Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3.NOTA🎵

@nazo_65

"Vurulmuş tertemiz alnından uzanmış yatıyor, bir hilâl uğruna ya Rab ne güneşler batıyor!"

 

*Mehmet Akif Ersoy

 

 

"Şehit öğretmen Şenay Aybüke Yalçın'ın anısına..."

 

 

Çiçeğim solmuş. Neden? Fazla mı su verdim? Hiç su veremedim mi? Çok mu güneşte kaldı? Yoksa hiç güneş ışığı Göremedi mi?

 

Fazla değer veremedim mi? Onun için mi soldun? Solma. Söz bundan sonra sana daha iyi bakacağım.

Ama sen solma. Sen solarsan, annemin kokusunu unuturum.

 

"Baba! Baba!" Diye bağırdı aheste.

Erdem koşarak aheste'nin yanına geldiğinde, endişeyle ellerini kollarını kontrol etti. Belki birşey ısırmıştır diye. Köyde fazla zehirli hayvan vardı.

 

Ama hiçbir şey yoktu. Yüzünü yüzüne doğrulttuğunda, gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı. "Çiçeğim solmuş. Baba." Diye ağladı. Erdem kızını kucağına aldığında, "Çiçek bu. Solar da açar da. Niye ağlıyorsun güzel kızım?" Aheste hâlâ ağlıyordu. Elleriyle yüzünü kapatmıştı. Ne zaman ağlasa yüzünü elleriyle gizlerdi. Ağlamanın ayıp birşey olduğunu sanardı. Ağlamaktan utandırdı.

 

Erdem her ne kadar ağlamanın ayıp olmadığını söylese de, aheste bu huyundan vazgeçemiyordu.

"Ama benim çiçeğim solarsa annemin kokusu da gider. Ben o Zaman nasıl uyurum geceleri?" Dedi. Burnunu çekerek. "Yenisini alırız. Sen yeter ki sıkma o güzel canını." Tesellisi az da olsa işe yarıyordu. "Hem ben birazdan göreve gideceğim. Babayı böyle mi uğurlayacaksın göreve?" Dedi. Aheste'nin gözleri birden açıldığında, babasının göreve gideceği aklına geldi.

 

Babası ne zaman göreve gitse, nergisleri hep solardı. Erdem görevden gelince alacağını söyler teselli ederdi aheste'yi. Aheste babası görevden gelene dek beklerdi babasını. Bazen bir gece, bazen gecelerce, bazen günlerce gelmezdi erdem. Aheste gecelerce hem annesinin kokusunu hem de babasını özlerdi. Dedesi ona annesinin anılarını anlatır unuttururdu herşeyi. Aheste de can kulağıyla dinler, annesini yad ederdi.

 

Erdem günün, günlerin sonunda elinde bir demet nergisle eve dönünce, aheste yine anlamıştı. Babasının hep geleceğini.

"Baba göreve gitme. Bak yine nergislerim soldu. Annemin kokusu da yok. Sende gidersen, sende olmayacaksın. Gitme. Ben yalnız kalmak istemiyorum." Erdem kızının bukle bukle olmuş gece karası saçlarından derince öptü.

 

"Olur mu kızım? Deden var. Onunla oyunlar oyna, vakit geçir. Ben hemen geleceğim. Eğer yine geç kalırsam yıldızları say ve ne kadar sayarsan, o kadar not et. Günün sonunda sana saydığın yıldız kadar nergis alacağım.

Söz." Aheste bu fikre garip bakışlarla bakmıştı. "Ne kadar çok sayarsam, o kadar çok mu alacaksın?" Diye sordu heyecanla.

 

"Evet. Ne kadar sayarsan." Dedi tebessüm ederek. Ayağa kalktığında, üniformasının kırışmış yerlerini düzeltti. Aheste'nin elini tutup, dışarı çıktığında Ehliman dedesi kapının önünde köyün mis gibi havasında bahçesini suluyordu. Aheste ve erdem'i görünce doğruldu.

 

"Ooo torunum ve aslan oğlum gelmiş." Aheste koşarak dedesinin kucağına atladı. "Oyy benim nazlı torunum, güçlü torunum, aslan torunum. Babasını da göreve yollarmış." Gülerek konuştuğunda, aheste tebessümle babasına baktı. Üniforma içinde dimdik, aslan gibi duran babasına.

 

"Büyüdü benim ahestem. Kocaman kız oldu." Diye övündü erdem.

Ehliman dede damadına, oğluna baktığında, "gidiyor musun?" Diye sordu. Erdem başını salladı. "Güle güle git aslanım. Yolun açık olsun. Kılıcın keskin olsun." Erdem babasının elini öptüğünde, aheste'nin alnından derince öptü.

 

Nergis kokusunun bulaştığı teninden derince öptü. Aklına bala'sı geldi.

Ne zaman göreve gitse, derince koklardı karısını. "Haydi kalın sağlıcakla. Ahestem, dedeni üzme tamam mı? Güzel kızım." Dedi. Aheste tebessüm ederek, "Söz veriyorum babacığım, çok uslu bir kız olacağım."

Erdem gülerek gittiğinde rıza dede aheste'ye baktı. "Sen ne diye ağlıyordun içerde?" Sorusu aheste'yi üzmüştü.

 

"Nergislerim soldu. Babam hep annemin iki dal nergiste olacağını söylemişti. Nergislerim soldu dede. Annem de gitti mi?" Dedesinin

 

olan gülümsemesi, solan nergislerle eşdeğerdi. "Yok torunum, senin annen hep bizim gönlümüzde yaşayacak. Onun yeri," dedi elini aheste'nin kalbinin üstüne koydu. "Burası. O burayı hiç terkeder mi?" Dedi.

 

"Etmez." Dedi kısık sesle. "Ee haydi o zaman gel sana nergis toplayalım."

Aheste şaşkınlıkla dedesine baktığında, "nerde?" Diye sordu.

Rıza dede elinden tutup dağlara açılan tepenin ucuna getirdiğinde, "Orda." Derenin berisinde bulunan sarı tarlayı işaret etti. Aheste gözlerini kısıp, eliyle

Güneş ışınlarının gözüne gelmesini engelledi. Gördüğü sarı tarlanın nergis olduğunu anlayınca, sevinçle "Hadi gidelim!" Diye bağırdı.

 

"Dur deli kız. Elimi tut düşeceksin yoksa." Ehliman dedenin elini sıkıca tutup dereye inen yokuştan aşağı ağır adımlarla indiler. Aheste tarlaya yaklaştıkça biraz daha heyecanlanıyordu. Sabırsızlıkla koşmaya başladı. Ayağı kayıp sırt üstü düşünce eli yeni kesilmiş otlara sürtündü. Boylu boyunca yara açıldığında kanamaya başladı.

 

"Dede elim kanıyor!" Diye bağırdı korkuyla. Ehliman dede telaşla yanına geldiğinde, "Ah deli kız, ben sana demedim mi elimi tut diye. Bak yaralandın." Dedi. Cebinden çıkardığı oyalı mendille aheste'nin elini bağladı.

"Derede yıka. Hiçbir şeyin kalmaz. Derenin suyu şifalıdır." Aheste ayağa kalkıp tarlaya koştu. Nergis tarlasının önünde durdu. Nergisleri ezer diye korkmuştu.

 

Teker teker en güzel en taze nergisleri topladı. Sonra da dereye koştu. Hem elini hemde oyalı mendili yıkadı.

"Dede! Yardım eder misin?" Diye bağırdı. Ehliman dede yanına geldiğinde oyalı mendili tekrar aheste'nin eline bağladı. "Yaralar," dedi ehliman dede.

"Bize hatıradır torunum." Aheste garipseyen bakışlarla dedesine baktığında, "Nasıl yani?" Diye sordu.

Ehliman dede mendili bağladıktan sonra derenin kenarına oturdu.

 

Aheste'de hemen yanına oturduğunda Ehliman dede sözüne devam etti.

