE SANIYORSUN SEN KENDİNİ?! MİKROFONU GELİP ELİMDEN ALARAK ŞARKI SÖYLEYEMEZSİN!" Güldüm seslice. Hatta kahkaha atmaya başladım, benim bu halime şaşıracak ya da deli mi ne? Diyecek olan bile vardır. Ama aldırış etmedim.
"S-sen mi?" Dedim gülmeye devam ederek, "Sen mi şarkı söyleyecektin, o cırtlak sesinle?!" Dedim. Kalabalıktan yüksek sesli bir ooo! Duydum. Kızın ağzı açık kalınca, aldırış etmedim buna da.

 

"Aheste, buraya gel! Gel buraya!" Dedi Aytekin sinirli bir şekilde. Sahnenin ucunda durup eğildim. Ancak sahneye çıkınca ondan uzun boyumla üzerine eğildim. "Ne oldu yüzbaşı?! İzin verde hesap sorayım!" Dedim yüksek sesle. Lakin cümlem ona hiçbir şey ifade etmiyormuş gibi kolumdan tuttuğu gibi beni omzuna aldı. Bir eli kolumu ensesine götürürken, bir eli çıplak bacaklarımı tutuyordu. Uzun boyundan dolayı yerden 2 metre yükselmiştim. Kusacağımı hissettim. Başım dönüyordu. Ne tarafa gittiğimizi bilmeden sırtına vurdum açıkta duran elimle.

 

"İndir beni! Midem bulanıyor!" Dedim.
"Sakın kusma!" Dedi sesli bir şekilde.

 

"Yere indirmezsen, sırtına kusacağım birazdan!" Diye yükseldim. Birden tepetaklak olduğumu hissettim. Ayaklarım yerle buluştuğu anda saçlarımı yüzümden çektim.
"İyiyim iyi!" Dedim ellerimle tamam işareti vererek. Oturduğumuz masaya yürüdüm sersem bir şekilde masaya zar zor vardığımda bizimkilerin geri geldiğini farkettim.

 

"Kızlar!" Dedim sesli bir şekilde. Güldüler. "Aheste!" Dedi mehru. Güldüm bende nedensiz bir şekilde.
Boş bulduğum sandalyeye geçip oturdum ve önümde ki içki bardağını birden içtim.
Sıkıca tuttuğum bardağı sert bir şekilde elimden alıp masaya fırlattı Aytekin.

 

"Lan oğlum! Bu kızların hali ne?!" Diye bağırdı seslice dibimde.
"Komutanım, tekila shot yarışına girdiler, bünyeleri alışık değilmiş ikincide sarhoş oldular!" Dedi Teoman. Derinlerden seçemediğim sesi kalın ve boğuk geliyordu. Gözlerim gitgide bulanık görmeye başlıyordu. Aramızda sadece Zerda sarhoş değildi.

 

Masaya doğru gelen bir adam gördüm. Simsiyah giyinmişti o da. Aytekin'e benzettim biran.
"Yüzbaşı, senin ikizin var mıydı?" Dedim kelimeleri zar zor bir araya getirerek. "Pardon, ben hanımefendi ile bir konu hakkında konuşmak istiyorum. Acaba kendisi assolistlik yapıyor mu?" Dedi. Bana diyordu galiba. Aytekin'in keskin kara gözleri adama dönerken, burnundan soluyordu. "Hasbi Allah! Yok kardeşim yapmıyor assolistlik falan!"

 

"Beyefendi, ben hanımefendiye sordum. Sizlik bir durum söz konusu değil!" Adamın sesi gayet sakin ve nazik çıkarken dağ ayısı Aytekin sert konuşuyordu.
"Hanımefendi şuan cevap verecek durumda değil, koçum! Uza hadi!" Dedi aynı sinirle. Adam sakinliğini korumaya devam ederek sesli bir nefes almıştı.
"Kardeşim,. menajeri misin nesin?! Bilmiyorum ama, izin verirsen hanımefendi cevap versin!" Dedi.
"Lan sarhoş diyorum sarhoş! Neyi diretiyorsun hâlâ?!" Dedi.

 

"Buna engel değil! Asıl engel sizsiniz!" Dedi. Aytekin alnını ovuşturarak nefes alıp verdi. Teoman ve çakır devreye girdiğinde ben öylece izliyordum.
"Kardeş uza hadi! Belanı bulma gece gece." Demişti.
"Yok ya! Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz?! Dağ ayısı mısınız kardeşim siz?!"

 

"Lan sana kibarca siktir git diyoruz! Neyini anlamıyorsun?!" Demişti Teoman. Adam gülmüştü. Ben ve mehru gülme krizine giriyorduk. Karnıma yavaş yavaş kramplar giriyordu gülmekten. Nefes nefese gülerken, neden güldüğümü bile bilmiyordum.

 

"Gitmiyorum lan! Zorla mı!" Demişti.

 

"Kız şuna bak! Erkeklik taslıyor!" Diyerek gülmüştü mehru. Bende beraberinde gülmeye başlamışken, az önce sahnede rezil ettiğim kız ve barberinde gelen birkaç kız önümüzde durmuştu. Baştan aşağı bulanık gözlerle onlara bakarken,
"Kız bunlar kim?" Dedi mehru.

 

"Ne bileyim kız!" Dedim. Birden ayağa kalktığımda benden kısa kalan kıza diklendim birden.
"Buyur, ne istiyorsun?!" Dedim.
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?!" Diye sordu. Mehru'ya baktım. Dudağımı büzüp kıza tekrar baktım.
"Yoo! Kimsin?!" Dedim. Ayakta durmakta zorlanırken, ahkâm kesmek zor geliyordu. Mehru ve Kübra'yı sol ve sağ tarafımda hissettiğimde meseleye onlarda katılmıştı.

 

"Tanışalım o zaman!" Demişti. Tam o esnada arkada çıkan çığlıklara kaydı gözlerim. Yerde öldüresiye adam Aytekin'di. Teoman ise ayırmak yerine ayırmaya çalışanı engelliyordu. Çakır ve şahin zevkle izlerken, yanağımda hissettiğim acıyla başım öbür yana çevrildi. Mehru ve Kübra'nın yamacımda bağırarak bana tokat atan kıza girişmesini duydum. Kızın çetesi de giriştiği sırada kavgaya, mehru ve Kübra'nın elinden kurtulan kızın önüme geldiğini gördüm. Saçlarından tuttuğum gibi çekiştirmeye başladım. Kalabalıktan çıkan yüksek sesler kulağımda yankılandı.

