Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17.NOTA🎵

@nazo_65

"Beni ancak yakan söndürür."

 

*William Shakespeare

 

 

Sustum, gözlerinin darbeleri indi canıma.

 

1 ay sonra 19/09/2024

 

Yakılan bir geçmişin ortada kalan küllerini geleceğin rüzgarı savurur. Savrulan küller geleceğe püskürür ve geçmiş yaşanılan herşeyi geleceğe götürür. Ölüm gelecekte yaşama dönüşür, yaşam ise gelecekte ölüme. Yarım kalanlar tamamlanır, bütün olanlar parçalanır. Hayatlar devam eder lakin geçmişin izlerini taşıyan geleceğin seyrinde.

 

Yaşanmışlıklar unutulur ama hatırlanması kolaydır. Acılar yer edinir yerini izlere bırakır. Hafızalar silinir tek bir dokunuşla yeniden can bulur anılar. Elinize aldığınız geçmişin keskin hançeri, vahşice parçalar geleceğe gebe olan anıları.
Paramparça olan anılar tek bir bakışla yeniden buluşur birbirine.

 

Şeytan paramparça olan anıların üstüne bir ateş saçar. Yanan anıların külleri, yerini şeytanın kanatlarına bırakır. Kanlı çukurdan kurtuluş anıların küllerinden doğmuş olan şeytanın kanatlarıdır. Masumun ahı boynuna ağırlık yapınca, kanatlar kırılır ve masumun kanıyla dolu olan çukurda boğulur şeytan. Çığlıklar keskin ve sivri bir bıçak gibi saplanır kötünün kulağına. İşte buna intikam denir. Şeytan intikamını alması için insan seçer. Anıların külleriyle bezenmiş olan kanatlarından tüy çeker ve üfler.

 

Tüyün konduğu insan intikam elçisidir. Şeytanın boğulduğu masum kanında, masumu şeytanın çukurunda boğarlar. İnsan üç şeyden feyz alır: Güç, İntikam ve şöhret. Körüklenmeyi bekleyen ateşin sönmüş korları aslında yürekleridir. Ölümü emreden zihinleri, kurbanları için seçtikleri ölümlerle doludur.
Ateş her kurbanın canı yandığında daha da harlanır. Atılan bir odun parçası veya dökülen bir benzin damlası kadar kuvvetlidir her bir can. Alındıkça şeytan şahlanır, ateş harlanır, kötülük günden güne çoğalırdı.

 

Dünya artık yaşamaktan değil savaşmaktan ibaretti. Ölüm kalım mücadelesi değildi bu. Sadece kalım mücadelesiydi. Herkes kalmak için öldürürdü. Ölmemek için savaşırdı.
Kazanan kalan değil öldüren olurdu.
Alınan her bir can, canınıza can katardı. Birinci cehennemi kendi elleriyle yaratırdı insan, ikinci cehennemi ise kendi elleriyle hak ederdi. İki ayrı dünyanın iki cehenneminde, artık yanmak değil küllerine bile ulaşamamaktı bu. Azap çekmek değil, azabı hiç olmayacak bir sonra için çekmekti. Ölüm asıl buydu; ne kadar azap çekersen o kadar ölürsün.

 

Yanlış seçimlerin bedeli altında ezilirdi ruhlarımız. Kambur kalır, yere ulaşırdı başımız. Kötüler buna boyun eğmek derdi. Oysa ki yanlış seçimlerin doğurduğu bedelleri ödemek uğruna eğilmişti başlarımız. Özgürlük elden alınır, esarete kurban verilirdi. Bileklere kelepçe vurulduğunda özgürlük elden alınmış sayılmazdı. Kesilen bilekler yeniden özgürlük demekti. Feda etmek özgürlüğü berberinde getirirdi.
Birşeylerden vazgeçmek, vazgeçtiğimizi bize geri getirirdi.
Geri gelen vazgeçmişlikler, kıymet bulur ve bir daha vazgeçmemek uğruna ders verirdi zihinlere.

 

İnsanlar birbirlerini hastalıklı zihinlerinde yaşatır, öldürür, sever, nefret eder ve gömedi. Zihinler hastadır çünkü düşünmek için bahşedileni bir faniye ayırmak hastalıktır. Hastalık zihne hükmeder, hastalığın hükmünü yok etmek için ise insan, bir insanı zihninde hükmettirir. Gerçekler hastalıklı zihinlerden içeri giremez çünkü zihnin duvarları yalanlar ve kurmacalar ile tel örmüştür zihne.

 

Hüküm, artık tamamen zihnin içinde yaşatılan insanın ve o insanı yaşatırken edilen yalandan ibaret hayallerindir.

 

İşte asıl felaket budur.

 

Hastalıklı bir zihinde yalanlarla yaşadığını bilmeyen insan, gerçekleri o hastalıklı zihne kabul ettirmeye çalışırken, gerçeklerin acı yüzünü görür zihin ve gerçekleri öldürmek için gerçeği öldürür yani gerçek insanı. Ve artık yaşamın tamamen zihninde yaşayan insanda olduğunu düşünür.

 

Şehrin karanlığına bakıp düşüncelere boğulmuşken, ne kadar düşündüğünün farkına varmıştı. Bu kadar düşünmek hep yaptığı şeylerden biriydi ama abartmaya başladığı an onunda sınırı bozulurdu. Başını avuçları arasına alıp yüzünü ovdu. Sesli bir nefes aldığında artık sıkılmıştı. Beklemek hoşlandığı şeylerden değildi. Zamanında giden işlerine inat yürümeyen işlere sinir olurdu.

 

Günlerdir yorgundu ama umurunda değildi. İçtiği birkaç sigara genzini yakarak kendine getiriyordu onu. Yavaş yavaş çıkan sakallarını okşadı.
Sık bir nefes aldığında, önüne baktı. Gelen giden yoktu. Bankta oturmuş karşısında duran koca otoyola odaklanmıştı. Köprü altı da denebilecek bir yerdeydi. Arkasında büyükçe bir köprü duruyordu, hemen önünde ise bir bank ve koca bir manzara. Sert esen rüzgar, genzi yakan egzoz dumanı ve kirli hava. Ciğerler her türlü çürürdü bu şehirde.

 

Yılan gibi kıvrılan otoyolda, arabalar hızlı bir şekilde geçip gidiyordu. Büyükçe binalar ve gökdelenler, şehri gölgede bırakıp güneşin ışıklarını hapsediyordu içine. Adeta ölüm kokan, ölü insanların yaşadığı bu şehir sanki bir kumarbazın zihninde ürettiği oyunların oynandığı bir tahta gibiydi. Karanlık, soğuk, ölü ve sahte. İnsanlar ise istediği gibi oynattığı birer piyon.

 

Bu şehir satranç tahtasıydı. Koca iri yarı binalar ise taşlardı. Ve insanlar... Siyah beyaz kareler. Binlercesi kalmıştı koca binaların altında. Kim bilir kaç kişiye mezar olmuştu...

 

Giydiği siyah paltonun yakasını bir araya getirdi. Hava oldukça soğuktu. Rüzgar tepeye sert esiyordu ve üşümemek imkansızdı. Ellerin uyuştuğu ve soğuktan taş kesildiği bir hava vardı bugün.

 

Keskin kara gözleri, karanlık gri şehrin binalarında gezinip duruyordu. Birazcık da olsa sıcaklık veren sigaranın dumanı yüzüne değip geçiyordu. Boğazında yakıcı ama acıyı silip götürecek bir his bıraktığında duman, aldırış etmedi ve daha çok çekti içine. Sessizdi, tek ses şehrin uzaktan gelen araba ve korna sesleriydi. Bir o yana bir bu yana sallanıp duran ağaçların yaprakları sararmış lakin kendini koparamamıştı ağacın dalından. Bulunduğu tepe de tek bir ağaç vardı ve o da dökülmeye yakındı.

 

Dudaklarına doğru götürdüğü sigarayı içmek istedi lakin bittiğini farketti. Sigaranın çöpünü bir kenara fırlatıp ağzında ki son dumanı havaya üfledi. Ellerini paltonun cebine yerleştirip beklemeye devam etti.

 

Ayak sesleri duyduğu sırada beklediği kişinin geldiğini düşündü. Bakmaya lüzum görmedi ve önüne bakmaya devam etti. Sesli bir nefes verdi ve göğsüne dingin bir huzur sindi.
Ayak sesleri yaklaştıkça beklemeye devam etti. Ve sonunda tam bankın yanında durdu ayak sesleri.

 

"Çok beklettim mi?" Diye sordu adam.
Bankın diğer tarafına geçip oturdu. Kollarını göğsünde bağlayarak ileriyi izledi aynı şekilde. Sağ tarafa dönüp Aytekin'e baktı. Sorduğu soruya rağmen cevap vermeyen Aytekin'in dikkatini çeken koca şehir olmuştu garip bir şekilde. Dudağını büzüp başını ileri geri salladı ağır ağır.
Saate bakıp yeniden kavuşturdu kollarını ve ileriye baktı, gözlerini kısarak.

 

"Pervaz gönderdi. Albayın adamı sen misin?" Sesinde belli belirsiz bir sertlik vardı. Düz ve oldukça otoriter konuşuyordu. Aytekin şaşırdı içten içe. Bugüne kadar pervasızca konuşan birçok adam tanımıştı. Hayatını askerliğe adayan bir adamken, goy goydan hep kaçınmış, laubali ortamlarda bile ifadesini bozmamış bir adamdı. Karşısına aynı şekilde biri çıkınca şaşırdı.

 

"Benim." Dedi tekdüze bir şekilde. Ardından adama bir kere bakmaya mahsus kafasını sola çevirdi. Gayet düz ve sert bir çehreye sahipti.
Oldukça beyefendi gözüken bu adamın dış görünüşü sesine nazaran biraz daha sertti.
"Şehir seni cezbetmiş." Konudan oldukça bağımsız söylediği cümle karşısında bir kez daha şaşırmıştı Aytekin. Düşündüğü gibi bir adam değil miydi, yoksa?

 

"Karanlığı mı?" Diye sordu ardından Aytekin. Kendisine çevrilen bakışları hissedebiliyordu. Sustu lakin sessizliğin ortama hükmetmesine izin vermeyecek sesli bir nefes çekti içine ve sesli olmasına karşın sessizce bıraktı. Göğüs kafesine sıkışan oksijen bir bıçaktan farksızdı.

 

Delici ve keskin.

 

"Bakınca gördüğün tek şey karanlığı mı oldu?" Kaşları çatık bir hâl aldı. Aslında haklı sayılırdı. Sadece karanlığı değildi, karanlığın bahşettiği daha birçok şeyden de alamamıştı gözünü.
"Karanlık sadece örtüsü. Altında neler yattığından kimsenin haberi yok." Dedi oldukça rahat bir şekilde. Adamın bir kez daha başını etkilenmiş bir şekilde sallamasına sebep oldu bu sözleri.

 

"Ankara bu, yüzbaşı. Şeytanların kanatları altında yaşıyor." Gözlerinin önüne bir çift kehribar göz ve sol gözün altına bir ben geldi. Sadece birkaç saniye içinde zihninin hatırlayıp oynadığı bir oyun gibiydi bu. Oyunu oynayan kelimeler ve zihindi. Ama asıl kurnaz anılardı.

 

Başını kenara çevirip birkaç saniye göreceğini gördü ve cümlesini yeniden hatırladı adamın. Ceketin cebinden hatrı sayılır büyüklükte bir dosya çıkarıp ilk sayfasını açtı.
"


Gelmeden önce birkaç yeri inceledim. Operasyon amiri olarak sana söyleyeceğim tek tük şeyler var. Herşey dosya da yazıyor. Merkeze gelip detayları öğrenebilirsin. Ardından görevin ilk günü için bilgi alacaksın." Dosyayı uzattı Aytekin'e.

Bakışları dosyaya değdiğinde, siyah kaplama dosyayı kalın parmaklarıyla kavradı ve eline aldı.
"Adım yek şiar. Kod adım bu. Sana söylemem yasak olan gerçek ismimi görev bitiminde öğreneceksin. Yani neredeyse 1 yıl sonra." Cevap vermedi Aytekin. Gereksiz buluyordu bu isim işlerini. Sık bir nefes hür kaldığında dudaklarından, sakinliğini korudu.

"Araç köprünün altında bizi bekliyor. Merkezde gereken herşeyi öğreneceksin." Dedi aynı ses tonunda.

"Albay geldi mi?" Diye sordu. Soracağı tek soruyu cümlelerin bitiminde sordu. Dosyayı açmak yerine katlayıp paltonun cebine yerleştirdi.
"Albay yok, yüzbaşı. Artık kimse yok. Sen ve görevin varsın. Olması gerektiği gibi." Dediğinde, sinir bozucu bir otorite sergilemeye çalışan bu adama karşı öfkesi yavaş yavaş zirveye ulaşıyordu Aytekin'in.

"Herşey zaten olması gerektiği gibi amir. Görev için çağırıldım Ankara'ya ve sen gerekeni söyleyip gitmen için buradasın. Tıpkı yapman gerekenin dışında başka birşey yapmaman gerektiği gibi." Dedi oldukça öfke barındıran bir ima ile. Yek şaşırdı ve güldü.

"Fazla sinir; birçok duruma yol açar, yüzbaşı. Sınırların aşılmaması hâlinde sinirler olası duruma yol açmaz. Sınırlarını aşma, yüzbaşı. Karşında timinin askeri değil, bir amir duruyor. Ordu prensibi burada geçmez."

"Disiplin herşeydir amir. Ordu prensibi disiplinden farksızdır. Bireysel olarak sana karşı bir husumetim yok. Saygı karakter meselesidir." Dedi oldukça düz bir sesle. Aytekin ayağa kalktı. Paltosunu düzeltip sert ifadesini tekrardan takındı. Yek de ardından ayağa kalktığında karşı karşıya gelmişlerdi. Yüzüne dikkatlice odaklandığı adamın gözlerini kasvetli kahveleri ile etkisi altına almıştı. Yek etkilenmişti. Zira bakışlarında derin anlamlar gizleyen Aytekin'in gözlerinde çok şey görmüştü.

"Türk askerine saygım sonsuz, yüzbaşı." Diyip önden yürümüş ve gitmişti. Aytekin başını öne eğmiş ve tekrardan bakışlarını koca Ankara'nın kasvetli binalarına ve karanlık rengine çevirmişti. Baktıkça ölürdü insan karanlığında.
Ağır ve temkinli adımlarla yek'in bahsettiği araca doğru yürümüştü. Bu saatten sonra herşey çok değişecekti. Artık yanlız başına bir adamdı. Daha öncesinden bir farkı yoktu bununda. Sadece yalnızlığı bir nebze olsa başından savmıştı sadece. Yine geri dönüyordu yalnızlığa.

Köprünün altına vardığında siyah bir minibüsün altında bulunduğunu gördü. Kapısı yavaş yavaş açılıp onu beklediğinde, gözleri önce içeride bulunanları süzdü. Amir ve biri daha vardı araçta. Ellerini cebine yerleştirip sık bir nefes aldı. Canı bir sigara daha çekmişti. İçip sadece dumanını bu kirli olan havaya bırakmak istemişti. Göğsü daraltan bir madde olsa da onda tam tersi ferahlık getiriyordu.

Aracın kapısından içeri girdiğinde yek'in olduğu koltuğa geçip oturmuştu. Tam karşısında oturan adam yek'in tersine oldukça şık ve bakımlıydı. Siyah bir takım elbise ile oturduğu koltukta resmi bir imaj yaratmıştı kendine.

"Hoşgeldiniz, yüzbaşım. Cahit Yıldızlı." Demişti yumuşak ve naif sesiyle. Aytekin uzattığı elini oldukça düz bir ifade ile tutup sıkmıştı. Yaşından küçük gösterdiğine emin olduğu Cahit adlı adama bakıyordu.
"Nasılsınız, yüzbaşım?" Diye sordu oldukça sıcak bir tonda. Yek sıkıntılı bir nefes verdi. Bu cahit'in her zamanki gereksiz samimiyetleri yüzünden çıkmıştı. Yine her zamanki gibi oldukça sıcak ve samimi bir tavır sergilemişti. Aytekin yek'e baktığında, yek önünde ki tablete odaklanmıştı.
Cahit'e cevap verip vermemek arasında kalmıştı ama gerek kalmadığını, cahit'in yek'in tepkisine karşılık önüne dönmesi ile anlamıştı.

Aldırış etmeden pencereden yolun kenarını izledi. Sıkıntılı bir nefes verdiğinde bu işin başından beri yanlış olduğunu düşünüyordu. Kulaklarında 32 gündür kayıp olan bir ses vardı. Duymayı istediği duyunca içine ateş düştüğü ses.
Göğsünde boşluktan ibaret olduğuna inandığı bir yer vardı; o ses o boşluğa neden ağır geliyordu? Adı vehminde gizli ama kendine açıktı. Susup sesinde saklıyordu, zira adını saklayacak bir yer yoktu bedeninde, ruhunda.

Aytekin ateş düşen ruhuna, küle dönünce ulaşmıştı. Çok geçti artık. Zira kül avuçlarında bile durmak istemiyor; kasvetli fırtınası ile savrulup gidiyordu. Kafasında bir düşünce değil bin düşünce dönüp dolaşıyordu ve yanlış birşeyler olduğunu kendine kanıtlamak istiyordu. Bir söz vermişti ve buna ölüm, sözü verdiğine ise ölümüne demişti. Tutmakta elbette kararlıydı. Lakin korktuğu şey sözünü tutup tutmamak değildi, söz verdiğinin yok olmuşu geri getirme ihtimaliydi.

Görev neydi bilmiyordu. Sadece bildiği tek birşey vardı; o da görev için seçilen olduğuydu. Görevin ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu.
Şakaklarına giren ağrılar dinmek bilmiyordu. İlaç kullanmak istemiyordu, sigara içince birazda olsun dinmesini bekliyordu ama yanılmıştı. Şakaklarında ki ağırları yeniden getiren kadının sesiydi dermanı.

Nedensizce sadece yanında olup gereksiz bir şekilde konuşmasını istiyordu.