"Yaşadığımız acı, tatlı olaylar. Kimi zaman komik kimi zaman üzüntülüdür. Yaralar genelde can yakar. Ama izi acı birer hatıradır.

Mesela senin annen de bu dereye gelirdi. Koştura koştura gelince aynı senin gibi kayar düşerdi. Elleri hep yara bere içinde kalırdı. Gelir bu derede yıkardı. Derenin suyu şifalıdır.

Yarayı iyi eder ama izi kalır.

Sen her o yaraya baktıkça bu günü hatırlayacaksın. Beni hatırlayacaksın.

O yara belki tatlı. Ama izi daha da tatlıdır. Torunum."

 

Aheste dedesinin söylediklerini pür dikkat dinlerken, elindeki yaraya baktı.

"Ne yani şimdi bu yara iz mi kalıcak?"

Diye sordu. Ehliman dede gülerek "elbette, izi bir acı hatıra olarak kalacak." Dedi.

"Her yara hatıra mıdır? Dede."

"Her yara hatıradır. Görüneni de görünmeyeni de. Acısı da tatlısı da.

Sen o yaraya baktıkça o yarayı saranı hatırlayacaksın. O yaraya her baktığında o yaranın merhemini hatırlayacaksın." Güldü aheste.

 

Yaraları sevmeye başlamıştı.

Belki de onun da görünmeyen yaraları onun için birer hatıradır.

Nergisler...

Annesinin hem yara, hem de merhemi olarak aheste'ye bıraktığı acı bir hatıraydı. Aheste o yaraya bakarak annesini hatırlar, yarası kanar, merhemini sürerdi.

 

Aheste bu'ydu.

Kendi yarasını kendi sarar. Onun yaralarını kimse sarmazdı. Ona yara açarlardı hep...

 

Dedeme o gün sormadığım bir soru vardı. Peki ya yarayı açanlar da hatırlanır mıydı? Yaraya her baktığımızda.

 

Yarayı kanatan peki?

O da mı hatırlanırdı?

Ben hiç unutmam ki, tekrar hatırlayayım. Ben yarayı açıp, merhem olanı da asla unutmazdım.

Ben yaralarımın izine baktıkça değil, izleri okşadıkça kazırdım aklıma.

Ben vücudu görünmez yaralarla dolu, o yaraları her okşadıkça unutmayan kadındım. Ben Aheste'ydim.

 

Kimine göre hiç yara almamış, kimine göre ise yara bere içinde biriydim.

Kimse bana merhem olmaz, yaralarımı sarmazdı. Ben kendi yaralarımı hep kendim sardım.

 

Sabah olmuştu. Dün ki yorgunluğun ağırlığı hâlâ üstümdeydi. Yataktan doğrulup esnediğimde sağ tarafıma baktım. Bomboştu. Çınar yoktu. Acaba gitmiş mi? Diye aklımdan geçirmiştim. Doğrulup yataktan indim. Valizimden aldığım birkaç parça elbiseyi alıp banyoya yürüdüm.

Elimi yüzümü yıkayıp, giyindim.

 

Odadan çıkıp babamın odasına doğru yol aldım. Odasına vardığımda kapıyı çalıp içeri girdim. Masanın başında oturmuş, çayını içerek dosyaları inceliyordu. "Günaydın ahestem." Dedi içten bir sesle. "günaydın babacım." Koltuğa geçip oturdum.

Gözleri beni izlerken, "Nasıl geçti gecen rahat uyuyabildin mi?" Diye sorunca tebessümle "güzeldi. Rahat bir uyku çektim." Dediğimde gülümsemişti.

 

"Çınar nerde biliyor musun?" Sorduğum soruya karşılık bana baktı.

"Haberin yok mu? O gitti. Bu sabah."

Dediğinde içimde kötü bir his oluştu.

Dün gece söylediklerim yüzünden mi böyle davranıyordu? Fazla ileri gitmiştim. "Haberim yok. Uyurken gitmiş." Kapı çaldığında babamın "gir!" Komutuyla giren kişi osman'dı.

Elinde bir tepsi vardı.

 

"Kahvaltınız komutanım." Dedi elindeki tepsiyi göstererek. "Şuraya bırak Osman." Dedi babam. Tepsiyi bırakıp çıkmıştı. "Ee hadi kahvaltıya." Dedi birden. Canım pek fazla çekmiyordu ama kaymak ve bal çok güzel görünüyordu.

 

🎶

 

Köyün girişine doğru geldiğimde lojmana da az kalmıştı. Nakliye kamyonu lojmanın önündeydi. Lojmana vardığımda kapısı açıktı.

İçeri girdim.

 

Takır tukur sesler geliyordu.

İçeri girdiğimde kadınlar evi temizliyordu. Geldiğimi farketmemişlerdi. Muhtar amca dün gece köyün kadınlarına söyleyeceğim demişti. Omzumda bir kol hissettiğimde arkamı döndüm.

Bir nineydi. "Gızım kimsin sen?" Diye sordu. "Ben yeni gelen öğretmenim teyzecim." Gülerek bana baktığında

"Ya sen bu lojmanda galacak olan öğretmensin. Hoşgeldin gızım."

Dedi. Tebessüm ederek elini öptüm.

 

"Sağol teyzecim. Hoşbulduk." Dediğimde temizlik yapan kadınlar beni izliyordu. Garip bakışlarla bana baktıklarında askerlerin baktığı gibi bakmışlardı. Nedenini bilmiyordum.

"Hanımlar öğretmen gızımıza bir hoşgeldin diyiverin." Teyzenin sözünü kimse dikkate almamıştı. Herkes elindekileri bırakıp çıktı. Sadece genç bir kız ve teyze dışında.

 

"Öğretmen hanım siz onların kusuruna bakmayın. Biraz garipsediler. Uzun zamandır yeni öğretmen gelmiyordu ondan." Kalın kaşlı, bembeyaz tenli, masmavi gözleri ile konuştu genç kız.

Şivesi köydekilere göre daha düzdü.

Gülümser bir ifade ile konuştuğunda ben hâlâ kadınların neden öyle davrandığını anlayamamıştım.

 

"Niye öyle davranıyorlar? Sadece kadınlar değil, karakoldaki askerler de öyle. Nedeni ne?" Kız, teyzeye baktığında, teyze gülümseyerek

"Aman gızım boşver gari. Onlar öyledir. Sen gel yardım ediver gari.

Çabucak bitsin temizliğin. Yoksa bir gece daha kalacaksın karakolda."

 

"Sağolun, yani öyle davranmadığınız için." Genç kız gülümsediğinde elini uzattı. "Ben Zerda. Bu da annem hatun." Elini sıkıp "ben de aheste. Tanıştığıma memnun oldum. Memnun oldum teyzecim." Dedim hatun teyzeye karşı. "Bende gızım. Hadi bakem daha çok iş var. Hayde."

İçeri girip elinde bir şalvar ile geri döndüğünde şalvarın hemen altında ise bir yazma vardı.

 

"Al bakem bunları. Giyiver yoksa üstün kirlenir." Elbiseleri alıp giyinmeye gidecektim. "Gızım nereye?" Diye sorunca, "giyinmeye." Dedim bilmişcesine. "Hayallah iyiliğini versin. Gızım onlar şalvar çek üstüne. Üstün kirlenmesin diye verdim. Çıkarmana gerek yok diğerlerini." Güldüğünde zerda'ya baktı.

 

Gülümseyerek elimdeki şalvarı pantolonumun üstünden geçirip giydim. Başıma da yazmayı takacakken Zerda önüme gelip yazmayı aldı. Başıma bağlamaya başlayınca, "çok güzel oldun abla." Dedi. Başındaki gibi bağlamıştı.

"O senin güzelliğin." Dediğimde. Hatun teyze çoktan elinde kova ve fırçalarla gelmişti. "Hadi bakem, gızım Zerda sen al şu fırçayı duvarları fırçala. Öğretmen gızım sende yerleri süpür sil. Bende mutfak ve banyoyu hallediverem gari. Hayde." Dediğinde.