 

"Seni varya!" Diye bir ses duydum derinlerden. Mehru'nun sesiydi. Kızın saçını çekince attığı çığlık koca salonu doldururken, çakır'ın kavgayı ayırmaya geldiğini gördüm. Belimden tutan kızın beni alaşağı etmeye çalıştığını farkettim ama başaramadı. Cılız ve zayıf birşeydi zaten. Şahin kavgaya karışıp kızı benden kurtarmaya çalışan zerda'yı çekiştiriyordu. Ama nafileydi. Beni ayırmaya gelen biri yoktu.

 

Teoman kulağımın dibinde yapma etme diye bağırırken, dinlemedim. Ayağım kaydığı sırada masaya çarptım. Çarptığım masada ki birkaç tabak bardak yere düşmüştü. Arkama sürekli bakıp dururken, hâlâ yerde adama yumruklar atıp duran Aytekin'deydi gözüm. Sert yumruklar adamın yüzünü kan revan içinde bırakmışken, vazgeçemiyordu. Beni tutan kız ise canımı artık fazlasıyla sıkmıştı. Arkadan gelen ve elinde şişe olan kız önümde kim kıza sert bir şekilde vurmuştu. Önümde duran kız yere sert bir şekilde yığılmış kalmıştı.

 

İçeriye giren güvenlik görevlileri kavgayı ayırmaya çalışırken, ne yapacağımı bilmeden arkamı döndüm. Masa da duran çantamı alıp gidecekken, beni tutan ve gitmemi engelleyen bir kol olmuştu. Belimi sıkıca kavrayıp beni omuzuna atarken yine şekilde, tanıdık gelmişti. Siyahlar içinde ki Aytekin'di bu. Nefes nefese kaldım. Barın çıkışına hızla giderken, kalabalığın arasından sıyrılıp çıkmıştık. Ardımızda bir enkaz bırakıp kaçmıştık.

 

"Yüzbaşı?!" Dedim sesli bir şekilde. Hala mayhoş bir kafadaydım.
"Ne!" Dedi sinirle. Öfkeliydi. Sesinden belliydi. "Ne bağırıyorsun ya?! Duyuyorum seni!" Dedim aynı sertlikle karşılıklı vererek.
"Duysaydın sahneye çıkmazdın!" Dedi aynı öfkeli sesle.
"Şarkı söyledim sadece! Hem bunda ne var?!"

 

"Çok şey var! Kanıtı barda! Görmek ister misin dışardan?!" Dedi. Sustum. Sinirliyken konuşulacak biri değildi. Asansöre değilde merdivenlere yönelince anladım üst kata götürdüğünü. Hızla merdivenleri çıkarken, baş aşağı olmanın verdiği etkiyle midem alt üst olmuştu.
"Yüzbaşı!" Dedim.
"Söyle!" Dedi.

 

"Midem bulanıyor!" Dedim.

 

"Sakın, sakın kusayım deme!" Dedi yüksek sesle.
"Baş aşağı tutarsan birazdan o da olacak!" Diye yükseldim sertçe.
Birşey söylemedi.
Merdivenler bittiğinde benim odamın olduğu koridora gelmiştik. Benim odama doğru götüreceğini sandım. Ama yanıldım. Başka bir odaya yöneldi. Onun odası mıydı bilmiyorum ama bir odaya girmiştik.
İçeri girerken uzun boyundan dolayı, başım sertçe kapının pervazına çarpmıştı. Dudaklarımın arasından çıkan çığlıkla durdu.

 

"Noldu?!" Diye sordu.

 

"Başımı çarptın! O oldu!" Dedim sert bir sesle. Birşey demedi. Zaten şuan bu haldeyken pek birşey diyemezdi bana. Kafam yerine gelmemişti.

 

"Yüzbaşı." Dedim az önceki sinirimden eser kalmamışken. Odaya girip kapıyı kapattı. Odanın ortasına geldiğimizde, durdu.
"Söyle, albayın kızı." Dediğinde içimden birşeylerin kopup gittiğini hissetim o an. Ne diyeceğimi bilmiyordum çünkü sarhoşluğun verdiği etki beni iyice deliye çevirmişti.
"Burası neresi?" Diye sordum. Kelimeler zorlukla çıktı ağzımdan.
"Benim odam." Dedi. Güldüm salak gibi. Neden güldüğümü bilmeden.

 

"Senin odana niye geldik?" Diye sordum. Gözlerim bulanıktan öte artık görmemeye başlamıştı.
"Sen çok zeki bir kadın olduğun için odanın kartını içerde unutmuşsun." Dediğinde seslice güldüm. Eli yavaşça belime gittiğinde karnımda halay çekti kelebekler. Ürperdim, tüylerim diken diken oldu. Ensem terledi ve yanmaya başladı. Belimden sıkıca kavrayıp beni yavaşça omzundan indirip yere bıraktı. Ayaklarım yerle birleştiği sırada ayakta duramadım.

 

Geri geri düşerken kolumdan tutup dengemi sağladı. Gözlerim kısık bakıyordum ona. Siyahlar içinde, gece kadar karanlık ama bir o kadarda parlaktı. Sırıttım. Tek kaşı havalandı.
Yanımdan ayrılıp pencereye doğru ilerledi. Perdeyi çekip pencereyi açtı. İçeri doluşan hava serinletmişti. Ayakta duracak halim yoktu. Uykum da çok vardı.

 

"Soğuk duş alman lazım. Kendine ancak böyle gelirsin." Dedi. Başımı salladım. "Soğuk su sevmiyorum ben!" Dedim parmağımı kaldırıp göğsüne bastırdım. "Sıcak su da sevmem." Dedim. Gözlerini kısarak baktı bana. Kaşları havalandı.
"Ne?" Dedim seslice. Dudağını büzerek bana bakmaya devam etti.
Adım attım haddimden fazla. Bir adım daha attım ona doğru. Dibine iyice sokuldum. Kokusunu hissedecek kadar yakındım ona.

 

"Kaşlarının sırrını hala söylemedin yüzbaşı?" Dedim birden. Dudağının kenarı hafif yukarı kıvrıldı. Gülmüş müydü o? Yoksa ben rüya mı görüyordum?
Başını eğip güldü bu sefer. Her hareketini hayranlıkla izledim.
Elim yavaşça tekrar kaldırdığı başına gitti. Yavaşça yanağına koydum elimi. Utanmadan çekinmeden, gözlerine bakamadığım adama dokundum. Sıcak elim sıcak tenine değince daha da alevlendi. Söndürmek imkansızdı bundan sonra.

