Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5.NOTA🎵

@nazo_65

"Müzikten anlayan kulağa söyle şarkını..."

 

*Shakespeare

 

 

 

"Şehit öğretmen Şenay Akbüke Yalçın'ın anısına..."

 

 

Ankara/Etimesgut

 

Ankara'nın en gözde yerlerinden birinde, Etimesgut'ta bir yalı da

Temiz sandığı ama aslında ciğerlerini çürütecek kadar kirli olan havayı içine çekti. Cihanşah Erkuran...

Elinde tuttuğu aslan işlemeli bastonuyla, ormanın yeşiline dalıp gitmişti gözleri. Cebine sıkıştırdığı köstekli saatine baktı.

 

Derin nefesler alıp verdi. Torunundan haber bekliyordu. O köyden alacağı bir basın yayını onu halkın gözünde daha da yükseklere taşıyacaktı.

Ailesine ve şöhretine düşkündü.

Bu şöhretin kaynağıda belliydi.

 

İllegal işler...

 

Yıllarca çalışıp didinip yüksek bir mevkiye getirdiği şirketleri şuan onlara büyük bir gelir sağlıyordu.

İki oğlu ve üç torunu onun tek varisiydi. ama en çok da çınar'a düşkündü. Çünkü diğer üç torununun onun yaptığı işlere ayak uydurmasından şüphe ediyor, aynı zamanda çınar kadar zeki ve para meraklısı olmadığını gayet iyi biliyordu.

 

Erkuran'ları ondan sonra ayakta tutacak tek kişi onun için çınar'dı.

Hem oğullarından hem de torunlarından umudu kesmişti.

 

Yıllar evvel...

 

Artık yaşlılığı sadece bedende değil ruhunda da hissetmişti. Kalbi zayıflamış, ciğerleri havayı kabul etmiyordu. bazen boğuluyormuş gibi hissediyordu.

 

Karısı Müjgan Erkuran'ı kaybettiğinden beri onun için aşka olan saygı da kaybolmuştu. Müjgan'dan sonra aşk nedir bilmez oldu. Yeni karısı Leyla Erkuran yerini dolduramasa da ona Sevgi verecek bir kadının kenarda durması içini rahatlatıyordu. Oğlu Cevahir Erkuran her ne kadar Leyla'dan nefret etse de

Her seferinde duyduğu saygı nefretinden önce geliyordu.

 

Yanında elinde telefon ile duran uşağı

Ehram, "Beyim, gelininiz demgüzar hanımlar sizinle konuşmak istiyor."

Dedi tok Bir sesle. Başını hafifçe yana çevirip telefona ters bakışlarla baktı.

Ehram'ın elinden telefonu alıp kulağına dayadı.

 

"Alo!" Dedi sinirli ve sert sesiyle.

"Alo, baba. Nasılsınız?" Diye sordu korkak bir sesle demgüzar. Cihanşah bey, bir işin halledilememesinden nefret eder, ses tonundan anlardı.

İnsan sarrafı bir adamdı.

Bazısını gözünden, bazısını ses tonundan tanırdı. Yılları insanların bu davranışlarını tanımakla geçmişti.

Acı olaylar ona günün sonunda büyük tecrübeleler getirmişti.

 

"Demgüzar..." Dedi ağır bir sesle.

Sesli bir nefes aldı. "Lafın uzunundan hiç hazetmem. Ne diyeceksen de..." Dediğinde gözleri hâlâ ormanda geziniyordu. Demgüzar korkak bir sesle, "S-senin küçük gelinin basına çıkmayı reddetti. Ne yapsam kabul etmedi. Çınar basına çıkmazsa yardımları geri çekeceğini söyledi. Ama nafile, Nuh diyor peygamber demi-"

"Kes! Bir işi de becerseniz şaşarım zaten. Yardımları geri çekin dönün!"

Demgüzar nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Fahir'in zoruyla köyde bıraktıkları yardımları getirmediklerini nasıl söyleyecekti bilmiyordu.

 

"Baba..." Dedi yine korkak bir sesle.