 

Elime çalı süpürgesini alıp içerdeki odaya gittim. Yerler beton olduğu için su dökmem gerektiğini söyledi hatun teyze. Su dolu kovadan su alıp yere döktüm. Çalı süpürgesiyle süpürmeye başladım. Sanırım bu işi beceriyordum. Köy hayatı böyle birşey miydi? Anneannemler nasıl yapıyor diye hayrete düşüyordum.

Ama bu kadar kolay olduğunu bilseydim hayrete düşmezdim.

 

Ev küçük olduğundan odalar ve küçük salonlar bitmişti. Ben ve Zerda pencereleri temizlerken, hatun teyze mutfağın temizliğini bitirmişti.

"Heryer tertemiz oldu. Şimdi sıra eşyaları yerleştirmekte." Dedi hatun teyze. Pencereler bitmişti.

 

"Nasıl taşıyacağız?" Dediğimde hatun teyze dışarı çıktı. Eşyaların bulunduğu nakliyat kamyonunun yanına vardığında eşyalara göz ucuyla baktı. "Fazla ağır eşyalar yok gari. Taşırız el birliğiyle." Zerda başını salladığında "annecim eşyaları nasıl tek başımıza taşıyalım? Herkül müyüz biz"? Dediğinde "Herkül kimdir gızım? Ben bilmem Herkül merkül. Siz taşımazsanız ben taşırım."

Dediğinde kamyonun kasasını açmaya başladı.

 

Zerda öne atılıp "Aman anne belin tutulacak sonra iki büklüm kalacaksın orada. Zaten koyun sağıyorsun. Sırtın tutulsa nasıl başaracaksın?" Geçimlerini hayvancılık ve tarımla uğraşarak sağlıyorlardı.

"Aman gızım." Dedi sitemkâr bir sesle.

 

"Zerda haklı teyzecim. O eşyalar ağır tek başına taşıyamazsın." Dediğimde kasanın kapağını bırakmıştı.

Ne yapacağımızı düşünürken, aklıma köyün erkekleri geldi. "Köyün amca ve abileri bize yardım edemez mi?" Dediğimde birbirlerine baktılar.

"Etmezler gari." Dedi hatun teyze.

"Niye?" Diye sorduğumda "çünkü..." Diye geveledi. Birşey vardı bu köyde.

Ama ne? "Çünkü erkekler tarla da be gızım." Dedi. Doğru mu söylüyordu? Yoksa ben anlamayayım diye yalan mı söylüyordu bilemedim.

 

Köyün diğer tarafından gelen zırhlı askeri araç bize doğru geliyordu.

"Bu köyün iki çıkışı mı var?" Diye sorduğumda, Zerda "iki çıkış var ama birini sadece askerler kullanıyor. O çıkışı bizim kullanmamız yasak." Dediğinde başımı anladım anlamında salladım.

 

Zırhlı araç hemen yanımızda durduğunda, üçümüz de aynı anda zırhlı araca bakmıştık. Kapısı açıldığında içinden inen askerler kafalarında kask ve kar maskesiyle yüzlerini belli ettirmiyordu.

Hatun teyze onlara doğru giderken içlerinden biri maskesini açtı.

"Oyy, aslanlarım gelmiş. Hoşgeldiniz evladım." Dediğinde askerlerden biri hatun teyzenin elini öptü.

 

"Hoşbulduk hatun ana." Dedi bir asker.Oldukça uzun olduğu için hatun teyzenin elini öperken oldukça eğilmişti. Zırhlı araçtan en son inen asker dikkatimi çekmişti. Çünkü en uzun olanları oydu. Bayağı uzun bir boy ve dev gibi cüssesi, düşman olmamama rağmen korku salmıştı.

Kar maskesinin gizlediği yüzünde sadece koyu kahve, hafif Çekik gözleri ile kalın siyah kaşları açıkta kalmıştı.

Beline astığı silahıyla askerlerin en başında duruyordu.

 

Hatun teyze hepsine birer birer sarıldığında yanıma gelmişti.

Kolumdan çekip beni askerlerin yanına sürüklediğinde elimde ki nergis ve bez bebeğimle askerlerin hemen önünde durmuştum. Hepsi hep birden bana baktığında, hatun teyze heyecanla "Bakın bu yeni öğretmen gızım aheste." Dedi. Aralarında en kısa olan öne atıldı.

 

"Hoşgeldin bacım." Diyerek eldivenli elini uzattı. Bez bebeğimi diğer elime verip eldivenli elini sıktım. "hoşbulduk." Dediğimde. Maskesini açmıştı. "Ben Teoman bozkuş." Dediğinde başımı salladım. "Bunlar da

Yaman AVCI, Tekir DADALI, Cengiz KESER,Sancar TEMLİ, Çakır BAYRAMOĞLU, Şahin BOZKUŞ ve Aytekin Alpay KA-"

 

Şaşkınlıkla Teoman denen askere baktığımda, bütün isimleri tek nefeste söylemişti. "Lan Teo, kıza ne biçim tanıtıyon bizi. Gören de sanki sergiye çıkıyoruz." Konuşanın kim olduğunu bilmiyordum. Hepsinin maskesi ağzındaydı. Teoman dışında...

 

"Sorun yok. Ben tanırım sizi." Dediğimde, Teoman gülmeye başladı.

"Bacım, nasıl tanıyacaksın? 7 /24 maske ağzımızda. Geceleri tek açılıyoruz ayçiçeği gibi." Hatun teyze Teoman'nın omzuna bir sille vurduğunda, Teoman sanki canı çok yanmış gibi omzunu okşadı. "Ne vuruyorsun hatun ana?" Dediğinde, hatun ana ters bakışlarını attı.

 

"Kızın aklını karıştırma. Açın maskelerinizi. Tanıtın kendinizi!" Diye komut verdi. İçlerinden biri, "haydaa! Karakolda Aytekin komutanım, burda hatun ana." En başta duran uzun boylu, dev cüsseli asker maskenin altından ölümcül bakışlarını attığında, konuşan asker susmuştu.

 

"Temli, bence sus. Yoksa az sonra şu kurban olduğum yurdumun toprağının altında olacaksın." Konuşan başka bir askerdi. Maske yüzünden kimin kim olduğunu bilmiyordum. Ve bu çok zordu.

 

"Açın maskeleri!" Diye bağırdı. En sonunda hatun teyze. Hepsi bir anda maskelerini açmıştı. bir kişi dışında...

Çekik gözlü, dev asker.

 

Hepsine teker teker baktığımda, kimi sakallı kimi sakalsız, kimi kahverengi gözlü kimi yeşil, kimi de mavi...

 

Teoman'ı tanımıştım. Teoman'ın hemen yanında duran asker elini uzatıp "şahin bozkuş." Dediğinde elini sıktım. Şahin Teoman'la birebir aynıydı. Gözleri, burnu, kaşı, ten rengi, boyu posu...

"Siz akraba mı oluyorsunuz?" Diye sorduğumda, gülmeye başladılar.

"Yok bacım, kendisi ikizim olur." Teoman'ın sözü üzerine ne oldukları açığa kavuşmuştu.

 

"Ha, anladım." Başını olumlu anlamda salladı. Şahin'in hemen yanında bulunan asker de elini uzatıp,

"Çakır Bayramoğlu." Dedi. Gülümser bir ifadeyle konuştuğunda, bende aynı karşılığı verip elini sıktım.

Çakır'ın gözleri gök mavisiydi. Bakınca insanın içi bir hoş oluyordu.

Onun yanında ki asker de elini uzatıp, "Sancar Temli." Dediğinde. Az önce espri yapan askerdi. Yüzünde boylu boyunca bir iz vardı. Gözleri elaydı.

Oldukça yapılıydı.

 

"Umarım bir gün kurban olduğum yurdumun toprağının altına girmezsin." Güldüğünde elini sıktım.