 

Gözleri gözlerime kenetlendi. Yüzünü çekmedi. Elimi tutup itmedi. Sessizce izledi beni. Ben ise gözlerinde kayboldum yeniden ve yeniden.
"Sana neden karşı koyamıyorum, yüzbaşı?" Dedim. Cesaretimden ödün verilmezdi bu gece. Sorduğum soruya cevap vermedi. Diğer elimi de yanağına yerleştirdim. İki elim yüzünü avucuna hapsederken, gözlerim iki gözünün arasında gidip geldi. Kokusu deli ediyordu, bakışları çıldırtıyordu, ne gülüyordu ne de kızıyordu. Susuyordu sadece.

 

Ama ben susmadım. "İçimde sana verdiğim yeri bir bilsen, yüzbaşı." Dedim. Kalp atışlarım hızlandı. Sustum. Gözlerim önce gözlerinden ayrıldı, saçlarında ardından yeniden gözlerine ve dudaklarına indi. Bu esnada koca eliyle elimi kavradı ve yüzünden çekti. Yavaşça elimi bırakıp yüzüme yapışan saç tutamlarını geri savurdu. Her bir yanımı kor yangınlar sardı. İçimde yanardağların yeniden hayat bulduğu lavlar akıyordu, bedenden aşağı. Göğsümde sıkışan nefesler kurtulup dışarı çıktı. Kesik kesik nefesler alıp verdim.

 

Onun da dudakları aralandı. Kesik bir nefes hür kaldığında dudaklarının arasından, gözlerim adem elmasına kaydı. Beni izlerken kavislendi. Şakağında ki damarları belirginleşmişti. Gözlerini kısarak bakmaya devam etti. Gözyaşım nedenini bilmediğim bir şekilde akıp giderken, eli hala saçlarımdaydı.
Biran için sadece bir anlık ona sıkıca sarılmak istedim. Bedeni beni saklasın, kimse görmesin istedim. Kokusunu iyice içime çekip huzur bulmak istedim.

 

"Senden birşey isteyebilir miyim, yüzbaşı?" Dediğimde, bakışları yumuşadı. Sesli bir nefes alıp verdi.
"Söyle, albayın kızı." Dedi. Başımı eğip ellerime baktım. Sarhoş olsam bile gelen cesareti silip atmıştı bu sözü.
"Sana, biraz sarılabilir miyim?" İstek ve arzularım dile gelmişti. Bakamadım bu istekten sonra yüzüne.
Eli saçlarımdan kayıp indi. Gözyaşım aktı gitti. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Gözleri gözlerimde ki isteği gördü. Nefeslendim. Elimin tersiyle gözyaşımı silip yüzüne baktım.
Kollarını iki yana açtı. Bakışlarım açtığı kollarına ve siyah bedenine kaydı. Ona tekrar baktığımda başını usulca salladı. Gel dercesine baktı. Çok istedim. Ona sarılmak şuan istediğim tek şeydi.

 

Yavaşça yaklaştım bedenine. Kollarımı iki yana açtım ve sokuldum koca göğsüne. Biran için huzura etmiştim. Başımı göğsüne yasladım. Kalbinin üstüne denk gelen kulağımda hissettim ritimlerini. Delicesine atıyordu kalbi. Kollarım sıkıca sarıldı bedenine. Onun da kollarını hissetmek istedim bedenimde. Beni sarıp sarmalasın istedim. Güvende hissetmek istedim ilk kez. Çok geçmeden kollarını sardı bedenime. Çıplak sırtıma doladı kollarını. Sıcakla buluşan sırtım tıpkı içim gibi alev aldı. Yara izine denk geldi parmakları. Yavaşça okşadı.

 

"Bunu..." Dedi sesinde öfke saklıydı.

 

"O mu yaptı?" Dedi devamını getirdi ardından. Bahsettiği çınar'dı. Birşeyleri biliyor gibiydi. Ya da tahmin ediyordu. Bu yara izini gördüğü ilk an hastanede sormuştu aynı soruyu. Ama ben inkar ettim. Yalan söyledim. Bilseydim söylerdim, yüzbaşı. Bilseydim bana kaçış yolu olacağını daha önce söylerdim.

 

Sorduğu soruya cevap veremedim. Sadece ağladım. Gözyaşlarım göğsünde iz bırakırken, seslice ağladım. Sesim odayı doldururken, susmadım. Doluydum. Hem de çok doluydum. Bunca zaman içime akıttığım gözyaşlarımı bu gece dışa vurmuştum. Onun göğsünde akıtmıştım gözyaşlarımı. Sustu. Sadece dinledi. Nasıl ağladığımı, nasıl acı çektiğimi, nasıl öldüğümü izledi ve dinledi sessizce.

 

Bedenimi göğsünden ayırıp yüzümü avucunun arasına aldı.
"Bana herşeyi anlat, albayın kızı. Bana herşeyi anlat." Dedi. Sesinde sertlik ve öfke gizliydi. Gözyaşlarımı parmaklarıyla sildi. Gözlerimi yüzüne çevirdim.
"B-ben bir yüzümü yıkamak istiyorum." Dedim. Odanın ortasından gidip lavaboya ilerledim. Kapıyı açıp içeri ve kapıyı kapatıp ardına çöktüm. Sessizce ağladım. Gözyaşlarım usulca akıp gidiyordu. Sesim içime kaçıyordu. Boğuluyordum sesimde. Ayağa kalktım hızla. Lavaboya yaklaşıp yüzümü yıkadım soğuk suyla. Akan siyah rimel yüzümde izler bırakırken, suyla yıkayıp silmiştim. Birkaç saniye durup öylece izledim beyaz lavaboyu. Midem bulandığı sıra hızla klozete koştum. Sesli bir şekilde kustum. Kapı birden açıldığında, yanıma gelen Aytekin saçlarımı tutmaya başladı.

 

"İyi misin?" Diye sordu. Kusmaya devam ederken, nefes nefese kalmıştım. Yerle buluşan ellerim soğuk mermeri iliklerime kadar hissetmeme sebep olmuştu. Sonunda kusmam son buldu. Başımı kaldırıp lavaboya ilerledim. Yüzümü soğuk suyla yıkayıp biraz nefeslendim. Yanıma gelip bana bakmaya başladı.
"İyi misin?" Diye sordu tekrardan. Başımı salladım. Aynada solgun ve bitkin olan yüzüm baktım defalarca. Yanımdan ayrıldı ve içeri gitti, telaşla.
Ben ise kenarda bulduğum havlu ile yüzümü kurulamaya başladım.

