Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4.NOTA🎵

@nazo_65

"Sıkıntılar gecedir,dinlen kederlenme.

Sabah elbet olacak..."

 

*Mevlana

 

 

 

"Şehit öğretmen Şenay Aybüke Yalçın'ın anısına..."

 

Hayatta en büyük savaşlar silahsız olanıdır. Gözler silah ve kurşundur.

Dil de susar, akıl da durur savaşta.

Sadece gözler konuşur.

 

Bir çift hâre de öyle sözler saklıdır ki, bir savaşı başlatabilecek derecededir.

Sadece bakman yeterlidir.

Ağır yaralı bırakır.

 

Bir savaşın başlayacağı hissi vardı içimde. Nedeni her ne ise yüreğimin bir yerlerinde bir kayıbın uyanma hissi vardı. Savaş yakındı.

Susmak bâki.

 

Nefes alsam ölecekmişim gibi.

Bulunduğum konum doğru muydu?

Bir öğretmen olarak geldiğim köyde başıma ne gelebilirdi ki?

Terör bölgesinde olan bir köydeyim.

 

Her gün bir şehit vermiş bu köyde, benim ölmeyeceğim ne malum.

Belki ben de o binlerce şehitten biri olurdum. Benim için onurdur.

Hem Azeri hem de Türk olan bir kızın ülkesinde, vatanı milleti uğruna hayırlı bir birey olarak görev yaparken ölmem, benim için şehadetlerin en güzeli olurdu.

 

Ne demiş Hüseyin Nihal atsız;

 

"Saraylarda süremem, dağlarda sürdüğümü; Bin cihana değişmem şu öksüz Türklüğümü."

 

Ben öksüz ve Türktüm.

Başımın üstünde dalgalanan al bayrak altında şehadete ermek ölümlerin en güzeliydi benim için.

Azerbaycan vermiyordu bana, Türkiye'nin verdiği huzuru.

Türk olmak başka bir şeydi.

 

Türk olmak huzurdu, gururdu, şerefti, babanın canını bayrak, bir karış toprak için ortaya koymasıydı.

Türk olmak herşeydi.

 

Benim için...

 

Başkası için sadece bir ulustur belki.

Belki de onların gözünde çok abartıyoruzdur. Bilmiyorum.

 

İçimde bir Türk olmanın duygusu dolup taşıyordu...

 

08:36

 

Sabahın neredeyse körü.

Okula gitmeme henüz bir buçuk saat vardı. Kahvaltı yapıp babamın yanına uğrardım ya da sağlık ocağına gidip kremi alırdım. Ayağım feci hâlde ağrıyor ve şişiyordu. Kremi alıp sürmezsem daha da feci hale gelebilirdi. Üstüne buz koymama rağmen az bir etki yaratmıştı.

 

Odanın nerdeyse hepsini kaplayan tek kişilik yatağımdan doğrulup lojmanın penceresine baktım. Hava güneşliydi.

Harika bir gün olacaktı. Çünkü burada ki çocuklarla tanışmak için sabırsızlanıyordum. Hepsiyle iyi anlaşmak istiyordum. Bir öğretmen olmanın en keyifli yanı ise çocuklardı.

Onlar birer mutluluk kaynağıydı.

 

Valizden çıkardığım uzun, çiçekli elbiseyi ve üstüne giyeceğim beyaz kısa gömleği alıp giyindim. Evde kimse yoktu. Zaten banyo denen yerde giyinmek bir hayli zordu.

Giyindikten sonra banyoya doğru ilerleyip elimi yüzümü yıkadım. Dişlerimi de fırçalayıp çıktığımda saçlarımın nasıl Arap saçına döndüğünü unutmuşum. Tarak alıp saçımı gelişigüzel tarayıp, yukardan topladım. Kenardan iki tutamı da serbest bıraktım.

 

Odayı toplamaya başladım.

Toplama işi bitince, valizden parfüm alıp sıktım. Köye geldiğimden beri biraz pasaklı davranıyordum. Hala duş almamıştım. Duş kabini yok yerine lacivert bidonlar vardı. Fişi takınca suyu ısıtıyordu. İçinde bulunan ısıtıcı sayesinde...

 

Köylerde genelde böyle olurdu.

Kahvaltı hazırlamak üzere mutfağa giderken çalan kapıyla yönüm değişti.

Kapının baştan sona kadar olan kilitlerini birer birer açmaya çalıştım.

Şehirdeyken kapıları bu kadar kitlemezdim. Ama köy korkutucu geliyordu. Kapıyı açtığımda karşımda zerda'yı görmeyi beklemiyordum.

 

"Zerda? Hayırdır, sabah sabah rüyanda mı gördün?" Diye sorunca gülümseyerek baktı.

"Ha yok, yani gördüm de görmedim de." Garipseyerek baktım.

 

"O nasıl oluyor?" Soruma karşılık gülerken, "Annem seni kahvaltıya bekliyor. Gelmezsen yaka paça getiririm dedi." Birden bir kahkaha patlattığımda, Zerda da gülmüştü.

"Zahmet olmaz mı?" Mütevazı bir şekilde sorduğumda gayette normal bir şekilde "yok be abla. Gelmezsen ayıp olur." Gülümseyerek, "tamam o zaman ben birkaç işim var onları da halledip geliyorum." Dediğim sırada şahin merdivenlerin dibinde görünmüştü.

 

"Şahin?" Dediğimde o zerda' ya bakıyordu. Zerda ise Şahin'e seslendiğim anda ona bakmıştı.

"Ne işin var burda bu saatte?" Babama mı birşey oldu? Gözlerim korkuyla açılırken, "erdem komutanım sizi kahvaltıya çağırdı."

 

Zerda şahin'e bakarken söylediği söz anlık bakışlarının bana çevrilmesine sebep olmuştu. "Bilemedim ki şimdi."

Dediğimde, şahin şaşırdı. Ne demek istediğimi anlamadı. "Hatun teyze de beni kahvaltıya çağırdı. Ondan bilemedim dedim." Zerda hâlâ bana bakarken, aklıma gelen fikirle

"Şahin, sen babama söyle hatun teyze söyledi ki bizde hep beraber kahvaltı yapalım. Ama timi de getirsin."

Şahin şaşkınlıkla baktığında, ne diyeceğini bilmiyordu. Zerda'ya bakarken, "Bacım annenin haberi var mı?" Diye sordu zerda'ya.

 

Zerda çekingen bir tavırla, "Yok, haberi yok. Aheste abla da şimdi söyledi. Ama sıkıntı olmaz. Yani gelin." Dedi. Şahin bana baktığında

Bilmiyorum dercesine dudağını büzdü. "Erdem komutanım gelir mi bilmem. Uzun zamandır köye inmedi." Babamın uzun zamandır gelmediğini bilmiyordum. Nedeni ne onu hiç bilmiyordum. Şahin'in söylediklerine şaşırırken, zerda'ya baktım. "Ben bir sorayım belki gelir.

Gelmezse size haber veririm haydi görüşürüz." Diyip gitti.

 

Ben ve zerda kaldığımızda, "Abla ben gideyim. Geliyor musun şimdi? Yoksa erdem komutanı mı bekleyecen?" Diye sorduğunda afallamış bir şekilde sorduğu soruyu anlamaya çalıştım.

"Ha, b-bilmiyorum. Ya da bekle telefonumu alıp geliyorum."

Dediğimde başını salladı.

Allak bullak olmuş bir kafayla içeri girdiğimde nereye gideceğimi bile şaşırmıştım.

 

Telefonumu ve anahtarları alıp zerda'nın yanına gittiğimde neden böyle olduğunu sorguladım. Babamın uzun süredir neden köye inmediğini bilmesemde içimde bana karşı sergilenen tavırlarla aynı nedenden olabileceğini düşündüm. Sonuçta köylülerin bu tavırları insanı derde sokacak türdeydi.

 

Kapıyı kitleyip zerda'yı takip ettim.

Evleri lojmana biraz uzaktı.

Yürürken yavaş yavaş yaklaşmıştık.

Karşımıza çıkan orta yaşlarda bir kadın, zerda'ya "Nasılsın gızım?" Diye sorarken, bana attığı bakışlar bayağı garipti. "İyiyim Şengül yenge sen nasılsın?" Diye soran zerda'ya baktım.

Kadınla samimiydi.

 

"Siz yeni gelen öğretmensiniz galiba?" Bana sorduğu soru karşısında, afalladım. "E-evet benim." Dediğimde neden kekelediğimi bilmiyordum.

"Pek hoşgeldin deyemeyeceğim."