Cihanşah tek bir bakışıyla korku salan koca cihanşah. Gücünü, özgüvenini parasından alıyordu. Parası olmasa onca adam, silah, mekân, lüks evler, arabalar... Bunların hepsini neyle sağlayacaktı.

 

Peki ya bu paranın kaynağı?

 

Bir zamanlar evinde Kuru küflü ekmek bile olmayan Cihanşah, mahallesinin en pısırık adamıydı.

Ama şimdi paraya para demiyordu.

Ve kaynağı belliydi.

 

Açtığı illegal mekânlar, eser kaçakçılığı, yasal olmayan siteler üzerinden yurtdışından Türkiye'de ki bankasına aktarılan trilyonlarca para.

 

Ama bu trilyonlarca paranın kaynağı insanların gözünde Erkuran mücevher şirketiydi. Kimse çıkıpta sorgulamaz neden Erkuran ailesinin tek gelir kaynağı o şirket diye. Çünkü korkarlar. Erkuran'ların onlara tehtidle sağladığı imkanları çekmelerinden korkarlar. Çünkü tek çareleri, onları birkaç kuruşa muhtaç bırakıp istediklerini yaptırıp sonrada o birkaç kuruşu onlara minnet ede ede veren Erkuranlar...

 

Zalimin mazlumdan başkasına gücü yetmez. Dedikleri bu olsa gerek.

"Söyle!" Dedi sert ve yıllanmış sesiyle.

"F-fahir yardımları köyde B-bırakmamızı istediği için yardımları getirmedik. Yoldayız." Dediğinde cihanşah'ın siniri iki katına çıkmıştı. "Çınar nerede?!" Öfkeyle çıkan sesi, demgüzar'ın korkmasına sebep olmuştu. "B-burda." Dediğinde telefonu çınar'a uzattı.

 

Çınar'ın kalın ve sert sesi korkusuzca telefonda belirdiğinde, cihanşah yine biliyordu; torununun ondan korkmadığını... Belki de bu yüzden en çok ona güveniyordu.

 

Korkusuz olduğu için...

 

Korku onun için bu hayatta ki en zayıf duygu olmuştu. Bir kefenden farksızdı korku duygusu onun için...

Bedenini çepeçevre çevreler ve seni karanlık topraktan, yaratıldığın yüzünde ki etin hammaddesi olan toprağa gömerdi.

 

Cihanşah hiçbirşeyden korkmaz, korkuyu hissetse bile dışa vurmazdı.

Babası onun kabusları, en büyük korkusu olmuştu. Küçükken, büyüdüğünde babasına bile karşı koyacak kadar güçlü olmayı hayal ederdi hep. Ama o büyüdü, babası öldü. Cihanşah belki de bu yüzdendir çok sert ve acımasız olması...

 

"Efendim dede?" Bıkmış, usanmış sesiyle konuştuğunda biliyordu dedesine hesap vermek zorunda olduğunu. Erkuran'ların en büyük ve altın kuralı; hesap vermek...

Zayıf olan veya küçük olan büyük olana hesap vermek zorundadır.

Ama küçük veya zayıf olanın hesap sormaya hakkı yoktur.

Çünkü güçlü değildir...

 

Güçlü olmaları için hesap vermelerini isterler. Ya da hesap sormayı öğretmek için...

Erkuranlar, öldürür gömmez.

Hesap sorar, sordurtmaz.

Canı yanar, can yakar.

Kan döker, hakketti der...

Ve çınar bunu öğrenmişti.

 

Erkuran'ların hakkını veren torun oymuş cihanşah'ın gözünde...

Çınar öldürür gömerde.

Hesap sormaz, hesabı keser.

Canı yanar, iki katı can yakar.

Kan döker ve susar...

Çınar bildiklerini gördüklerini kendine göre uyarlamıştı.

Merhamet denen duygunun kırıntısı kalmamıştı içinde. Sadece bir kişiye karşı...

 

Aheste...

 

Aheste onun merhameti, iyi niyetiydi.

Cihanşah'a göre hayatta herkesin bir korkusu vardır. Ve insanlar bu korku sayesinde içinde bir nebze de olsa merhamet taşırdı.

Çınar'ın en büyük korkusu aheste'ydi.