 

Birden içeriye girdiğinde bütün bir heybeti ile gözlerim ona çevrildi. Elinde birkaç parça giysi vardı.
"Soğuk suyla bir duş alman lazım. Kendine gelmen için şart." Dedi düz bir sesle. Giysileri bir kenara bırakıp bana baktı.
"Yardımcı olmamı ister misin?" Dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Utanmaktan başka hiçbir şey yapamadım. Gözlerine baktığım sırada yanıma geldi ve durdu.

 

"İstersen ben halledeyim. Yapmak zorunda değilsin." Dedim çekingen bir şekilde. Dudaklarının arasından kesik kesik nefesler kaçıp kurtulduğunda eli yavaşça çeneme gitti. İki parmağı ile çenemi kavrayıp yüzümü yüzüne kenetledi.
"Zorunda değilim, biliyorum. Eğer rahatsız hissedeceksen yapmam. Ama soğuk suyu sevmediğini söyledin. O yüzden bırak yardım edeyim... Gözlerimi kapatırım..." Dedi son cümleyi kısık sesle söylerken.

 

"B-ben rahatsız hissetmem yüzbaşı." Dedim.

 

"Senin bakışlarından... Dokunuşundan asla rahatsız olmam." Dedim, ardından. Hiçbir şey değişmedi yüzünde. Hala sarhoştum biliyorum belki de onun verdiği cesaretle çıkıyordu bu cümleler ağzımdan. Ya soğuk duştan sonra o cesarette uçar giderse. Bilmiyordum. Yalnızca öylece durmak istiyordum.

 

Duşa doğru ilerledim. Ayağımda ki yüksek topukluları çıkarıp çıplak ayakla mermere bastım. Soğukla buluşan tenim buz kesilmişti. Duşun içine girdim usulca. Topuklu ayakkabılarımı kenara çekip duş başlığına uzandı. Her hareketinde kasılıp belirginleşen kol kaslarında kalmıştı gözüm. Bu haldeyken bile tek dikkatimi çeken şey o olmuştu. Siyah takım elbisenin ceketini çıkarıp kenara bıraktı. Sadece siyah saten gömlekle kalmıştı.

 

Dizlerimin üstüne çöktüm.

 

"Soğuk suyu sevmemem çok saçma..." Dedim yüzüne bakmadan konuşarak. Suyu ayarlamaya çalışırken durdu eli.
"Benim gibi yanıp küle çalan bir kadının nefret ettiği soğuk olmamalı." Sık bir nefes alıp verdi. Suyu ayarlamaya devam etti.

 

"Sence ben çok mu güçsüz bir kadınım, yüzbaşı?" Diye sordum.
Bu sefer gözlerine baktım. Keskin kara kahveler bedenimi süzdü. Cevap vermedi. Neden benimle konuşmak istemiyordu? Ben mi çok konuşuyordum? Başlığı ayarlamayı başarmış ve suyu yavaşça bacaklarıma tutmuştu. Soğuk su tenime değince ürperdim. İliklerime kadar hissettiğim soğuğa yavaş yavaş alışmaya çalıştım. Başlığı yavaş yavaş bedenime doğru kaldırdı ve suyu üstüme tuttu.

 

Göğsüme değen soğuk ani sesli nefes almama sebep oldu. Elimle suyu engellemeye çalıştım ama boşunaydı.
Ardından suyu saçlarıma tuttu. Saçlarıma değen su yüzümden aşağı akıp giderken, saçıma tutturduğum tokayı çıkardım. Kıvırcık bukleler tamamen serbest kaldığında sesli bir nefes verdiğini duydum. Tokayı avucumda saklarken su artık tamamen bedenimi ele geçirmişti. Sırılsıklam olmuştum. Saten elbise vücuduma yapışıp hatlarımı belli ettiğini farkedince ne yapacağımı bilemedim. Bakıp bakmadığını bilmiyordum.

 

Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda başını başka tarafa çevirdiğini gördüm. Bakmıyordu. İstemiyordu. Rahatsız olmadığımı söylediğim hâlde neden böyle davranıyordu? İstemiyordu anlamıştım. Ama neden içimde birşeylerin eksik ve yarım olduğu hissi vardı? Neden bana böyle olduğunu bildiğim halde böyle olmamasını istiyordum?

 

"T-tamam bu kadar yeterli." Dedim birden yüksek sesle. Suyu kapatıp başlığı küvete bıraktı. Arkasını dönüp lavabonun kenarına bıraktığı havluyu alıp bana uzattı. Havluyu aldım. Hala bakmıyordu. Havluyu alıp ıslak bedenime sardım. Islak saçlarımdan kurtulan birkaç tutam yüzüme düşmüştü.

 

"Ben içerdeyim. Birşeye ihtiyacın olursa bana seslen." Demişti. Bunu söylerken bile yüzüme bakmıyordu.
Hiçbir şey söylemedim. Söyleyemedim. Sustum ve öylece izledim onu. Küvetten yavaşça çıktığımda o gitmişti. Ardından kapıyı kapatmıştı. Birkaç saniye öylece kapattığı kapıya baktım. Kendime gelmem zor olmuştu ama iyiydim.

 

Üstümde ki elbiseyi çıkarıp küvetin bir kenarına bıraktım. İç çamaşırlarım bile ıslaktı. Kurutma makinesini alıp birkaç dakika tutsam belki kurur diye düşündüm. Makineyi alıp sıcak dereceye verdim. İç çamaşırlarıma doğru tutup bekledim. Soğuk su yüzünden uyuşan tenime sıcak hava çarpınca yandım. Aldırış etmeden devam ettim.

 

Birkaç dakikanın ardından birazda olsa ıslaklığı yok olmuştu çamaşırların. Fazla aldırış etmeden bir kenara bıraktığı geniş pijamaları aldım elime. Alt kısmı çok genişti. Ve uzundu. Giymek istesem içinde kaybolurdum. Üstünü giydiğimde uzun olması ve dizlerime ulaşması pantolon görevi görüyordu. Havluyu alıp kıvırcık saçlarımı kuruladım. Suyunu iyice çektikten sonra kurutma makinesi ile kurutmak istedim ama vazgeçtim. Tek istediğim gitmekti buradan. Rahatsız hissediyordum zaten. Havluyu sepete atıp, pantolonu aldım. Elbiseyi ise iyice sıkıp çöpe attım. Bir daha giyeceğimi sanmıyordum. Yaralaımı açığa vuran şeyler giymekten hoşlanmıyordum.