Dediğinde garipsedim. Neden öyle söylemişti? Belki de kaç gündür süren bu esrarengiz bakışların nedeni vardı dilinde. "Neden?" Diye sorunca,

"Senin gibi gızın bizim köyde işi olmaz. Sen öğretmenliği bile boşa okumuşsan." Bir dakika bir dakika bu kadın bana ne demeye çalışıyordu?

 

"Abla açık konuş. Ne demeye çalışıyorsun?" Gülmeye başladı.

Pişkin pişkin güldü. Ben kaç gündür bu tavırlar yüzünden kafayı yerken bu kadın karşıma geçmiş salak salak gülüyordu. "Her gün haberlerde boy boy resimlerin var. O pislik aileye gelin deyi gitmişsin. Birde gelmiş köye iyi öğretmen rolü oynarsın. Adın çıkmış köyde gızım. Sen gelip burda bu köyü de o adama mı yıktıracan?

Amma biz de bu köyün ahalisi isek sana ve o adama kaptırıvermeyiz evvel Allah." Dediğinde söylediği sözler beni resmen şok ederken bana nasıl bir muamele ile baktıklarını anlamıştım. Erkuran ailesinin bu köylülerin bile diline düşeceğini biliyordum.

 

Yine bir haltın altından onlar çıktı.

Beni de bu halta soktular.

"Ablacım sen her ne ima etmeye çalışıyorsan, o dediğin şey değilim.

Ben o aileye bu insanların hayatı kararsın diye gelin gitmiyorum! Sen de o diline düştüğüm köy ahaliside bilsin! Benim bu köyle bir husumetim yok! Bu köye sadece sizin gibi böyle insana, iyi niyete suistimal eden birer birey yetişmesin diye o çocuklara bir imkân sağlamak için geldim. Ben bir öğretmenim! Sizin sandığınız gibi o aileye para için gelin olmadım!"

Bağıra bağıra bütün herkes duysun diye konuştum. Çok geçmeden etrafımızda köyün yarısı toplanmıştı.

 

Hepsi bana iğrenç tavırlarını sergilerken, "Sen bizim çocuklarımızın aklını dolduracaksın!"

 

"Senin bu köyde işin yok!"

 

"Defol git! O gelin gittiğin aile, sana oyuncak olacak yeni bir köy bulsun!"

 

"Erkuranlar bu köye zarar veremeyecek! İzin vermeyiz!"

 

"Asıl sen bu köyün iyi niyetini suistimal ediyorsun! Zavallı hatun ana, çoktan düşmüş bu kadının tuzağına!"

 

Saygısızca edilen hakaretler, binbir türlü iğrenç muamele, kötü niyetli olduğumu söyleyen amcalar...

Ve daha nicesi. Bu köy bana bilenmişti. Benim para avcısı, kötü niyetli bir öğretmen olduğumu söylüyorlardı. Ben bu değildim ki ben o sandıkları kişi değildim. Ben sadece öğretmendim. Herşeyden önce bir insan...

 

Bir insana bu kadarı fazla.

"O öyle biri değil! Bağırmayın ona!" Zerda'nın faydasız beni savunma çabaları, hiçbirini susturmaya yetmemişti. Ben sadece o kalabalığın içinde yine o seslerle boğulurken, susup insanların bana nasıl hakaret ettiğini dinliyor ve izliyordum. Elimden gelmiyordu kendimi savunmak. Ben kendini savunmak nasıl yapılırdı bilmiyordum.

Babam hiçbir zaman bana kendini ezdirme demedi. Annem mi demeliydi?

 

Yoksa ben kendim mi öğrenmeliydim?

Bilmiyorum sadece susmayı biliyorum şuan. Bir kalabalık seni protesto ederken, üstelik sana hiç olmadığın bir konumdaymışsın gibi davranırken, benim yaptığım ve bildiğim tek şey susmaktı. Birinin beni koruyup savunmasını bekliyordum belkide...

 

"Azeriymiş bide! Lanet gelsin senin gibi azeri'ye! Bizim kardeş ülkemizin bir vatandaşı olmayı hak etmiyorsun!"

Bu hakaret bakışlarımı yerden kesip onlara bakmamı sağladı. Bu hakaret bana değil anneme yapıldı. Ben değil, benim yüreğim değil, zavallı annemin kemikleri sızladı mezarında.

Ben şimdi de susmalı mıydım?

Bu hakaretlere baş mı eğmeliydim?

 

Hayır!

 

"Bana hakaret edebilirsiniz! Bana istediğiniz muameleyi gösterebilirsiniz! Ama anneme asla laf ettirmem! Sizin gibi cahil insanların aklını her kim doldurmuşsa yazık hepinize! yazık size! Siz size yapılan hiçbir şeyi hak etmiyorsunuz! Siz iyi niyetten anlamayan insanlarsınız! Birazcık dünyayı dışardan görmeyi bırakıp her hayatın dışardan göründüğü gibi olmadığını bilseydiniz, şuan bana bu hakaretleri etmezdiniz! Hepinizi Allah'a havale ediyorum..."

 

Kalabalıktan kurtulup, gidecekken bir Anda saç diplerimin ne kadar acıdığını hissettim. Saçımın diplerini sıkıca tutmuş bir el hissettim.

Canımın acısıyla birde bir elin boğazıma yapıştığını hissettim.

 

"Nesrin! Bırak kızın saçını! Nesrin!" Duyduğum ses zerda'ya aitti. Nesrin denen kadının saçıma yapışıp boğazıma sarıldığını biliyordum sadece. Kimdi bilmiyordum.

"Yok bırakmam! Bu kadın benim anneme hakaret edecek bende öylece gitmesine izin verecem. Yok, yok öyle bir dünya!" Saçımı sıkıca tutarken, boğazımda ki eli sıkılaştı. Yüzü görüş alanıma girince gördüm. Bir kızdı, neredeyse benim yaşlarımdaydı.

Sinirle nefes nefese yüzüme konuşurken, "Sen hangi cürretle benim anneme hakaret edersin?"

 

Nefes alamadığımı hissettim. Gözlerim bulanıklaştığında,

Biri kenardan onu ayırmaya çalışıyordu. Zerda'ydı.

Her ne yapsa da Nesrin denen kadını benden ayıramıyordu. "Bıraksana Nesrin!" Bu sefer başka bir sesti.

 

Hatun teyze...

 

"Nesrin bırak şu kızcağızı!" Diye bağırdı. "Şengül birşey söyle şu gızına

Öldürüvericek gızcağızı! Şengül!" Nesrin'in annesi az önce bana sataşan o kadındı. Annesine hiçbir şey de söylememiştim oysa.

Kollarımla her ne kadar onu ittirmeye çalışsam da öyle bir zapt etmişti ki kendini. Boğulmak üzereydim.

Saçlarımdaki acı da cabası.

 

"Senin gibi sırnaşık bir kadına haddini bildirecem. Bakalım o çok güvendiğin nişanlın seni kurtarabilecek mi?" Yine bu halimin sebebi çınardı. Bana zarardan başka birşey getirmeyen ama sözde sorsan bana karşı eriyip biten çınardı.

Onun soyadıydı...

 

"B-ben s-senin ann-annene hakaret etmedim." Dedim güçlükle.

Ama gözlerinde ki öfke biraz olsun dinmemişti. Hâlâ aynıydı.

"Yalan söylüyor gızım! Bana cahil dedi! Hatta bütün köye dedi!" Kenardan bağıran Şengül denen kadındı. Benden bu kadar nefret etmesinin sebebi neydi? Ona bir zararım bile dokunmamıştı.

 

Bazen insanlara zararının dokunması gerekmez aheste. İyi niyetinin olması yeter. Senin iyi niyetin başkasının zararı oluyor...

 

"Noluyor burda!" Tanıdık gelen o ses...

 

Babam...

 

Birden boğazımda ki elin gevşediğini hissettim. Kafası babamın geldiği yöne çevrilince, elleri beni bırakmıştı. Nefes nefese yere düşerken, Zerda ve hatun teyze yanıma gelip, "iyi misin?" Diye sorunca, ben sadece öksürmekle meşguldüm. "Aheste, gızım eyi misin?" Hatun teyze'nin sorusu üzerine birden bağıran bir ses duydum. "Dağılın! Yeter da! Yetmedi mi bu kıza yaptıklarınız?" Muhtar bayram amca...

 

Köy ahalisine bağırıp onları dağıtmaya çalışırken, sorduğu soruya karşılık içlerinden yabancı bir ses,

"O dursun bunlar daha ne ki; ona bu köyü dar edecez! O kadın bu köyden gidecek!" Diye bağırdı.