Araç durmuş ve kapısı açılmıştı. Amir önünde ki tableti kapatıp Aytekin'e eliyle işaret vermişti, inmesi için. Aytekin verilen işaretten sonra araçtan inmiş ve aracın önünde beklemeye başlamıştı. Gözlerini çevirdiği koca bina bir TSK istihbarat binasıydı. Önünde siyah üniformalı askerlerin bulunduğu kapısı büyük bir titizlikle korunuyor ve denetleniyordu. Yek ve Cahit araçtan indiğinde hemen Aytekin'in yanında yer almışlardı. Cahit hala aynı samimiyet içinde Aytekin'e bakıyordu.

Hiçbir ses etmeden önüne dönmüş ve yek'e bakmıştı. Yek başını eğip olumlu bir tavır sergilediğinde, bakışlarını yeniden binaya çevirmiş ve büyük adımlar atarak önden ilerlemişti. Yek ve Cahit'te ardından devam ettiğinde, girişe az bir mesafe kala kapıda ki askerler yaklaşan Aytekin'e bakmıştı. Girişe geldiklerinde, durmuştu Aytekin. Elleri cebinde, başı dik ve soğukkanlı bir tavırla askerlere bakmıştı.

Askerlerden biri öne atılıp elini uzatınca, Aytekin anlamış olup paltonun iç cebinden askeri kimlik kartını çıkarmış ve askere uzatmıştı. Asker kimlik kartını okuduktan sonra birkez daha Aytekin'e bakmış ve selam durmuştu. Diğer askerde selam durduğunu görünce selam durmuş ve Aytekin'e bakmıştılar.

"Rahat." Demişti aytekin. Askerler tekrardan aynı pozisyona geçmiş ve Aytekin'e kimlik kartını geri vermişti.
"Hoşgeldiniz, yüzbaşım." Demişti maskenin altından çıkan boğuk sesiyle. Aytekin kimlik kartını paltonun iç cebine yerleştirmiş ve askere sadece başını eğmişti. Ardından içeri girmiş ve amirin önüne geçip yolu göstermesini beklemişti.

Gideceği yolu gösterirken, Cahit hemen arkadan Aytekin'e yetişmeye çalışıyordu.
"Yüzbaşım, nasıl bu kadar hızlı ama aynı zamanda da yavaş yürüyebiliyorsunuz?" Saçma sorulardan birini daha yönetilmiş ve yek'in canını sıkmıştı.
Aytekin hemen yanında yürüyen ama yetişemediği için yürümeye çalışan Cahit'e bakmıştı yandan. Hiçbir şey söylememişti ve önüne dönmüştü. Cahit afallamıştı. Daha önce böyle sorulara saçma da olsa bir tepki verenler aklına gelince Aytekin'in verdiği tepkiye karşılık şaşırmıştı.

Yek önden gittiği sırada sonunda bir odanın önünde durmuş ve arkasına dönmüştü. Aytekin'e.
Aytekin aynı ifadesini takınmış, oldukça sakin ve rahat davranıyordu.
"Yüzbaşı, içerde albay ve görev ile ilgili olan üst amir var. Bunları önceden bilmek istersin diye düşündüm." Dedi. Aytekin başını salladı ve gözlerini kapıya dikti.
"Dosyan sendeydi. Baktın mı?" Diye sordu. Aytekin, başını bu seferde olumsuz anlamda sallarken, yek gözlerini devirdi.

"Asiliği bırak, yüzbaşı. Söz konusu masumların canı olan bir mesele bu. Öyle kafana estiği gibi davranmazsın." Dedi kısık ama kısık olmasına nazaran oldukça sert çıkan sesiyle.
Gözlerinin içine baktı, yek'in. Hala aynı dik başlığını korurken, yek'e bakınca sert bir hal aldı çehresi.
"Sakin ol, amir. Bilip bilmeden konuşan kişilerden hiç hazetmem." Dedi. Yek'in ifadesi de aynı sertlikte kasılınca, Aytekin kapıya döndü. Cahit aralarında olan bu çekişmeyi izlerken, sonunda son bulduğu için rahatlamıştı. Zira amirinin dayak yemesini istemiyordu.

Kapıya yaklaşıp, koca eliyle iki defa tıklattı. İçerden herhangi bir komutun gelmesini bekledi ve beklenen komut gelmişti. İçerden gel! Diye bir ses yükseldiğinde, yakasını düzeltip içeri girmişti. Kapıyı açtığı anda karşısında oturanlar, Erdem albay ve yek'in bahsettiği üst amir vardı. Yüzlerinden yine resmiyetin aktığı sert bir ifade vardı. Yek ve Cahit dışarda kalmış, Aytekin ise içeri girdiği gibi kapıyı kapatmıştı. Dik duruşundan ve düz ifadesinden milim şaşmayan Aytekin, odanın ortasına doğru ağır bir edayla ilerlemiş ve durmuştu. Masaya birkaç metre mesafede durmuş ve selam vermişti.

"Yüzbaşı Aytekin Alpay Karakum, emredin komutanım!" Demişti odayı dolduran kalın sesiyle. Erdem albay bakışlarını amire çevirmiş ve başını eğmişti. Amir yüksek mertebe koltukta oturmuş, aynı resmi bakışlar ile Aytekin'e bakıyordu.

"Rahat, yüzbaşım." Demişti, erdem albay. Aytekin selam verdiği pozisyondan ellerini arkaya bağladığı rahat pozisyona geçmişti. Geniş omuzları ve uzun boyuyla amirin de dikkatini çekmişti.
"Aytekin..." Dedi, sesli nefesler eşliğinde, amir. Gözleri boydan aşağı süzmüştü Aytekin'i. Sustu ve izledi sadece keskin bakışlar ile. Aklından amir ile ilgili binbir türlü şey geçmişti. Erdem albaydan yaşça büyük olduğu yıllanmış saçları ve kırışmış yüzüyle belli oluyordu. Kilolu yapısı ve ses tonuna bakılırsa oldukça yaşlıydı.

"Timinin komutanı bu mu?" Demişti, ellerini masaya yaslayıp, kesik nefesler vererek. Yaşlılığından dolayı nefes alışverişleri düzensizdi. Sürekli bir nefes verme durumundaydı.
Amir başka yöne baktığında, tek kaşı havalandı Aytekin'in. Sordukları soruların nereye varacağını kestiremiyordu. Amirin sorduğu soruya karşılık Aytekin'e bakan, erdem albay büyük bir gururla,
"Evet, amirim. Özel kuvvetlerin en iyi askerlerindendir. Eğitim ve disiplin konusunda yüzbaşıma laf gelmez." Dedi. Bu övünç dolu sözlere karşı Aytekin'nin tepkisi yine aynıydı. Övünmeyi ve övülmeyi sevmezdi ama ses de etmezdi.

Bu övünç dolu sözlere karşılık gözlerini yeniden Aytekin'e çevirdi, amir.
"Disiplin önemlidir. Dimi yüzbaşım?" Dedi imalı bir ses tonunda.
Şaşırdı. Sorusunun cevabını başka bir şekilde anlamıştı ama fazla detaya girme fikrine de karşı gelerek, düz bir cevap vermeye karar vermişti.
"Önemlidir, amirim." Dedi sakinlikle.

Amir ayağa kalktı ve kolları arkada bağlı odanın ortasında yürümeye başladı. Sesli nefesler eşliğinde, gözler üstündeydi. Erdem albay da ne yapacağını kestiremedi, amirin. Sadece izledi.
"Disiplin, bizim için herşeydir yüzbaşı. Gerek görev için gerek toplum için. Görevini büyük bir disiplin ve titizlik içerisinde bitiren istihbarat kurumu olarak, en iyi asker ya da istihbaratçı seçerek yolumuza devam ediyoruz." Dedi.

Pencerenin önünde yansımasında gördüğü gözleri izledi Aytekin. Yansımadan izlendiğini biliyordu ve tavırlarında hiçbir değişikliğe gitmedi. Kafasını arkaya doğru çevirdi ve Aytekin'e göz ucuyla baktı.
"Seni neden seçtiğimizi anladın mı şimdi?" Diye sordu.
"Anladım, amirim." Dedi aynı şekilde.

"Güzel, o hâlde albayın yüzünü kara çıkarmazsın." Dedi, erdem'e bakarak. Erdem albay'a çevrildi kara gözleri.
Erdem albay ise sıcak bir tebessüm ile bakmıştı Aytekin'e.
"Bundan emin olabilirsiniz," dedi erdem albaya ithafen ama cümlenin sonunda ithaf ettiği kişi farklı olmuştu. "Amirim.." dedi ardından.

"O hâlde, görevin için açıklama yapma zamanı geldi. Düşman beklemez yüzbaşı." Pencerenin kenarından ayrılıp tekrar masaya oturdu. Yüksek sesle içerden, "Amir şiar! Gelebilir misiniz?!" Dediğinde, kapı aniden açılmış ve içeri amir şiar girmişti. Elinde dosyalar ile masaya yaklaşıp amire başını eğmişti.
"Projektör hazır mı?"

"Hazır efendim." Diyip projektörü ayarlamaya başlamıştı. Duvara yansıttığı lamba ışığının açısını düzenleyip, elinde ki kumanda ile yansıtmaya başlamıştı görüntüleri.
"Buyurun, oturun yüzbaşım." Diyerek sandalyelerden birini işaret etmişti amir. Aytekin işaret ettiği sandalyelerden birine oturup, duvara yansıtılan görüntüyü izlemeye başladı. Yek, odanın zebra perdelerini kapatıp, odayı tamamen karanlığa gömmüştü. Tekrardan gelip bilgisayardan görüntü aktarmıştı.

Aktarılan görüntülerden birinde yaşlı ve oldukça hasta bir adam duruyordu. Bu Aytekin'e tanıdık geliyordu. Hergün magazin ve gazetelerde boy boy haber ve fotoğrafları olan cihanşah erkuran'dı. Yaklaşık 1 ay önce öldüğü haberini televizyondan öğrenmişti yine.

Erkuranlar...

Gözleri büyüdü. Soyadı ona tek birşey hatırlattı.

Albayın kızı...
Esaretin adıydı, erkuranlar.

"Operasyon adı: An'kara." Demişti, üst amir. Ardından gözünü ekrandaki görüntüye çevirdi.
"Bu fotoğrafta görmüş olduğun kişi hepimizin ve bütün ülkenin tanıdığı Erkuran ailesinin devam eden soyundan en büyükleri olan Cihanşah erkuran. Türkiye'nin ve diğer birçok ulusun tanıdığı ünlü mücevher şirketleri ve holdinglerinin sahibi bir iş adamı." Demişti sesli bir nefesi hür bırakarak. Aytekin pür dikkat dinlerken, gözleri projektörden ayrılmıyordu ama aynı zamanda kulağı da amirdeydi.

"Sadece bir iş adamı süsü vermeyi başarmış birisi. Kameralar önünde konuştuğu herşeyin aslında hiçbiri olmayan yeraltı mafyalarından biri."
Tekrardan bir nefes alıp verdi. Aytekin'in gözleri erdem albaya çevrildi. Kızının böyle bir aileye kurban gittiğinden haberi olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Lakin tavırları, kızının şerefsiz, soysuzların olduğu bir aileye gideceğinden haberi olan bir babaya göre fazla sakindi.

Vazgeçti.
Önüne döndü ve sinirlerine hakim olmaya çalışarak, duvarda ki yansımayı izlemeye devam etti.
"Rus, romanyalı ve Türklerin olduğu bir örgütün kurucusu ve başıdır. Ölmüş karısından sonra Leyla ehlem adında, arap bir kadınla evlendi. İki oğlu ve 5 torunu vardır. Yaklaşık 1 ay önce iskemik kalp hastalığı yüzünden öldü." Yek fotoğrafı değiştirdi ve bir sonraki görüntüye geçti. Görüntü açıldığı sırada Aytekin başını önüne eğmiş, sık nefesler eşliğinde derin bir nefes alıp vermişti.

Aklından geçenler saçmaydı. Cihanşah erkuran'ın halkın gözünde iyi ama kendi bokunda debelenen bir pislik olduğunu varsayıyordu. Hatta öyleydi. Böyle pisliklerin şimdi silahlı teröristlere de destek verdiğini düşündü. Düşündükçe daha da sinirlendi. Öfkesi yere göğe sığamıyordu. Sessiz kalıyor, saygısını koruyordu. İki parmağı ile tuttuğu burun kemerini sıkıp gözlerini yeniden açtı. Gözleri tekrar duvarı görünce, baktığı görüntü, beynine kurşun yemişe dönmesini sağladı.
Şakaklarından, kafatasının orta kısmına doğru sert ve keskin bir ağrı saplanıp sıkmaya başladı. Göğüs kafesinde sıkışan nefes, nefretin yeniden doğuşunun simgesiydi. Hiçbir ses duyamaz hale geldiğinde kulakları, sağır olduğuna inandı.

Kendi elleriyle yaktığını sandığı geçmişin kanlı külleri, yeniden geleceğin kasvetli günlerinden birinde karşısına çıkmıştı. Genzine dolan yumruyu yutmakta zorlanıyordu. Öylesine acı verici bir histi ki bu. Sanki daha önce yediği kurşunların acısına bin basardı.
Nefret bir sarmaşık gibi her bir yanını sarıp sarmalamış ve sıkıca tutmuştu onu. Gözleri kısık, çene kası kasılmıştı. Yutkunduğunda, adem elması kavislenmişti. Erdem albay ve amir konuşuyordu ama ne dediklerini anlamayacak kadar sağır olmuştu sanki.

Bütün bu kasvetli duygulara sebep olan görüntü yıllar önce uçurum kenarında, hayat dedikleri kulübeye gelen ve 5 yaşında bir çocuğu eli kolu bağlı bırakan adamın ta kendisiydi.
Onu sevmese de, ondan nefret etse de annesini seviyordu. Çünkü o çocuk belki birgün sever diyerek alışmıştı bütün herşeye. Anne dediği kadın sadece nefretle kalmamıştı. Elini tuttuğu adamı, evlerine kadar getirmiş ve sevgilim diye tanıtmıştı babasına ve kendisine.

Hayat acımasızsa, demgüzar daha acımasızdı. Solgun yüzlerin yerine gelen daha solgun tenler olmuş ve ölümü andıran gözler hayatın içinden çıkılmaz bir hal almıştı. İhanet, nefretin yerini alamazdı. Bir insan bu kadar nefret edebiliyorken, ihanet etmez, edemez. Nefret o kadar güçlü bir duygudur ki yerini başka birşey alamaz. Ancak daha güçlü bir duygu yerini alabilirdi. Bu demgüzar için ihanetse eğer, yıllardır belki diye diye büyüdüğü günlerin canına sayardı.
İçine umut düşürdüğü için değildi aksine umuda dair tek bir kırıntı bırakmadığı içindi bütün bunlar.

Görüntü acımasız hayatın oynadığı en büyük kumar olan ihanetin insan bedenini almış haliydi. Yalanlar ve ihanetlerin içine tıklım tıklım doldurulduğu bir insan bedeni. Oysa bitse bütün bunlar içi boş bir çuvaldan farksızdır.

Görüntüde ki kişi Cevahir erkuran'dı ama şeytanın diğer yarısı diye anılırdı. Cevahir...
Adında kötülüğün bütününü barındıran sahte hayatların yalanlarla bezenmiş olanıydı. Herşeyi yalandı. Gösteriş ve sahtelik tek derdi olan pisliğin tekiydi.

"Yüzbaşım, iyi misiniz?" Duyduğu ses ile kendine gelmeyi başarmıştı. Üstünden yıllar geçen gerçekler ve yalanların ağırlığı altında kalmıştı yine. Ama enkaz ağır değildi çıkması kolay, kurtuluşu yakındı. Enkazı yakıp kaçmaktı. Ya da durup nasıl yandığını ve küle dönüştüğünü izlemekti. Bunca yılın ağırlığı ancak böyle kalkardı omuzlarından.

"İyiyim komutanım, devam edin." Dedi afallamış ve dağılmış bir sesle.
Amire bakıp başını eğdi ve devam etmesi gerektiğini işaret etti. Amir devam ettiğinde, Aytekin yeniden, nefret dolu gözlerle baktı görüntüye.
"Cevahir erkuran. Cihanşah erkuran'ın en büyük oğlu. Asıl adam bu. Cihanşah ile işimiz vardı lakin azrail bizden önce davrandı. Azrail'e yardımcı olman için seni Cevahir'e gönderiyorum yüzbaşı. Cevahir masanın yöneticisi ve başı. Bir zamanlar başında cihanşah vardı, o masanın. Lakin erkuranlar'ın varis taktiği ile sert bir eğitimden geçmiş veliahtları babalarının yerini alabiliyorlar. Cevahir bunlardan biri işte. Masanın yeni yöneticisi." Dediği sıra susmuştu amir.

"Cevahir bizim için önemli, yüzbaşı. Canını elbette bağışlamayacağız lakin bir müddet o pislik cana ihtiyacımız var. Ülkenin lehine olan birçok eylemde parmağı her zaman en baş köşede var. Cevahir şeytanın diğer yarısı. Şeytanın diğer yarısı karanlık iken o daha çok karanlık." Dedi. Bütün bu söylenenleri bir bir kazıdı aklına. Suskundu lakin alevler içinde kasırgayla kavrulup harlanıyordu. Sadece onu değil beraberinde herkesi yakacak bir ateşti bu. Dokunduğunu yakacak, külüne bile ulaşamayacaktı.

Yek bir diğer görüntü için bilgisayarda tuşa bastı ve görüntü açıldı. Kanlı gerçeklerin daha da yüzeye çıktığı bir görüntü daha çıkmıştı gün yüzüne.

"Çınar erkuran..." Demişti amir. Masada ki elini sıkmıştı söylenen isim ile. Çene kası artık kasılmaktan çok yerinden çıkacak bir hal aldığında, erdem albay bu haline pür dikkat odaklanmıştı. Masada ki elini daha sıkmış ve damarları belirgin bir hal almıştı. Gözleri ölümü andırmıyordu artık. Ölümün ta kendisi olmuştu. Soğuk siyaha kaçan kasvetli kasırgaları içinde barındıran kahveleri, keskin bir bıçak görevi görmeye başlamış ve baktığı yere adeta saplanır gibi bakmıştı. Sessiz ve nefesizdi. Kesik kesik nefesler burnundan çıkıyorken, dışa vurmamaya çalışıyordu lakin engel olamıyordu. Parmaklarında hissettiği şey, dokunduğu yara iziydi.