Onu kaybetmekti...

Çınar'ın kapkaranlık kalbinde kan ve acımasızlığın tam ortasında yeşermiş, çiçek bahçesiydi. Aheste...

 

Dedesinin asla dokunamadığı, çınar'ın el bile sürdürtmediği tek bahçesiydi. Ona bakmak bile sulardı bahçesini...

 

"Neredesiniz?!" Sert ve otoriter sesi çınar'da en Ufak korku hissi uyandırmamıştı. "Yoldayız dede, geliyoruz." Cihanşah'ın torununa olan bağlılığı çok sıkıydı. Çınar onun için ayrı bir kefedeydi. Ve torununun üzülmesini asla istemezdi.

Sırf bu yüzden aheste'den nefret ederdi. Çünkü biliyordu aheste'nin çınar'ı sevmediğini. Ve ona zarardan başka birşey getirmediğini.

 

Ama çınar anlamak istemiyor ve aheste'den vazgeçmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu.

Cihanşah'ın aşka hürmeti yoktu.

Onda derin bir yara bırakmış olan kadından kalma duygu; ona izden başka birşey bırakmamıştı.

Ve her o ize baktıkça, o izlerin verdiği acıyla bir kez daha aşk denen duygunun saçma bir heves olduğunu söylerdi. Dünya cihanşah gibilerin acı çekerek ve o acılar sonucu oluşan yara izlerine bakarak merhametini yitirip, masumların ahını alanların yeri...

 

Belki de aldığı her ah, onun yarasına merhem olmuştur. Belkide yanan canının bedelini masumun canıyla bedel görmüştür. Onun canını yakan da bir masumdu...

 

Ve en büyük sebebi de; Erkuranlar canı yanarsa can yakar...

 

"O yardım mallarını köyde niye BIRAKTINIZ!" Gür çıkan sesiyle sinirlendiği belli olmuştu. "Fahir amca bıraktı. Ben değil." Diye karşılık verdi sakin bir sesle. "ENGEL OLSAYDIN ÇINAR! NİYE ENGEL OLMADIN?!" İma ettiği kişi belliydi.

Demgüzar gelen yüksek sesle, irkildi.

O yalıda yine gürültüler, sesler susmayacaktı biliyordu. Ve çınar'ın o yalıya bile bile gidip dedesine baş koyacağına adı gibi emindi.

 

"Neyse gelince seninle konuşacağız, Fahir'e söyle Ankara'ya varınca şirkete geçsin." Telefonu kapatıp Ehram'a uzattı sinirle.

"Cevahir'e telefon et, şirkette beni beklesin." Ehram başını usulca sallayıp ağır adımlarla uzaklaştı.

Cihanşah orman yeşilliğine bakıp biraz da olsa nefes çekmişti yıllanmış ve artık hiçbir havayı kabul etmeyen ciğerlerine.

 

Nefesinin daralmasına neden olan yıllanmış ciğerleri değildi. Onu yavaş yavaş ölüme götüren hastalığıydı.

 

İKH hastasıydı. İskemik kalp hastalığı...

 

Gittikçe öldüren kalbi, artık damarlarında ki kanı kabul etmiyordu. Yaşından dolayı da gelen başka hastalıklar beraberinde bu hastalık da gelince hiçbir tedavisi yoktu. Sadece bekliyordu.

 

Ölmeyi, ölümü, ecelini, kurtuluşunu...

 

Bekledikçe zamanı daralıyordu.

Bu zaman zarfında herşeyi kendinden sonraki varisi olan çınar'a bırakmak için hazırlıyordu. Ne oğullarına ne de diğer iki torununa. Sadece çınar'a...

Elbet onların da kalan mirasta payı vardı. Ve alacaklardı da. Ama bunu çınar isterse...

 

Çünkü bütün varını yoğunu ona devredecek, mensup olduğu herşeyden artık çınar sorumlu olacaktı. Artık ölüm onun için kaçınılmazdı. Kabullenmiş ve öleceği günü bekleyen bir faniydi.

Para, mal, mülk hiçbir şeyin yanında götüremeyeceğini de anlamıştı.