"Siz kime neyi dar ediyorsunuz?!" Diye bağıran babamdı.

"Benim kızımın size zararı ne?! Tek suçu bu köyde ki çocuklara eğitim vermekse batsın size karşı yapılan iyilik. Sizden gelecek hayır Allah'tan gelsin!" Sözleri ağırdı.

 

Köy ahalisi dağılırken, birden havalandığımı hissettim. Kim olduğunu göremedim. Çünkü yüzünü ilk defa gördüğüm biriydi.

Ama yüzünde bana tanıdık gelen birşey vardı. Çekik, kapkara gözler...

 

Yüzü apaçık ortadaydı. Sol yanağında boylu boyunca derin bir yara vardı.

Daha yeni kabuk bağlıyordu.

Kemikli yüz yapısı, uzun olmayan ama sert bir çehreye sahip çenesi vardı. Göz rengi Güneş ışınları vurunca kahvesi ortaya çıkıyordu.

Ama uzaktan bakınca simsiyahtı sanki. Oldukça dolgun dudakları vardı. Saçları kesilmişti. Fazla kısa değildi. Buzz kesim denecek kadardı.

Bakışları sertti ve bana bakmıyordu.

İleriye bakıyordu. Hemen yanında telaşla koşan Zerda ve hatun teyze vardı.

 

Sürekli o Şengül denen kadına laf söyleyen hatun teyze, "O Şengül yok mu? O Şengül!" Diyip duruyordu.

Ben ise sadece nefes almanın derdine düşmüştüm. Şuan kollarında olduğum adamın kokusu nedense güven veriyordu.

 

Şu iki saniyeler, size yıllarca hissettiredemediği duyguları yaşacatak kadar uzun olan şu iki saniyeler...

Sadece iki saniye göz göze geldim onunla. Şu uzun iki saniyeler Varya evet onlar. Herşey o iki Saniyede gerçekleşti.

Ama her seferinde gözlerimi kaçıran ben oluyordum. O iki saniyeler benim yüzümden meydana geliyordu.

 

Kaçırmasam belki de birkaç yıl daha hissedebileceğim duygular yaşanırdı.

 

Hayır! Aheste.

O duygular her neyse at!

O duyguların yeri yok kalbinde.

Senin kalbin sadece vatan sevgisi barındırır.

 

Vatan aşkı...

Başka aşklara yer yok!

 

Sonunda bir tavan gördüğümde, kerpiçten ev kokusu doldu genzime.

Evet kerpiç kokusu...

Dedemin evinin kokusu.

Dedemin kokusu...

Bana küçüklüğümü hatırlatan kerpiç kokusu...

Çocukluğum kerpiçten bir evde, bazen canlı olan nergisleri izleyerek, bazen de solmuş nergisleri babamı beklerken izleyerek geçti.

Benim çocukluğum bir kerpiç ev, oyun arkadaşım, sırdaşım olmuş dedemle geçti.

 

Belki de bir yaştan sonra kaybettim çocukluğumu. Belki de bu yüzdendir köyleri çok sevmem. Belki de bu yüzdendir her köyde çocukluğumu aramam.

 

Bilemem...

 

Evin içinde bir odaya girerken kartpostallarını çıkarmasını bekledim. "B-beni bırakırsan, daha kolay çıkarabilirsin." Çekingen bir tavırla kekeleyerek söylemiştim.

Maske yüzündeyken, daha rahat konuşabiliyordum. Ama maskesi yoktu ve ben çok utanıyordum.

Nedeni ne?

 

Neden? Bu köyün neden bu kadar sebeplere yol açacak nedenleri var? Neden her yaptığım şeyin nedenini sorguluyorum? Niye her saat her dakika bir soru işareti aklımda beliriyor? Bunları söylerken bile soru işaretleri peş peşe geliyor.

 

Konuşmadı. Susuyordu. Yüzüme bakmıyordu. Beni yere de bırakmıyor.

Babamdan hiç mi korkmuyor?

Bu durumdayken babamın alev topuna dönüşmüş sinirinin azabından hiç korkmuyor?

 

Valla ne diyim helal olsun.

 

Beni odada bulunan minderlerin üstüne bıraktı. Ayağımın ağrısı gittikçe arttı. Ayağımda ki sargıyı açmaya başladı. Açarken ufak iniltiler çıktı ağzımdan. Acıyordu.

Hem de çok...

 

Gözyaşım aktı. Zoruma gidiyordu.

Köyün ortasında dayak yemek değil.

Bana ettikleri hakaretler yüzünden değil.

 

Anneme ettikleri laflar yüzünden.

Babamın her seferinde bana annemin olmadığını hissettiren bakışlarıyla, akıyordu gözyaşlarım.

Burnumu çektim. Elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim.

 

Keşke annemin hayatını bitirmiş bu lanet hayatımın başlangıcına bir son verme şansım olsaydı.

 

Keşke ben doğmasaydım.

Her gün her gece söylediğim söz yine aklımın ucundan geçmişti.

Doğum günlerime lanet ettim.

Doğduğum günü sildim takvimden.

Doğduğum saatte kendimden nefret ettim. Doğduğum yıl, her yeni yıla girerken o yıldan biraz daha uzaklaştım diye sevindim.

 

Ama sonra diyorum ki; Allah'ın bir bildiği her zaman vardır.

Belki de annem o gün ölecekmiş.

Ben kader der geçmem.

Kadere inanırım. Ama her başıma gelen şeyin vebalini kaderin boynuna asmam. Allah'a şükür ederim.

Allah'ın bir bildiği vardır derim.

 

Ben doğum günlerimi hiç kutlamadım. İnsan hiç annesinin şehadete erdiği günü Kutlar mı?

Hiç annesinin öldüğü saat gelince mum üfleyip dilek tutar mı? Arkadaşlarıyla birlikte sabaha kadar eğlenir mi? annesi o saatte can çekişirken... Ben kutlamadım.

 

Ben doğum günlerimde kutlama yapmak yerine annem için hayır dağıttım. Mum üfleyip, dilek tutacağım saatte, annemle cennette kavuşmak için Allah'a dua ettim.

 

Yine ve her zaman soruyorum kendime insan hiç annesinin öldüğü günü kutlar mı? O doğdu diye...

Ben kutlamadım. Ve ömrüm yettiği sürece kutlamayacağım.

Ama Allah beni cennette kavuşturması için şehadet günüm şehitlikle gelsin diye dua etmeye devam edeceğim.

 

Ömrüm yettiği kadar...

 

Morarmış ve şişmiş ayağıma bakarken, "Kremi alıp sürmedin mi?" Diye sorduğunda, bakışlarım eğik ayağıma dikkatle bakan başına bakıyordu. Birden keskin kara gözleri gözlerimi bulunca, gözlerimi kaçırıp başka tarafa baktım.

Baktığımı anlamasını istemiyordum.

Daha doğrusu çekiniyordum.

 

Onunla göz göze gelmemeye çalışıyordum. "Ş-şey ben ve Zerda onlarda kahvaltı yaptıktan sonra sağlık ocağına gidecektim. Ama..." Olayı bildiğini bilerek sustum.

Derin bir nefes alıp, serbest bıraktığında "Morarmış ve şişmiş.

Ezilmesine rağmen bu hale gelmişse durum vahim." Dedi. Sert ve otoriter çıkmış olan sesi, hırıltılıydı da.

 

"Kahvaltıdan sonra gidip alırım." Telaşla, onunla daha fazla aynı ortamda kalmamak için hızla açtığı sargıyı tekrardan gelişi güzel sardım.

Çorabımı da sargının üstüne çekip, yavaşça ayaklanmaya çalışırken, her hareketimi pür dikkat izliyordu.

Ayaklanmaya çalıştığım an hissettiğim acı yine iliklerime kadar hissetmeme sebep olmuştu.

Anlık kapattığım gözlerimi tekrardan açtığımda koluma girdiğini gördüm.

 

Bakışlarımı kaçırıp, yere baktığımda

Bana, "Erdem komutanım dün seni eve bırakmadığım için ağzıma sıçtı.

Bugün de o kremi alıp o ayağını iyileşmiş hâlde görmezse bu sefer sadece ağzıma sıçmakla kalmaz." Yüzümde hatrı sayılır bir tebessüm oluştuğunda o hâlâ ciddiydi.

 

"Babama denk geldiğin için üzgünüm." Gözleri beni izliyordu.

Biliyordum. Baktığını bilip bilmemek arasında kalmışken, ona bakıp tekrar gözlerimi kaçırmak istemiyordum.