Bir sırtta, naif bir tende suçsuz olduğu halde yerini alan o acımasız yara izi, parmaklarını ateş gibi yakıyordu. Baktıkça içi yanıyor, yandıkça kül oluyordu. Aklına gelen o isim, sadece beynini değil, düşüncelerini, aklını, fikrini, tenini ve kalbini de acıtıyordu. Merhamet dediği bu duygularla, aklına gelen isimle yine yüz yüze geliyordu.

İçinde kalan son merhamet kırıntılarının sahibi diye adlandırdığı kadındı o. Belki de merhametinin tek sahibi olan oydu.
Adına aheste diyordu ama nezdinde gülzare'ydi. Çehresi gül bahçesini andıran ama nergis kokan.

Aheste, Aytekin'in merhametiydi. İçinde sönük olan acıma duygusunu gün yüzüne çıkaran nedeniydi o.
Ve her kim ne derse desin, aheste Aytekin için kıymetliydi. En başından beri anlam veremediği duygularına ve davranışlarına bir ad koymuştu sonunda. 1 ay önce ağustos'un başından bir gece de, kasvetli bir bedenin arzulu duygular içinde yandığı o kadın aheste iken, Aytekin içki içtiği için normal bulmuştu. Ama içki içen birine göre fazla yerinde ve kendinde konuşuyordu. Saçmalamak yerine sanki birşeyleri itiraf etmeye çalışıyordu. Duygularını dile getiremediği için başvurduğu yollardan biriydi beden dili. Dokunmak istedi ama yakmak için değil yanmak için.

Öpmek istedi ama arzuladığı için değil, aşkına karşılık bulmak için. Lakin Aytekin, nefesini yüzünde hissedene kadar bu kadının amacının öpmek olduğunu bilemedi. İçinde ona merhamet ettiği için sakladığı duygulara inanmak istemedi. Yanlış olduğunu biliyordu ve yanlış yapmak istemedi. Hataya yer yoktu onun hayatında. Aheste belki de onun hayatında ki en büyük hata olacaktı o gece ama izin vermedi. İçinde ki hislere karşı gelerek geri çekilmeseydi hataların en büyüğünün adı aheste olacaktı. Ama yine mantığa uydu, kalbine değil. Yine kafasının sesini duydu kalbinin değil. Çünkü var olmayan birşeyin sesi olmaz, olamazdı diye düşündü.

Söküp atılanın yerine duygular beslemek kötülüktü onun için. Boşluğa bir beden uydurur gibi duygu uydurmak en büyük kötülüktü.
Sessizlik kabullenişti ama çaresizlik en diplerde yerini çoktan almıştı. Çaresiz bir kuşu kanadı kırık, zaten uçamaz diyerek bir kenara atamazdı Aytekin. Hayatında kadınların yeri yoktu. Varı yoğu vatanı ve işi olan bir adamın kadınlar ile işi olmaz diye düşündü.

Aheste onun için kanadı kırık, yaralı bir kuştu. Elbet birgün kanadı iyileşince uçup gidecekti hayatından. Hayatını kanadı kırık ama uçmaya hevesli bir kuşa bel bağlayamazdı. Bu seferde o kırardı kanadını, hevesini. Buna hakkı yoktu çünkü bu baştan aşağı kötülüktü.

"Cevahir erkuran'ın oğlu. Kuklacı..." Dedi. Kötülüğün kalbinden yol alıp parmak uçlarında toplandığı parmaklarıyla, ipleri tutuyor ve kulaklarını dilediği gibi oynatıyordu.
"Burada işler karışıyor, yüzbaşı. Asıl önemli olan işte burada başlıyor." Dedi. Ve ayağa kalktı yeniden. Şakaklarına giren ağrıya dayanmaya çalışıyordu. Sessiz sessiz ve yavaş yavaş beynine işleyen bir ağrıydı bu.

"Masa da bulunan her kim varsa hepsinin birer yardımcısı var lakin masa da kimler var, yardımcıları kimler bilinmiyor. Sır gibi saklanıyorlar. Masada bulunanların takma isimleri dışında hiçbir şekilde gerçek isimleri kullanılmıyor yalnızca birbirlerine karşı. Çınar erkuran babasının yardımcısı yanlız işler çok değişti son zamanlarda. Cihanşah'ın ölümüyle mirası ortada kaldı sanıldı. İşte orada yanıldılar. Cihanşah bütün mirasını torunu çınar'a bıraktı. Masayı da, yetkiyi de. İşte burada herşey değişti. Masanın yöneticisi de kurucusu da çınar oldu. İç karışıklıklar yakındır. Burada sen devreye gireceksin." Dedi. Bu sırada yek görüntüyü değiştirmiş başka bir görüntü yansıtmıştı. İşte bu görüntü asıl can yakan taraftı.

Sıcak kaynar bir su misali göğsünden aşağı akıp gitti bazı şeyler. Verilen sözler, bakışan gözler, tutulan eller, bir olan göğüsler ve konuşulan herşey yeniden bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden. Sessiz ve hızlıca. Görüntüde ki kişi aheste'ydi.

"Bu kız..." Dedi amir ama Aytekin erdem albaydan yana dönmüştü. Sesini çıkarmadı. Benim kızım diyemedi. Sustu ve izledi sadece. Amirin bu kız diye bahsettiği kadına baktı. O bir kız değildi, bir kadındı hatta daha fazlası. O çok güçlü bir kadındı.
"Bizim en büyük kozumuz. Zaaflar... Nasıl birşeydir bilir misin, yüzbaşı?" Diye sordu amir. Zaaflar...
Hayatta kalma sebebi, zayıf nokta, bitiş ve başlangıç... Zaaflar herşeydi.

"Bir hedeftir..." Dedi gözünün içine bakarak.
"Namluların hedef aldığıdır. Vurulur, ama sen ölürsün. Bazen yaşama sebebi bazende ölüm nedeni. Zaaflar savaşta mermisi bitmiş silahlardır. Kurşunu bitmiş ve çaresiz kalmış bir düşmanın en büyük yenilgisidir. İşte bu kız, düşmanın en büyük yenilgisi yüzbaşı." Dediğinde gözlerini uzun bir süredir görmediği, fotoğraflara bakarak yad ettiği simaya baktı. Saçları aynı kıvırcık bukleler ile bezenmişti. Yüzüne hem keskin bir yırtıcılık hem de masum bir vahşilik katıyordu. Kehribar gözleri mahmur mahmur bakıyordu. Gözünün altında yer alan benine bakmaktan gözünü alamadı. Omuzları çökük, sırtı kamburdu sanki. Yüzü solgundu. Teni buzu andırıyordu ama sıcaktı bakışı. Yine gülseydi diye düşündü. Gülünce yüzünde oluşan mutluluk silip alsa bütün dertlerini dedi kendi kendine.
Sonsuza kadar konuşsa ama susmasa. Sürekli kavga etseler ama yine karşısına dikilip gülümsemeye devam etse.

Korksa ama kaçmasa, elini uzatsa ve yine avucunda minik bir avuç hissetse diye defalarca düşündü. Sürekli düşündü. Düşünmekten düşünmenin asıl kavramını bilemedi. Fazla düşünmekten kendini alamıyordu. En çok da onu düşünmek bitirmişti onu. Her halini aklında canlandırıp, gözünün önüne getirmekten deliye dönüyordu. Canı sıkılıyor sigaraya sarıyordu. Nefes alamıyor sigaraya sarıyordu. Migreni tutuyor sigaraya sarıyordu. Bütün dertlerin sebebi onu düşünmek dermanı ise sigara olmuştu. Oysa ki dert de derman da oydu. Hem yara olup hem merhem olmasını nasıl başarıyordu? Onun da hiçbir fikri yoktu. Canını sıkıyordu bütün bunlar.

Unutmak istese verdiği yakıcı sözler, gitmek istese bakamayacağı gözler geliyordu aklına. Gittiği gece otel odasına bıraktığı telefon numarasını almıştı. Kağıdı alıp numaraya baktı. Birkez baktı. Çünkü ikinci bir defa baktığında aklına kazınırdı. Kaydetse arardı, dayanamazdı. Gelemeyeceğini söyleyemezdi işte o zaman. Verdiği sözlerin şimdilik tutamayacağını söylemezdi, dili varmazdı. Arasa, alo bile diyemezdi. Sesini duyar, kapatırdı. Aytekin ilk defa korktu. Bir kadına cevap verememekten, ölümüne verdiği sözleri tutamamaktan, umut vermekten korktu. Çünkü vebali ağır olan yüklerin altından kalkmak ona zor gelirdi. Bir kadına hayatı üstüne söz verip, umut vermek en büyük günahtı. Cehennemi haketmek için yeterliydi bütün bunlar.

Aytekin zaten cehennemin ta kendisini yaşamışken umurunda olan o değildi. Yüzünden cehennemi yaşayacak kadındı umurunda olan. Yaralı ve yüzüstü bırakmaktı korktuğu. Peki ya şimdi ne yapacaktı? Görev için karşısına çıkacağı bu kadına ne diyecekti? Neden arayıp sormadın diye sorduğunda nasıl cevap verecekti? Verdiğin sözleri neden tutmadın diye sorsa, ne diyecekti? Beni o şerefsizin eline bırakmayacaktın, neden izin verdin? Diye sorarsa nasıl hesap verecekti? Bütün bunların altından nasıl kalacaktı bilmiyordu.

"Bu kız, çınar erkuran'ın zaafı ve yenilgisi. Onun bile düşmanları onu zaafından vuruyor. Görevin kırılma noktası bu kız. Adı-" diye söylemeye başladığı sırada, erdem albay sözünü kesti ve görüntüde duran kızına hüzünlü gözlerle baktı.

"Adı..." Dediği sırada sesi çatallaşmış ve kesik nefesler eşliğinde yok olup gitmişti kelimeleri. İçi yanıyordu kızının düştüğü bu duruma. Yanıp kül olduğu çukurdan çekip çıkarmak istiyordu, lakin elinden hiçbir şey gelmiyordu. Gözünün önünde eriyordu kızı, ama o öylece bakıyordu. Tıpkı şuan ki gibi. Aheste ölüyordu, bala'sının emanetine sahip çıkamıyordu. Erdem azap çekiyordu, bala mezarında rahat uyuyamıyordu. Kızının her bir ah edişine, azap çekiyordu o da mezarında.

"Aheste... Aheste Karakılıç. Benim kızım... Tek kızım. Tek evladım..." Dedi. Gözlerini ayırmadan baktığı görüntüde, bala'yı görüyordu. Acı çeken bala'yı. Ölmeden önce emanet ederken kızını, gözlerinde tıpkı aheste'nin şuan gözlerinde olduğu gibi çaresizlik vardı. Ölümü kabullenmiş ancak ölmek istemiyordu. Aheste de tıpkı öyleydi. Ölümü kabullenmişti lakin ölmek istemiyordu. Babasına tek kelime etmemişti. Bir şerefsizin tehditleri altında, parmağına taktığı kelepçeye yüzük demiş susmuştu.

Sevmediği halde seviyorum demişti. İstemediği halde zorla kabullenmişti. Hayatına karanlık bulutlar çökmüş, ve güneş hiç doğmamıştı. Ve erdem buna bir müdahale edememiş, öylece ölmesini izlemişti.

"Soyadından anlaşılmıştı, kızınız olduğu albayım. Kızınızın böyle bir duruma düşmesini istemezdim ama elimizden gelen hiçbir şey yok. Şuan kızınızın da devletimizin de tek kurtuluşu... yüzbaşı. Görev gereği elimize birçok bilgi ve belge geçireceğine eminim. Bu sırada canına hiçbir zarar gelmeyeceğine emin olabilirsiniz. Yüzbaşım, kızınızın canını canı gibi koruyacaktır." Dedi. Kendinden çok, Aytekin'den emindi. Gözlerinde gururun ve güvenin en büyük ışığı yer almıştı.

Erdem albaya baktı, Aytekin. Erdem albay ise usulca başını eğdi.
Aytekin ise karşılık olarak aynı şekilde başını eğdi. Bu bir evetti. Sözdü...
"Yüzbaşıma güvenim sonsuz. Kızımın canını, canı gibi koruyacağına eminim. Emanetlere hıyanet etmez." Dedi bu sefer gurur dolu bir sesle konuşan o olmuştu. Aytekin kendinden emin bakışlar ile bakmıştı.

"Masanın işleyişi çok karışık... İllegal işlerin yürütüldüğü bu masanın gerçek adı altaic yani aldacı. Aldacı, Türk ve Altay mitolojisinde Ölüm Tanrısı. "Aldaçı Han" olarak da bilinir. Yeraltı tanrısı Erlik'in insanların canını alması için yeryüzüne gönderdiği ve onun elçisi olduğuna inanılan kötü ruh. Ölüm meleği. Masanın kurucusu olan cihanşah, masaya bu ismi bu anlamı uygun bulduğu için vermiş. Altaic örgütü, 5 kişiden oluşan oldukça kapsamlı adamlardan oluşuyor. Aralarında kökeni Ruslara ve romanlılara dayanan var. Cihanşah'ın kökeni ise Yunanlar'a dayanır. Babası Yunanlar'ın kökenine dayanan bir rum'du, annesi ise Türk'tür. Türkiye'ye karşı olan kini ve öfkesi ise yaklaşık 50 yıl öncesine dayanan bir savaştan ötürüdür."

Bakışları daha da dikkatli dinlediğini belli eden bir hal almış, biçimli kaşları çatık bir şekle bürünmüştü.
Amirin sözleri gitgide anlaşılmaz bir hal alıyordu.
Yek görüntüyü değiştirip başka bir görüntü açtığında, bu sefer duvarda Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin haritası vardı. Ama bu harita neredeyse 50 yıl öncesine dayanan daha işgal ve baskı altında olan Kıbrıs'ın haritasıydı. Aytekin'in aklına tek bir sebep geliyordu.

Olabilir miydi, diye düşündü biran. Emin olmak adına bekledi ve amirin sözünü bitirmesini bekledi.
"1974 Kıbrıs harekâtı..." Dediğinde, herşey Aytekin'in kafasına dank etmişti. Tam da tahmin ettiği gibiydi herşey. Fakat cihanşah'ın amacının bu savaşla ilgisi neydi?
"Kıbrıs harekâtı? Örgütün ileri sürdüğü bir neden mi?" Diye sordu tok bir sesle. Amir başını olumlu anlamda salladı. Yerinde ve nokta atışı bir düşünce ileri sürdüğünde, amir bu kadar doğru tahminler karşısında şaşırdı. Bu kadarına pes dedirtmişti Aytekin.

"Aynen öyle, yüzbaşım... 1974 senesinde Kıbrıs Barış Harekâtı; Rumların baskı, zulüm ve katliamlarına maruz kalan Kıbrıs Türklerini içinde bulundukları zor durumdan kurtarmak ve adaya barış ve huzur getirmek amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından gerçekleştirildi. Savaş başarılı oldu ve Kıbrıs topraklarının %37'si ele geçirildi. Rumların da içinde bulunduğu bu savaşta, birçok kayıp verildi." Amir yek'e işaret vererek sıradaki görüntüye geçmesini sağladı. Bir sonraki görüntü ise eskiye dayanan bir fotoğraftı. Fotoğrafta eski komutanların giydiği üniformaların üstünde olduğu ve göğsünde bulunan rozete göre ise bir Yunan komutanı olduğu varsayılan bir adamdı. Yaşlı ve oldukça sinir bozucu bir çehreye sahipti.

"Abellano Conti... Eski Yunan-rum komutanı ve cihanşah erkuran'ın babası. Kıbrıs harekâtında güçlü bir birliğin komutasındaydı. Cihanşah ise o zamanlar 18 yaşında genç bir delikanlıydı. Babasının kötü emellerinin aklına yatması ile siyasi anlamda birçok işe karıştı. Muhbirlik yaparak birçok devletin önemli belgelerini ve kararlarını Yunanlılar'a bildirdi. Babasının bunları yapmasına karşılık ona verdiği değer onun için paha biçilemezdi. Sert ve acımasız bir komutan olan Abellano için işi, itibarı ve devletinden daha önemli birşey yoktu. Kıbrıs harekâtında devreye soktuğu birliğinin öldürülmesi ve devletin başkanları ile girdiği tartışmalardan sonra, savaşa yeni bir birlikle girdi ancak bunun da sonucunun aynı olması nedeniyle yeni birliğin acemiliği sonucu savaş sırasında Türk askerinin silahından çıkan 7 kurşunla öldürüldü. Babasının ölüm haberini, Türklerle aslında gerçek olmayan bir anlaşma yolunda yaptığı toplantıda öğrendi. Türklerin gerçek olmadığını bilmediği bu anlaşmanın bozulmasına sebep bulamadılar ancak cihanşah erkuran babasının ölümüne sebep olanın bir Türk askeri olduğunu öğrenince, anlaşma yaptığı türk diplomatlarına asıl gerçeği sert ve küfürbaz bir şekilde söylemişti. Diplomatların gerçeği öğrenmesiyle cihanşah erkuran, 2 yıl süren mahkeme sürecinin sonunda tutuklu olarak yargılanmasına karar verildi. Savaşın bitimine kadar uzunca bir süre tutuklu kalan cihanşah, bu süreçte cezaevinde binlerce kez and içti. Babasının ve kendisinin intikamını büyük bir şekilde alacağını söyledi.
Savaşın bitiminden uzun bir müddet sonra, Kıbrıs'ta yaşayan rumların artık barışı sağlamak için uzlaşmaya gitmesi halinde Yunan diplomatlarının uzun ısrarı üzerine yeniden bir mahkeme kuruldu ve cihanşah erkuran'ın, tutuksuz yargılanmasına karar verildi. Bu süreçte birçok kez gözetlendi ve Türkiye aleyhine herhangi bir tehdit ihtimalinin olup olmamasına emin olundu. Cihanşah bir şekilde Türkiye'nin ve diplomatların güvenini kazandı. Annesinin türk olması sayesinde türk vatandaşlığı bulunuyordu ve bu sayede Türkiye'ye yerleşmesi kolaylıkla sağlandı. Şuan ise gizli kötü emellerini yürütmek için yerleştiği Türkiye'nin en saygın iş adamlarından ve ünlü ailenin başında yer aldığı profilinde. Altında akan suların ise haddi hesabı yok. Cihanşah yıllar önce soğuk hapis duvarlarının arasında bağıra bağıra ettiği intikam yeminlerini hala unutmuş değil ve almanın peşinde." Sesli bir nefes alıp verdikten sonra bu uzun ve kanlı geçmişi masaya yatırdı, amir. Cihanşah erkuran aslında böyle biriydi.