 

Cihanşah bu dünya'ya ah ederek geldi.

Ah aldı, can yaktı. Şimdi de ah edip can vererek gidecekti.

Dünya işte böyle bir yerdi. Herkes için aynı adalete sahipti. Herkesin sonu cihanşah'ın ki gibi ölüm olacaktı.

 

🍃

 

Sıkıntılı nefes verdi. Daralmış ve tedirgindi demgüzar. Pencereyi açıp içeri giren havayı çekti içine. Cihanşah'ın ona söylemediğini bırakmayacağını biliyordu. Bu yüzden tedirgindi. Arabada ön tarafta oturan ve telefonuyla ilgilenen fahir'e baktı.

 

Hemen yan tarafında oturan çınar yolun kenarına dalmış düşüncelerle boğuluyordu. Az önce bir telefonla sinir küpüne dönen çınar'dan eser yoktu. Dedesinin aheste'ye yapacaklarından korkuyordu.

Demgüzar bu kadar rahatlığa bir anlam veremiyordu.

 

"Bu kadar rahat olmanızı sağlayan ne?!"

 

Fahir'in bakışları dikiz aynasından demgüzar'a döndü. Tavırlı bir bakışla önüne döndü. Bu hareketi demgüzar'ı

Daha fazla sinirlendirmiş olmalı ki, demgüzar olduğundan daha gür bir sesle;

 

"SİZE DİYORUM!" çınar gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Siniri hat safhadaydı. Dedesinin tehditleri üstüne demgüzar'ın dırdırı daha yükseltmişti çıtayı.

 

"Birazdan Ankara'da olacağız ve Cihanşah bey o malları köyde bıraktık diye canımıza OKUYACAK! Ama sizde ki bu rahatlık bana batıyor nedense!"

 

"EĞER BİRAZ DAHA SUSMAZSAN BEN KESİCEM O SESİNİ! DEMGÜZAR HANIM."

 

Demgüzar korkuyla sıçradı yerinde.

Sesinin gürlüğü korkutmuştu onu.

Burnundan soluyordu çınar.

Dedesinin yakında öleceğini biliyor olmasına rağmen ona karşı çıkıp çıkmamak arasında kalmıştı.

Konu aheste olunca hep arafta kalırdı.

 

"Senin bu konu hakkında tek bir kelime bile etmeni istemiyorum. Tek bir kelime..."

 

"Neden? Söz hakkım yok mu benim bu ailede çınar? Ben senin annen değil miyim?"

 

Sorduğu soru çınar'ın sinirle gülmesine neden olmuştu. Başı öne eğik gülerken, kafasını iki yana salladı. "Ah demgüzar hanım ah,"

 

Bakışları ona dönünce;

 

"Senin bu ailede söz hakkının olması için bir yere sahip olman gerekir.

Sen benim annem değilsin. Hasta bir kadının üstüne gelmiş bir kumasın."

 

Fahir'in gözleri dikiz aynasından onları izlerken, çınar; yüzü sinirden mosmor olmuş demgüzar'a biraz daha yaklaştı.

 

"Ve bu ailede kumaların söz hakkı yoktur!" Dedi kısık bir sesle demgüzar'ın yüzüne tıslarcasına konuşurken. Demgüzar her seferinde ona karşı kullanılan bu tabire katlanamıyordu. Aslında öyle olan o tabir zoruna gidiyordu. Biliyordu o ailenin asla hanımı olamayacağını ama söz hakkının olmamasına kabullenemezdi. Bu aileye bir nebze de olsa bunun için gelin olmuştu.

 

Bir söz hakkı olsun diye...

 

"Senin annen zaten ölüm döşeğinde!

Yarın bugün ölecek! Ve senin annenin yerine ben geçicem. Senin annenin söz hakkı vardı dimi? Ve bunu o kafana sok çınar, ben senin babanın karısıyım.

Ve benim o ailede ki konumum bir söz hakkımın olmamasına mümkün değil!"

 

Bilip bilmemesi arasında değişen birşey yoktu. Çünkü çınar her türlü de demgüzar'ı annesi olarak görmeyecekti.

 

Asla...