Kulağıma eğilip, "valla bacım Komutanım olduktan sonra o iş biraz zor." Bu sefer gülen ben olmuştum.

Aslında esprileri soğuk değildi. Ben bile gülüyorsam gayet sıcaktı.

Sancar'ın yanındaki asker elini uzatmadı. Bu asker diğerlerine göre fazlasıyla olgundu. Yaşı büyük olmalıydı.

 

"Cengiz keser bacım." Diyip başını eğdi. Gülümseyerek karşılık verdim.

"Tekir Dadalı hocam." Şivesi biraz argo içeriyordu. Ağır başlıydı. Elini sol göğsüne bastırıp eyvallah manasında başını salladı. Bende elimi aynı şekilde göğsüme bastırıp karşılık verdim.

 

Ondan sonra ki asker elini uzatıp

"Yaman Avcı bacım. Sen bana sadece avcı de." Dediğinde elini sıkıp başımı salladım. Tebessümle baktım. Hepsi çok iyiydi. Cana yakındılar.

 

Ve o...

Çekik gözlü dev asker...

Boyu o kadar uzundu ki aşağıdan bakmak zorunda kalmıştım. Maskesini açmamıştı. Sadece çekik gözleri vardı ortada. Kapkara kahveler bana baktı. Sadece kısa, çok kısa bir anlığına. Elimi uzatan bu sefer ben olmuştum.

 

Hiçbir tepki vermeden sadece elime baktı. Sonra da kucağımda ki nergis ve bez bebeğime. Elimi tutmadan, Boğuk ve sert, ama bir o kadarda yumuşak çıkan sesiyle "Aytekin Alpay." Dedi sadece. Elimi tutmamış aynı zamanda elim havada öylece kalmıştı. Timin diğer üyeleri bizi pür dikkat izlerken, benim ise yaptığım ve düşündüğüm tek şey elimi sıkmayan bu adama nasıl bir tepki vereceğimdi.

Elimi tutmaması beni çok utandırmış, aynı zamanda kendimi kötü hissetmeme sebep olmuştu.

Güldü mü? Tebessüm etti mi? Bilmiyordum. Maskesini açmamıştı.

"Soyadın Alpay mı?" Diye sordum.

 

"Hayır." Dedi net bir sesle. "Ne peki?" Diye sorduğumda elini çekmişti.

"Niye soruyorsun? Nüfusuna mı alacaksın?" Gülmem mi yoksa susmam mı gerekiyordu? Ne yapacağımı şaşırdım. Öyle bir soru sormuştu ki, espri mi yapıyordu? Yoksa ciddi ciddi soruyor muydu? Bilemiyordum.

 

"Herkes soyadını söyledi. Sen söylemeyince merak ettim." Dedim net bir sesle. "Fazla merak iyi değil." Kaşlarım çatıldığında, gözlerimi devirdim. "Peki." Dedim ve hatun teyzenin yanına geçtim.

 

Fazla odun biriydi çekik gözlü olan.

Fazla...

Bir kadınla nasıl konuşması gerektiğini kimse öğretmemişmiydi buna? Ya da öğrenememiş. Belli...

 

"Aslanlarım şu eşyaları içeri taşıyıverin gari." Demişti.

Hepsi birden nakliye kamyonuna baktığında, Teoman "Bunlar ne? Hatun ana." Diye sorunca hatun ana bana baktı. "Neye benziyor deli oğlan. Öğretmen gızımın ev eşyaları. Kimse olmadı taşıyalım içeri. Aslan gibi Yiğitsiniz içeri taşıyıverin gari." Çekik gözlü olan, "Hayde, taşıyın!" Diye bağırınca tim birden kamyona koştu.

 

Kasayı açıp kamyonda ki eşyaları bir bir indirmeye çalıştılar. Çekik gözlü olan, hâlâ yanımızda dururken, zerda'yla konuşmaya başladı.

"Nasılsın abicim?" Diye sordu.

Zerda tebessümle "iyiyim Aytekin abi." Diyince şaşırmıştım.

Yabancı gördüğü kişilere mi mesafeliydi? Yoksa normalde de böyle soğuk birimiydi?

 

"Aytekin'im, kara kuzum." Hatun teyzenin Aytekin denen asaskere yetmeyen boyuyla söylediği sözler şirinlikten başka birşey değildi.

"Çok yoruldun mu? Kuzum." Diye sorunca, çekik gözlü, "Yok be hatun ana. Bize yorulmak haram." Dediğinde hatun teyzeye de aynı tavrı sergilemişti.

 

"O zaman bir zahmet eşyaları sende taşıyıver gari. Boşuna yapmadın ya bu kasları. Bu boyu. Hade kara kuzum." Dev cüssesini ittirmeye çalışırken, zorlanıyordu. Aytekin fazla diretmeden kamyona doğru ağır ağır yürüdü. Tim eşyalarımı içeri taşırken, o da kamyonun başında durdu.

Hatun teyzeye ara ara bakarak...

 

Sonunda eşyalarım içeri taşınmış birer birer yerlerine konulmuştu. Artık bir eve benzeyen lojmanın önünde beklerken, hatun ana askerlere "sağolun, vârolun hepiniz."

Tebessüm ederek, "Çok teşekkür ederim hepinize." Dediğimde hepsi başını salladı. Cengiz denen asker, "Asıl sen sağol bacım. Seni gören çocuklar çok sevinecekler. Hoşgeldin tekrardan." Başımı salladım gülümser bir ifadeyle.

 

"Buyrun bir çayımı için." Dediğimde hepsi birden çekik gözlü, maskesini bir an bile, nefes almak için bile açmayan Aytekin adlı oduna baktı.

"Son söz komutanımındır." Dedi Sancar. Aytekin'in keskin bakışları beni bulunca. Yine karabulutlar üstümde hissettim. "İdman var. Çaya vakit yok." Tekerleme misali söylediği cümle timin yüzünü asmaya yetmişti.

 

"Komutan-" sözü yarıda kesen Aytekin, "Bir kere hayır dediysem, hayırdır. Temli!" Sancar'ı susturmaya yetmişti bu cümle. Hatun teyzenin delici ve öfkeli bakışları çekik gözlünün üstündeydi. "Sen ha bu çocuklara çok yükleniveriyon gari. Sana bir yükleniveririm gari. Görürsün idmanı." Öfkeyle söylediği sözler, Aytekin denen askerin gözünü korkutmuş olmalıydı. Ama hayır...

 

En ufak bir etki bırakmamıştı.

"Hatun ana, zorlama da." Dediğinde şivesi Karadeniz şivesine benziyordu.

"Tim! Sa-ğa dön!" Diye birden bağırınca, irkildim. Sesi gürdü ve bağırınca kulak çınlatacak cinstendi.

 

Tim sağa dönünce hazır olda bekledi.

"Hedef karakol marş marş!" Dediğinde, tim koşar adımlarla karakola koştu. "Deli oğlan. Söz dinler mi hiç." Dedi hatun teyze. Çekik gözlü olandan bahsediyordu.

 

"Biz artık gidiverelim gari. Evde çocuklar bekler. Aç Susuz." Hatun teyzenin sözü üzerine ona baktım.

Çok yardımları dokunmuştu.

"Sağol herşey için hatun teyze." Kolumu okşadı. "Sende sağol gızım. Sende." Dedi ve Zerda'ya baktı. "Görüşürüz aheste abla." Dedi Zerda hatun teyzenin peşinden giderken.

El salladım.

 

Lojmana girip evin içini gezdim. Gayet güzel olmuştu. En azından köyde öğretmenlik yapan öğretmene göre bir evdi. Ufak ve şirin...

 

Telefonumu nereye bıraktığımı hatırlamaya çalışırken, her yeri aradım. Ama hiçbir yerde yoktu. Mutfağın girişine geldiğimde, aklıma karakolda ki misafirhanede unuttuğum geldi. Hava da kararmıştı.

Köy zifiri karanlık ama telefona da ihtiyacım vardı. Bu karanlıkta dışarı çıkarsam ya kurda ya da teröriste yem olurdum.