"Bizim için önemli olan ise alınacak intikamın nasıl olacağı. Ve bu intikamı almak için ikna ettiği diğer üyeler. Tahminen diğer üyelerin Türkiye gibi bir ülkeden pay almak istemesi düşünülüyor. Zira kurulan o ölüm masası bir menfaat uğruna bir araya geldi. Tıpkı 50 yıl öncesinde ki gibi gizliden içe sızılacak ve bütün bir intikamın inşa ettiği o gücü sen alt edeceksin yüzbaşı. 50 yıl önce ki Türk silahlı kuvvetlerini temsilen sen yıkacaksın bu örgütü. Zira odaya girene kadar albayın bahsettiği bir askerin bahsettiği kadar olmadığının şüphesine düşmüştüm. Albayın sözüne güvenim tam lakin yüzünü kara çıkarmayacak bir asker olup olmamana güvenim eksikti. İşte buna ise bu adamların yüzünü görüp gözlerinde ki ölümü görünce emin oldum. Sen ellerinde kanı, gözlerinde ölümü ve nefesinde Azrail'i taşıyorsun yüzbaşı. Azrail'in yardımcısı sensin. Sen bir devletin kurtuluşu, bir masumun umudusun..." Demişti amir. Öylesine emin bir şekilde söylemişti ki bu sözleri, Aytekin için cihanşah'ın içinde besleyip büyüttüğü intikam ateşinin daha büyüğü yer almıştı içinde. Bir devlet için kurtuluş olmaya hazırdı, ya bir masum için umut olmaya hazır mıydı? Bir kadına verdiği sözleri tutmaya hazır mıydı? Uzattığı elini önce çekip sonra yeniden uzatmaya yüzü var mıydı?

Emin değildi...

Utanıyor ve yüz bulamıyordu kendinde. Aheste'ye verdiği sözleri yerine getireceğinin haberini vermek istedi lakin hangi yüzle? Karşısına çıkıp, senin için geldim, albayın kızı. Demek istiyordu ama karşısına çıkma fikri bile yakıyordu onu.

"Görevin ilk günü yarın gece..." Dedi amir. Sesi derin düşüncelerden kurtaran olmuştu. Aytekin'in bakışları keskin bir hal aldığında, yek yeniden duvarda ki görüntüyü değiştirdi. Bu sefer görüntü de bambaşka bir yer vardı.

"Burası Kıbrıs... Erkuranlar'ın en büyük kumarhanelerinden biri. İki katlı bir bina. Alt katı mekan, üst katı kumarhane." Bir sonraki görüntüye geçildi. Bir davetiye ve VIP kartı vardı ekranda.
"Erkuranlar'ın varisi ve başı olan çınar erkuran, bir davet düzenledi. Lakin bu çok farklı bir davet. Maskeli bir balo gibi... Yek devam et." Demişti yek'e karşı amir. Yek başını olumlu anlamda sallayıp ekrana odaklandı. Aytekin bütün bu anlatılanları bir bir aklına kazırken, kesik ve kısık nefesler eşliğinde izliyordu herşeyi.

"Bu maskeli balo aslında kimsenin tanınmaması için düzenlendi. Davetlilerin arasında altaic örgütü üyeleri de var. Davette Kıbrıs'ta önemli bir adam ile yapılacak toplantı ve büyük bir plan için toplanacaklar. Tahminen adam büyük bir Rus örgütünün lideri ve önemli biri onlar için. Adam hakkında bildiğimiz tek şey adı ve fotoğrafı."

Ara verip görüntüyü değiştirdi.
"Adam bu. Adı Tomarza. Rus örgütünün lideri ve kumarda bir numara. Çınar erkuran ile girdiği büyük bir iddia sonucu kumar oynamaya karar verdiler. Kazanan ise önemli bir silahın kodlarını ve silahı elde edecek. Silah ise kimyasal ve biyolojik olarak çeşitli hastalıklara sebep oluyor. Atıldığı bölgede canlı cansız ne varsa yok edecek bir kapasiteye sahip. Ve bu silah kötü ellere geçerse aleyhine kullanacağı bölge için bir yol oluştur." Dedi. Aytekin bu kötü ellerin eline geçecek olan bu silahın nasıl birşey olduğunu merak etti.

Zira sadece bir kumar oyunu ile elde edilecek bir silah ise kötü ellerin planları daha fazladır.

"Bir kumar oyunu ile edilecek kolaylıkta bir silah için çok büyük laflar değil mi bu?" Diye sordu. Oldukça pasif ve sakin bir sesle konuşmuştu.
"Aynen öyle. Oldukça tehlikeli bir silah ama onlar için kumar da oldukça zor bir hale gelir işte o zaman. Mesela Türkiye'de oynanılan bir kumar oyununda kaybedilen belki birkaç bin, milyon, milyar ya da bir ev veya araba olur. Kıbrıs'ta oynanılan kumarda ise kaybedilenlerin ya da kazanılanların haddi hesabı yok. Bir kumar oyunu ile bir şehir ya da bir ada veya ülke bile kazanabilirsin. Ya da kaybedebilirsin. Ama burada kaybettiğinde ödemediğin malın veya kaybettiğin şeyin ödenmemesi halinde alınan can senin canın olmuyor." Dedi. Aytekin'in kaşları çatık bir hal aldı. Yek'in sözüyle içine bir his düştü. Yakıcı bir tahminde daha bulundu. Bulunmak istemedi lakin çok geçti.

"Kıbrıs'ta bir kumar masasına oturuyorsan, ortaya koyduğun şeylerin yanında bedel olarak cananının canını koyarsın. Senin canın değil cananının canı yanar. O yüzden büyük bir ihtimalle yarın gece olacak olan kumarda ortaya bedel diye atılacak olan canlardan biri de albayın kızı olacaktır. Çınar erkuran kumarı büyük oynar. Söz konusu kazanmak veya kaybetmek ise zaaflar onun için bir kalkandan farksızdır." Öfke ancak birkaç söz ve davranışla harlanabilen bir duygudur. Ateşten farksızdır. Yaktığı yer belli ama bıraktığı küller belirsizdir. Değdiği ten, yaktığı beden bilinmez. Öyle bir öfke içine kor ateş düşmüştü ki, gizlemek veya saklamak imkansızdı. Söndürmek ise bu saatten sonra ölümdü. Çünkü içinde yaktığı bu ateşin sönmesi için su olanın özgürce akması lazımdı. İçine akıp bu ateşi söndürmesi lazımdı. Ancak böyle sönerdi bu ateş.

Onu ancak yakan söndürürdü. Aytekin'i ancak aheste söndürürdü.
"Yarın ki bu kumar masasında sende yer alacaksın, yüzbaşı. VIP konuk kartına sahip olanlar bu masada olmaya hak kazanır. Senin için sahte bir kart hazırlandı. Tıpkı gerçek VIP kartı gibi üzerindeki çiple içeri kabul edileceksin. Baloya katılımın yalnız olmayacak. Eşlik edecek bir eş bulundu. Maske ve kıyafetler hazır. Kumarda yapılacak hamleleri sana eşlik edecek kadına bildireceğiz. O da sana yön verecek." Dediğinde bir terslik olduğunu anlamıştı. Neden kolay yoldan direkt hamleleri o öğrenmiyorda kadına bildiriyorlardı?

"Hamlelerin direkt bana bildirilmesi daha kolay olmaz mı?" Diye sordu.

"İçeri girişte çok farklı bir sistemle üstler didik didik aranıyor. Yani çipin takılması deşifre olmana sebep olur. Kadının aranmayacak tek bir yeri var. O da bir koz. Yani çip o yerde gizli kalacak ve kumar masasında ortaya çıkacaktır. Ayrıca hamleleri kadına takacağımız küçük kamera ile göreceğiz. Bu yüzden hamleler dolaylı yoldan aktarılacak."

"Eşlik edecek kadın kim?" Diye sordu. Yek, amire baktı. Amir başını olumlu anlamda eğdiğinde, yek kapıya doğru girmişti. Erdem albay herşeyi biliyormuş gibi rahattı lakin Aytekin herşeyden bihaberdi. Sadece izliyordu. Kapı açıldı ve içeri iki kişi girdi. Biri kadın biri adamdı. Ve oldukça tanıdıktı bu iki sima.

Teoman ve afet zehre. Erdem albaya, amire ve Aytekin'e selam durmuştular ilk önce. Rahat komutu aldıklarında rahat pozisyona geçmiştiler.
"Size eşlik edecek olan kişi afet zehre çetemen. Kod adınızı size vereceğimiz dosyalarda öğreneceksiniz. Teoman bozkuş ise görev boyunca size eşlik edecek yardımcınız bir nebze sağ kolunuz olacak." Demişti.

Amir ayağa kalktı ve beraberinde herkes ayaklandı. Sesli bir nefes verip ortama göz attı.
"Göreviniz bu yüzbaşım. Bizim için görev her zaman vatan olmuştur. Sizin için ise sadece görev değil yine her zamanki gibi hayat memat meselesi. Yolunuz açık, kılıcınız keskin olsun..." Demişti. Ve elini Aytekin'in omzuna atıp sıcak bir tebessüm sergilemişti. Ardından ağır adımlarla odanın çıkışına yürümüş ve gitmişti. Yek ise eşyaları toplayıp ardından çıktığında, odada yalnız kılıç timi ve albay kalmıştı.

"Komutanım, valla sizi yeniden görmek vatanın topraklarına gurbetten ayak basmak gibi. Yemin ederim mahkeme duvarı suratınızı görmeye bile razıyım." Teoman'da 1 ay geçse de değişmeyen tek şey zevzekliği olmuştu. Bu sözlerine karşın koluna sert bir sille vuran afet'e yan gözle bakıp tekrar Aytekin'e bakmıştı.

"Komutanım, timin selamı var. Çakır'da en yakın zamanda gelecek inşallah. Hem biz bu yolda beraberiz, siz nereye ben oraya." Demişti. Aytekin hala düz bir ifade ile bakıyorken, susmayan Teoman'dan kurtulamadığına yanmıştı.
"Bozkuş, biraz daha susmazsan ben nereye sen oraya değil, ben yoluma sen mezara gireceksin." Demişti. Teoman'ın yüzünde ki tebessüm yerini ciddiyete bıraktığında, erdem albay söze girmişti.

"Teoman, bizi bir yanlız bırakır mısınız?" Demişti. Teoman büyük bir saygı ile başını olumlu anlamda sallamış ve afet'e çıkmak için kapıyı işaret etmişti. İkisi de odadan çıkıp gittiğinde, albay ve yüzbaşı yanlız kalmıştı. Aytekin, tekrardan erdem albaydan taraf dönüp ona bakmıştı.
"Otur, Karakum." Dedi. Aytekin işaret ettiği sandalyeye oturup pür dikkat erdem'i izledi. Kesik kesik nefesler alıp verdi. Göğsünde amansız bir ağrı hissetti. Sessizdi ikiside.

Konu belliydi. Aheste...

"Çok küçükken kaybetti annesini..." Söze girdiği sıra bahsettiği kişi aheste'ydi. Adem elması ağır bir edayla kavislendi. Erdem'in yeşil gözleri masayı izliyordu.

"Doğar doğmaz annesinin cansız bedeni çıktı ameliyathaneden. Kucağıma aheste'yi yüreğime Bala'nın acısını verdiler. Al bu kızın, bu da acın dediler. Sustum. Kabullendim. Bir tohum tanesi kadardı, kucağımda. Minik, hırçın ve küçükcüktü. O ağlıyordu ama bala ölmüştü. Sanki hissetmişti. Büyüdü, bu yaşa kadar ona hem baba hem anne oldum. Yeri geldi arkadaş yeri geldi kardeş oldum. Sırlarını bildim ama onun koruyucusu olmak aklıma gelmedi. Düştü kaldırmak için yanında olmadım. Ağladı gözyaşını silemedim. Baba dedi, kızım diyemedim. Büyüttüm ama mecazen. Bir söz verdim balama onu asla yanlız bırakmayacağım diye ama yapamadım. Emanete hıyanet ettim. Balamın emanetine sahip çıkamadım. Biliyordum... En başından beri herşeyi biliyordum. Karşıma o adamın parmağına yüzük diye taktığı laneti gösterip elinden tuttuğunda, nişanlım dedi ama ben inanmadım. Aheste yapmaz öyle şey dedim. Bu adamı seviyorsa bile benim aşka saygım olduğunu bilir gelir bana söyler dedim. Bir terslik var bu işte dedim. Sonra lanetin en beterinin kızımın boynuna sarılıp boğduğunu öğrendim. Sus dediler, zorunda kaldım. Elimi uzatıp onu ordan çıkarmak istedim yapamadım. Herşeyden önce vatan dediler, herşeyden önce vatan dedim. Kızım dedim içime gömdüm. Sustum, o öldü ben öldüm." Anlattıkları candan can alıyordu. Öldürücü birer darbe gibi iniyordu cana. Aytekin dinliyor ve dizginlemeye çalışıyordu içindeki duyguları.

Kör bir düğümden farksız olan duygularını çözmek imkansızdı. Öfke, nefret, merhamet, acıma, özlem ve utanç... Bunlar bir kör düğümdü. Birbirine öylesine dolanmışlardı ki ancak yok etmekle yok olurdu.
Bir babanın çaresizliğini dinlerken ne hissedeceğini bilmiyordu. Konunun nereye varacağını biliyor lakin sözler en başından geliyordu. Kızına karşı duyduğu utanç ve acıma duygusunun aynısı onun içinde geçerliydi. Biri veremediği sözler için pişman diğeri veripte tutamadığı sözler için...

Pişmanlıklar bir günah gibi boyunlarına bahşedilmişti. Ve nereye giderlerse gitsinler peşlerinden geliyorlardı. Artık ölüm bile kurtarmazdı onları.

"Sen çıkıp gelene kadar... İçimde yanan bu pişmanlık ateşini birazda olsun söndürmek için kızıma yardım et istiyorum, Aytekin... Bir şerefsizin lanetli hayatına bulaşmış olan o kalbini kurtar. Bedenini acılardan arındır. Onu kurtar oradan. Herşeyden önce önceliğin vatan olsun ama bil ki vatandan sonra gelenin aheste olsun. Kızımı koru o şerefsizden. Bana bir söz ver Aytekin..." Dedi, elini omzuna koyarak. Gözlerini gözlerine dikmiş ve vermesini beklediği sözü duymak istemişti.

"Aheste'yi canın pahasına bile olsa koruyacağına söz ver. Yakıp yıkacağın, enkaz altında bırakacağın o şeytanların kanından çekip çıkaracağına söz ver." Dedi. Yakıcı bir yemin ve öldürücü bir umut istiyordu ondan. Pişmanlık içinde yanan bir baba ve çaresizliğin sardığı dört bir yan. Herşey silik ve bulanık sadece yeminler ve verilen sözler net. Ölüm her ikisinin arası. Yerine gelmesi zor ama uğruna can verilirdi.

Aytekin sessizdi. Vermesini beklediği bir söz varken ortada, suskundu. Ona veripte tutamadığı sözler geliyordu aklına. Tutamamaktan korkuyordu. Verdiği sözler yerine gelmezse duyacağı pişmanlık geliyordu aklına. Ama veremediği söz karşılığında hissedeceği pişmanlık da vardı. Çaresizlik onunda dört bir yanını sarmıştı.

Gözleri önünde ve bulamayacağı gözlerle karşı karşıyaydı. Sessizdi. Erdem ise bekledi. Bu sessizliğin elbet bir sesle son bulacağını biliyordu.
Yumruğunu sıktı ve beynine kadar hissettiği ağrıyı dizginlemeye çalıştı. Migren yine keskin bıçaklar misali batıyordu kafasının her bir yanına. Göğsünde bir ağırlık omuzlarında bir çöküş hissetti. Veremeyeceği ya da tutamayacağı sözlerin ağırlığının eseriydi bu.

"Söz..." Dedi. Sesi buruk ve kesik çıkmıştı.
"Onu canım pahasına koruyacağıma söz veriyorum. Gerekirse ben ölürüm onu yaşatırım." Dedi. Erdem, duymak istediği cevabı duymuş ve derin bir rahatlık hissetmişti masanın etrafından dolanıp Aytekin'in yanına ulaştı. Tam karşısında durduğunda, Aytekin ayaklandı. Ve hiç beklemediği bir an gerçekleşti.
Erdem bütün bir heybeti ile sarılmıştı koca bedenine. Sırtını sıvazlamıştı.

Daha önce içinde kayıp giden birkaç ukde duygunun yeniden yer bulduğunu hissetti.

Baba...

Bir baba sıcaklığı ile sarılmıştı. Kolları öylece kalmıştı. Sarılmak istemişti lakin erdem ayrılmıştı bedeninden.
"Sen benim oğlum sayılırsın, Aytekin. Sana gözüm kapalı canımı da emanet ederim. Kızım bundan böyle sana emanet. Çünkü o benim canım..." Demişti. Aytekin başını ileri geri sallamış ve erdem'e mahmur gözlerle bakmıştı.

"Hadi bakalım. Allah yardımcın olsun, oğlum. Kılıcın keskin olsun." Tebessüm de yüzünden eksik olmayınca, yanından ayrılmıştı. Odanın çıkışına doğru gitmiş ve kapıyı açmıştı. Odadan çıktığında ardından içeri Teoman ve afet girmişti. Teoman ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Aytekin ise sessizdi ve kendinde değildi.
Bedenini sandalyeye bıraktı. Teoman hemen karşısında dikildiğinde dikkatle izledi onu.