 

Ama demgüzar'ın o ailede birazda olsa söz hakkının olması Cevahir sayesindeydi.

Demgüzar'a hiçbir laf söyletmeyen, el üstünde tutan biricik kocası...

Birbirlerine aşıktı. Sözde herkesin sahte sandığı aşkları aslında gerçekti.

Demgüzar, Cevahir için yıllarca ölüp bittiği ona deli gibi aşık olduğu sevgili biricik eski kocasını terkedip gelmişti.

 

Karnında bir bebekle Cevahir'e kaçtığında, daha 5 yaşında ki oğlunu arkasında bırakmıştı.

Nasıl mı?

 

Onu kandırarak, babanı görmeye gidiyorum, sana oyuncak alacağım, birazdan geleceğim, beni burda bekle, hastaneye kadar gidip gelicem, çarşıda işim var, sana çikolata alacağım veya komşuya gidiyorum diyerek değil.

 

Yüzüne söyleyerek...

Bağıra bağıra...

Babasının yanında, gözlerinin önünde Cevahir'in ellerini tutarak "Tanıştırayım sevgilim Cevahir" dediğinde daha hiçbir şeye bir anlam veremeyen oğlu; babasının elini sıkıp "baba bu adam kim?" Diye sormuştu.

 

Demgüzar ne yaptı? Acımadı.

Ne oğluna ne de eski kocasına.

Oğluna bağıra bağıra "Ben artık senin annen değilim! Sen de o babanda unutun beni!" Dediğinde küçük Çocuğun gözünden akan yaş annesinin gideceğini bildiğinin habercisiydi.

Çünkü tahmin etmedi, nerede ve nasıl diye düşünmeyecek, annem beni neden bıraktı diye gecelerce düşünüp uykusuz kalmayacak. Çünkü demgüzar oğluna bastıra bastıra bağrına basa basa "Ben sizi terkediyorum!" Demişti.

 

Hayatın en açıklayıcı cümlesi iken 5 yaşında bir çocuğun sesi olmasına rağmen sessiz kalmasına sebep oldu.

Küçük bir çocuğun konuşmaktan utanmaya sebep olduğu o cümleler...

 

Bir anne aşkının peşine düşerken, 5 yaşında bir çocuk kayıp sesini ve hayatını bir daha peşine düşmemek üzere kaybetti.

 

Sadece iki üç cümle ile...

 

Birkaç harf ve hem onun hemde cümlenin sonunu getiren küçük ama son verici birkaç noktalama işaretleri ile...

 

Hayat onun için bundan ibaret; birkaç cümle, birkaç noktalama işareti ve kalbe hançer gibi saplanan terk edişler...

 

Bunlar 5 yaşında ki bir çocuğa ağır gelebilecek en ağır cezaydı.

Bedeli ise var olan ama aslında diline mühürlenen ve o birkaç kelime yüzünden bu zamana kadar dile getiremediği binlerce kelimeyi yutan sesiydi.

 

Var olan birşeyi kaybetmek ne kadar zordur 5 yaşında bir çocuk için...

 

Çok...

 

Cevahir karnında onun çocuğu olmadığını bildiği hâlde bir kadınla elinden tuttuğu gibi terkettiği evinden getirdikten sonra evinin ve kendi odasının tam ortasında hasta karısının önünde imam nikahı kıydı.

 

Demgüzar ne dedi?

 

Şuan bu ailenin gelini ise cevap evet oluyor.

Demgüzar paramparça olamayacak kadar küçük bir kalbi paramparça ederek zaten kanıtlamıştı zalimliğini ve acımasızlığını. Daha kocasından boşanmamış hasta ve yatalak bir kadının önünde onun kocasıyla karnında eski kocasının kızıyla bir imam nikahına evet dediğinde bu hiçte umrunda olmamıştı.

 

Şimdi ise o hasta ve yatalak kadının oğluna senin annenin ölüm gününü bekliyor ve onun yerine geçmeyi planlıyorum demişti. Binlerce günah işledikten sonra Allah'ın huzurunda evlenmek kabul olur muydu?

 

O evlilik ne kadar doğruydu?