"Azeri misin?" Sorusu beni şaşırttı.

Babamın time daha bir kızı olduğunu bile söylememişken Azeri olduğumu biliyordu.

 

"Babam mı söyledi?" Diye sordum.

Ona bakmaya çekinerek...

"Hayır, şiven... Azerilere çok benziyor." Dedi. Nereden anladığını bilmiyorum. Oysaki çok alıştığım Türkçe'ye yatkın dilimde Azeri diline dair tek kelime yoktu. Ya da ben öyle sanıyordum. Ya da o çok dikkatlice dinleyip çözmüştü.

 

"Annem Azeri'ydi. Ondan kalma. Aslında Türkçe'yi çok iyi konuşuyorum. Azeri olduğumu nasıl anladın?" Sorum üzerine bakmamak için çıldıran gözlerimi ona çevirdim.

Gözlerinden başka heryerinde gezindi Hârelerim. "Azerbaycanlı olduğunu belli eden daha bir sürü özelliğin var." Dedi. Aslında pek fazla yoktu.

İri gözlerim dışında...

 

"Olabilir." Dedim.

Odadan çıkarken uzun boyu yüzünden kapının pervazından çıkarken eğilmek zorunda kaldı.

Gülmemeye çalışarak, dudaklarımı ağzımın içine yuvarladım.

Hatun teyze kenarda bizi izlerken onu son anda farkettim.

Gülümseyerek bizi izlerken aklından ne geçiyordu bilmiyordum. Ama her neyse unutsun.

 

"Hatun teyze babam geldi mi?" Diye sorduğumda, gülümsemekten kulaklarına varan ağzı gülümsemeyi bıraktı. "Dışarda muhtarla konuşur."

Çekik gözleri hatun teyzeyi bulmuştu.

"Siz odaya geçiverin. Ben babanla muhtarı da çağırıp gelivericem gari."

Diyip gitmişti.

 

Karpostalını giyerken onu bekledim.

"Yazın ortasında bu botları ne diye giyiyorsunuz?" Sorduğum sorunun çekik gözleri üstüme çevireceğini bilsem sormazdım.

"Askeriz. Her an göreve çağırılıyoruz.

Sürekli ayakkabı değiştirecek vakit yok. Görev seni beklemez, seni onu kovalarsın." Demişti. Sadece bot neden giyiyorsunuz? Diye sordum konuya bottan girdi, görevden çıkardı.

 

"Anladım." Dedim çekingen bir tavırla. Kartpostalı giyip tekrardan koluma girdi. "Şu kenarda terlik vardı. Hemen şu oda zaten niye yine giydin?" Gözlerine baktım bu sefer. Ama o bakmadı. "Yoksa odada kahvaltı yaparken görevin seni çağırmasını mı bekleyeceksin?"

Sorduğum soru benim kahkaha atmamı sağlamıştı.

 

Ve o... Yine ciddiydi.

Yüzünde şu 32 dişi ne zaman göreceğim diye sabırsızlıkla bekliyorum. En son güldüğünde revirde, yüzünde maske vardı.

"Biliyor musun?" Diye sordu.

 

Şaşkınlıkla gülmekten ağrımış ve bir o kadarda aç olan karnımı tutarken,

"Neyi?" Diye sordum.

"Boş konuşan insanlardan nefret ederim." İma etmeye çalıştığı şey benim şuan yaptığım espri ise söylediği sözün altında bir altyazı geçilmesi gerekiyordu.

 

"Sevmeni bekleyen kim?" Lafımı söyleyip kolundan kurtuldum.

Topallayarak yürürken onu arkamda bıraktım. Arkamı dönüp, "Ben de beklemeyi sevmem. Yarım saatte çıkarıyorsun şu botları." Dedim ve odaya girdim.

 

Girmez olaydım...

 

Odanın yarısı erkek. Hatta tamamı erkek. Ve iki ayrı sofra vardı. Yer sofrası...

Üstünde ise çeşit çeşit kahvaltılık.

Hatun teyze yine döktürmüştü.

Odanın kapısında beklerken, arkamdan gelen çekik gözlü,

"İçeri girmeyi düşünüyor musun?" Arkama baktığımda aşağıdan bakmayı beklerken, yukarıya baktım.

"Bunların hepsi erkek." Dedim kısık sesle. Keskin, bakışları beni süzerken

"Sende kadınsın." Espri mi yapmaya çalıştı? O.

 

Galiba öyle oldu.

 

"Yapma ya, Allah Allah." Dedim büyüterek. Kenara çekilip geçmesini bekledim. Dış kapıdan giren tim, beni görünce şaşkınlıkla bana baktı.

Teoman'ın ışık saçan gülümsemesi beni görünce daha büyüdü.

 

"Bacım? Ayağın nasıl?" Diye sorunca, "iyi idare eder. Biraz şişlik var ama olsun." En önde duran cengiz abiydi.

Galiba...

 

"Duydum, çok üzüldüm geçmiş olsun bacım." Diyince başımı salladım.

"Komutanımı gördün mü? Bacım." Diye soran sancak'a baktım.

"Odun olan mı?" Diye sordum.

Gülmeye başladı. "Erdem mi?"

"Aytekin'den bahsetmiyormusun?"

 

"Ha, bacım her ikisi de o dediğinden olduğundan, karıştırdım." Şahin birden kahkaha patlattığında, timdekiler ona baktı.

"Babama odun diyecek kadar saygısız değilim. Burda tek odun var o da içerde." Dedim.

 

"Ooo, komutanım çoktan başlamıştır.

Kahvaltıya. Hadi beyler!" Dedi teoman. Kenara çekilip geçmelerini beklerken, içerde timin geldiğini görünce ayaklanan adamlar teker teker hoşgeldiniz dediğini duydum.

Aytekin denen odunun içerde en baş köşede kurulduğunu gördüm.

Kapı üstüme kapandı.

 

Hatun teyze gelince, "gızım ne duruyorsun orda geçsene içeri."

"İçerde bir sürü erkek var hatun teyze." Diyince gülmeye başladı.

"Ee var tabi. Hemen yanında bizim için de sofra guruverdim. Hadi geç içeri." Odaya gireceğini gördüğümde kenara çekildim. Kapıcıya dönüştüm resmen...

 

Dış kapıda beliren babamı gördüm.

İçerden gelen Zerda elinde çay tepsisiyle odaya doğru gelirken,

"Abla ne bekliyorsun? Gelsene sofraya." Dediğinde babama baktım.

"Tamam Zerda. Sen geç ben geliyorum." Diyip terliklerden birini giydim. Babamın yanına gittim.

 

Zerda'nın içeri girmesini bekledim.

"İyi misin?" Diye sorunca, kollarımı önümde bağladım. Başımı sallamakla kaldım sadece. "Ayağın nasıl? Kremi alıp sürdün mü?" Gözlerimi devirdiğimde, "Baba, az önce köyün ortasında dayak yedim ve bütün bir ahali bana hakaret ederek beni protesto etti. Olmadığım bir konuma düştüm. Herkesin dilinde o ailenin paragöz gelini olarak görünüyorum.

Sen bana sadece sağlık durumumu soruyorsun. Sencede şuan önemli olan bu mu?" Kollarını arkada bağlamış, beni dinlerken söylediğim sözle bakışlarını başka yöne çevirdi.

 

"Benim için herşeyden önce senin sağlığın gelir, sen gelirsin herşeyden önce aheste. Bu köyün gözünde öyle biri olsan da dilinde başka biri olsanda bundan daha önemlisi sağlığın. Sen iyiysen ben iyiyim kızım."

 

"Benim içinde sağlığımdan önce düştüğüm bu konum. Ben bu konumdayken, ne sağlığım ne de ben iyi değilim." Seslice nefes verdi.

"Niye bu güne kadar hiç köye inmedin baba?" Soruma karşılık bakışlarını kaçırdı.

 

"Nedeni bugün yaşadıklarımla aynı sebepse, söyle lütfen." Başını iki yana salladı. "Sadece o değil." Dedi.

"Ne peki?!" Artık sorular boğuyordu beni. "Köyde..." Dedi sesli bir nefesle,

"Timden bir askeri göreve gönderdim..." Yakasını çekerken,

Gözlerim her hareketini izledi.

"Seni boğmaya çalışan kızın abisi, o askerdi. Onu göreve gönderdim. Çok tehlikeli bir göreve. Ve benden çok tehlikeli birşey istedi. İzin vermemeliydim. O bombayı bilmediği hâlde imha etmesine izin vermemeliydim..."