İki parmağının arasına aldığı burun kemerini sıktı. Yine düşüncelerin ele geçirdiği bir zihinle başa çıkmaya çalışıyordu. Sert ve sesli nefesler odayı doldururken, teoman susmaktan vazgeçmiş ve söze girmişti.

"Komutanım, iyi misiniz?" Diye sormuştu. Elini burun kemerinden çekmiş ve Teoman'a bakmıştı.
"İyiyim." Dedi tek nefeste.

"Öyle görünmüyorsunuz ama. Erdem albay mı, birşey söyledi?" Diye sordu ardından. Lakin şuan cevap bile vermek istemeyen Aytekin'in canı burnundaydı. Her an Teoman'ı öldürebilirdi. Bunu bile bile soruları peşi sıra soran Teoman ise yürek yemiş olmalıydı.
"Bozkuş, kes sesini." Demişti.

Afet ise olanları anlamaya çalışıyordu. Teoman ondan taraf dönüp başını bilmiyorum dercesine salladı. Onun da aklına takılınca bu halleri, merak etti ne olduğunu.
"Gidelim. Nerede kalacaksınız?" Diye sordu aniden ayaklandığında.
"Ee, bilmem. Apar topar geldik birkaç gün önce. Şu anlık oteldeyiz."

"Eşyalarınızı alın, benim eve geçin. Yerleşin. Adresi atarım." Demiş ve çıkıp gitmişti. Teoman gidişini öylece izlerken, afet de ondan farksızdı.
"Sen otelden eşyaları al, atacağım konuma git. Ben komutanımla biraz konuşacağım." Dedi teoman. Afet'in hiçbir şey söylemesini beklemeden çıkıp gitti. Odadan çıktığı sırada hızla aşağı kata gitmek için merdivenleri kullandı.

Alt kata indiğinde kapının önünde olacağını tahmin ettiği Aytekin'i kapının önünde bulamadı.

"Siktir! Nereden bulacağım şimd- Komutanım!" Dedi kendi kendine. Sağ tarafta gördüğü bedene baktı. Elinde bir sigara ile havaya dumanı üflüyordu. Sesli nefesler eşliğinde yeniden koşup Aytekin'e vardı.
"Komutanım?! Ne yapıyorsunuz burada?" Dedi nefes nefese.

Aytekin gözlerini devirdiği sırada, sigarasından bir duman daha çekti içine. Ardından hızlıca üfledi havaya.
"Rütbeden çıkabilir miyim? Çünkü böyle olmuyor." Dedi en sonunda teoman. Aytekin yan gözle bakıp bitmiş sigarayı attı.
"Saçmalamaya başladığın an rütbe ile beraber başka yerlere de sokarım seni." Net ve sert bir şekilde söylemişti.

"Derdin ne, lan?!" Diye sordu sert ve açık bir sesle. Aytekin yavaşça ondan taraf döndüğünde, bakışları arasında gidip gelmişti gözleri. Ölümcül bakışları korkutucu ve soğuktu. Teoman sorduğu şeyi geri almayı çok istemişti lakin çok geçti.
"Tamam. Zor kullanıyoruz olmuyor. Güzelce söylüyoruz olmuyor," elleriyle ifade etmeye çalışıyordu kendini, Teoman. Ama Aytekin hala gözlerini ileriye dikmiş sanki umurunda değilmiş gibi bir tavır sergilemişti.

"N'yapalım? Ha, sen söyle biz ne yapalım? döveyim mi oğlum seni? Bunu mu istiyorsun?!"

"Yavaş. Siktirme belanı bana." Dedi en sonunda. Teoman hıncını alamadı lakin.
"Oğlum, biz seninle kardeş değil miyiz? Ben her bokumu sana anlatmıyor muyum?"

"Anlatmıyorsun." Dedi Aytekin. Dumura uğramış Teoman cümlenin olumsuzluğuna dikkat etmemiş ve devam etmişti. Ardından farkına varınca durmuş birkaç saniye göz göze gelmişlerdi Aytekin'le.
"Nasıl lan? Anlatıyorum ya." Dedi çaresizce.

"Bozkuş, sen bana hiçbir bokunu anlatmıyorsun."

"Ha... Mehru'yu da mı anlatmadım?" Dedi kısık gözlerle bakarak. Aytekin oldukça rahat bir şekilde baktı ve,
"Hayır. Mehru'ya nolmuş?" Diye sordu. Dikkatini çeken taraf onun arkadaşı olması olmuştu. Belki onunla ilgilidir diye düşündü ve bütün ilgisini ona yöneltti.

"Yav oğlum, ben..." Dedi gevelenerek. Lafı ağzında dolandırıyor Aytekin'i sinir ediyordu.
"Bak, oğlum şunu yapma! Lafı dolandırma. Açık açık söyle!" Dedi sert bir sesle.

"Mehru'ya... Aşık oldum oğlum ben! Kızı deliler gibi seviyorum. Açılmadım açılmadım taa ki kız gidene kadar. Kız gitti işte. Bende öylece ortada kaldım." Dediğinde, hiçte ilgi alanına girmeyen konuları açmıştı, Teoman. İlgi alanına girmemesine rağmen yan gözle bakıp derdini anlamaya çalışmıştı teoman'ın.

"Bu kız seni sevmiyor mu?"

"Bilmiyorum. Bayırlı'ya geldiği ilk günden beri anlamıştım göğsümde ağrıyan bu denli ağrının sebebinin o olduğunu. İşte ağrıya sebep olana çare olmasını söyleyemedim." Çaresiz ve pişmanlık içindeydi.

"Ankara'da. Git bul söyle. Pişmanlık ağır şey bozkuş. Taşıyamazsın, kambur kalırsın..." Dedi. İmalı sözlerin altında yatan anlamları bulmak adına yüzüne dikkatle baktı, Teoman. O ise gözlerini karşıda duran koca binaların olduğu otoyola dikmişti. Araçların hızla geçip gitmesinden çıkan rüzgar savurmuştu paltosunu. Yeni yeni çıkan sakalları ve kesmekten çok uzattığı siyah saçları da savrulmuştu rüzgarla. Hava kasvetliydi ve güneş Ankara'ya haramdı sanki.

"Pişman mısın?" Diye sordu, anladığı kadarıyla. Kara gözlerini ona çevirdi ve baktı. Sesli bir nefes alıp verdi. Bakışları yumuşadı. Dudakları rüzgardan kuruduğu için diliyle ıslatıp başını önüne eğdi ve yeniden ileriye baktı.

"Çok..." Dedi, ardından. Bahsettiği pişmanlık, verdiği sözler ve sözleri verdiği kişiydi. Tuttuğu el ve eli tutanı yüz üstü bırakmasıydı.

"Geç değil... Ankara'da." Dedi. Aynı cümleleri bu sefer sarfeden o olmuştu.

"Çok geç, bozkuş. 1 ay beklemek için çok uzun bir süre. Senin benim için kısa ama onun için çok uzun. Yaralı kuşlara uçamadığı hergün bir ömür gibi gelir... Kanadı yaralı bir kuşa, kafesler dar gelir." Dedi. Yaralı kuş ismini verdiği kadına yönelik konuştu. İçinde kalan bir başka ukde de oydu.

"Kır..." Dedi sert bir sesle. Sesinde netliğin ve kendinden eminliğin en hatsafhasındayken, Aytekin'in bakışları ondan taraf döndü.
Ona biraz daha yaklaşıp, parmağıyla herhangi bir yeri gösterdi.
"O kafesi kır... Ve al yaralı kuşunu ordan." Söylediği sözlerle içine düşen ateş birdi. Her yer sönük onun için yangın yeriydi. Kasvetli fırtınaların gözlerinden yüreğine uğramadığındandı kor ateşler.

"Anlıyorum. Sen eninde sonunda iyileşip, gidecek yaralı bir kuşa bel bağlamak istemiyorsun hayatını. Ama nereden bileceksin, yaralı bir kuşun bütün hayatını sana bel bağlayıp iyileştikten sonra da gitmeyeceğini, sana kalacağını? Bilemezsin... Bilsen yanarsın ve onun için yakarsın. Sen... Yakarsın dünyayı be oğlum, dünyayı o kız için. Gerekirse ölürsün ama onun kirpiğinin teline zarar gelmesine izin vermezsin."

Sustu. Sessizlikten çok korna sesleri, uğuldayan rüzgarın ve insanların sesi almıştı sessizliği. Teoman bunca söz ve ima üzerine birşey söylemesini bekledi. Tek bir kelime duymak istedi ağzından. Bakışları altında yatan istek ve arzuların haddi hesabı yoktu, biliyordu. Ama susuyordu o da.
Kara gözlerini başka tarafa çevirip hiçbir şey söylemedi. Ardından adımları yavaş yavaş uzaklaştı ondan. Kaldırıma çıkmış ve ardına bakmadan gitmişti. Teoman öylece kalmış ve gidişini izlemişti. Yalnızlığa mahkum olmuş bu adama karışmak istemedi. Belki yanlız kalınca söylediği bütün herşey aklına gelirde düşünür.

O da beklemeye lüzum olmadığını düşünerek gitmişti.

Ankara/ Bala

 

Aheste...

 

"Evgeny grinko'nun vals parçasını çalanlar kimdi?"

 

"Biziz hocam." Dediler. Ellerini kaldırıp kendilerini belli edenlere baktım. Birkaç kişiydiler. Lakin saydığım kadarıyla bu kadar değildiler.
"Bir kişi eksik. Kim o?" Gözlerim koca sıraların ardından kalkacak olan eli aradı lakin hiçbir el kalkmadı.

 

"Leman da vardı, hocam. Piyanodaydı o." Sesi yükselen gence kaydı gözlerim. Bahsettiği kişiyi aradı gözlerim fakat burada olmadığını farkettim.
"Leman! Burada mı?" Diye sordum yüksek sesle. Başını olumsuz anlamda salladı içlerinden biri.
"Hayır hocam. Bu derse gelmedi." Dedi. Neden gelmediğini merak etmiştim. Benim derslerimi hiç kaçırmazdı oysa ki. O sırada çalan kapıyla içeri giren iki beden olmuştu. İkisi de birbirinden tanıdıktı.

 

Çınar ve Leman'dı bunlar. Leman önünde tuttuğu çantası ve kaskıyla mahçup bir şekilde duruyordu. Çınar ise bir elini leman'ın omzuna atmış sahte bir tebessüm ederek bana bakıyordu. Birşeyler olduğunu anlamıştım. Sınıf ve ben pür dikkat izlerken ikisini, Leman'ın ağzından birkaç kelime çıktı.

 

"Kusura bakmayın hocam. Geç kaldım." Dedi. Kaşlarım çatık bir hal aldı. Normalde hiç geç kalmazdı. Yine çınar'ın bir bokluğu diye düşündüm. Çünkü bakışlarında hiç de hayra alamet olmayan anlamlar vardı.
"Önemli değil, Leman. Geç otur." Dedim. Aynı utanç ve çekingenlik ile herhangi bir sıraya ilerledi. Çınar ise elleri cebinde bakışları bende, bütün dikkatler üstündeydi. Sınıfta ki kızların ona ağzının suyunun aktığına yemin edebilirdim. Böyle bir pisliğe nasıl içleri gidiyordu bilmiyordum. Zira onu görünce baş koyamadığım mide bulantım bir türlü geçmezdi.

 

"Kusura bakmayın, hocam. Sevgili kardeşimin motoru bozulmuş. Yolda kalınca beni aradı. Fakülteye ben bırakmak, hemde sizi görmek istedim. Tekrardan teşekkürler, iyi dersler diliyorum." Avuçlarımın arasında kırılmak üzere olan kalemin sivri ucu avucuma batıyor canımı acıtıyordu ama umrumda değildi. Bana bütün herkesin önünde cevap veremeyecek şeyler söylüyordu ve ben susmak zorunda kalıyordum.

 

Bütün sinirimi, öfkemi, nefretimi kusmamak adına kendimi zor tutuyordum. Canım boğazıma uğruyordu ama dayanıyordum. Beni baştan aşağı süzüp ardından gitmişti. Resmen gözleri ile beni taciz etti. Birşey yapamadım. Karşılık veremedim. Sustum sadece. Bir kadın tacize uğrarken kaç defa susar bilmem ama ben her uğradığımda susmak zorunda kalıyordum. Çünkü susmam gerekiyordu.

 

Canımı acıtıp bana gurur bırakmayan bu hal ve hareketleri artık her geçen gün artıyordu. Bazen dokunmanın ötesine geçerek tamamen ona ait olmam için bana sahip olmak istiyordu. İşte o zaman yakıyor ve yıkıyordum her yeri. O zaman susmuyordum. Sesim bir o zaman çıkıyordu ama uzun sürmüyordu. Şakağıma dayanan silah sesimi öldürüyordu. Ağzıma bir kilit vuruyor sesimi kesiyordu.

 

Bedenimde bilmem kaç zararın yarası var. Kaç kere canımı yaktım, kaç kere kendimden nefret ettiğimi bilmiyorum. Üzerime çöken karanlık bulutların ötesinde beni bekleyen bir güneş yoktu. Daha karanlık bulutlar ve daha kasvetli günler vardı. Benim için bir umut yoktu. Benim için kaçış yoktu. Benim için kurtuluş hiç yoktu...

 

Kapanan kapının sesiyle kendime geldim. Elimde tutup sıktığım kalemi masaya sertçe bıraktım. Sınıfta yine fısır fısır sesler yükselmişti. Konu belli kişi belliydi. Pet şişeden suyu hızla içtim.

 

"Leman, piyano sende. Ayrıca beni çıkışta bekle. Seninle konuşacaklarım var." Dedim. Başı öne eğik gözleri bendeydi ve sadece olumlu anlamda başını sallamıştı bana. Birşeyler olduğuna şimdi daha da emindim.

 

"Keman derslerine gelenler, yarın müzik atölyesinde toplansın. Herkes istediği bir parçayı seçip çalışsın. Yarın çalacağız." Demiştim sesim koca sınıfta yankılanıyordu.
Çalan zil ile ayaklandı herkes. Masada ki eşyalarımı toplayıp çıktım sınıftan.

 

Giydiğim topuklular ayağıma vuruyordu. Yürümesini de beceremiyordum zaten. Önüme çıkan öğretmen lavabosuna girip eşyalarımı lavabo kenarına bıraktım sertçe. Ellerimi iki yana koyarak aynada kendime baktım dikkatlice. Yüzümün her bir hattını inceledim. Aklıma 1 ay önce karakolun lavabosunda baktığım ayna geldi. Yakıcı ve yıkıcı birer anıdan biriydi o da. Çünkü içinde o vardı.

 

1 ay önce gecenin bir yarısı otelden apar topar zorla alınarak götürüldüğümde, çok geçmeden peşime düşeceğini ve beni kurtacağını
Sanmıştım. Söz verdiği gibi...


Verdiği sözleri birgün tutmasını bekleye bekleye günlerin nasıl geçtiğini anlamayacak kadar kendimden geçmiştim artık. Birgün gelirde beni kurtarır bu cehennemden diye düşündüm gecelerce. Telefonun başından ayrılmadım belki arar diye. Zira numarasını alan ben olsaydım arardım. Ama söz konusu numarayı bırakan benken bir kere olsun aramamıştı. Bir bildiği vardır, beni kurtaracaktır diye bekledim ve umutla her geçen gün daha da bekledim. Bazen fakülteye gelir bazen de evimin kapısını çalar, en azından yolda çarpıştığımda karşıma çıkar diye deliye döndüm. Ama kaderin bu sefer bir bildiği yoktu.

Karşıma tamamen bir tesadüf eseri çıktığına inanmıştım artık. Kaderin bir bildiği değilmiş bütün bu yaşananlar. Bir oyunuymuş ve ben bu oyunun en büyük kaybedeniydim.
Bana kurtuluş diye diye zihnime kazıdıkları adam meğersem kendine bile faydası olmayan yalancının tekiymiş. Verdiği sözleri tutmamış üstüne yüz üstü bırakmıştı beni. Ben ise saf gibi hala bekliyordum.

Saçmalık...

Asıl salak ve saf olan bendim. Gösterilen en ufak iyilik ve iyi niyette hemen kanıyordum insanlara. Ama o farklıydı dedim binlerce kez buna karşı. Hiç tanımasam bile en azından asker olduğunu bilmem yeterdi böyle biri olmadığına inanmam için. Mesele karakterdeymiş, konumda değil. O gece ona sarhoş olmama rağmen yaklaşmama izin vermediğinde, asıl amacım duygularımı ifade etmekti. Ona birşeyler hissettiğimi belli edip bana karşı boş olup olmadığını öğrenmekti amacım. Ama buna bile izin vermemişti.

O geceden sonra yemin ettim. Büyük bir yemin ettim. Öylesine bir yere gelmiştim ki, denizi bile yoktu. Ondan tamamen soyutlanmış ve arınmıştım. Gökyüzünde ay belirince bakmazdım. Kokusunu hissettiğimde, başka kokular sıkardım. Geceleri rüyalarıma girdiğinde, bilinçaltımda onu öyle bir yere koydum ki kabuklarımda çıkar oldu karşıma. Yanında cenneti gördüğüm adamın adını unuttum 1 ayda. Çünkü artık bana kurtuluş olan adı cehennem ve yalandan ibaretti. Ateşi ısıtmıyor yakıyordu, yaktığı yerin küllerini ise soğuk sert rüzgarlar alıyordu.

Ben bir adam tanımıştım belkide şu kısacık ömrümde. Onun da adam olmadığını öğrendiğimde kısacık ömrümü yitirmiştim. Artık yaşamıyordum. Baştan aşağı bir ölüden ibarettim. Yalnızca toprağın üstünde değil altında olmam gerekiyordu. Çünkü toprağın altındakilere büyük haksızlıktı.

Hakedeceğim bir cehennem veya cennet olabilirdi. Ama ben sonsuza kadar berzahta kalmak isterdim. Zaten hayatım belirsizliklerden, yalanlardan ibaretti. Öldükten sonrasında da belirsizlik içinde kalmaya razıydım. Yeter ki yaşarken çektiğim cehennemi öldükten sonra çekmeyeyim. Çünkü çok yanmıştım artık. Atsalar bile cehenneme, yanmazdım.