Günah işlemekten, ah almaktan, can almaktan, kalp kırmaktan çekinmeyen birinin dinî ibadetlerin yerine usulüne göre getirilmeside umurunda olmazdı.

 

Demgüzar kalbiyle cehennemi haketmişti...

Kalbinin dengide Cevahir gibi zalimin tekiydi. Kindar ve acımasız bir kalbe ancak zalim bir kalp denk gelebilirdi.

 

"Benim annemin adını ağzına alma! Sen benim annemin tırnağının kiri bile olamazsın! Seni en kısa zamanda göndericeğime emin olabilirsin. Bir Erkuran gelini olmak şeref ister. Sende şeref denen şeyin olduğundan şüpheliyim."

 

"Senin nişanlın mı Erkuran gelini olmaya layık? Güldürme beni çınar." Dedi demgüzar sahte ve samimiyetsizce gülerken.

"O kız senin şeref standartlarına uyum sağladığını mı sanıyorsun? Öyle sanıyorsan yanılıyorsun."

Demişti.

 

Çınar artık sinirden nefes seslerini kontrol edemezken, susmayı tercih etmesi gerektiğini biliyordu. Çünkü Fahir ona dikiz aynasından sakin ol diye işaret veriyordu.

 

"Biraz sussanda bizde düşünsek demgüzar." Dedi Fahir nazik ama bir o kadarda imalı bir sesle. Demgüzar kin dolu bakışlarla yolu seyretmeye devam ederken, aklına kızını aramak geldi. Telefonunu çıkarıp kızının numarasını aradığında

 

Aradığınız numaraya ulaşılamıyor...

 

Sesiyle sesli mesaj bırakmaya karar verdi.

 

"Her neredeysen beni o yerden çıktıktan sonra ara. Seninle konuşmam gereken konular var." Diyip sesli mesajın yollanmasını bekledi. O sırada ona ters bakışlarını sergileyen çınar'a bakmadı bile.

 

Çınar seviyordu demgüzar'ın kızını.

Çünkü bilmiyordu öz babasının kızı olmadığını. Üvey bir kadından ama kanından canından sanıyordu kızı. Bu yüzden ondan nefret etmiyor, babamın kızı. Canımdan kanımdan biri

Diyip bağrına basıyordu.

 

Leman onun için öz abisiyle aynı kefedeydi. Ama demgüzar'ın kızı biliyordu babasının aslında Cevahir olmadığını...

 

Gerçek babasının öldüğünü ve ölümünden sonra Cevahir ile evlendiğini anlatmıştı ona demgüzar.

Yalanlarla büyümüş, aklı hep annesinin oyunlarıyla dolup taşmıştı.

Gerçekler bazen ona çok yakın geliyorken annesi onu hep uzaklaştırıyordu. Zamanla aklına ve kalbine kabullenmiş bir kural varsayarak yaşadı. Demgüzar kızına söylediği yalanlarla onu büyütürken, çınar hep ondan nefret ederek büyüdü...

 

Koca altın sarısı işlemeli dev demir sürgülü otomatik kapı ağır ağır açıldığında, uzun bir konvoydan oluşan araba sürüsü yalının büyük bahçesine giriş yaptı. En önde içinde çınar, Fahir ve demgüzar'ın olduğu araba hemen kapının önünde durduğunda kapının önündeki korumalardan biri gelip kapıyı açtı. İlk inen Fahir olmuştu. Hemen ardından çınar ve demgüzar inmişti.

 

Yalının girişine doğru yürürlerken, demgüzar biraz korkak adımlar atıyor, Cihanşah'ın gazabından korkuyordu. Ama çınar korkusuzca adım atıp, yalıya tüm heybetiyle girdi.

Yalının salonunda bekleyen iki hizmetli kadın içeri giren Fahir'in sırtından ceketini aldı. Hemen ardından ise çınar'ın ceketini.

 

Demgüzar girince, bizzat kendi emrine verilmiş yardımcısı gülşan'ı bekledi. "Nerede kaldı bu gülşan yine?"

 

Sinirle çıkmış olan sesi, yalıda canına okuduğu hizmetlilerin korkmasına sebep olmuştu.