 

"Verdim. İmha etmesine, ölüme gitmesine izin verdim. Ben o izni verdim diye, o çocuk o gün öldü. Bir ana oğlunu, bir kız abisini, bir köy evladını şehit verdi. Benim ağzımdan çıkan iki kelime yüzünden bir çocuğun hayatı son buldu. O günden sonra ne ailesinin yüzüne bakabildim ne de köye inebildim. Ara sıra gece devriyelerinde köyü yoklar kimse görmeden geri dönerdim. Çünkü korkardım. Bu köyün bugün seni nasıl aşağıladıkları gibi beni de aşağılamalarından korktum..."

 

"Peki neden kimseye benim senin kızın olduğumu söylemedin?" Soruma karşılık yeşil gözleri gözlerime bakınca, "Eğer söyleseydim köylüler bugün seni sadece o aileye gelin gidip bu köye farklı amaçlarla geldiğini ima edip seni aşağılamakla kalmaz birde üstüne albayın kızı oğlumuzu bizden aldı. Onun kızı bizim kızımız demezlerdi. Seni iki katı daha fazla dışlar hakaret ederlerdi." Sadece ben değil babamın da bu köyle olan husumeti kara bela gibi yapışmıştı yakamıza.

 

"Aheste, bu köyde yanlış birşey yaparsan, bunun bedelini sadece sen değil, ailen de görür. Çünkü bu köyün insanları bir aile gibi. Onlardan birine birşey olunca, bütün hepsi yaşar o acıyı. O yüzden karşısındaki düşmanı ise onun ailesini de düşmanı bilir. Senin yanında olup sana yoldaş olan biri varsa o zarar alır o bedelden."

Başımı salladım. Anlıyordum.

Çünkü daha 1 saat önce yaşamıştım.

Ve onu en iyi ben anlardım.

 

"Peki timdekiler ve hatun teyzeler neden sana aynı kini beslemedi?" Sorduğum soru yüzünde tebessüm oluşturdu. "Timdekiler ve hatun teyze diğerleri gibi dünyaya dışardan bakmıyor. Onlar insanı anlamaya çalışan, insana kibirle yaklaşmayan insanlar. Mesela şehidimiz Aytekin'in kardeşi sayılırdı. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Timdekilerle de öyle.

Ama Aytekin, o öldüğünde bir gün olsun bana sırt çevirmedi. Çünkü o da bir komutan ve beni anlamaya çalışan en nihayetinde bir insan. insanın dünyasını dışardan görmeye çalışan biri değil. Elbet kardeşini kaybetti diye üzüldü. Tek kelime etmeyen Aytekin iyice içine gömüldü.

Ben onu oğlum bildim acısını paylaştım..."

 

"Bazen insanlar görmek istemediklerini dışardan görmeye, bazen de istediğini görmek için içerden görmeye çalışırlar. Ama sonuç yine aynıdır. İyi niyetin varsa, insanlar çıkarların için kullanırsın sanırlar. O yüzden iyi niyetin olsa bile yeri ve zamanında doğru kişiye göster. Çünkü her insan aynı değildir kızım. Suistimal ediyorlar..."

 

Derin bir iç çekti. Gözüm üstünedeki armalara kaydı. "Ben bir öğretmenim baba. Öğretmen demek, iyi niyet demek. Ben dünyaya bir okul gözüyle bakıyorum. İçindeki insanlara ise birer öğrenci. İyi niyetimi sadece sınıftaki öğrencilere gösteremem."

Eliyle yanağımı okşadı.

 

"Hadi kahvaltıya." Dediğinde, içeri girdik. Odaya girdiğimiz anda sofrada yemek yiyen herkes babamın geldiğini görünce ayaklandı. En başta da tim...

 

En baş köşede oturan, üstünde şalvar, yelek beyaz gömlek ve yelekten sarkan bir zincirle yaşlı bir amca oturuyordu. Sanırım hatun teyzenin kocasıydı.

 

Klasik Köy ağası giyimi...

 

"Ooo hoşgelmişsen albayım!" Dedi elindeki tesbihi sallarken. Babamın yanına gelip elini sıktı. "Hoşbulduk İbo ağa." Dediğinde. Adının İbo olduğunu duymuştum.

"Buyur geç sofraya!" Diyip en baş köşeyi gösterdi. Babam en baş köşeye geçerken, timdekiler oturmaya devam etti. Odada tanımadığım bütün erkekler, zerda'nın bahsettiği abileri olabilirdi. Bende hemen hatun teyze ve zerda'nın yanına oturduğumda bizim için kurulmuş olan sofraya baktım.

 

Bir kuş sütü eksikti...

 

"Hoşgeldin gızım." , "hoşbulduk hatun teyze."

 

"Zerda gızım çay koy aheste gızıma. Birde erdem oğluma da bir bardak getiriver gari." Dediğinde Zerda ayaklanıp mutfağa gitti.

Sofrada herşey vardı. Bal, kaymak,otlu peynir, keçi yoğurdu, yağlı çörek, börekler, taze zeytin...

Zeytinler bana birşey hatırlattı.

 

Zeytinlere bakıp, çekik gözlüye döndüm. Gözleriyle aynı mı değil mi diye bir bakayım derken onun çoktandır bana baktığını farkettim.

Yine gözlerimi ilk kaçıran ben olmuştum. "Yesene gızım." Diyen hatun teyzeye baktım. "Ha, yerim teyzecim." Diyip zeytinden bir tane yedim. Bakışlarının hâlâ benim üstümde olduğuna yemin edebilirdim.

 

Ve böyle nasıl yemek yiyeceğimi bilmiyordum. "Ha ordaki senin gızındır albayım?" Birden bakışlarım İbo ağa'ya çevrilince, söylediği söz kalbimin yerinden çıkacağına yemin edebilirim. "Hele bi yamacıma geliver gızım." Dediğinde ne yapacağımı bilmiyordum. Hatun teyzeye baktığımda başıyla git işareti verdi.

Ayağım ağrısada yavaş adımlarla İbo Ağa'nın yanına vardım. Diğer tarafında çekik gözlü vardı. Ve lanet olası kara gözleri beni pür dikkat izliyordu.

 

"Sen köye gelen yeni öğretmensin gari. Hoşgeldin gızım." Dediğinde,

"Sağolun." Dedim çekingen bir tavırla.

"Ee hadi gel sofraya. Hayde." Dediğinde iyice battım. Adam dolu bir sofrada, birde çekik gözlü beni izlerken, yediğim yemeğin boğazımda kalmasından korkuyordum.

 

Sofraya hafif yanaşıp bana konulan çayı alıp içtim. Tek yaptığım şey buydu. Ne yiyeceğimi düşünürken, önümdeki keçi yoğurduna baktım.

"Bağ gızım bu yoğurt çok ekşidir. Bu yoğurdun üstüne pekmezi alıp dökecen ki azıcık tatlansın." Pekmezi çoktan dökmüştü. Ve ben alerjim olduğunu söyleyememiştim.

 

"Hadi ye!" Dediğinde söyleyip söylememek arasında kalmıştım.

Söylesem ayıp olur muydu?

"İbo ağa, bizim kızın pekmeze alerjisi var. Yemez o." Babamın son anda dilim olması beni onlar için küçük ama benim için büyük bir dertten kurtarmıştı.

"Ya! Bilmiyordum gızım. Gusura bakmayıver. Zerda öğretmen gızıma yeni yoğurt getiriver." Zerda'ya seslendiğinde anlık elimle yok işareti verdim. "Gerek yok ibo ağa bunların hepsi kahvaltılık. Yoğurt pek sevmem zaten." Dediğimde. Boğazımda düğümlenen cümlelerimin bir anda çıkması garipti.

 

Bu da bir başarı aheste...

 

"Niye gızım keçi yoğurdu gözeldir."

Tamam İbo ağa harika bir misafirperver ama fazla zorluyordu ve bu misafirperverlikten çıkıyordu.

"Yok gerçekten gerek yok." Dediğimde başını salladı. "Ee tamam gızım. Seni zorlamayayım." Diyip yemeğine döndü. "Gızın adı nedir? Albayım." Babama sorduğu soruyu bana sorması gerekmez miydi?

 

"Aheste." Dedi babam bana bakarken,

"Anası nerededir?" Diye sorunca, içtiğim çayın burnumdan gelmesi ani oldu. Öksürmeye başladım. Sırtıma vuran Teoman oldu. "Helal bacım helal." Babama baktığımda bana mahmur gözlerle baktı. İçi acıyordu. Annemle ilgili bir soru gelince...