Gözlerimi aynadan ayırıp, muslukta ki suyu açtım. Yüzüme sertçe çarptığım soğuk suyu iliklerime kadar hissettim. Nefes nefese kalmıştım. Ellerimi yeniden lavabonun her iki kenarına koydum ve kendime gelmeye çalıştım. Düzleştirdiğim buklelerin yerini düz saç telleri almıştı. Onları da geri savurup enseme soğuk su çarptım.

Bana onu hatırlatan herşeyi yok edecek veya ortadan kaldıracak seviyeye gelmiştim. Annemin hatırasına bile saygı bırakmamıştı.
Renkli giyinen cıvıl cıvıl elbiselerin hastası kız gitmişti. Simsiyah giyinmeye ve hayatım gibi karanlık takılmaya başlamıştım. Onun sevdiği zayıf ve çelimsiz aheste'ydi ama ben onun sevdiği aheste'yi yok ettim. Hoş, sevip sevmediği bile belli değilken.

Ben herşeyin farkına, sonbaharı gören karanlık Ankara gibi varmıştım. Güneşin yalancı sıcaklığına kanıp yağmurlu karanlık günleri unuttum ama farkına varmam uzun sürmedi. Birkaç kara bulutun yağmur yağdırıp sahte maskeleri silmesini bekliyordum belki de. Ve öylede olmuştu. Maskeler silinmiş herkesin gerçek yüzü ortaya çıkmıştı. Ve ben bu birkaç damla yağmura minnettardım.

Kendime azda olsa geldiğimde, lavabonun kenarından aldığım paltomu giyip çantamı aldım ve çıktım tuvaletten. Boş koridorlarda yankılanan topuklularımın sesi kulaklara doluyordu. Fakültenin çıkışına yürüdüm. Kapıda ki görevliye başımı eğip çıktım. Hava yine rüzgarlı ve kasvetliydi. Yağmur çiseliyordu. Minik damlaları tenimde hissettiğimde, gözlerim fakültenin bahçesine kaydı. Bankta tek başına oturan Leman'a baktım.

Merdivenleri yavaşça inip yanına ağır adımlarla yürüdüm. Geldiğimi topukluların sesinden anlamış olacaktı ki kafasını kaldırıp bana baktı. Siyah gözlerine her baktığımda bana andırdığı şeyleri yeniden hatırlıyordum. Yüzünde tanıdık birşeyler vardı. Baktıkça bakmak istedim ama hatırladıklarım buna izin vermedi. Hemen yanına oturup çantamı kucağıma koydum. Rüzgar omzuma düşen birkaç tutam saçı da savurmuştu. Yüzüme teğet geçip gitmişti.

Yüzüne yandan baktığımda, kafasını kaldırıp bana baktı. Gözleri beni izlerken gözlerimi kaçırdım.
"Hava soğuk bugün. Ve yağmurlu da. Motoru kullanman sorun olmaz mı?" Dedim gözlerimle kaskı işaret ederek.
Önce bana ardından kaska baktı.
Sesli bir nefes dudaklarının arasından kesik kesik çıktığında, parmakları ile oynadığını farkettim.
"Dikkatli kullanırsam, birşey olmaz." Dedi, kısık bir sesle. Dalgın ve düşünceli bir hali vardı.

"Bu kafayla mı? Sanmıyorum." Bakışlarım ondan başka her yerde gezindi. Ağaçlarda, fakülte de, gökyüzünde ve son olarak da ellerimde. Aynı şekilde benim de dudaklarımdan kesik bir nefes hür kaldığında, rüzgarın zorlaştırdığı nefes alışverişlerinin sebebiydi.
"İyiyim... Y-yani her ne gördüysen bende yanılmışsın." Dedi.

İnanmadım...

Çünkü o hiçbir iyi olmadı.
"O mu canını sıktı?" Diye sordum direkt. Başını kaldırıp yüzünü başka yöne çevirdi. Sorduğum soru canını sıkmıştı anlamıştım.
"Cık..." Dedi belli belirsiz sesler çıktı ağzından.
"Peki ne o zaman?"

"Sormasan..."

"Söylesen..." Dedim. Vazgeçti inadından. "Kusura bakma, konuşmak istemiyorum." Diyip ayaklandı. Gidecekken, kolundan tutup durdurdum. Olduğu yerde kalınca, sesli bir of çekti. Duyulacak derecedendi ve bunu istiyordu.
"Bakın, hocam... Hocam diyorum dikkat ederseniz, ben hiç konuşmayan biriyim. Dertlerimi sırlarımı kimseye anlatmam. İçime atarım o kadar. Sırf aynı kadere mahkûm olduk diye arkadaş olacağımızı sanma. Bana kendini yakın hissetme, çünkü ben sizi hiç yakın hissetmiyorum. O yüzden lütfen benimle muhatap olmayın." Dedi. Söyledikleri sözlerden sonra birkaç saniye gözlerimin içine bakıp tekrardan yoluna devam etti. Kolunu tutan elim havada kalmıştı. Fakültenin bahçesinde öylece kalmıştım.

Haklıydı o da. Saçma bir yakınlık gösteriyordum ona karşı. Dediği gibi aynı kaderin mahkûmu olduğumuz içindir belkide ama bunu gerektirecek birşey yoktu ortada.
Karmaşık duygular içerisindeydim. Kime güvenip kime güvenmeyeceğimi bilmiyordum. Bozuk bir saat gibi sürekli başa sarıp duruyordum.

Rüzgar yeniden saçlarımı savururken, çiseleyen yağmurun şiddetlendiğini farkettim. Elimi alnıma atıp sesli bir nefes verdim. Çantamı koluma takıp fakültenin çıkışına doğru ilerledim.
Telefonumun çaldığını hissedince, çantadan telefonu çıkarıp kim olduğuna baktım.

Mehru...

Binbir türlü şey söyleyip duracaktı yine. Yine de açmak zorundaydım. Yoksa bunun bir bedeli olurdu.

"Alo..." Dedim.

Karşı taraftan gelen sesler şiddetliydi. Mutfakta olduğunu tahmin ettim.
"Aheste, neredesin?!" Dedi sesli bir şekilde. Fakültenin çıkışında taksi bekledim. "Fakülteden çıktım, taksi bekliyorum. Sen neredesin bu sesler ne böyle?" Sorduğum soru üzerine hala aynı sesler devam ediyordu.
"Ee kızım, sen demedin mi benim bugün 3 dersim var sadece erken çıkarım neden geç çıktın?" Sorduğu soru üzerine vereceğim cevapla benimle dalga geçebilirdi. Buna da alışmıştım.

"Yanlış programa bakmışım. Yarının programıymış." Dedim. Karşı taraftan gelen derin bir of ile benim bile içim daraldı. Yine azarlayacağını biliyordum.
"Of kızım. Of aheste. Yetmedi mi kendine çektirdiğin bu azap?" Dedi sesli bir şekilde. Derin bir nefes eşliğinde gelen taksiye elimi kaldırdım. Taksi durunca binmiştim.
"Mehru sırası değil. Sen niye aradın onu söyle zaten eve geliyorum kapatmam lazım." Dedi.

"Çınar şerefsizinin adamları eve birkaç paket birşey bıraktı. Şöyle koca hediye kutularından olan. Hediyeleri kabul etmeyeceğini bile bile çöpe atacaktım ama sonra belki bakmak istersin diye düşündüm. Ayrıca bu akşam seni alacakmış beraber bir aile yemeği yiyecekmişsiniz." Dediğinde aile kelimesine vurgu yapmıştı. Canımı sıkan birgünün yine çınar'sız olması imkansızdı. Zehir zıkkım hayatımın içine soktuğu aile yemekleri de boğazımdan geçmiyordu zaten.

"T-tamam mehru. Gelince konuşuruz kapatıyorum." Diyip birşey söylemesini bekledim.
"Tamam. Canını sıkma ama. Gelirken de dikkat et." Demiş ve kapatmıştı. Benim için endişe ediyordu çünkü daha birkaç gün önce mafyaların ortasında bulmuştum kendimi. Birini zaafı olup namluların hedefinde söz konusu hayatınız olunca umrunuzda oluyormuş canınız. En azından yaşamanın kıymetli olduğunu başkası için ölmediğinizde, kendiniz için yaşamanın anlamsız olduğunu anladığınızda anlıyorsunuz.

Taksiciye gideceğimiz adresi söylemiş ve yolu izlemiştim. Fazla uzak değildi eve fakülte. Yarım saatten uzun bir sürede eve varmıştım. Taksiciye borcunu ödeyip indim. Eve doğru yürürken yine kapının önüne diktiği korumalar aynı yerli yerindeydi. Yerinden milim oynamamışlardı.
"Hoşgeldiniz, aheste hanım." Dedi içlerinden biri. İri yapılı cüssesi korku salan derecedendiler. Cevap vermeden hızla içeri girdim.

Eski evim gibi site veya apartman değildi burası. Zaten peşimden dolanacak olan korumaların başka insanları da rahatsız etmesine izin veremezdim. Tek katlı küçük bir ev almıştım. Ben ve mehru için gayet ideal bir evdi. Kapıya vardığımda geldiğimi görmüş olmalı ki kapıyı hızla açan mehru olmuştu.
"Hoşgeldin." Diyip sıkıca sarıldı.

"Hoşbulduk da ne bu halin?" Diye sordum. Üstüne giydiği önlük her şeye bezenmişti.
"Sevdiğin yemeği yaptım. Karnı yarık ve pilav. Tahmin et yanında ne var?" Diye sordu heyecanla. Ben bile bu kadar heyecanlı hissetmedim.
"Bisküvili pasta?" Dedim. Tebessümle.
Güldü. Parmağıyla dur işareti verdiğinde, "Ama meyveli ve özel mehru muhallebili." Dedi. İşte bu belki de günümün en güzel haberiydi.

"İşte buna heyecanlandım." Dedim.

"Hadi gelsene içeri. Yemekler yanmıştır! Sen kapıyı kapat!" Diyip koşarak mutfağa yöneldi. İçeri geçip çantamı vestiyere bıraktım. Paltomu da çıkarıp askılığa astım. Topukluları çıkarmaya kalktığımda topuğumda hissettiğim acının haddi hesabı yoktu. Tek seferde bir ayağı çıkarıp kenara bıraktım. Terliğe koyduğumda yerle buluşan ayaklarım beni göğe erdirmişti sanki. Diğer ayağı da çıkarıp terliği giydim ve içeriye topallayarak ilerledim. Mutfağa girdiğimde burnuma gelen karnı yarık kokusu sıcak bir kucak gibi karşılamıştı beni.

Açıkçası mehru'nun becerebildiği tek yemek buydu. Ve onu da mükemmel derecede iyi yapıyordu. Bu yüzden benim için bir numaraydı karnı yarık.
"Yine döktürmüşsün. Misafir beklemiyoruz dimi?" Dedim korkuyla. Zira misafir kaldırmazdı bünyem şuan. Masaya geçip oturdum o ise ocakta ki pilavı karıştırıyordu.

"Yok. Misafir kaldıracak halde değilim. Hem kendimiz için yaptım bunları beraber bir kız gecesi yapmaya ne dersin diyecektim de, işte önemli bir aile yemeğin var senin..." İmalı imalı konuştuğunda sanki benim yüzümden olan birşeymiş gibi suçlamıştı beni.
"Mehru, sanki benim çok hoşuma giden bir durummuş gibi davranma lütfen." Dedim rica dolu bir sesle.
Pilavı karıştırıp kapağını kapattı. Bir çırpıda gelip masaya oturdu ve elimi ellerinin arasına aldı.

"Biliyorum. Bütün bunların senin yüzünden olmadığını çok iyi biliyorum ama zorunda olmadığını da bilmeni istiyorum. O adamın yüzüğünü ve evlilik teklifini kabul etmiş olabilirsin ama her istediğini yapmak zorunda değilsin seni hiçbir şeye zorlayamaz."

"Mecbur kalmanın nasıl bir çaresizliğe yol açtığını bilmiyorsun mehru. Kabul etmediğim her bir teklifinden sonra daha hapsediyor beni karanlığa, bir yere..."

"Aheste... Bak kuzum, sana daha önce de bir kere söyledim ama şiddetle reddettin. İstersen polise gidip hakkında şikayet-"

"Yine reddediyorum mehru! Teklif edip durma lütfen! Yapamam. Tehditleri artık sadece sevdiklerim üzerine değil! Benim canımı da tehdit ediyor. Mehru anlamıyorsun, bunların kim olduğunu bilmiyorsun. İkimizi de isterseler şu saniye de öldürebilirler. Korkuyorum anlıyor musun?! Sana veya bir başkasına benim yüzümden zarar gelmesinden korkuyorum. Zaten iş işten geçmiş bu saatten sonra benim için kurtuluş yok! 1 hafta sonra düğün var. Kurcalama lütfen." Masadan sertçe kalkıp pencerenin önünde durdum. Pencereyi açıp koca ormanın kokusunu içime çektim. Ciğerlerimin artık kabul etmediği hava, genzimi de yakıyordu.

"T-tamam. Madem bu davete gideceksin o halde birşeyler ye. Orada ağzını bile sürmeyeceğini biliyorum. Aç kalma..." Dedi elini omzuma koyarak. Omzumun üstünden baktım.
"Üstümü değiştirip geliyorum." Bitkin bir halde çıktım mutfaktan. Vestiyerde ki çantamdan telefonu alıp üst kata yöneldim. Odama vardığımda kapıyı kapatıp odanın ortasına ilerledim. Yatağın üzerine koyulan koca hediye paketlerini ve kutularını görünce sinirlerime hakim olmaya çalıştım.

Telefondan aradığım numara açıldığında karşı taraftan gelen o iğrenç ses ile öfkem göz yaşlarına dönüştü.

"Alo, sevgilim." Dedi, mide bulandıran sesiyle.
"Aile yemeğinden bahsetmişsin mehru'ya. Yine ne haltlar karıştırıyorsun?" Sesim oldukça kısık ve kesik çıkmıştı. Cümlelerim çıkana kadar genzimi paramparça etmişti.
"Onu tamamen unutmuşum dimi? Üzgünüm sevgilim, yoğun olduğum için sana söylemeyi unuttum. Bu akşam beraber bir aile yemeği düzenledim. Düğünden önce şöyle bir kutlama yemeği hepimize iyi gelecektir diye düşündüm. Hazırlan şoför birazdan gelip seni alacak." Elimi sertçe alnıma atıp, ovdum. Gözyaşlarıma engel olamadım.

"Sikeyim senin saçma düşüncelerini de! Duydun mu beni! Gerizekalı! Seninle mutlu iki çiftmişiz ve evlenmeye hazırlanıyormuşuz gibi davranmaktan vazgeç artık! BEN SENİ SEVMİYORUM! DUYUYOR MUSUN BENİ?! SENDEN NEFRET EDİYORUM ALLAH'IN BELASI!" Nefes nefese odanın ortasında haykırdım. Elimi saçlarımın arasına daldırdım ve geri savurdum.

"İster sev, ister sevme. Gözümün önünde öldürsen bile kendini o nikah kıyılacak aheste. Sen istesen de istemesen de sen benim karım olacaksın ve bu saatten sonra ben ne istersem ne dersem yapmak zorundasın. Bir anlaşma yaptığımızı unutma. Artık namlunun ucunda tek bir hayat yok hayatlar var." Dediğinde, kısık sesle söylemiş ve ölümü andıran sesiyle beni korkutmayı başarmıştı.

"Gönderdiğim paketler yarın için. Kıbrıs'ta bir davete gideceğiz. Maskeli bir davet. Herhangi bir zarar vermeye kalkma. O elbiseyi giyip hazırlanacaksın. Dediklerimi yap..." Diyip telefonu kapatmıştı. Kapanan telefona birkaç saniye bakıp bağırmaya başladım.

"ALLAH BELANI VERSİN! SENİN HAYATININ TA ORTA NOKTASINI SİKEYİM! SENİ ALDIĞIN HER BİR NEFES ZERRESİNİ SİKEYİM! ŞEREFSİZ GERİZEKALI!" nefes nefese kalmıştım. Odanın ortasına yığılıp kaldığımda, açılan kapı ve hızla yanıma koşan mehru olmuştu.

"Aheste?! Noldu?!" Diye sordu benim gibi yere çökerek. Oysa haykıra haykıra ağlamaktan başka birşey yapmıyordum. Elimden gelen artık sadece buydu.
Ellerimi tutup, bir eliyle yüzümü okşadı.
Başımı hızla göğsüne götürüp sıkıca sardı bedenimi.

"Sakin ol. Geçti, geçti. Sana her ne söylediyse geçti."

"Geçmedi, geçmiyor! Ben her geçen gün ölüyorum mehru! Beni her geçen gün öldürüyor!" Saçlarımı okşayıp öpmeye başladığını hissettim. Gözyaşlarım yavaş yavaş dinerken, nefes alışverişlerim gözyaşlarımla beraber akıp gitmişti.
"İyi misin?" Dedi yüzümü avuçlarının arasına alarak.

Başımı salladım ağır ağır. Ardından ayaklandım yavaşça. Kalkmama yardım edip, yüzümü inceledi. Gitmesi için iyi olduğumu görmesi lazımdı. En azından öyle görünsem yeterdi.
"T-tamam. Mehru... Ben giyinip geleceğim. Gider bir saat kalır gelirim." Dedim. İçi rahat değildi ama mecburdu.

"Mehru, ciddiyim. Gider 1 saat kalır gelirim." Dedim. İkna olmuşa benziyordu. Başını salladı ve odanın çıkışına doğru ağır ağır ilerledi.
Odadan çıktıktan sonra kapıyı kapatıp gitti.

Dolaptan birkaç parça çıkarıp giydim. Fazla özenmedim. Kutuda da ne vardı bilmiyordum. Merak ettiğim de yoktu. Zevksiz biri olduğunu bildiğim için ne seçtiğini az çok tahmin edebiliyordum.
Dolaptan birşeyler seçtikten sonra askılıkta takılı kaldı gözlerim. Onun tişörtüydü. Kokusu bütün dolabımı ele geçirmişti. Bir kere olsun yıkamamıştım. O gece giymem için verdiğinde üstümde kalmıştı. Ondan bana kalan sadece bu tişörttü.