 

Küvetin suyunu süzüp, kağıt havlu ile yere dökülen suyu kuruladım. Her yeri temizleyip kalan eşyaları aldım. Banyodan çıktığımda kısa koridoru yürüyüp odaya vardım. Odada değildi. Gözlerim odanın içinde onu ararken, kapısı açık olan balkonu farkettim. Rüzgarı sertçe esiyor uzun tül perdeyi savuruyordu. Elimde ki pantolonu yatağa bırakıp balkona ilerledim. Tül perdeden sıyrılıp pervazında durdum. Karanlık balkonda ay ışığının vurduğu kısımda duruyordu. Elinde bir sigara vardı. Bitmeye yakındı. Bir duman daha çekti içine ve havaya serbest bıraktı. Sigara kokusu buraya kadar geldiğinde, rüzgar savurmuştu kokuyu. Yavaşça balkona süzüldüm.

 

Çıplak ayaklarım balkonun mermerine değince ürperdim. Rüzgar sert esiyordu bu gece. Saçlarım uçuşuyordu. Islaklığını ensemde hissediyordum. Kollarımı bedenime sarıp birkaç metre uzağında durdum. Sigarasını büyük bir kısmı kalmışken, ben geldiğimde söndürüp bir kenara atmıştı. Ellerini cebine yerleştirip dışarıyı izliyordu. Sesli bir nefes aldım. Göğsüme dolan hava ile ferahladım. Çünkü onun okyanus kokusu dolmuştu yine genzime. İyice soludum.

 

Sanki göğsümde yanan ateşin düştüğü heryeri söndürmüştü. Bana herşeyi anlat demişti. İçimden anlatmak gelmişti. Ama nereden başlayacağımı bilmiyordum. Çünkü dilim varmıyordu anlatmaya. Anlatsam büyük bir yük kalkardı üstümden sanki. Ama anlatmasam içimde ukde kalırdı yine.

 

"Sana yanarım ama bu ateşi harlama, nalan!" Çıplak sesimle söylediğim sözleri içimden geldiği gibi söyledim. Bana baktığını biliyordum.

 

"Dizinin dibi çok güzel, yaramla yaşayamam ben! Orda..." Ona söylüyordum sanki bu sözleri. İçimden gelen cümleleri söylemek yerine ona şarkı söylemek istiyordum. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde şarkılarım konuşsun istedim.

 

"Sen bahçesin, ben kasırga! Çiçeklerin kopar burda!" Dediğimde gözlerine baktım. Kara gözlerinde ne çok saklıydı kim bilir. Ben bahçeyim, sen kasırga, yüzbaşı. Çiçeklerim kopmazdı paramparça olurdu. Ama ben kasırganın inadına tomurcuk verirdim, biliyorum. Sen esip ezsen de beni ve bahçemi ben yine çiçek verirdim.

 

"Yapma! Nalan..." Dedim ardından devamını getirerek. Gözleri hüzünlü gibiydi. Gözlerimden ayrılan gözleri saçlarımda gezindi. Adem elması kavislendi. Zorla yutkundum. Rüzgarın esip omzumda kalan birkaç tutam saçı geri savurduğunda sesli bir nefes aldım. Önüme döndüm. Karşıda karanlık gökyüzünün kubbesine ulaşmaya çalışan dağların eteğinde takılı kaldı gözlerim. Ay ışığının altında ne de güzel parlıyordu karları.

 

"Bana aşıktı..." Dedim konuya nereden gireceğimi bilmeden. Bir yerden başlamam gerektiğini biliyordum ama buranın neresi olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tepkisini görmek istedim ama bakmıyordu. İleriyi izliyordu ve kaşları çatık bir hâl almıştı. Dudaklarım yalayıp kuru kalmasını engellerken, zorla yutkundum.

 

"Arkadaşım, kardeşim dediğim bir kadın vardı. Bir zamanlar tabi..." Dedim aynı zamanda başımı sallayarak önüme eğildim.
"Onun aşık olduğu adamdı. Onun nasıl bir pislik olduğunu biliyordum. Nasıl işlerle uğraştığını ve daha önce defalarca çıktığı magazin haberlerinden anlamıştım nasıl biri olduğunu. Şimal'e defalarca anlattım. O adam sana zarar verecek seni üzecek dedim." Sesim kesildi. Yavaş yavaş nefeslendim. Boğazımda koca bir yumru hissediyordum. Yutkunmak imkansızdı. Yanıyordu feci bir şekilde. Canım yanıyordu çünkü bunun belirtisiydi.

 

Yandan baktım ona. Kısık gözlerle bana baktığında, kaşları hala aynı çatık haldeydi.
"Dinlemedi. O adam için eğitimini, ailesini, hayatını ezip geçti. O şerefsizin benim ismimi verdiği mekânda..." Dedim öfkeli bir sesle. Evet benim ismimin tersiyle yad ettiği mekânda çalışıyordu şimal.

 

"Assolistlik yapıyor! Sırf ona daha yakın olabilmek için girdi o mekâna! Annesi, Allah'ın dağında günlerce düşünüp kızım ne yer ne içer elin şehrinde diye efkarlanırken şimal bir kere olsun aramadı onu!" Sinirden ve öfkeden ağlamıştım. Çünkü kime aynı hikâyeyi anlatsam hep böyle oluyordum. Zayıflığımın belirtisi de işte buydu.

 

"Magazin haberlerinde çınar'ın metresi diye anılırken benimle nişanlı olduğu zamanlar öğrendi kızının aslında ne yiyip ne içtiğini!" Göğsüme sıkışan nefesleri sesli bir şekilde dışa vurdum. Gözlerime acıyarak bakıyordu çünkü acıyordu o da herkes gibi. O da bana acıyordu. Zaten bu yüzden değil miydi bana yardım etmesi?
"Beni aradı her gün annesi. Elinde büyüdüğüm kadın bana hayatımın en kötü sözlerini söyledi! Ertesi gün haberi geldiğinde öldüğünü öğrendim. Vicdan azabı çektim. Gecelerce uyuyamadım. Çünkü ben isteyerek yapmamıştım bunu! Ben isteyerek nişanlanmadım o pislikle!" Dediğim sırada. Yüzü farklı bir ifadeye büründü. Bedeni bana doğru döndü.

 

"İsteyerek?" Diye sorduğu sırada gözleri parmağımda ki yüzüğe kaydı. Avucumu sıktım. Görmesini istemedim. Sakladım.
"Zorla... Tehdit etti beni." Dedim.
Kaşları iyice çatık bir hal alınca göğsü hızla kalkıp inmeye başladı.
"Tehdit..." Dedi. Gözlerini açıp başını ileri geri sallayarak.
"Şimal'i öldürmekle tehdit etti beni. Hatta adamlarına dövdürdü. Fotoğraflarını göstererek tehdit etti. Başka bir kadına sıktığı kurşunun olduğu video vardı. Eğer istediklerini yapmazsam, sonunun o kadın gibi olacağını söyledi." Dedim.