Onun öldüğünü söylemek kadar zor birşey yoktu onun için. "Annesi sizlere ömür İbo ağa." Dediğinde İbo ağa üzüldüğünü belli ederek elini babamın omzuna attı.

 

"Başınız sağolsun albayım. Yaranıza tuz bastım. Kusura bakmayıverin." Dediğinde babam başını iki yana salladı. "Yok İbo ağa acılar hep tazedir. Hiç eskimedi ki sen tuz basıp da kanatasın." Dedi.

 

Çekik gözlünün gözleri beni izlemekten ne zaman vazgeçerdi? Çünkü kendimi sorgu odasında büyük bir suç işlemekten sorgulanan bir katil gibi hissediyordum.

"İbo ağa, senin şu kuzulardan birini kessekte yesek. Eti şimdi bal gibidir." Teoman'ın sevinçle söylediği söze güldüm. Tek derdi yemekti.

"Olur oğlum. Sen yeter ki isteyiver. Ben sana bütün guzularımı keserim."

İbo Ağa'nın gerçekten kesip kesmeyeceğini merak ettiğim kuzularını Teoman için keser miydi? Bilmiyordum.

 

"Helal sana be İbo ağa!" Çayını içip gülerek time baktığında, "İbo ağa ben senin yerinde olsam bu Teoman'a tek kuzumu feda etmem. Onun karnı karadelik mübarek. Yediğini yutuyor. Doymuyor camış." Cengiz abinin teoman'a söylediği sözler Teoman'ın utanmasına sebep olmuştu.

"Aşk olsun komutanım, ne camışlığımı gördün? Teessüf ederim." Dedi sitemlerini iletirken, cengiz abi Teoman'ın önündeki yoğurda baktığında "Gördüm ve hâlâ da görüyorum. Lan kızın yoğurdunu bile yiyorsun." Benim yoğurdum olduğunu anladığımda iş işten çoktan geçmişti. Teoman yoğurdu yarılamıştı.

 

Tim teoman'a gülerken bıyık altından.

Teoman bana baktı. Benden habersiz aldığı yoğurt için, "kusura bakma bacım. İbo ağa pekmezi dökünce dayanamadım. Helal et." Gülerek ona baktığımda, "sıkıntı yok Teoman, helal olsun. Hem benim alerjim var yiyemiyorum." Dediğimde güldü yoğurda devam etti. "Valla Cengiz komutanım haklı. Geçenlerde bizimkiler bana İzmit'ten pişmaniye yollamış, kargoyu da Teoman komutanım teslim almış. Kutuyu bir açmış pişmaniye, hepsini götürmüş.

Neyse üstünden iki gün geçti. Ablamlar aradı. Oğlum sana pişmaniye yolladık yedin mi? Diye.

Ben tabi şaşırıyorum ne pişmaniyesi falan. Gidip kulübeye sordum bana kargo geldi mi? diye. Osman dedi teoman komutanım aldı. Düşünün iki gün geçmiş hâlâ kargomdan bana haber yok. Teoman komutanım hepsini gömmüş."

 

"Teessüf ederim, dadalı. İki pişmaniye için rezil ettin bizi."

"Valla komutanım hiç alınmayın. Ben alınmadım çünkü." Dediğinde, saate baktım. Derse geç kalacaktım.

"İzninizle benim gitmem lazım dersim var. Size afiyet olsun." Diyip ayakalandım. "Sana da kolay gelsin gızım."

 

Odadan çıkmadan önce son bir kez çekik gözlüye baktım. Bana bakmıyordu ama bir seferliğine de olsa çekinmeden baktım ona.

Ne zaman göz göze gelsem hep gözlerimi ilk kaçıran ben oluyordum.

Nedenini bilmesemde yapıyordum.

Küçükken ağladığımda ellerimle yüzümü kapatırdım. Nedenini bilmesemde huy olmuştu bana.

 

Topallayarak da olsa yürüyordum köyün ortasında. Okula varmak üzereydim ama çocuklarla olan ilk dersimi malzeme olmadan nasıl işleyecektim bilmiyordum. Çınar dün gece geleceğini söylemişti. Lakin hâlâ oratalarda yoktu. Niyetim onu görmek asla değil. Sadece mazleme konusunda biraz endişeliydim.

 

Okula varmak üzereyken, köyün girişinde takılı kaldı gözlerim.

Bir sürü siyah araç...

Neredeyse 7 tane vardı. En arkada basın aracı...

Plakalar görünmese de tahmin edebiliyordum kimlerin olduğunu.

 

Erkuran ailesi...

 

Neden böyle sülalecek gelmişlerdi?

Basın aracı da neyin nesi?

Çınar yine ne işler peşindesin?

Bu sefer ne yapacaksa köy ahalisinin benden daha fazla nefret etmesine sebep olacağı kesindi.

 

Arabalar bana doğru gelirken, araçlar lojmanın arkasında kalan boş araziyi kestirme olarak kullanmıştı.

Köyün tam ortasında durdular. En öndeki arabadan inen kişi tabiki de Çınar'dı.

 

Gözünde hiç eksik etmediği gözlüğü...

Giymekten asla sıkılmadığı yeleği...

Her zaman ki klasik çınar.

Yanıma gelince yüzünde beliren iğrenç tebessümle mide bulantım arttı. Hemen önümde durduğunda yanağıma doğru yaklaştı. Bir adım geriledim. Ayağımın acısına rağmen ondan bir adım geride durdum. Burnuma gelen ağır losyon kokusu genzimi yakıp geçti.

 

Bir adım gerilediğim için yüzünde beliren tebessümü solmuştu.

Gözünden çıkardığı gözlükleri her zaman ki gibi ceketinin iç cebine sıkıştırdı. Yeşil gözleri güneş yüzünden kısıldığı için bana kısık gözlerle bakıyordu.

Dudakları aralandığında, en nefret o cümle döküldü dudaklarından,

 

"Seni özlemişim."

 

Hayatımda duyduğum en berbat iki kelime. Duymaktan her zaman nefret edeceğim. Zaten sürekli dile getirmesi de benim için birşey ifade etmiyor.

"Ne yazık ki senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim." Pişkin pişkin sırıttı. "En çok da neyini seviyorum biliyor musun? Aheste." Bir eli cebine gitti. Diğer eli ise söylediği sözlerin tercümanı gibi hareket ederken,

"Açık sözlü olmanı..." Bir adım yaklaştı. Bir adım geriledim.

 

"Ve sadece bana karşı öylesin. Bu çok hoşuma gidiyor..." Gözlerini yumdu.

Derin bir nefes çekti içine, gözlerini açtığında bana bakmaya devam etti.

Hırıltılı çıkan sesiyle, "Zaafım ise bu adını daha koyamadığım kokun." Kollarımı önümde bağlamış, saçmalıklarını dinliyordum.

Her hareketinin ne kadar sinir bozucu olduğuna yemin edebilirim.

 

"Kendine zaaf edinecek başka birşey bul. Benim kokum yok. Uydurma.

Parfüm kullanmıyorum." Dediğimde sesim gayet ciddi çıkmıştı.

Güldüğünde yanağında beliren derin çukur, ve dudağının pişkince kıvrılan kenarıyla, "Bende zaten bizzat kendi kokundan bahsediyorum. Ben parfümleri zaaf edinecek kadar salak değilim aheste..."

 

"Ama kokundan önce sen benim zaafımsın..." Kahkaha atmaya başladım. Sinirden mi? Komik geldiğinden mi? Bilmiyorum.

Ama attığım ani kahkaha ile bana garip bakışlar sergiledi.

"İnan bu hayatta isteyeceğim en son şey bile değil; senin zaafın olmak."

 

"Çınar! Basını ayarla." Diye bağıran muhteşem kaynanam demgüzar hanımdı. Süslü püslü, ahım şahım giyinip dağın başına gelmişti.

Çınar basına doğru yürürken, beni görüp ters bakışlarını sergileyen demgüzar hanım, giydiği iki metre topuklu ile köyün engebesinde yürümeye çalışıyordu. Bana doğru gelirken aynı zamanda köye iğrenç bakışlarını atmayı da unutmuyordu.

 

Hemen önümde durduğunda, iki eliyle tuttuğu kendisi gibi yılan derisinden çantayı kolunun altına verdi. Kem gözleriyle beni baştan aşağı süzerken, sonunda gözleri gözlerimi bulmuştu.

 

"Yeni görev yerine alışmışsın. Kıyafetlerin ve şu halin öyle gösteriyor."