Atmak istedim ama yapamadım. Ona duyduğum öfkenin hıncını bunu paramparça ederken çıkarmak istedim ama yapamadım. Bazen geceleri uyumaya yardımcı oluyordu o kadar. Bir yalancının hatırasına bağlandığım falan yoktu. Belki birgün karşılaşırsak verirdim.

"Her neyse." Diyerek dolabı kapattım.

"Sen de bir yalandan ibarettin zaten."

Hazırlanmış ve çıkmıştım odadan. Mutfağa inip şoför gelene kadar birşeyler yemeyi düşündüm. Orada ağzımı bile sürmeyecektim hiçbir şeye.

"Geldin mi? Gel otur birşeyler atıştır." Dediğinde masaya geçip oturdum.
Hazırladığı karnı yarıktan bir kaşık alıp pilavın kenarına bıraktım ve beraber yedim. Bir kaşık daha ve bir tane daha. Tadını çok beğenmiştim.
"Güzel mi?" Diye sordu o da masaya otururken. Tebessümle baktım.
"Çok güzel." Dedim. Güldü.

"Afiyet olsun." Dediğinde, o da yemeye başladı. Gözlerim onu pür dikkat izlerken, defalarca kez aklıma geldiği gibi yine geldi aklıma; mehru belkide bana bu hayatın karşıma çıkardığı tek ve en iyi insan. Sanki beni bulması için yol gösterilmiş bir melekti.
Yemeğini yerken gözleri beni buldu.
"İyi ki varsın." Dedim, tek nefeste.

Güldü. Kısıldı gözleri.
"Nereden çıktı şimdi bu?" Diye sorduğunda, ağzı doluydu ve komik çıkmıştı sesi.
"Bir yerden çıkmadı. Hep söylüyorum; iyi ki varsın." Dediğimde masada ki elimin üzerine yavaşça koydu elini.
"Sen de iyi ki varsın." Dedi.

"Hadi ye yemeğini. Şoför birazdan gelir." Dediğinde yemeğe devam ettim. Karnı yarığın hepsini yediğimde, geriye kalan sadece patlıcanı olmuştu. Patlıcanını sevmezdim ama asıl tadı verende oydu. Mehru'nun gözleri yine geriye kalan patlıcanlara kayarken, yine gözlerim baktı.
"Kızım, bu böyle mi yenir?" Dedi. Güldüm. Anne edasıyla sorduğu soruya gülmüştüm.
"Ne? Sevmiyorum patlıcanını. Biliyorsun..." O da güldü.

"İyi iyi. Afiyet olsun." Diyip tabağını tezgaha bıraktı. Ayağa kalkıp kendi tabağımı tezgaha koydum ve geriye kalanları topladım.
"Kübra ile konuşuyor musun?" Diye sordu aniden.

"Evet. Bu sabahta aradı. En kısa zamanda gelecekmiş. Tahmin et kiminle?" Dediğinde gözlerim fal taşı gibi açıldı. Tahminlerim yine ondan yanaydı.
"Çakır mı?!"

"Evet. Bu çakır bunun araba borcunu ödemiş ya, bununda çocuğa karşı bir minnettarlığı tutmasın mı?"

"He, demiyor aşığım. Yemişim minnettarlığını." Dedim. Kapı çaldığında şoför olduğunu tahmin ederek kapıya çıktım. Kapıyı açtığımda tam da tahmin ettiğim gibi şofördü.

"Aheste hanım, hazırsanız gidebiliriz." Dedi. Başımı salladım ve vestiyerden çantamı aldım. Mehru ardımdan gelip bana bakarken,
"Çabuk gel. Olay çıkarma." Dedi kısık sesle, kulağıma. Gülerek çıktım. Şoför arkamdan ben ise önden ilerlerken, topukluların çıkardığı ses ile arabaya vardım. Benden önce davranıp kapıyı açmıştı şoför. Buruk bir tebessüm sergileyip arabaya bindim. Şoför de binip aracı sürmeye başladı.

...

Birkaç dakika içerisinde vardığımız koca yalının bahçesine giriş yapmıştı araba. Ortasında aslan heykeli bulunan koca çeşmenin etrafından dolanarak kapının önünde durmuştu. Kapının önünde duran korumalardan biri kapımı açtığında, arabadan istemeye istemeye indim. Bütün bir gece burada kalmayı o yalıda yemek yemeye tercih ederdim. En azından asık suratlı ve sahte tebessümlerden daha gerçekçi duruyordu şoför.

Çantamı alıp arabadan indim. Yukarı doğru çekilen elbisem yüzünden bacaklarım neredeyse ortadaydı. Kapıyı açan korumanın gözlerinin üstümde olduğunu farkettiğimde, hızla elbiseyi aşağı çektim.
"Ne bakıyorsun ya?! Gerizekalı!" Diye yükseldi sesim. Bahçede duran diğer korumalar sesime gelirken, bağırdığım koruma başını eğdi.

"Tabi, bakarken sonrasında utanacağın aklına gelmiyor dimi?!" Dediğimde, yalının girişinde beliren beden beni ve korumaları pür dikkat izliyordu.
Bize doğru gelerek, hemen yanımda durdu. Rüzgarın esip burnuma getirdiği kokusu midemi bulandırmaya yetmişti.
"Bir sorun mu var sevgilim?" Diye sordu pişkin pişkin. Yüzüne baktığımda bakışları bana bakan korumanın üstündeydi.

"Yok. Bir sorun yok." Dediğimde yüzüme bakmadı koruma.
"Sen içeri geç. Ben geliyorum." Dedi. Son birkez korumaya bakıp yalının girişine ilerledim. Kapının önüne vardığımda, arkama baktım. Bana bakan korumanın orada olmadığını ve Çınar'ın ite kaka bir yere götürdüğünü gördüm. Herşeyi görmüştü. Adama birşey yapacaktı. Yalıya girmeden hızla götürdüğü yere doğru ilerledim. Topuklular ses çıkarsada yavaşça yürümeye çalıştım.

Nereye götürdüğünü göremedim ama bulunduğum yerin garaja gittiğini farkettim. Tahminlerim orada oldukları yönündeydi. garajın girişine geldiğimde kepenklerin kapalı olduğunu gördüm. Işıklar açıktı ve sesler geliyordu. Nasıl göreceğimi bilmiyordum. Etrafından dolanıp bir pencere bulurum diye gezindim. En arkada bir pencere vardı. Üst üste konulan kasaların üzerine topuklular ile çıkmayı bir şekilde başardım. Ellerimle tutunup fazla görünmeyecek şekilde içeri baktım. İki adamı, bana bakan koruma ve çınar içerdeydi.

"Gözlerinizin yanlış yerlere kaydığını bilmem için illa köşelerden izlemem mi gerekiyor?! Konuşsana lan!" Bağırdığında irkildim. Gözlerim korumaya kaydığında sessizce oturmuştu ve korkuyordu.
"Çınar be-" dediği sıra, belinden çıkardığı silahın kurşununu sürdü ve tek bir tetikte adamın kafasına sıktı. Gözlerim korkuyla açıldığında, bağırma isteği ile dolup taştım. Elimle kapattığım ağzımdan çığlık çıkmasını engelledim ama korkuma yenik düştüm. Kasaların üstünden inip sırtımı garajın duvarına yasladım.

"Halledin." Diye bağıran sesini duydum. Ardından yavaş yavaş açılan garajın kepenklerinin sesini.
Korkudan akan gözyaşlarıma hakim olmakta güçlük çekiyordum. Deli gibi atan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Nefes alışverişlerim hızlandığında, beni görmemesi tek dileğimdi.
Yavaşça duvarın kenarından gidip gitmediğini görmek için eğildim. Hava buz gibiydi ve ellerimi üşümekten hissetmiyordum.

Yalıya doğru gittiğini görünce, duvarın dibinden çıkıp yavaş adımlarla yalıya ilerledim. Onun yalıya girdiğini görünce koşmaya başladım. Korumaların beni telaşlı görmesini engellemek için relax davrandım. Adımlarımı düzene sokup yalıya ulaştım. Koca salona vardığımda, merdivenlere doğru ilerledim ve aklıma gelen şeyi denemek istedim. Merdivenlerden iniyor gibi yapıp topuklularımın sesini arttırdım.

"Sevgilim..." Diyen sesini duyunca omzumun üstünden ona baktım.
"Neredeydin?" Diye sordu. Merdivenleri inip tam karşısında dikildim.
"Tuvaletteydim." Dedim yüzüne bile bakmaya cesaret edemeyerek. Elim ayağım boşaldığında, terlediğimi hissettim. Sıcak basmıştı aniden.

"Seni bekliyoruz, hadi..." Diyip elini belime yerleştirdi. Karnımda bir kasılma hissettiğimde, kalbim olduğundan daha hızlı atmaya başladı. Her dokunuşundan tiksinti duyuyordum ve kolundan kurtulmak istedim. Bedenimi kolundan uzaklaştırıp, önden ilerledim. Aldırış etmedi ve bana yetişti. Koca yalının salonunda yankılanan topuklularımın sesiyle sonunda masanın olduğu salona varmıştım. Masa da oturanlardan hiç kimse ben geldiğimde ayağa kalkmadı. Yalnızca bakışları beni izledi.

Gördüğüm sima ile olduğum yere çakıldım. Gözlerimin önünden geçen herşey bir bir yok oldu bir anda. Elim ayağım titriyordu ve daha çok terlediğimi hissediyordum. Gözlerim bütün bedenlerin içinde bir tek onu görürken, onun da gözleri benim üstümdeydi. Aynıydı ve değişen hiçbir şey yoktu. Bilerek geldiğini biliyordum. Onu buraya bilerek çınar'ın getirdiğini de biliyordum. Canımı yakmak veya bir uyarı vermek istiyordu. Başarmıştı da.

Canım çok yanıyordu ama uğruna heba ettiğim hayatımın bu kadın için olduğunu bildiğimden. Değmeyeceğini söyleyenleri dinlendiğim içindi bütün bunlar. Bütün yaşadıklarım ise benim cezamdı. Çekiyordum işte.

"Gel. Şöyle otur sevgilim." Dediğini duydum şerefsizin. Onu öldürmek belki hem benim hem de dünyanın kurtuluşu olurdu diye düşündüm biran. Afalladım ve kendime geldim. Masaya doğru ilerledim ve onun çektiği sandalyeye değilde yanında bulunan başka birine oturdum. Paltomu çıkardım ve kenarda duran hizmetçi kadına verdim çantamla beraber.

Masa da oturanların suratı yine beş karıştı. En baş köşeye kurulan Cevahir erkuran, ve hemen yamacında oturan karısı demgüzar erkuran. Demgüzar hanımın karşısında oturan kişi ise Leyla erkuran'dı. Ardından gelenler ise Fahir ve karısı Asuman. Hemen yanlarına oturan ise oğulları Metehan. Onun da tam karşısına kurulan kişi Leman olmuştu. Ardından Sergen ve karısı Tülay vardı. Hemen yanıma oturan kişi ise çınar, tam karşıma oturan ise şimal'di. Adeta yüzleşmek için oturmuştu oraya sanki.

"Biricik dostun şimal'i de çağırdım. Senin için sorun olur mu sevgilim?" Diye sordu gözlerimin içine bakarak. Gözlerimi şimal'e çevirdim. Sahte bir tebessüm ederek baktım yüzüne.
"Yok. Hem bu yemek sayesinde onu görmüş oldum. Eski günleri yad ederiz." Sesim imaların en derinini barındırıyordu.

"Ben de öyle düşünmüştüm." Dedi.

"Ee millet, neden yemiyorsunuz?" Diye sordu masada oturanlara ithafen. Kimse konuşmuyordu. Sessizlik dört bir yanı sarmışken,
"Dedenin ölümünden sonra aile yemeği diyip herkesi saçma bir masa etrafında toplamışsın birde bizden sohbet etmemizi mi bekliyorsun çınar?" Diye sorduğunu gördüm Leyla'nın. Çınar başını öne eğerek güldü.

"Ben bu işlerin, kırkı çıktıktan sonra olduğunu düşünüyordum. Dedemin kırkı çıkalı çok oldu Leyla hanım. Hem önümüzde bir düğün var." Dediğinde bana baktı. Gecenin biran önce bitmesini ve özgür kalmayı diledim. Biraz zor gibiydi.

Önünde duran yemeğe ağzını bile sürmemişti. Bardaktan suyunu içip ayağa kalktı Leyla hanım.
"Dedenin yokluğuna da mı saygın yok?" Diye sordu. Lakin çınar hala gülüyordu. Sinir bozacakt türdendi davranışları.
"Şaşırmadım. Yemeğinizi bitirdikten sonra misafirlerini yolcu et. Gece gece saçma bir tantanaydı." Dediğinde tok topukluların sesiyle salondan ayrılmıştı.

Sık nefesler alıp verdim ve elimle yüzüme hava yelledim.
"Aile olmayı beceremeyen bir topluluktan ibaretiz. Neyin kafasını yaşıyorsun?" Sergen'in sorusu üzerine gözlerini ona çevirdi, çınar.
Sesli nefesler alıp verdi.
"Aile olmayı bilmeyen sizsiniz. Aynı evin içinde birbirine maruz kalan insan topluluğusunuz evet." Diyip onaylamıştı abisini. Cevahir güldü.

"Sergen haklı, sevgili oğlum. Evleneceğin kadının önceden nasıl bir aileye geleceğini bilmesini isteyerek iyi etmişsin. Yol yakınken vazgeçer en azından." Dedi. Doğru konuştuğunu söylememe gerek varmıydı.
Gözlerim şimal'e kaydı. Sinirden ve nefret dolu bakışlardan başka birşey görmedim yüzünde. Çınar'a karşı olan aşkı yüzünden hissettikleri yüzüne de yansımıştı. Bu bariz ortadaydı.

"Önemli olan geleceği aile değil, sahip olacakları. Ve aheste benim karım olarak herşeye sahip olacak." Dediğinde, elini elime koydu. Nefretin bedenimi ele geçirdiği birkaç saniyede gözlerim sadece elimi izledi. Zorla yutkundum.

"Biricik dostumun mutluluğunu herşeyden ve herkesten önce ben isterim. " Dediğini duydum. Dalga mı geçiyordu? Yalandan ibaret olduğu belli olan her kelimesi ile inandırıcılığı sıfıra inmişti. Sahte bir tebessüm sergiledim ve elimi sertçe çınar'ın elinden çektim.
"İsteyeceğin bir mutluluk yok ortada şimalciğim. Sahte temeller üzerine kurulu bir evlilikte mutluluğun adı geçmez." Dedim kendimden emin bir sesle.

"Yol yakınken dönmeyi ben de çok isterdim Cevahir bey. Ama gelin görün ki sorun yolun yakınlığında uzaklığında değilmiş." Ellerimi ovuşturup yüzüne baktım. Garipseyen gözler ile beni izliyordu.
Bu gece susma vakti değildi. Bu gece dökülme vaktiydi.

"Sevgili oğlunuz çınar, birkaç yıl önce beni tehdit ederek," dediğim sırada gözlerimin çevrildiği kişi şimal olmuştu. İma ettiğim oydu.
"Bu yüzüğü taktı parmağıma." Elimi kaldırdım ve yüzüğü gösterdim. Masada kim var kim yok parmağımda ki yüzüğe bakıyordu. Onunda gözleri bir yüzüğün bir de gözlerim arasında gidip geliyordu. Sinirden deliye döndüğünü görüyordum gözlerinde.

"Rezalet. Tam anlamıyla bir fiyasko." Dedi demgüzar hanım, gülerek.

"KES SESİNİ!" Diyerek gürledi adeta demgüzar'a.
"ASIL SEN KES SESİNİ! YEDİĞİN HALTLAR ORTADA! ÜSTÜNE ÜSTLÜK BENİM KARIMA BAĞIRMAK HADDİNE DEĞİL!" Diyerek üste çıkmaya çalışıyordu Cevahir bey. Bu tabloya güldüm.
"Aheste yürü!" Diyerek kolumdan tuttu ve çekiştirmeye başladı.
"Çınar, kızı bırak." dedi sergen. Lakin gözü dönmüştü ve kolumu daha fazla sıkmaya başladı. Korkmaya başlamıştım. Korumanın kafasına sıkıp aynı rahatlıkta gelip masada yemek yiyen bir psikopattan korkmam şuan için gayet normaldi.

"Abi, sen karışma!" Diyerek bağırdı.
Kolumdan tuttuğu gibi beni peşinden sürükledi ve yalının çıkışına götürdü.
Herkesten uzaklaşınca salonda zorla sürükledi. Topuklular ile yürümek zor geliyorken, birde koşmak daha da zordu. Kolum kopmak üzereydi ve beni deli gibi çekiştirip duruyordu. Burnundan soluyordu ama bu beni korkutamazdı.

Yalının önüne geldiğimizde artık çekiştirmekten kopan kolumu sertçe çekip kurtardım ellerinden.
"Ne yapıyorsun sen ya?!" Diye bağırdığımda sesim koca bahçede yankılandı. Elini sertçe alnına atmıştı ve yüzünü ovuşturdu. Sesli nefesler eşliğinde bir o yana bir bu yana gelip gidiyordu. Ben kolumu tutmuş ağrıyan yeri ovuştururken, birkaç adım geri kaçtım.

"Ne yaptığını sanıyorsun sen?! O içerde yaptığın şey ile şov yaptığını mı?!" Dedi gür bir sesle. Göğsü hızla inip kalkıyordu.
"Şov yaptığım yok! Sözde ailem dediğin insanların gerçeği bilmesini istersin diye düşündüm! Sen çok düşünüyorsun birazda ben düşüneyim dedim. Ha ne dersin?!" Sesim boğazdan çıkmış ve bahçeyi inletmişti.

"Sesini kes... O sesini kes!" Dedi parmağı ile tehditvari konuşarak. Kısık sesle uyardığını sanıyordu lakin bu adamlarına verdiği bir emirden farksızdı.
"Benim susup susmayacağım seni ilgilendirmez! Hele o köpeklerine verdiğin emir kipinde ise bu cümleler işte o zaman haddine değil senin!"