 

Gitmem gerekiyor ama korkuyordum.

Etrafı kontrol ettim. Fenere benzer birşey arıyordum. Bu karanlıkta bana dost olacak tek şey bir fenerdi. Ama yoktu.

 

Bir köydesin, mini buzdolabın bile var ama bir fener almayı akıl edemiyorsun aheste. Harika. Şimdi yürü zifiri karanlıkta da aklın başına gelsin.

 

İçeri doğru yürüyüp valizden kabanımı aldım. Mutfağa doğru yürüyüp çekmeceyi açtığımda alıp alamamakta kararsız kaldığım bıçaklara baktım. Köye kurt giremez ama bir terörist girse bu bıçak korunmama yardımcı olur.

Bıçağı alıp, cebime koydum.

 

Anahtarları da alıp kapıyı kilitledim.

Zifiri karanlıktı. Sadece ışığın düştüğü yer aydınlıktı. Hatun teyzeye söylemek istiyordum ama kadın benim için çok şey yaptı. Gecenin bu vakti kapısını çalıp rahatsız edemezdim.

 

İş başa düştü aheste. Yürü...

Ağır adımlarla kollarımı kendime dolayıp lojmanın arkasından dolandım. Karakola giden yoldan yürümeye başladım. Hiçbir şey görmüyordum. Gördüğüm tek şey karakolun ışığıydı. Ona doğru bir gemi misali gidiyordum. Önümde çukurmuş, taşmış, çimenmiş demeden yürüdüm.

 

Uluyan kurt sesleri, çekirge sesleri ve ürkütücü sessizlik beni gerilim filminde ki kaçmayı değilde cesurca davranmaya çalışıp tehlikenin üstüne gitmeye çalışan başrol gibi hissettiriyordu.

Gerçi bir başrol olacak kadar becerikli ve güzeldim.

 

Beni kaybeden yönetmenler üzülsün.

 

Siktir et başrolü, yönetmeni şuan tek derdim, sağ salim tek parça halinde o karakola varmaktı.

Az kalmıştı. Sadece birkaç adım...

 

"Kurt ulumalarının artması normal mi?" Kendi kendime konuşmaya başlamam hayralamet değildi.

Daha da arttığında koşmaya başladım.

Hızlı adımlarla bir önüme bir arkama bakarak koşmaya başladığımda, sonunda önüme bakmaya fırsat bulamadan çukura düşen ayağımın acısıyla anlık bir inleme kaçtı ağzımdan. Fazla bağırdığımı farkettiğimde elimle ağzımı kapattım.

 

Etrafıma korkuyla bakarken çıkardığım sesin, kan kokusundan bir farkı yoktu. Kurtlar ya da yırtıcı hayvanların etrafımı sarması an meselesiydi.

Ayağımı çukurdan yavaşça çıkardığımda acısını iliklerime kadar hissettim.

 

Üstüne basmaya çalıştığımda ağrısı aynıydı. Yavaş yavaş topallaya topallaya yürümeye devam ettim.

Sonunda karakolun kapısına vardığımda kapıyı sert bir şekilde çaldım. Kimse açmayınca bir kez daha çaldım.

 

Bir kez daha...

Bir kez daha...

 

Ve en sonunda kapıyı bir asker açtı.

"Şükürler olsun! Kapıyı açmanız için illa ağaç mı olmak lazım?!" Neden bağırdığımı bilmiyordum. Ama zifiri karanlıkta korkudan altına etmek üzere olan birinin koşarken çukura düşüp ayağını burkması sonucunda böyle bir çıkışma çıkıyordu ortaya.

 

"Sakin ol bacım. Nesin? Ne istiyorsun?" Diye sorunca tepem iyice atmıştı. "İçeri girmem lazım. Erdem karakılıç'ın kızıyım. İçerden almam gereken birşey var."

 

"Erdem komutanımın kızı olduğunu nerden bilicem?" Elim direkt alnımı bulunca sinir yükleniyordu. "HasbinAllah! Yanımda kimlik olsaydı gösterirdim. O da içerde! Kusura bakma da ben o teröristlerden değilim. Baksana bi bak! Hangi terörist bu Kılıkta gecenin bu vakti bile isteye asker dolu bir karakolun kapısına dayanır?" İkna olmuş gibiydi.

 

"Önce üstünü aramam gerek." Derin ve sakin bir nefes çektiğimde sakin kalmaya çalışarak, "ara! Üstümü de ara yeter ki ara!" Diye bağırdığımda yanıma dikkatli bir şekilde yaklaşarak

Üstümü aradı. Ayaklarımdan yukarı çıktıkça ceplerime dikkatle baktığında cebimde birşey farketti.

 

Siktir!

 

Bıçağın olduğunu unutmuşum.

Boku yedin mi aheste? Afiyet olsun.

Bıçağı çıkardığında gözlerim anlık kapandı. Tekrar açtığımda silah doğrultmuştu. "Hani teröriste benzer bir yanın yoktu?! Bu ne peki?!" Diye bağırdığında ellerimi havaya kaldırdım. "Bak ben bu köye yeni gelen öğretmenim bıçağı da korunmak için aldım yanıma."

Köye geldiğim gün kapı nöbeti bu askerde değildi. Beni tanımaması normaldi. Gelde çık işin içinden çıkabilirsen aheste.

 

"Yürü derdini komutanlara anlatırsın!" Bu kadar kolay mıydı? Bilseydim en başından çıkarırdım o bıçağı. "Hay hay." Dedim küçük bir mutlulukla. Zafer kazanmış bir ifadeyle karakolun içine yürüdüm.

Sonunda tabura ulaştığımızda, girişten içeri girdiğimizde beni kolumdan sürükleyen asker ve bana şaşkınlıkla bakan askerler ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

 

Sonunda babamın odasının önünde bulduğumda kendimi, sanki gerçekten bir terörist yakaladı sanan askere baktım. Hevesi kursağında kalacaktı. Kapıyı çalınca içeriden gelen "gir!" Komutuyla asker kolumdan sürükleyerek yaka paça içeri götürdü. Topallamama dikkat etmeden yaptıklarının cezasını çekecekti birazdan. Ayağım feci hâlde ağrıyordu.

 

İçeri girdiğimde, babamın beni yaka paça, topallamama bile bakmadan içeri atan askere ve bana baktı.

Şaşkınlıkla ayağa kalktığında dev cüssesiyle yanıma geldi. Endişe ile...

Biri daha vardı koltukta oturan...

 

Hâlâ kar maskesi ile oturan çekik gözlü dev asker...

"Komutanım bu kadın kapıya dayanıp sizin kızınız olduğunu söyledi. Terörist mi diye şüphe ettim. Yanılmamışım. Cebinden bu bıçak çıktı." Babam bir bana birde bıçağa bakarken, Çekik gözlü asker de ayaklanmıştı. "Aheste? Ne oluyor kızım?" Telaşla soran babam ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

 

"Baba bildiğin gibi değil. Telefonum misafirhanede kaldı. Almaya gelecektim. Kapıya geldim. Bu askere her ne kadar senin kızın olduğunu söylesem de inanmadı. Kendimi korumak için yanıma aldığım bıçağı da bulunca terörist sandı. Olan bu."

 

Çekik gözlü askerin şaşkın bakışları bir bana birde babama bakarken, neden öyle baktığını anlamamıştım. Sanırım kızı olduğuma şaşırmıştı.

"Aykut, yargısız infaz yapmadan önce bir benim odama getirseydin de ben karar verseydim kızımın terörist olup olmadığına." Aykut denen asker mahçup bir şekilde, başını öne eğdiğinde, "kusura bakmayın komutanım bıçağı görünce öyle sandım." Dedi. Bana döndüğünde

"Özür dilerim aheste hanım." Dedi.