 

"Bakıyorum sizde formunuzdan ödün vermiyorsunuz demgüzar 'hanım' "

Hanım kelimesi baskın çıkmıştı dilimden. "Şu geldiğin yere bir bak.

Sence de sen kendini Erkuran ailesine layık görüyor musun?"

 

"Görmüyorum. Çünkü Erkuran ailesi bana layık değil." Dediğimde yüzünün aldığı şekil aynıydı. Ciddiyette Oscarlık kadındı. Sahte bir gülümseme sergilediğinde, başıyla iki yana "cık cık cık" diyerek salladı.

"Çınar'a güvenipte söylüyorsan bu sözleri, fazla güvenme. Çınar'ın o yüzüğü çıkarması benim iki sözüme bakar."

 

"İnanın zerre-i misal korkmuyorum sizden.

Ve çınar'ın hiçbir sözüne güvenmiyorum. Çünkü güvenilecek biri değil. Zaten istediğim de o yüzüğün çıkması."

 

"O zaman sen çıkar o yüzüğü." Dediğinde çınar'ın bana yaptığı şantajın aklıma gelmesiyle durgunlaştım bir an.

"Sizin oğlunuzun peşimi bırakacağını bilsem ben çıkarırdım bu lanet kelepçeyi. Çünkü bu yüzük benim esaretimden başka birşey değil."

Yanından ayrılıp giderken eliyle kolumu tutup olduğum yere zapt etti.

 

"Üstündekileri değiştir. Birazdan basına açıklama yapacaksın. Böyle görünmeni istemiyorum." Kulağıma doğru söylediği sözler iğrenç ötesi iken tek derdi yine şöhretti. Neyin basınına açıklama yapacaktım.

Yine kime hesap vermek zorundaydım, mesleğimi yerine getirdiğim için? bilmiyordum.

 

"Kimseye hesap vermek zorunda değilim. Ailenizin de, namınızın da canı cehenneme. Ben bir öğretmenim! Ve görevim şartlar ne olursa olsun bir çocuğa bile olsa, gelecekte sizin gibi birer cahil birey yetişmemesi için ders vermek. Ama işte benim görevim bu olduğu için benden tiksiniyorsunuz. Çünkü sizin şuan sahip olduğunuz o şan şöhretin hepsi o cahil insanların hiçbir şeye ermeyen akıllarına soktuğunuz sahteden yozma vaatleriniz. Erkuran ailesinin yaptığı tek şey bu. Daha kaç masum insana vaatler verip yerine getirmeyerek yükselmeye devam edeceksiniz? Ama bildiğiniz tek şey de bu ya... Şimdi alın basınınızı da ailenizi de geldiğiniz gibi defolup gidin bu köyden."

 

Kolumu sertçe çekip, hızla okula doğru yürümeye başladım gittiğimi gören çınar, amcasının yanından ayrılıp bana doğru hızlı adımlarla geldi. "Aheste! Nereye?" Topallayarak zorla da olsa vardığım okulun kapısında kolumdan yakalandım.

"Nereye?" Dediğinde nefes nefeseydik ikimizde.

 

"Neden soruyorsun? O basına sizin her dakika ne bok yediğinizi bilen insanlara hesap vermek için konuşacağımı sanıyorsan, yanılıyorsun! Çünkü asla böyle birşey yapmayacağım!" Sesim, ani çıkan rüzgarla zar zor çıkıyordu. Hem nefes alıp hemde bağırarak konuşmak zordu. Çünkü çınar'ın anladığı dil buydu. Kavga, dövüş, hır, gür...

 

"Basına hesap vermek zorunda değilsin aheste. Sadece köyün okuluna ve köylülerine getirdiğimiz yardımları duyuracağız. Hepsi bu kadar. Seninde yanımızda olmanı istiyorum çünkü bu köye senin için gelip gidiyor yardım getiriyorum."

 

"Batsın sizin yardımlarınız! Tüküreyim sizin o boktan yardımlarınıza! Sonuç yine aynı değil mi? Yine ortada her ne bok yerseniz vermek zorunda olduğunuzu sandığınız bir hesap var ortada! Ve ben o hesabı vermeye mecbur değilim! Ne halt ediyorsanız edin!"

Okula girmeye çalıştım ama yine kolumdan çekildiğim için çabalarım boşa gitti.

 

"Aheste, şurda iki dakika durup, sadece Erkuran ailesine teşekkür ederim diyeceksin. Başka birşey yok!

Bende istemezdim seni bu duruma sokmayı ama dedem ve babam zorluyor beni!"

O meşhur dedesi ve babası...

Erkuranların yüz karası.

 

Ailenin İllegal işlerle atılmış temelinin mimarları...

Ve insanları bir süs eşyası gibi gören kibirden yerin dibine gömülmüş, Cihanşah Erkuran ve oğlu Cevahir Erkuran...

Asla yıkılmayacaklarını sanan iki yıkık dökük isim ve o çok büyüttükleri ama aslında yapamadıkları işlerin altında küçülmüş bir soyadı...

 

Onlar işte bunlardan ibarettiler.

Ama sorsan hayatları mükellef, kendileri iyilik meleği, mutluluk abideleri...

 

Ben ise onların içinde ezilmeye, tehdit edilmeye, kukla gibi oynatılmaya mahkûm biriydim. Benim gözümde bu kadar küçüklerken, güçleri beni ezmeye yetiyordu sadece.

Onların gücü masumlara yeter...

 

Bize doğru gelen kişi çınar'ın amcası Fahir'di. Onun soyadı Erkuran olmasına rağmen asla o soyadının arkasına sığınmayan adamdı. Belki de onu iyi yapan şey buydu. İnsanlığını soyadına satmamıştı.

"Çınar, bir sorun mu var?" Diye sorduğunda gözleri bir yandan beni izliyordu.

 

"Aheste hanım basının karşısına çıkmak istemiyor."

 

"Aheste, kızım bak. bu öyle diğer basınlar gibi olmayacak. Sadece ufak bir duyuru."

"Boşuna ısrar etmeyin Fahir bey çıkmayacağım basın karşısına."

Çınar'a baktı. Çınar ise sinirden alnını ovalarken, "Eğer gelip o basının karşısına çıkmazsan bu yardımların hepsi geri gider aheste! Bütün bu köylülerin vebali boynuna."

 

Çocukların yardıma ihtiyacı vardı.

Köylülerin de aynı şekilde.

Ama babam bir şekilde bana yardım ederdi belki.

"Yardımlarının canı cehenneme!"

Diyerek bağırdım.

"Tamam o zaman. Sen bilirsin!" Diyip Arabalarına doğru yürüdü.

 

"Kusura bakma kızım. Heyheyleri üstünde bugün." Başımı salladım.

"Sıkıntı yok Fahir bey." O da arabalarına doğru yürüdü. demgüzar hanım kindar gözlerle bakarken arabaya binmişti.

 

Ben ise daha fazla kalmadan içeri girdim. Tek bir sınıf vardı. O sınıftan ise çok ses geliyordu. Anlamıştım bayağı kalabalıktı. İçeri girsem bile malzeme olmadan neyin dersini işleyecektim. Çınar yine tehtid ederek birşeyler yaptırmaya çalıştı. Herşeyi karşılıklı yapar, karşılığını almadığında da hep tehdit eder.

Erkuran topu böyle...

 

Sınıfın kapısını aralayıp içeri girdiğimde beni görüp şaşıran çocukların suratında ki o garip ifade...

Yinede bana karşı kinle doldurulmadıklarını anladım.

 

Kapıyı kapatıp öğretmen kürsüsüne doğru yürüdüm. Yüksek bir basamak vardı tahtadan. Üstünde yine ahşaptan yapılmış bir masa ve sandalyesi...

Yeşil bir tahta ve tebeşir izleriyle dolu... Bu zamana kadar hep akıllı tahta kullandım. Sadece gittiğim bir köyde kullanmışlığım oldu.

Ama o tahtaya yazacağım binlerce nota ve o şarkıları söyleyip, türküleri yazan halk ozanlarının hayatını yazma heyecanı vardı içimde...

 

Tam ortada durup hepsine teker teker baktım. Hepsi küçücük, tatlı birer çocuktu. Nerdeyse hepsi kızdı.

Ama erkekler de vardı içlerinde.

Ellerimi önümde kavuşturdum.

 

"Merhaba çocuklar." Dedim.