 

"Bir saniye bir saniye. Ne kadını? Ne fotoğrafı?" Diye sordu şaşkın bir şekilde.
"Şimal'i görmeye gittiğim gün mekândaydı. Birkaç saniye benimle konuştuktan sonra rahatız olduğumu söyleyip gittim. Ardından kalabalıktan uzaklaşıp gittiğinde şimal'in beni gördükten sonra sahneyi terk ettiğini farkettim. Ona hesap soracağını adım gibi biliyordum. Şimal'in yanına gitmek istediğimde kapının önünde ki adamları farkettim. İçerdeydi ve ona hesap soruyordu. Çıktıktan sonra adamlarına çıkmasına izin vermeyin dediğini duydum. Başka bir koridora saptı. Peşinden gidip ne yapacağını görmek istedim. Bir odanın önünde durdu. Kapıyı çaldı ve bir kadın kapıyı açtı. Kadınla sarmaş dolaş olduklarını gördüğümde hızla telefonuma davrandım. Fotoğraflarını çekip belki şimal'e gerçek yüzünü gösterebileceğimi zannettim. Ama yanıldım. Fotoğraflarını çektikten sonra gitmeye kalkıştığımda arkamda ağzıma bir bez tutulduğu gördüm. Sonrası karanlıktı. Bayılmıştım eterle." Dediğimde yüzüne baktım. Pür dikkat beni izlerken iyice yanıma gelmişti.

 

"Sonra?" Dedi sinirini sakladığı nefesinde.

 

"Sonra uyandığımda depo gibi bir yerdeydim. Silah sesi duyduğumda uyandım ve karışımda onu gördüm. Sırıtıyordu. Rahatsız edici bakışları vardı. Korkuyordum ama belli etmemeye çalışıyordum. Sonra birşey söylemeye başladı ve gerçekler ağzından döküldü. Beni gördüğü günden beri aklında bambaşka yerlerde hayal ettiğini söyledi. Saplantılı bir şekild-" dediğimde sözümü şiddetle kesmişti.

 

"Bu adam seni nerede gördü?!" Diye sordu öfkeyle. Afalladım.
"Ankara'da şimal'in gittiği dershane onlarındı. Orada onu görmeye gittiğimde. 2-3 yıla yakın sadece beni düşünmüş. Amacı neydi bilmiyorum. Sonra şimal'in dövüldüğü fotoğrafları gösterdi ardından fotoğraflarını çektiğim kadının göğsünden vurulmuş fotoğrafını. O an anladım nasıl bir bela olduğunu. Eğer onunla evlenmezsem şimal'in sonunun böyle olacağını söyledi. Bana zarar veremiyor çünkü hastalıklı zihninde beni nasıl bir yere koyduysa herkesi benim için öldürecek dereceye gelmiş. Beni sevdiklerimle tehdit ediyor. Kimseye anlatamadım bu yüzden. Babama söyleyemedim çünkü mesleğine zarar verecek şeyler yapardı. Kimse bilmesin kimseye zarar gelmesin istedim! Sırtımda ki yarayı açtığında bile sadece keşke benim canımı yaksaydı dedim. Ona ait olduğumu izlerle belli etmek için vücudumda bir sürü yara izi bıraktı. En büyük işte bu!" Dedim parmağındaki yüzüğü göstererek.

 

"B-ben ne yapacağımı bilemedim yüzbaşı." Gözyaşlarım akıp gerdanıma doğru iz bırakarak ilerledi. Sesim kesik kesik çıktı. Nefes Nefese kalmıştım. Göğsüm hızla inip kalkarken, gözlerine baktım.
Ne yapacağını bilemedim tıpkı benim ne yapacağımı bilmeden.
"En yakın zamanda onunla evleneceğim ve ben onunla evlenmek istemiyorum yüzbaşı! Ben o şerefsizin karısı olmak istemiyorum! İstemiyorum! Birşey yap lütfen! Ben kime gideceğimi kime söyleyeceğimi bilmiyorum! Sen bana yardım et lütfen!" Bedenimi hızlı çekip bedenine yasladı. Sıkıca sarıldı ben istemeden. Ben teklif etmeden kollarını sardı bedenime.

 

"İzin vermeyeceğim, albayın kızı. Kimsenin sana istemediğin birşeyi yaptırmasına izin vermeyeceğim. Seni kurtaracağım bu illetten. Sana söz veriyorum seni o adamdan kurtaracağım." Dediğinde nefes nefese kaldım. Göğsünde sesli bir şekilde ağlamaya başladım.
Rüzgar esip saçlarımı savurduğunda birkaç saniye öylece kaldım. Göğsü huzurdu, güvendi, evdi. İlk defa ev dediğim bir yer olmuştu. Kendimi güvende hissettiğim tek yerdi göğsü.

 

Yüzümü ellerinin arasına alıp yine parmakları ile gözyaşlarımı sildi. Burnumu çeke çeke baktım yüzüne. Yüzünün bir kısmı karanlıkta kalmışkenz diğer kısmı ay ışığı ile aydınlanmıştı. Kara gözleri bana üzgün bakıyordu. Sustum. İçimde değilde omzumdan bir yük kalktığını hissettiğim sırada, kuş gibi hafiftim kollarında. Derin bir nefes aldım ve sakinleştim.

 

Ellerini yüzümden bu sefer ben çektim. Koca elini küçük avucumla tutup indirirken, serçe parmağım baş parmağında oyalandı. Bedenine baktım. Bir dağdan farksızdı. Sonsuza kadar yaslanıp asla yıkılmayacak gibiydi. Bakışları bu sefer yakmıyordu. Narin ve incitmekte çekinir gibi bakıyordu. Kasırgaydı ama bana tatlı esen bir rüzgardı sanki. Çiçeklerimi incitmeden esip geçiyordu sanki. Aytekin fırtınaydı ama sönmüştü. Ben ise onun her haline rağmen ayakta durmaya çalışan zayıf solmuş bir çiçek. Bir kere esip gürlese savrulur giderdim. Bir daha tomurcuk açmamak üzere.