 

"Sana ceza Aykut. Bu gece köyün devriyesi sende." Babamın verdiği cezaya "Emredersiniz komutanım!" Dediğinde "baba, tamam sıkıntı yok. Olur böyle şeyler sonuçta tehlikeli bir bölge. Kimin ne olduğunu gözünden tanıyacak değiller. Bence en sağlam askeriniz bu her söze güvenen biri değil en azından." Dedim. İkna olmuş gibiydi. Elleriyle saçlarımı okşadığında alnımdan öptü.

 

"Tamam Aykut görev yerine." Dedi. Aykut başını öne doğru sallayıp, bana döndü. "Sağolun aheste hanım." Dedi ve çıktı. "Gel otur." Dediğinde, topallayarak yürüdüm.

Çekik gözlü, beni izlediğinde,

"Ayağına noldu?" Diye sordu babam.

"Düştüm. Karanlıkta çukuru göremedim ayağımı Burktu." Dediğimde kolumdan tutup beni yavaş yavaş koltuğa götürdü.

 

"Ah be kızım ne acelesi vardı telefonunun?" Bende bilirdim yarın sabah almasını ama yarın ilkokul öğrencileri için sipariş ettiğim müzik aletleri, defter ve kitapların nerde kaldığını öğrenecektim. Bugün gelmesi gerekiyordu. Ama gelmemişti.

Koltuğa bıraktığımda kendimi, babam önüme eğilip bilek kemiğimi okşadı.

 

"Burası ağrıyor mu?" Dokunduğu yer hafif bir inilti çıkmasına sebep olmuştu dudaklarımdan. Dikkatle babamı izleyen çekik gözlü, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

"Evet." Dedim acı dolu bir sesle.

 

"Köyde ne lanet şey varsa beni bulur."

Diye sitem ederken, "bu böyle olmaz kızım. Bir revire git. Krem falan sürsünler, yarın köyün sağlık ocağına git. Şişerse kötü olur."

 

"Olur baba giderim." Dediğimde ayaklanmaya çalıştım. Babam beni kucaklayacakken, "kendim giderim. Revir nerde?" Diye sorunca babam hâlâ zorla kucağına almaya çalışıyordu. "Komutanım izninizle kızınızı revire ben götüreyim." Dedi çekik gözlü çekingen bir ses tonuyla.

Maskesinden kurtulan tek şey çekik gözleriydi. Gözleri herşeyi anlatıyordu. Babamın bakışları onu bulduğunda bir süre baktı.

 

"Gerek yok ben giderim." Dedim. Yürümeye çalıştım. Ama olmuyordu.

"Aheste, Aytekin seni götürsün." Babama yapma dercesine baktım.

Kaşlarını kaldırdı. Çekik gözlü yanıma gelip, bana baktı. Bekledi.

 

Neyi beklediğini bilmiyordum.

"Götürecek misin artık?"diye sorduğumda hâlâ bana bakıyordu.

Önüme eğilip beni kucağına aldığında uzun boyu sayesinde bayağı bir havalandım. Dev cüssesi sertti.

Çekik gözleri yakından daha belirgindi. Kar maskesi kaplanmış yüzünü çok merak ediyordum.

 

Maskeyi çıkartıp yüzünü görmek vardı. Ama neyse...

Barut kokusuyla karışmış okyanus kokusu, hem ciğerimi yakıp hem ferahlatıyordu.

 

Babama başını sallayıp, odanın çıkışına yöneldi. Kapıyı eliyle zorlanmadan açtığında dışarı çıktık.

Beni taşırken zorlanmıyordu.

Koridoru yürürken, nereye bakacağımı ne yapacağımı bilmiyordum. Sadece susuyordum.

Gözleriyle, sadece 3 saniye göz göze geldiğimde bakışlarımı kaçırdım.

 

"Maskeni neden çıkarmıyorsun?" Diye sorduğumda keskin kara çekik gözleri beni buldu. Maskenin altından çıkan boğuk ve sert sesiyle, "Sana bu öğlen birşey söylemiştim." Ne dediğini çok iyi hatırlıyorum. "Fazla merak iyi değildir." Diye tekrarladım. "Çok zekisin." Dedi kısık ve erkeksi sesiyle.

Bakışlarım boynundaki künyesine kaydı.

 

Adı Aytekin Alpay soyadı Karakum. Doğum tarihi 17/03/1995

Kan Grubu 0 Rh+.

Soyadını öğrendim işte ben merakımı gidermeden durmam. Gözlerim geniş omuzlarına kaydı. Asker yeşili bir penye giymişti. Vücudunun her hattı belli oluyordu. Altında askeri bir kargo pantolon vardı. Kafasında hâlâ kar maskesi.

 

"Niye bu köy?" Birden sorduğu soru dumura uğrattı beni. Misilleme bu hayatta sevdiğim en güzel şeydi.

"Fazla merak iyi değildir." Dediğimde başını salladı. Hiçbir tepki vermedi.

Gülmedi, cevap vermedi. Sadece başını sallayıp sustu. Revire geldiğimizde beni sedyeye bıraktı.

 

Askeri künyesi saçlarıma dolanınca anlık bir inilti koptu dudaklarımdan.

Künyeyi çıkarmaya çalışırken, "canım acıyor yavaş,!" Diye bağırdım. Keskin çekik gözleri beni süzünce, "Ne?!" Diye bağırmaya devam ettim.

"Eğer biraz daha bağırmaya devam edersen künyeyi kolay yoldan çıkarırım." Sert sesiyle konuştu. Sinirlenmişti.

 

"Ne yoksa sen de o çapkın erkekler gibi öperim hesabı falan mı? Yalnız künye öyle çıkmaz." Dediğimde, gözleri gözlerime kenetlenmişti.

"Öpmekten bahseden kim? Makasla keserim böylece künyem kurtulur. Beynim de senin dırdırından." Sinirle künyeyi çıkarma derdine düşmüşken,

Saçlarıma daha çok zarar veriyordu.

 

"Hele bi dene. Bakalım o makas bir yerlerine girmiyor mu?" Dediğimde çekik gözleri bu sefer sinirle baktı.

"Deneyelim o zaman." Dedi sinirle kenarda duran makaslardan birini alıp, saçlarımla karışmış künyeyi tuttu makası dayamış kesecekken

"Dene bekliyorum." Dedim.

 

Blöflerinin bana sökeceğini sanıyorsa yanılıyordu. "Korktun mu?" Diye sordum. Makası daha fazla sıktı.

Elindeki damarlar belli olmuştu.

Kolunda göktaşı kadar bir saat vardı.

Barutla karışmış okyanus kokusu yine genzimi karmakarışık bir hale getirirken, makasla künyeyle karışmış saçı değilde, uç tutamlarının bulunduğu kısımdan büyük bir kısmını kesti.

 

Ağzım açık elindeki saç tutamlarıma baktım. Bir saçlarıma bir ona bakarken, sinir ve öfke doluyordu beynime. Makası hızla elinden alıp koluna batırdığımda ufacık duyulması zor bir inilti çıktı dudaklarından. Koluna batırdığım makas ona bir iğne gibi gelirken, saçlarımı bir an önce künyesinden kurtarma derdine düşmüştüm.

 

Saçlarım nihayet künyesinden kurtulunca, sedyede geriye kaydım.

Kolunda ki makası tek seferde çıkarıp kenara fırlattı. Kanayan yarasına baktı. Elinde hâlâ benim saç tutamlarım vardı. Doktor içeri girdiğinde, kadın olduğunu görmüştüm.

 

Kızıl saçlıydı. Gençti. "Anlaşılan iki yaralımız var." Dediğinde, ben ve çekik gözlüye baktı.

"Hanginizin yarası derin?" Diye sorunca elimi kaldırdım. "Ayağımı burktum." O suskundu. El kaldırmamış bekliyordu.

 

Doktor ayağımdaki bezi açtı. Buruk bileğime dokunup ağrının geldiği yeri anlamaya çalışıyordu. Her dokunuşunda ağrıdığını belli etmeye çalışan sesler çıkarıyordum.