İyimser bir şekilde söylediğim kelimeye hep bir ağızdan

"Merhaba!" Diye bağırarak cevap verdiler. "Ben müzik öğretmeniniz olarak buraya atandım. Daha önce Ankara'daydım. Orada da sizin gibi binlerce çocuğa ders verdim. Şimdi de sizin için burdayım. Adım Aheste çocuklar." Hepsi aralarında fısır fısır konuşurken, "De hadi sizde tanıtın kendinizi. Anneniz babanız kim? Kaç yaşındasınız? Neler yapmaktan hoşlanırsınız? Sırayla başlayalım."

 

En önde oturan saçları kesilmiş esmer tenli gözleri kapkara bir çocuk vardı.

Giydiği mavi okul önlüğüyle zıttı ten rengi.

 

"Adım Hamit ğocam. Kaç yaşında olduğumu bilmirem. En sevdiğim şey köyde maç yapmak." Şivesi bayağı komikti.

 

Ğocam...

 

"Öğretmenim hamit sadece koyunlarının yaşını bilir ha birde Messi ismini verdiği çoban köpeğinin." Sınıf hepbir ağızdan gülmeye başladı.

Küçük kızın söyledikleri hamit'in zoruna gitmiş olmalı ki

Sinirle "sen bir tek gider, köyün bütün kızlarıyla evcilik oynarsın. Bebeklerinin ismini de hep köyde sevdiği kişilerden koyar. Ğocam bir tane erkek bebeği var. Sırf gözleri siyahtır diye Aytekin abinin adını verdi."

 

"Sanane! Belki ben Aytekin abiyi çok seviyorum." Bağırarak hamit'e çıkıştı.

"Sevmeğ ne kelime, Aytekin abiyle evlenicem diyo! Sanki yaşın yetiyde!"

Hamit'e sinirle bakan mavi gözlü kız,

Utanmıştı. Belli ki askerlere karşı bir hayranlığı vardı.

"Sakin olun, olabilir. Mesela bende küçükken askerlere çok hayrandım. Çünkü babam askerdi."

 

Hepsi şaşkınlıkla baktığında, "Babanızın adı ne?" Diye sordu. Mavi gözlü. "Erdem, hatta bu karakolun Albay'ı."

"Aaa, bize her gün çikolata getiren kırmızı asker mi?"

Kırmızı asker?

 

Sanırım albay'dan kaynaklı böyle diyordu. "Neden kırmızı asker diyorsun?" Heyecanla ayağa kalktı.

"Çünkü bana al'ın kırmızı demek olduğunu söyledi. Bende ona kırmızı asker diyorum." Taktığı lakap güzeldi.

Kendince seviyordu askerleri.

Ya da çekik gözlüye ayrı bir zaafı vardı...

 

"Hem çocuklar ben azeriyim biliyor musunuz? Yani Azerbaycan'da doğdum." Hepsi şaşkınlıkla bakarken,

"Türk değil misiniz öğretmenim?" Diye sordu içlerinden biri.

 

"Hem türküm hem de Azeri. Annemden dolayı Azeri, babamdan dolayı türküm."

"Anneniz nerde öğretmenim?" Diye sordu. Sorduğu soruyla anlık duraksadım. Sadece babama sorulunca öyle olmuyordu. Benim de içimde hep ukte kalmıştı annem.

 

"Yıldızlar gibi yukarda." Dedim.

"Yıldızlar gibi mi?" Diye sordular.

"Evet, yıldızlar gibi. İyi olan insanlar ölünce yıldız olurlar. Mesela askerler... Onlar ölmez, şehit olurlar.

Bayrağımızda ki kırmızı renk onların kanı, yıldız ise onlardır. Benim annem de gökyüzünde ki yıldızlardan biri..."

Dediğimde hepsi pür dikkat beni dinlemişti. Söylediklerim, benim çocukluğumun masalıydı.

Dedemin bana söylediği ama aslında benim için gerçekten farksız olan bir masal...

 

Hepsi kendini birer birer tanıttı.

Mavi gözlü olanın adı Berceste'ymiş.

"Öğretmenim?" Soru edasıyla sorduğu soruya, "efendim." Diye cevap verdim.

"Sizin adınızı bebeğime verebilir miyim? Adınızı çok sevdim. Hem bebeğimin saçları sizin saçlarınızla aynı." Güldüğümde, "Tabi nasıl istersen." Dedim. Mutlu olmuştu.

 

"Çocuklar dersimiz bugünlük bu kadar yarın yine sizinle bir dersimiz var. Ama malzeme sorunundan dolayı başka birşey yapabiliriz. Şimdilik herkes dikkatlice evlerine gitsin. Yarın görüşmek üzere."

 

Hepsi birden çantalarını alıp gittiler.

Mavi gözlü olan yanıma gelip bana aşağıdan baktı.

 

"Noldu Berceste?" Gülerek bana baktı.

"Öğretmenim, sizi bir kere öpebilir miyim?" Şaşırdım. Söylediği cümle beni mutlu etmişti.

"Tabi." Diyip önüne eğildim. Yanağıma minik bir Buse kondurdu.

"Sakın üzülmeyin anneniz için.

O gökyüzünde bir yıldız ve sizi hep izliyor." Gözyaşım gözümden akıp yanağımdan aşağı aktı.

 

Minik eliyle gözyaşımı sildi.

"Tamam." Dedim kısık bir sesle.

El sallayıp çıktı. Ben ise ağrıyan ayağımın acısına rağmen iyi bir ders geçirmeme şükür etmiştim.

Sınıftan çıkarken, kapısını kapattım.

Okulun da kapısını kitleyip arkamı döndüğümde kucağında Berceste'yi seven çekik gözlü'yü gördüm.

Üstünde kamuflajı vardı.

 

Sanırım göreve gidecekti.

Berceste'yi yere bırakıp, "hadi bakalım doğruca eve." Dedi. Berceste el sallayarak gittiğinde, bana doğru geldi. Ben ise basamaklardan yavaş yavaş inip gökyüzünde rüzgarla sallanan türk bayrağına baktım.

 

Yanıma geldiğinde uzun boyundan dolayı yine aşağıdan bakmak zorunda kaldım. Kollarımı önümde bağladım.

Gözüme çarpan güneşten dolayı gözlerimi kıstım. Yine ağzına kadar çektiği maske sadece gözlerini dışarda bırakmıştı.

 

Eldivenli eliyle tuttuğu silahını arkaya verip, elini kargo pantolonunun cebine attı. Cebinden çıkardığı uzun kutu, krem olduğunu belli ediyordu.

Gözlerim bir kreme birde onun gözlerine bakarken, kremi bana uzattı.

 

"N-ne zaman aldın? Gerek yoktu. B-ben alırdım." Çekingendim. Nedeni neydi bilmiyorum.

Sadece onunla karşı karşıya gelince hızla çarpan kalbim ve Lal olan dilim beni zorluyordu.

Yine gözlerimi ilk kaçıran bendim.

"Bunu al ve sür. Ayağın kötüydü. Korkma diye söylemedim ama bu gidişle ayağını keserler." Söylediği şeyi bilmiyordum.

 

"G-gerçekten mi? Bilmiyordum. Sürerim." Kremi alıp baktım.

"Göreve mi?" Diye sordum.

"Evet." Dedi sadece net bir sesle...

Hiçbir şey demeden gitmeye başladığında, "Çekik gözlü!" Diye seslendim. Arkasını dönüp bana mı seslendi diye etrafına bakarken,

"Teşekkür ederim!" Diye bağırdım.

Hiçbir tepki vermedi. Rica ederim demedi. Sadece kalın ve gür sesiyle

 

"Eyvallah." Dedi ve gitti.

 

Sadece bu kadar mıydı? Asker olduğundan mı Böyleydi? Yoksa başka bir nedenden mi?

Heybetiyle yürürken sonunda gözden kayboldu. Ama benim gözüme takılan birşey vardı. Okulun hemen yanında bulunan yardım kamyonuydu.

Götürmemişlerdi.

 

Ama kimin bıraktığını da biliyordum.

 

Fahir Erkuran...

 

Böyle bir merhameti Çınar'dan beklemek aptallık olurdu.

 

Lojmana doğru yürümeye başladım.

 

Aklımda tek birşey vardı.

Bundan sonra ne olacağı...

Çınar'ın tehtidleri artık beni boğarken, birde köylülerin baskısı.

Beni daha çok yoruyordu.

Beni asıl yoran şey babamın görevi.

Bir gün şehit haberini almak...

Buna nasıl dayanırım bilmiyordum...

 

Ama yine de asker kızı olduğumu bildiğim gibi bir gün şehit kızı olacağımı da bilmem gerekiyordu...

 

🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶

 

Yeni bölümü nasıl buldunuz??

Umarım bölümler hoşunuza gidiyordur...

Loading...
0%