 

Kan ağlayan kalbim bu gece sustu. Çünkü Aytekin kalbime dokundu. Kanları ciğerlerimi boyamadı çünkü Aytekin'in kokusu aldı götürdü hepsini. Bu gece kambur değildi ruhum çünkü Aytekin'e yaslandım. Ben bu gece acı kokan aheste değildim, nergis kokan aheste'ydim. Çünkü Aytekin gelmişti. Ve bana bir söz vermişti. Korku yoktu, acı yoktu, hüzün, nefret hiçbir şey yoktu çünkü Aytekin'in olduğu yerde sadece güven ve huzur vardı.

 

Onun bakışıyla yerle bir olmuştum ama bir dokunuşuyla yeniden bir oldum. Yarım değildim artık çünkü diğer yarımı bulmuştum.

 

Ben anlamıştım. Yaralı, kanadı kırık ve uçmaktan umudu kesmiş bir kuşken, kanadımı saran bu adama bağlanmıştım. Kim ne derse desin artık bu değişmeyecekti. Herşey yalandı, tek bir gerçek vardı; ben yaramı saran bu adama aşık olmuştum. Ben, beni yerle bir edecek kasırganın fırtınasında, birgün tatlı tatlı esecek bir rüzgarı beklerken gönül bağlamıştım ona.

 

Elim sol göğsünde yer edindi. Kalbinin avucumda attığını hissettiğim ilk o an, gözlerine baktım. Dudaklarım aralandı. Kesik kesik nefesler alıp verdim. Kalbim onun kalbinden farksızdı. Göğüs kafesimi delecek bir kurşun gibiydi. Paramparça edip kaburgalarımı, öldürecekti beni. İnat ettim dokunmaya. Onun kalbine, kendi kalbime inat dokundum tenine, kalbine.

 

"Sence... Güven yerini başka duygulara bırakabilir mi?" Diye sordum. Kaşları çatık bir hal aldı. Gözlerini kıstı ve sesli nefesler eşliğinde baktı bana. Elimde olmadan yaklaştım ona. Yüzüne yakındım haddinden fazla. Dudakları aralandı ve sıcak nefesi dudaklarıma değdi. Yakıcı ama narince vurdu yüzümün kıyılarına. Çehresi sertti. Zorla yutkundum, gözlerimi gözlerinden aldım ve dudaklarına baktım. Yüzüne fazla yakındım ve bu onu rahatsız etmiyordu. Boyuna yetişmek zordu ama eğilmesi ile bütün imkansızlıkları silip atmıştı. Bir elim yavaşça ensesine giderken, göğsümde acı hissettim.

 

Sıcak bir his göğüs kafesimden aşağı akıp gitmişti. İçim gidiyordu ona. Ona dokunmak bile benim için bir mucize iken, onu öpmek felakete sebep olurdu. Dingindi bana. Sakin ve sessizdi her hareketime.
Aklımı kaçırmak üzereydim. Bütün mantığı yıkacak şekilde meydan okudum kalbime, kendime, ona.
Yavaşça yaklaştım dudaklarına, nefes nefese kaldığım sırada gözlerimi kapattım. Sıcak nefesi dudaklarıma değip beni daha fazla yakarken durdum milim mesafede. Gözlerimi kapattığım an dudaklarının olduğu uzaklığı hayal ediyordum. Biraz daha uzansam erecektim sonsuzluğa, dudaklarına.

 

Bazıları için ulaşması kolay biri olabilirdi ama benim için gökyüzünün en uzak yerinde duran bir imkansızlıktan ibaretti. O hâlde neydi bu yakınlık? Madem imkansızdı neden belli etmiyordu. Bu kolay mıydın bana, yüzbaşı? Kendimi sana açtım sen niye bana bu kadar kapalısın?

 

Artık dayanılmaz bir noktaya gelmiştim. Dudaklarım erişmek istiyordu dudaklarına. Öpüp cennete erişmek istiyordum. Bedenim yara izleri ile dolu iken, ona yaradan çok hatıra bırakmak istedim. Beni ona hatırlatsın istedim. Kollarımı iyice sardım boynuna.

 

Ve artık hiçbir şey düşünmek istemedim. İlk öpüşüm olsun, sonu onunla getireyim istedim. Seni istedim yüzbaşı, maruz göremez misin? Milim mesafe de kalan dudaklarına biraz daha yaklaşmak istedim ama nefesinin sertçe çarptığı dudaklarıma konuştu.

 

"Yapma..." Dedi nefes nefese çıkan kesik sesi. Gözlerimi açmak istemedim, istemiyordu.
"Ben kasırgayım, albayın kızı... Bahçeni..." Dedi cümleleri zar zor seçerken. Sesi yumuşak ve naif çıkmıştı. Kalın ama bir o kadarda erkeksiydi sesi.
"Ben bahçeni yerle bir ederim. Sadece çiçeklerin değil, toprağın da savrulur gider." Dedi.

 

"Razıyım..." Dedim gözlerimi açmadan. Nefesi dudaklarıma değip geçince aklımı kaçırmaya başlamıştım.
"Senden gelecek herşeye razıyım, yüzbaşı." Dedim ardından.

 

"Aşk yakar, ben yakarım, sen yakarsın. Biz yanarız aheste... Kül olur gideriz. Biz diye birşey olmaz." İsmimi ikinci defa dudaklarında duydum.
Birincisinde felaketti. Ortalık yangın yeriydi. Ölüyordum ve ismimi duydum dudağından. Şuanda yangın yeriydi ve ben ölüyordum.
Elleri yavaşça belimi kavradı ve beni kendinden uzaklaştırdı. Ellerim boynundan kopup önüme düşerken, öylece izledim onu. İstemiyordu...

 

Seni istemiyor işte aheste. Bahanelere yer yok. Öldürdü gömmedi.
"Ve güven yerini asla başka duygulara bırakmaz... Güveniyorsan güvendiğin içindir aksi imkansızdır." Dedi. Aşka yer yok demek istiyordu.

 

Baksana gökyüzüne. Senin kadar karanlık olabilir mi? Seni geceye benzetmekte hata etmişim. Sen geceden daha karanlıksın yüzbaşı.
Kalbimin hızını aldı sözleri. İmaları umut verirken başka türlü, yanlış anlamışım. Onun başka amacı yokmuş. Ben yanlış anlamışım. Herşeyi yanlış anlamışım.

 

"Ö-özür dilerim. B-ben bilerek istemedim. Sadece anlık oldu, kusura bakma. Bir daha olmaz, unutalım bunu lütfen." Diyip hızla odaya yöneldim. Tepkisini göremeden girdim içeri. Çantamı aldım ve içinden telefonu aldım. Mehru büyük ihtimalle sarhoştu ve uyuyakalmıştır.
Çantaya baktığımda kağıdı gördüm, numaramın yazılı olduğu kağıdı aldım elime ve masanın üstüne koydum. Çantayı omzuma atıp hızla çıktım odadan.