 

"Hafif bir ezilme var. Sana bir krem yazacağım. Bu kremi köyün sağlık ocağından al ve kullan bir iki haftaya ağrın kalmaz." Gülümseyerek ayağımdaki bezin yerine yeni sargı sardı. Benden sonra çekik gözlüye geçince, yarasına üstten baktı.

 

"Nasıl oldu bu?" Diye sorunca gözüne çarpan kanlı makasa baktı. "Sakın bana bunu biz yaptık demeyin." Dediğinde, sustu. Bana baktı. Hadi söyle dercesine baktı. "yanlışlıkla oldu doktor hanım." Dedim. Güldü. Çekik gözleri gülünce daha da kısılıp koyu kahvelerini içine hapsetti. Başını iki yana salladı.

 

"Üstünü çıkar." Dedi doktor. Doktorun dediğini dinleyip, asker yeşili badiyi çıkardı. Ortada daha önce hayatımda hiç yan yana görmediğim onlarca kas vardı. Bayağı yapılı bir vücudu vardı.

Birçok yerinde izler vardı. Hatta sırtında ve göğsünde olduğundan fazla iz vardı.

 

Karın kasları çok belirgindi. Kar maskesi ve çıplak bir beden...

Çıkmam lazımdı.

"Ben gidiyorum." Dediğimde kolumdan tuttu. Sertçe tuttuğu kolumu sıkıca tutup gitmemi engelledi. "Otur ve bekle bu ayakla nereye gideceksin?" Dedi. Kolumu bir hışımla çektiğimde, "Umrunda mı?" Diye sordum.

 

Gözlerini devirdi.

"Komutanın kızı olmasan, umrumda olamazdın." Öyle mi? Dercesine baktığımda, "o zaman sen normal bir insanmışım gibi komutanının kızı değilmişim gibi beni umursamamaya devam et." Topallayarak kapıya doğru yürüdüm. Elim pervazla buluşunca,

Ayağımın acısı daha da arttı.

 

Dışarı çıktım. Misafirhaneyi aramaya başladım. Farklı bir katta değildim.

Aynı kattı ve misafirhane neredeydi? Bilmiyordum.

Koridoru gezdim. Karşıma çıkan kişi Teomandı. Dikkatimi çeken şey seyrek saçlarıydı. Kemikli bir surata sahipti. Hemen arkasından gelen kişi şahin'di. Teoman'ın tıpatıp aynısıydı.

İkiz olduklarını biliyordum ama bu benzerliği ilk defa görüyordum.

 

Beni görünce şaşırdılar. Şaşkın bakışlarla yanıma ilk gelen Teoman olmuştu. "Bacım. Ne işin var burda? Ayağına noldu?" Topalladığımı görmüş olmalı ki, sordu.

"Önemli birşey yok. Sadece ufak bir kaza. Telefonumu misafirhane de unuttum onu almaya gelmiştim yolda önümü göremedim ayağım çukura girdi burktum biraz."

Yürümeye devam ederken şahin'de yanımıza gelmişti.

 

"Aheste hanım? Teo noluyor?" Diye sorunca Teoman koluma girdi.

"Önemli birşey yok öğretmen bacım ayağını burkmuş. Sen koş git misafirhaneden bacımın çantasını al." Bakışlarım şahin'e dönünce, gülümsedim.

 

"Tamam." Dedi ve gitti. Teoman beni yavaş yavaş çıkışa doğru götürürken,

"Acıyor mu fazla?" Diye sorunca bakışlarım ayağımdan ona döndü.

Yakından bakınca ela gözleri daha da netti. "Yok, fazla ağrımıyor." Dediğimde gözleriyle ayağıma baktı, sonra ise gözlerime.

 

"Teoman sana birşey sorabilir miyim?" Diye sorunca başını öne doğru salladı olumlu anlamda.

"Buyur bacım." Dedi.

"Köyde ki kadınlar, askerler ve diğerleri," sormaya çekiniyordum.

 

Nedeni herneyse bakışlarının, beni çok rahatsız ediyordu. Babama söylemeye korkuyordum. Benim yüzümden köyde karışıklık çıksın istemiyordum. "Neden bana garip davranıyorlar?" Diye sordum.

Sorduğum soru biraz düşünmesine neden oldu.

 

"Nasıl davranıyorlar bacım?" Diye sorunca, "kadınları bana yardıma gelince kim olduğumu bilmiyorlardı. Ben lojmana girince beni gördüler. Gördükleri gibi çıkıp gittiler.

Askerler bana çok garip bakıyorlar.

Nedenini sormama rağmen saçma sapan cevaplar alıyorum." Bakışlarını yerden kesip bana çevirdiğinde

Dudağını büzdü. Bilmiyorum dercesine.

 

"Valla bacım bilmiyorum. Daha yeni geldin. Bu köyün insanları bir gariptir. Zamanla alışırlar sana."

Hiç sanmıyorum ama neyse.

 

"Yarın çocukların ilk müzik dersi olacak. Acaba çok heyecanlı mıdırlar?" Diye sorduğumda, gülerek başını salladı. "Hemde nasıl. Afacanlar seni görünce çok sevinecekler." Bende güldüm.

 

Sonunda karakolun çıkışındaydık.

Çekik gözlüye ne olmuştu bilmiyorum.

Peşimden gelmediğine göre, babamdan korktuğu içindir.

Arkadan koşan adım sesleri geldiğinde o tarafa baktım.

 

Elinde Çantayla gelen şahin'di.

"Buyrun aheste hanım." Çantayı uzattığında alıp koluma taktım.

Teoman beni sırtına aldığında bir anda bağırdım.

 

"Teoman ne yapıyorsun!?" Beni sırtında düz tutmaya çalışıp, "Sence bacım? Sen böyle yürüyene kadar biz o eve biraz geç gideriz. Hem senin de canın yanmamış olur." Çekik gözlü gibi benimle dalga geçiyordu.

Sanki ben istedim ayağımın burkulmasını.

 

"Ben yürürdüm aslında." Karamsar bir sesle ben de istiyordum. Çok yorulmuştum. Ayağım da acıyordu zaten. "Şahin!" Diye seslendi şahin'e.

Şahin Teoman bakarken "komutanım sorarsa öğretmen bacımı evine bırakmaya gitti dersin." Şahin başını sallayıp, "tamam." Dedi. O tabura geri dönerken, biz de karakoldan çıkmıştık.

 

Acaba çok ağır mıyım? Diye düşünürken, en son 56 kilo olduğum aklıma geldi. Ama bu adamlar da askerdi. Kaç kiloluk çanta taşıyorlar ben mi ağır gelecektim.

 

Lojmana yaklaştığımızda rahatlamıştım. Lojmanın kapısına beni bıraktı. Nefes nefese dinlenirken,

"Sağol Teoman. Seni de yordum." Tebessüm ederek, "yok bacım ne yorması. Vazifemiz." Gülmeye başladım.

 

"Hadi, Allah rahatlık versin. Bir isteğin var mı?"

 

"Babama gittiğimi söyle sana zahmet." Şaşkınlıkla bana baktığında,

Babamın kim olduğunu daha bilmiyordu.

"Baban kim bacım?" Diye sorunca, tahminlerim doğru çıkmıştı.

Gülerek başımı iki yana salladım.

Babamın erdem karakılıç olduğunu bilseydi, acaba yanıma yaklaşır mıydı?

 

"Albayınız erdem karakılıç." Dediğimde göz bebekleri büyüdü.

Korku kaplamıştı bedenini. Teni bembeyaz kesildiğinde, "S-sen erdem komutanımın kızı mısın?" Diye sorunca kekeleyerek.

Başımı salladım gülerek.

 

"Evet. Niye bu kadar şaşırdın?" Diye sorduğumda, "Y-yani komutanımın bir kızı olduğunu bilmiyordum. Çok sinirli biri olduğundan pek konuşmaz kimseyle." Elini birden ağzına attığında,

büyümüş gözlerle bana baktı. Yalvarır bir edayla "Bu söylediğim aramızda kalır dimi bacım?" Diye sorunca, güldüm sadece.