 

İçlerinden biri, "Geleceğinizi duyunca önceden hazırlık yapmak için odanızı ve banyonuzu hazırlamaya yukarı çıkmıştı. Birazdan gelir efendim." Diyip korkakça yerine sinmişti.

Korkmasının sebebi bulunduğu konumdu. Cevahir beyin karısına yapılan saygısızlık işinin sonu olurdu.

 

Bu yalıda hizmetlilerin bile geçim kaynağı yaptıkları iş veya onların ne kadar ağır olduğu değildi. O yalıda hergün binlerce kötü söz ve ağır hakaretlere katlanmaktı. Hiçbir şey; yaptıkları iş bile o sözler ve hakaretler kadar ağır ve küçük düşürücü değildi. Ama söz konusu paraydı onlar için. Çünkü her birinin evinde bu yalıda yetişmiş, imkânla boğulmuş çocuklar yoktu.

 

Yokluk görmüş, tek geçim kaynakları annelerinin çektikleri azaplar sonucu ellerine sıkıştırılan birkaç kuruştu.

Erkuranlar'ın vicdanı bu kadardı.

 

Gülşan denen yardımcı telaş ve korkuyla aşağıya inerken, koşarak demgüzar'ın yanına varmıştı.

 

"Özür dilerim efendim!" Dedi nefes nefese.

 

"Geldiğinizi duyunca hazırlık yapmaya gitmiştim. Geldiğinizi görmedim." Konuşurken aynı zamanda demgüzar'ın omuzlarına attığı paltosunu ve çantasını alıp kenara çekildi. Demgüzar bahane olarak görmüş olsada birşey dememişti.

 

Başları öne eğik duran hizmetlilere,

"Banyoma kahvemi getirin. Gülşan'ın işi olacak benle."

 

Diyip gülşan'a peşinden gelmesi için göz işareti vermişti.

 

"Tabi efendim." Demişti içlerinden biri. Birbirlerini itekleye itekleye mutfağa telaşla koştular. Gülşan demgüzar'ın peşinden yalının asansörüne yürürken, demgüzar ağır ağır topuklularının çıkardığı tiz ve tok sesle asansöre varmıştı. Gülşan ondan önce davranıp asansörün kapısını açmış, girmesini bekledi. Demgüzar girdiğinde hemen peşinden girip, demgüzar'ın dokunmaya bile üşendiği kat düğmesine basmıştı.

 

Asansör yavaş yavaş yukarı çıkarken, demgüzar'ın yanında çekingen nefesler alıp veren gülşan, başı öne eğik ter içinde bekliyordu. Gençti gülşan. Henüz 19-20 yaşlarında üniversite parası kazanmak için çalışan genç bir kızdı. Bu işe başlarken sadece demgüzar'ın yardımcısıydı.

 

Ama zamanla Leman'la iyi anlaşmaları sonucu daha 18 yaşındaki Leman'a özel ders vermekle de görevlendirilmişti. Ondan küçük olması ve daha tecrübeli bir kız olduğundan Leman üvey babasından bulunduğu rica sonucu gülşan'ın ona özel ders vermesine izin vermişti.

 

Bu gülşan'ın da yararına olmuş,

Ek bir maaşı daha olmuştu. Demgüzar Leman'a daha özenli ve bilgili bir öğretmen tutmak istese de Leman itiraz ediyordu. Annesine karşı çıktığı tek konu belki de bu olabilirdi.

 

Eğitimi...

 

"Leman nerede?" Diye sordu sakin bir sesle. Gülşan başını kaldırmadan çekingen bir tavırla,

 

"B-bilmiyorum." Demişti. Biliyordu.

 

Leman bütün sırlarını o koca yalıda sadece gülşan'a anlatırdı. Ve gülşan demgüzar dahi olsa asla Leman'ın sırlarını söylemez ve onu satmazdı.

 

Demgüzar seslice bir nefes alıp sıkıntılıca verdi. Koyu kahve gözlerini gülşan'a diktiğinde, sürekli beyazlasa da her gün tonlarca para verdiği kuaförüne boyattığı özünü kaybetmiş açık kestane rengi saçlarını geri savurdu.