 

Çok utanıyordum. Yaptığım şey tamamen aptallıktı. Hislerimin bedelini ödüyordum işte. Bilemezdim beni sevmediğini bilemezdim. Haklıydı güven duygusu yerini başka duygulara bırakmazdı. En azından onun için öyleydi.

 

Kapının önünde gördüğüm görevliye seslendim ve odamın kapısını açmasını istedim. Elinde ki kartla odamın kapısını açtı ve gitti. Odaya girip kapıyı kapattım. Valizden aldığım bir eşofmanı giyip üstü çıkarmadım. Telefonumu alıp pencere kenarında ki koltuğa geçtim.

 

Dışarıyı öylece izledim. Ayın ışığı dağları aydınlatırken, gözlerim karanlık olan tarafa doğru baktı. Hayat iki türlü de sağ kalmamı istemiyordu. Kalben ölü ruhen ölüydüm. Üstüme oynanan oyunlar büyüktü. Altında ezileceğim duygular beni çıkmaza sokuyordu. Elimi tutan biri vardı ama kalbimi sevdiği için değil. Mecbur hissettiği için.

 

Kafam allak bullaktı. Saate baktığımdaz geç olduğunu farkettim. Yatmak için yatağa gidecekken, kapının çaldığını duydum. Kim olabilir diye düşündüğümde aklıma ilk o geldi.

 

Kapıya doğru yürüyüp kim o demeden kapıyı açtım. Karşımda tahmin ettiğim kişiyi değil tam tersine tahmin etmediğim kişiyi gördüm.

 

Çınar'dı bu. Simsiyah takımlar içinde yine giymekten vazgeçmediği yeleğiyle, iğrenç bakışlarını üstüme dikmişti.

 

"Sevgilim!" Dediğinde kollarını iki yana açtı. Kenarda duran iki korumayla kapının önünde dikilirken, söylediği kelime ile kusmak istedim.
"Ne işin var senin burda?!" Diye sordum hiddetle. Güldü. Başını iki yana salladı ve belli belirsiz sesler çıkardı kınayan türden.

 

"Öyle olur mu, ama sevgilim? Seni çok özlediğim için ayağına geliyorum senin yaptığına bak." Dedi. Sikerler özlemini de seni de!

 

"O zaman şimdi geldiğin gibi siktir git!" Diyip kapıyı kapatmak istedim lakin eliyle engel oldu ve içeri girdi.
"Seni almadan hiçbir yere gitmiyorum. O yüzden toparlan ve zorluk çıkarma." Gayet sakindi bana nazaran. Ama ben hiç sakin değildim.

 

"Seninle hiçbir yere gelmiyorum! Defol git buradan!" Sesim odayı doldururken, korumaları öylece izliyordu.

 

"Fikrini sormadım zaten güzelim. Artık fazla ayrı kaldığımızı düşünüyorum o yüzden buna en iyi çözüm olarak seni buradan alıp götürmek diye düşündüm."

 

"Senin düşünceni de sikeyim! Seni de-"

 

"Şşş! Pişman olacağın laflar söyleme ama." Arkada ki adamlarına işaret verdi.
"Valizi al. Sen de kadını." Dediği sırada geri kaçtım.

 

"Şu köpeklerine söyle, bana dokunmaya bile kalkışmasınlar!" Diye bağırdım. Ama nafile çınar aynı piç gülüşünü sergileyip diğer adamın valizimi almasını bekledi.
Bana dokunmaya çalışan adama karşı bağırmaya başladım.

 

"İmda-" diye bağırdığım sırada adam eliyle ağzımı kapattı.
Çınar yanıma gelip belinden çıkardığı silahı kafama dayadı. Gözlerimden aka yaşlar yanağımı ıslatırken, ağzımı kapatan adam nefes almamı bile engelleyecekti.
"Şşş, sessiz ol. İnsanları rahatsız edeceksin. Hem ben bunca zaman kıymet verdiğim o canına zarar gelsin istemiyorum." Öfkeyle dolup taştım. Ne yapacağımı bilemedim. Sustum.

 

Başıma dayadığı silaha baktım.
Başımı salladım usulca.
Korkuyordum hemde delicesine.ne yapacağımı bilmiyordum. Sadece sustum.

 

"Herşey tamam efendim." Dediğinde adamı, başını salladı şerefsiz.
"Sakın sesini çıkarayım deme. Sesini duyupta gelen kim olursa ölümüne sebep olursun." Dedi. Yine başkasının hayatıyla tehdit ediyordu beni. Söz konusu yine benim hayatımdan çok başkasının hayatıydı.
Başımı salladım olumlu anlamda.
Adamı elini ağzımdan çektiğinde sessizce durdum.

 

"Aynen böyle sevgilim." Dediğinde, nefretle baktım yüzüne.

 

"Allah belanı versin! Duydun mu çınar Allah belanı versin." Dedim kin dolu sesle. Kolumdan tuttuğu gibi beni dışarı çıkardığında adamları peşimizden geldi.
Asansöre değil merdivenlere yöneldik. Hızla inerken, sürekli çekiştirip duruyordu beni. Oradan oraya sürüklenip durdum yine. Sesimi çıkaramadım. Birinin görüp gelmesini istedim. Aytekin'in görüp engel olmasını diledim. Ama imkansızdı. Herşey için artık çok geçti. Çünkü aracın olduğu taraf arka taraftı. Beni görmesi ya da sesimi duyması imkansızdı. Hızla araca doğru gittiğimizde zorla bindirdi beni. Ardımdan o da bindiği sırada adamları valizi arkaya yerleştirip diğeri de şoför koltuğuna geçti. Kapılar kapandı ve ben son bir kez otele baktım.

 

Herşey buraya kadardı. Belki de sondu. Bu sondu benim için. Sesimi duyacak kimse de yoktu artık.
Çünkü gecenin karanlığı sadece bedenleri değil sesleri de hapsetmişti içine. Ben baştan aşağı kaybolup gittim. Zira benim için son buydu...

 

______________________________________

 

Hellooooo!!!! Kitabın akışını değiştiren bir bölümle merhabalar. Kitabı beğenen veya okuyup bölüm bekleyen arkadaşlara söylüyorum (herkese) lütfen kitabı oylayın ve yorum yapın. Kurgu burada harcanmasın. Şimdiden teşekkürler iyi okumalar!!

 

🎵🔥...

 

Loading...
0%