"Kalır kalır merak etme. Hem ben öyle fesat birine mi benziyorum ordan?" Bu sefer o güldüğünde, başını iki yana salladı olumsuz anlamda.
"Estağfurullah bacım. Sen hiç benzemiyorsun öyle insanlara."
Gülüp geçtim.

"Tamam o zaman. İyi geceler." Dediğimde, o da ellerini cebine koydu. Merdivenleri ağır ağır inip, "sana da bacım." Dedi. Gülerek kapıyı açtığımda, içeri girdim. Sonbahar'a yaklaşıyorduk. Köylerde havalar erken soğurdu. Hele şehir havasına alışıp köye gelince üşümekten başka birşey yapmazsınız.

Evde ısınabileceğim birşey var mı diye etrafı kontrol ederken, oda da duvarın kenarında duran elektrikli soba gözüme çarptı. Bana ait değildi.
Ama kimin aldığını biliyordum.

Çınar...

O da köy de yetişmişti. Biliyordu az çok bazı şeyleri. Köy denemez daha doğrusu çiftlik. Sobayı alıp içeri salona geçtim. Sobayı takıp ısınmasını bekledim. Beklerken kendime birşeyler hazırlamaya mutfağa gittim.

Ne yiyeceğimi bilmiyordum. Dolapları karıştırırken gözüme spagetti makarna değdi.
Soslu bir makarna yapmaya karar verdim ama sos için krema yoktu.
Makarnayı paketten çıkarıp tencereye koydum.

Makarna yıkanıyor muydu?
Saçmalama aheste.
Suya koyup kaynatıyoruz. Sonra ne yapılıyordu? Diye düşünürken beynim yandı.

Kaçıncı yüzyıldayız aheste internet denen birşey var. Salona bıraktığım çantamdan telefonumu alıp, internete girmeye çalıştım.

Harika...

Şebeke çekmiyor.
"21. Yüzyıldayız, hâlâ şu köylerde şebeke sıkıntısı çekiyoruz. Of Allah'ım of!" Dediğimde telefonun çekmesi için şekilden şekile giriyordum. Koltuğun üstüne çıkıp yukarı kaldırdım.

Olmadı.

O duvardan bu duvara gezdirdim.
Olmadı.
Diğer odaya gittim.
Olmadı.

Odanın içinde köşeden köşeye gezdirdim. Seslice çığlık atmama sebep olan şey, şebekenin bir tık olmasıydı. Hemen çabucak internete girmeye çalışırken kapının çaldığını duydum.

"Geldiiiim!" Diye seslendim.
Telefonu yerinden kıpırdatmadan kenara bırakıp kapıya koştum.

Kapıyı açtığımda, karşımda zerda'yı görmeyi beklemiyordum.
"Zerda? Ne işin var gecenin bu saatinde burda." Elinde tuttuğu tencereye kaydı gözlerim.

Üst üste konulmuş üç tane küçük tencere.
"Annem yemek yapmıştı. Sen de sabahtan beri çok çalıştın, yoruldun. Yemek yapmaya zamanın yoktur diye annem bunları getirmemi söyledi." Elinde ki tencereleri uzattı.
"Ne gerek vardı? Ben de tam makarna yapıyordum," dedim lafım yarıda kaldı.

"Yapıyordun? Ne oldu yapmadın mı?" Diye sorunca, elimle başımı Kaşıdım.
"Tarifini unutmuşum. İnternetten bakacaktım, şebeke çekmiyordu.
Sen gelmeden çekmişti ama gerek kalmadı." Tencereleri alıp tebessüm ettim.

Gülerek baktığında, "Bu köyde böyledir. Şebeke çekmez. Çekse bile sadece birkaç dakika. O yüzden boşuna yorma kendini." Dedi.
"Gelsene içeri, ayakta kaldın." Dediğimde, mütevazı bir şekilde
"Y-yok ben gideyim. Annem geç kalma baklava açacağız demişti." Baklava mı? Gecenin bu saatinde...

"Bu saatte mi?" Şaşkınlıkla sorduğum soruya sanki çok normal bir aktiviteymiş gibi, "evet. Bizde baklavanın gecesi, gündüzü yoktur.
Kafana eser açarsın." Dedi gülerek.

Kafama estiğinde baklava açmaya kalksam, o baklava açılmadan kapanırdı. Ya da yanında uyuya kalırdım. Net...

"Anladım. O zaman yarın akşam hepinizi bir çayıma bekliyorum."
Şaşırdı. "Bütün aile mi?" Diye sorunca şaşırdım. Kaç kişi olabilirlerdi ki en fazla? "Evet. Niye?" Güldüğünde gamzeleri çıktı. İçten gülünce gamzesi belli olan türünün tek örneğiydi.

"Abla yapma yanarsın." Dediğinde, ne yaptığımı anlamadım. Yanlış mı yapmıştım davet etmekle? Asıl davet etmemekle yanlış etmiş olursun. aheste...

"Bizim aile çekirdek değil abla. Şu küçük salonunda yer kalmaz. O çay bardakların yetmez. Tatlı götürsen biraz daha isterler. Bezersin kısaca."
Güldüğümde, "Zerda, ayıp. İnsan hiç ailesi hakkında öyle konuşur mu?"

"13 kişilik bir ailede tek kızsam, konuşurum abla. 10 tane abim var desem anlarsın belki." Söylediği rakam ağzımın beş karış açık kalmasına neden olmuştu.

"Bütün abilerin sizinle mi kalıyor?" Diye sorunca, "Yok, evlenip şehirde yaşayanlar da var ama yazın tatil diye çoluğunu çocuğunu alır buraya gelirler. Sanki tatil yapacak başka bir yer yokmuş gibi."

"Şuan o evde kaç kişisiniz?" Bu kadar erkeğin arasında bunca zaman tek kızmış. Herhalde en değerli o'dur diye düşündüm.

"18." Diyince, hepten şok olmuştum.
O küçücük evde 18 kişi vardı.
"Oha! Yani pardon." Dediğimde güldü.
Davet etmekle yanlış yapsam sorun olur muydu acaba?

"Ee ben artık gideyim. Evde iş çok ama Zerda yok. Demesinler. Sonra dırdır çekemem. Hele hatun dırdırı asla." Güldüğümde o da gülmüştü.
"Görüşürüz." Dedim. Merdivenlerden inip gitti.

Elimdeki tencereleri mutfağa götürüp açtım.

İçinde açtığım gibi kokusu yayılan duvak pilavı vardı. Kokusu beni bambaşka diyarlara götürürken, diğer tencereyi açtım.

Meftune...
Hatun teyze beni mutlu etmeyi üç şeyle başarmıştı.
Etin kokusu mükemmeldi. Son tencereyi açtığımda gördüğüm şey bir altın değerindeydi.

Mahlepli Diyarbakır çöreği...
Doya doya kokladım. Huzur kokan bir çörek desem yeriydi.
Meftune ve duvak pilavını ocağın üzerine koyup ısıtmaya başladım.
Kaşık ve çatal hazırlayıp, alüminyum çelik tepsiye koydum.

Hatun teyzenin köye dair bir eşya almadığımı söyleyip bunları getirmişti. Eşyalarımı bile ben yükletmedim diyemedim.

İçeri gidip tekefonumu aldım. Gelen mesajlara baktığımda, Çınar'dandı.

Çınar:
Yarın köye geliyorum. Haberin olsun.
Sonra haber etmedin deme. Seni seviyorum...

Yazmıştı. Sanki gelipte ne yapacaktı. Sadece peşimde dolanmaktan başka birşey yapmıyordu.
Belki de köylüler onun yüzünden bana böyle davranıyorlardır.

Erkuran ailesi olmadığı yere bile huzursuzluk verir.

En çok da bana...

🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶

Selamlarrrrrr yeni bölümle burdayım.

Loading...
0%