"Yaptığın şeyin bir hesabı bir bedeli olacak bunu biliyorsun dimi?! Yaptığın şeyin bir hesabı olacak!" Diye bağırdı son cümlesini heceleyerek.
"Senin yaptıklarının yanında benim yaptığım deve de kulak kalır! Asıl sen yaptıklarının bana ettiklerinin hesabını ver! Şu halime bak ya!" Dedim kollarımı iki yana açarak.

"Üstüme bindirdiğin şu yüklere baksana! Ben bu muydum?! Söylesene! Ben böyle bir insan mıydım?! Parmağıma takmışsın kelepçeden bir yüzük, saçma sapan bir şekilde beni daha birlikte yemek bile yiyemediğin birkaç insan ile ailem diye tanıştırmaya çalışıyorsun! Birde çok mutlu olacağımızı söyleyip duruyorsun! Allah aşkına buna sen bile inanmıyorsun!"

"Haddini aşma!"

"Bana bağırma! Kim olduğunu sanıyorsun?!"

"Feyzo!" Diye bağırdı bir anda. Feyzo olduğunu mu sanıyordu diye dumura uğradım. Meğersem çağırıyormuş. Bir o yana bir bu yana gidip geliyordu deli danalar gibi. Ben ise gırtlağımı patlatacak türden bağırdığım için sakinleşmeye çalışıyordum. Ondan daha öfkeli ve sinirli olduğumu bilmiyordum. Susmaya ve bana böyle bağırmasına izin veremezdim.

"Taksi çağırt, eve gideceğim. Burada kaldıkça kötü oluyorum."

"Hiçbir yere gitmiyorsun!"

"Çınar! Ben eve gidiyorum sen de karışmıyorsun!" Diye bağırdım gür sesle. Lakin dinlemedi.
"Feyzo! Lan gerizekalı! Neredesin?!" Diye kükredi adeta. Korktum ve bir adım geri çekildim. Rüzgar sert ve kasvetli bir şekilde esiyordu. Uğultusu bahçeyi doldururken, yalının girişinde şimal'i gördüm. Kollarını önünde kavuşturmuş bizi öylece izliyordu.

"Bir sorun mu var?" Diye sordu pişkin pişkin. Sinrilerim zaten oynamıştı birde onun bu sorusu ile alt üst oldu.
"Bir sorun yok binlerce sorun var!" Dedim. Güldü. Yaslandığı pervazdan doğrulup yüksek topukluları ile yürümeye ve bana doğru gelmeye başladı. Çınar'ın bakışlarının ondan taraf döndüğünü gördüğümde bende kollarımı önümde kavuşturdum ve ne diyeceğini bekledim. Saçmalayıp giderdi.

"Sorun yaratan sensin, aheste. Kendiliğinden doğmaz ya bu sorunlar." Dediğinde dilinde duyduğum ismimi tıslarcasına söylemişti. Yüzüne nefretle baktım. Görmeye bile tahammül edemiyordum onu. Tek isteğim şuan buradan defolup gitmekti.
"Yaratırım ve bu benim zararıma." Gözlerim aynı şekilde bana nefretle bakan gözlerine kenetlendi. Sesli bir nefes eşliğinde baktı bana.

"Kendine zarar vermeyi ne çok seviyorsun. Ee tabi bu da kendini insanlara acındırmak için iyi bir koz."

"Şimal, şoför hazır bin git. Gece gece olay çıkarma." Dedi çınar. Lakin sözünü bitirdikten sonra elimle durmasını işaret ettim. Ne diyeceğini merak ediyordum. Yıllardır belkide içinde tuttuğu kini kusacaktı. Haklıydı, içinde birikmişlerin boğazına geldiğini biliyordum. İyi kussundu.

"Acındırmak için... İyi bir koz... Seninle geçen kısa da olsa kötü de olsa bir mazimiz var. Hani şu çocukluk arkadaşı denilen varya tabi senin için tek kalemde silinip atılan birşey. İşte ben bu mazi hatırına susuyorum. Çünkü değer veriyorum." Bir tepki vermesini bekledim ama susuyordu. Bir adım yaklaştım. Sesli bir nefes verip rüzgarın savurduğu saçlarımı hissettim.

"Sen nasıl bir kadına dönüştün? Şu pislik uğruna o maziyi nasıl sildin? Ama ben..." Dedim gözyaşlarımın akmasına izin vererek.
"Silmedim. Silemiyorum. Ben bana yaptığın bu hainliği bu ihanete rağmen o maziyi silmedim, sen nasıl siliyorsun?" Sesim gitgide yükseldi ve nefes nefese cümlemi sonlandırdım. Göğsümde derin bir acı hissettim. Kalbim ağrıyordu ama aldırış etmedim. Pişmanlıkların yüzünü gösterince ağırlığı omuzlarıma kalıyordu. Sorduğum sorulara yanıt veremiyordu. Ya da istemiyordu. Bilmiyorum. Ama bildiğim birşey vardı; bakışları altında sakladığı duygular pişmanlık göstermiyordu.

"Şu adam için beni nasıl siliyorsun?"
Yaşlar akıp boynuma doğru iz bırakarak ilerledi. Soğuk hava parmak uçlarımda bıçak kesiği bırakıyor gibiydi. Boğazımda keskin bir düğüm, yutkunmak imkansızdı. Üçümüz de sessizdik ve gözyaşı döken bendim.

"Aheste, yürü gidiyoruz." Diyip koluma davranınca, sertçe çektim kolumu. Gözlerim onun bedenini bulunca kinle yandan baktım.
Saçlarım savrulup duruyordu rüzgarla. Gözlerimi yeniden ona çevirdim. Sarı saçları benimkiler gibi savruluyordu rüzgarda. Sessiz ve ifadesizdi. Söylediklerimin şu kadar bile değeri olmadığını gördüm yüzünde. Kalbinde kötülüğün iğrenç ve hastalıklı bir aşk ile yer edindiğini anlamıştım. O eski şimal değildi.

O hâlde bende eski aheste değildim.

"Beni iyi dinle, çünkü ilk ve son kez söyleyeceğim bunu." Sesim kısık çıkmıştı. Seslice nefeslendim ve rüzgardan kurumuş dudaklarımı dilimle ıslattım. Gözlerim gözlerini pür dikkat izliyordu. Benim gibi biri için zordu ama bu ilk değildi.

"Beni sildiğini şuan anladım. Öyle bir baktın ki benim sende değil hatrım hükmüm bile kalmamış. O hâlde..." Dedim kollarımı iki açtım ve başımı yukarı kaldırdım. Kor ateşlerin ciğerlerimi delip geçtiğini hissediyordum.

"Bundan böyle ölsem bile mezarıma gelme şimal sargın. Ne ölün ölüme ne de dirin dirime." Son bir damla akıp düştü gözümden. Bunlar şimal için son sözlerdi benim nezdimde. Adını bile bir daha anmamaya yemin ettim şu dakikada. Zira adının bile bir değeri yoktu artık bende.

Küçük bir göçmen kızının tek dostuydu. Oysa ki göçmen kızının içinde sakladıkları da göçmenmiş.
Kalbime yolu düşen herkes meğersem yolcuymuş. Yalancı ve yabancılara yer yoktu benim için bundan sonra.

Son cümlelerimi de sarfedip arkama bakmadan hızlı adımlarla yürümeye başladım. Olduğunca uzaklaşıp kaçmak istiyordum. Yalının koca bahçesini tek seferde bitirip çıkış kapısına vardım. Kapıdan çıktığımda karşımda engerek'i görmeyi beklemiyordum. Siyah bir arabanın önünde içtiği sigarayı atmıştı ben gelince. Feyzo ise sağ taraftan bize doğru geliyordu. Çınar peşimden geldiğinde elimi yeniden alnıma çarptım. Hava soğuktu ve paltomu almayı unutmuştum. Arkamı döndüğümde hizmetçi kadın eşyalarımı getirmişti. Başımı salladım ve eşyalarımı aldım.

"Engerek seni eve bıraksın." Dedi bana karanlığın içinden.
"Feyzo sende arabayı hazırla şimal'i eve bırak." Dedi. Bakışları yeniden beni bulunca öfkeyle baktım yüzüne.
Ellerini cebine yerleştirip aynı düz ifadeyle baktı yüzüme.
"Yarın ki Kıbrıs davetine hazır ol. Büyük bir davet olduğu için gelmek zorundasın. Gelmezsen zor kullanırım." Tek nefeste etmişti tehditini. Helal olsun dedim kendi kendime.

"Senin davetlerine tüküreyim çınar." Dedim sadece. Söylemek istediğim daha birçok şey varken yuttum. Öfkeme engel oldum. Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım ve hiçbir şey demeden engerek'in açtığı kapıdan araca hızla bindim. Engerek kapıyı üstüme kapatıp çınar'ın yanına gitti. Çantadan telefonumu çıkarıp saate baktığımda geç olduğunu farkettim. Mehru şimdi uyumuştur diye düşündüm. Ya da büyük bir ihtimalle beni bekliyordur.

Kısa sürede araca bindi engerek. Arabayı çalıştırıp sürmeye başladığında sesimi çıkarmadım. O da sessizdi ve konuşmak istemediğimi anlamış gibiydi. İsabet olurdu.

"Yemek nasıl geçti?" Diye sorduğunda, gözlerim dikiz aynasına kaydı. Bana baktığı yer orasıydı. Sesli bir nefes alıp verdiğimde, bakışlarımı ayırdım gözlerinden.
"Berbat. Erkuran sofrasına oturmak başlı başına bir hataydı zaten." Dedim.

"Bugün beni almadın fakülteden?" Nedenini merak edip sorduğum soruya vereceği cevabı biliyordum.

İşlerim vardı.

Basit ve düz bir adamdı. Her zamanki cevaplarını ya da davranışlarını tahmin etmek zor değildi. Ya da bana öyle geliyordu. Sandığımdan daha zor biri de olabilirdi.
"İşim vardı. Feyzo almadı mı seni?" Diye sordu. Bakışlarımı dikiz aynasına diktim yeniden. Kaşlarım çatık bir hal alınca.

"Feyzo beni getirip götürmekle ilgilenmiyor. Ayrıca çınar seni koruma diye verdi başıma. Hayret nasıl bu kadar rahattı bugün?"

"Telaşlı olması gereken bir konu mu vardı?"

"Kaçabilirdim." Dedim tek nefeste.

"Yıllardır yapamadığını bugün mü yapacaktın?" Diye sordu alay eder gibi.

"Haklısın. Bunca yıl kaçmadıysam bugün de kaçmam. Söz konusu başkasının canı olunca katlanmak zorunda kalıyor insan."

"Biliyorum." Dediğinde, dikkatimi çekti bu kelimesi.

Biliyorum; derken neyden söz ediyordu?

"Neyi... Biliyorsun?" Diye sordum.
Gayet rahat bir şekilde,
"Kaçmayacağını. Çınar bey'i tanıyorum. Kaçsan bile en fazla şehirden şehire. Bulur seni." Dedi. Haklıydı. Kaçsam bile bulması fazla vaktini almazdı.

"Kaçmak istiyor musun?" Diye sordu birden. Kaşlarım çatık bir şekle büründü. Bakışlarım birkaç saniye dikiz aynasında ki görüntüsünde takılı kaldı. Garip sorular soruyordu lakin tahmin ettiğim gibi çıkmıyordu devamı. Hep bir şekilde beni yanıltıyordu.

"Beni bulamayacaksa, isterdim. Ne o, yardım mı edeceksin?" Alay edercesine çıkmıştı sesim. Dikkate almadığı bariz ortadaydı. Önemsemedim.

"İşimin, içimde ki insani duyguları ele geçirdiğini düşünüyorsan, yanılıyorsun. Birinin benden yardım istediğini görür veya duyarsam yardım ederim. Ön yargılı davranmam senin gibi." Dediğinde söyledikleri dikkatimi büyük bir şekilde çekmişti. Yardım etmek veya yardım eli uzatmaya meyilli biriydi.

"Ön yargılı değilim, tecrübeliyim. Yaşanmışlıkların dersini aldım. Yardıma ihtiyacım yok. Kimsenin..." Gözümün önüne geliyordu siması her andığımda. Kimine ölümdü bakışları ama bir bana yaşamdı.
Lakin artık bana bile ölümdü. Kalbimde ukde kalmış bir adamdı o. Karşıma çıksa bile bu saatten sonra bende affı yoktu. Çünkü ihanetten daha ağırdı verdiği sözler. En ağır olanda içime ektiği güven tohumlarıydı. Onu gördüğüm her an, yanında durduğum her an filizlenip durdu o tohum.

Bana güven dediğinde içimde açan bir çiçek oldu. Sonra kendi elleriyle söküp attı o çiçeği içimden. Bundan sonra kimseye güveneceğimi sanmıyorum. Bir yanım hep yarımken onun yüzünden, güvenmeye cesaretim yoktu. Bu da benim tecrübemdi.

"Güven duygusunun yerini başka duygular alabilir mi?" Diye sordum derin düşüncelerden sıyrılarak.
Bu soruyu 1 ay önce otel odasında ona da sormuştum. Ve cevabı hala dün gibi aklımda.

"Alamaz. Birine güveniyorsan güvendiğin içindir. Bunun yerini başka duygular alamaz..." Demişti. O an içimden birşeyler kopup gitmişti. Nasırlı elleriyle kalbimi söküp paramparça etmişti sanki.

Anla işte aheste, bir yalandı başından beri. Herşey bir yalandı. O ise en büyük yabancı. O gördüğüm ilk günün yabancısıydı. Ben hayatımın ortasına koymuştum sadece. Yabancı her zaman yabancıdır.

"Güvenmek... Zordur. Biri sana bana güven diyince güvenmek olmuyor. Güvenmek kendiliğinden oluşan bir duygudur. Hissedince ortaya çıkan ve zamanla yerini başka duygulara bırakan birşeydir." Dediğinde tahmin ettiğim gibi mi düşünüyordu diye düşündüm kendi kendime.
"Mesela?" Diye sordum aniden.

"Birine delicesine güvenirsin ve bu hiçbir zaman değişmez. Elini tutmaktan korkmazsın, yanında olmaktan endişe duymazsın. Çok güvenirsin ve asla aksini düşünmezsin. Taa ki aksini yaşadığın an... Güven yerini nefret ve ihanete bırakır. Elini tuttuğun kişinin elini tutmaktan korkarsın, yanında olmaktan endişe duyarsın ve aksini düşünmekten kendini alamazsın. Güvenmişsindir çünkü çok sevdiğin için." Dedi. Baştan aşağı yaşadıklarımın bir öngörüsüydü söyledikleri. Sustum. Hiçbir şey söylemedim. Çünkü biliyordum bütün bunların nasıl bir duygu olduğunu.

Çok sevdiğim için miydi bu yaşadıklarım, çok güvendiğim için miydi? Bilmiyorum. Tek bildiğim içime ekilen güven tohumlarının yerini artık nefret tohumları almıştı. Onu söküp alanın da eli titrerdi koparmaya. Çünkü korkardı ona yeniden güvenip bağlanacağım için.
O hâlde dikenli bir gülden farksızdı artık güvenim. Dokunanın canını acıtacak zehirli dikenlerine sahipti gülü. İçimde besleyeceğim son duyguydu bundan sonra aşk.

İçime ektiğin bu güven tohumlarını söküp attın. Şimdi ise yerine çıkan nefret tohumlarını büyüt, yüzbaşı. Zira bundan sonra herkese nasılsam sana da öyleyim. Karşıma çıkarsan şayet birgün, o gün sana da kor ateş olacağım. Herkesi yakıpta sana dokunmayan bu öfkem, seni de yakacak. Kül olduğunu görünce sönecek içimdeki ateşin harı. İşte o gün ben ölmüş olacağım.

Araba durduğunda, geldiğimizi anlamıştım. Kafamı kaldırıp etrafa baktığımda bizim evin önünde olduğumuzu farkettim. Dikiz aynasından bana bakan gözlerine aldırış etmeden eşyalarımı aldım ve kapıyı açtım. İneceğim sırada ismimi duydum ağzından.

"Aheste..." Dedi. Durdum açtığım kapıyla. Dikiz aynasına kaydı yine gözlerim. Göz rengini seçemedim ama büyük ihtimalle koyu mavi bir lacivertti. Arabanın karanlığında yüzlerimizin hattı belli olmuyordu. Derin bir iç çekti. Başını önüne eğdi ve yine kaldırdi birkaç saniye içinde.

"Güvenmek öldürür... Birgün bir bakmışsın, sırtını dayadıkların sırtından vurmuş seni." Sessizleşti birden. Gözlerim tek bir noktaya dalarken, düşündüğüm şey güvendiğim insanlar ve bana döndükleri sırtlarıydı.

"Seni öldürmüş... Kim?" Diye sordum cesaret ederek.

"Kardeşim..." Dedi. Sustum.

"Sırtımdan vurmadı belki ama yaptıkları ile öldürdü beni." Dedi ardından. Yaşadıklarımla eşdeğerdi yaşadıkları. Güvenini kırmışlar onunda. Üstelik bu kardeşi iken.

Benimde kardeşim dediğim kadın beni sırtımdan vurmuştu. Kabuslarım bile bana bunu açık açık göstermişti. Sırtıma sapladığı hançeri gördüm. Tam kalbime batırıp kana buladığı bedenimi. Ama onun bir suçu yoktu. Suç aşkındı.

Aşk öyle birşeydir ki; kalbe düşen kötülüğün kanatlarıdır. Kötülük kalbine ulaşınca, söker atar kanatlarını bir kenara. Kalbine yerleşen kötülüğü aşk sanarsın ama aslında sökülüp bir kenara atılan kanatlardır. Kullanılır ve atılır. Hep başka duygular sanılır.

Oysa ki aşkın yerine başka duygular, başka duyguların yerine de aşk gelemezdi.
Ben güvenmeyi aşk sandım. Şimal ise kötülüğü. Söylesenize hangimizin aşkı daha acımasız ve ölümcüldü?

______________________________________

Hellooooo yorum yapmayı ve oylamayı unutmayın...

🎵🔥...

Loading...
0%