 

"Biliyorsun. Beni kandırma gülşan.

Çünkü ben yalan söyleyene ne yaparım bilirsin. Şahitlik etmesen bu kadar korkar mıydın?"

Dedi sinsi çıkan sesiyle.

 

Cevap vermedi. Başı öne eğik sürekli kaçırdığı gözlerini demgüzar'a dikti.

"K-korkmazdım." Dedi zayıf ve çelimsiz çıkan sesiyle.

 

"O zaman konuş. Leman bu saatte nerede?" Diye sordu.

 

"A-arkadaşıyla buluşmaya gitti efendim." Dedi tek nefeste.

Demgüzar bu cevapla tatmin olmuştu.

Önüne döndüğünde, gülşan derin bir nefes aldı. Sanki ölümün eşiğinden dönmüş gibi hissediyordu.

 

Asansör 2. katta durduğunda önden inip demgüzar'ın inmesi için kapıyı tutan gülşan, demgüzar inince hemen peşinden odaya gitmişti. Odaya girdiklerinde demgüzar yatağının önünde olan milyonluk pufuna oturdu ve gülşan'ı bekledi.

 

Topuklularını çıkarması için...

 

Gülşan kapıyı kapatıp hızla demgüzar'ın önüne eğildi. Siyah yüksek topuklularını çıkarıp kenara yavaşça bıraktı.

 

"Duşu hazırla sonrada aşağıya korumalara söyle arabayı hazırlasınlar bir yere kadar gideceğim." Dediğinde gülşan elleri önünde bağlı, eğik başıyla

 

"Tamam efendim." Diyip duşa doğru gitmişti.

 

O sırada kapıyı çalıp içeri yavaşça giren hizmetlilerden melek,

 

"Kahveniz efendim." Diyip kahveyi demgüzar'a götürmüştü. Demgüzar kahveyi alıp küçük bir yudum içtiğinde, "başka bir isteğiniz var mı efendim?" Diye soran melek'e baktı.

 

"Yok, çıkabilirsin. Leman eve geldiğinde beni sorarsa şirkete gitti diyin." Melek başını salladı. Ve odadan çıktı.

 

Gülşan duşu hazırlayıp çıktığında, demgüzar sadece bir yudum aldığı kahvesini kenara bırakıp, duşa girdi.

Küvetin içi dolu su ve köpüktü.

Üstündekileri çıkarıp, yavaşça suya girdi.

 

Suyun içine boylu boyunca uzandığında, kafasını arkaya yerleştirdi. Ve orman manzaralı evin penceresinden manzarayı izledi.

Birazdan yanına gideceği kadın, aslında her gün yanına gidip kinini nefretini kustuğu kişiydi.

 

Çınar'ın annesi, Cevahir'in eski karısı...

 

Zernişan Erkuran...

 

Soyadı hâlâ aynı ama ismi hep değişti. Bazen Cevahir'in eski karısı, bazen çınar'ın hasta annesi, bazende

Erkuranlar'ın yatalak gelini oldu.

Onun adı hiçbir zaman Zernişan olmadı. Demgüzar'ın aklında yine onun yanına gitmek vardı. Her gün; içinde tuta tuta içini çürüten kinini, zavallı yatalak kadına, hiçbir tepki vermemesine rağmen kusması onu tatmin ediyordu.

 

Bütün bu dışlanmaları onun suçu sanarak ondan hesap soruyordu.

Bazen Cevahir'le kavga eder; sen hâlâ Zernişan'ı seviyorsun. Derdi.

Cevahir eski karısına acıdığı için onun tedavi sürecini takip ediyordu. Belki de ona ettiği ihanetin azap ateşini böyle söndürüyordu yüreğinde.

 

Ama iki cihanda da yakasına lanet gibi yapışacağını bilmiyordu.

Cevahir Zernişan'a ettiklerinin bedelini ödeyecek! Zernişan'ın erkek kardeşinin lafı sadece lafta kalmıştı.

Oysa iki kuruşla susturulan bu adamın yemini bozulmuş, ablası yataklara düşmüş, erkuranlar'ın ona ettiklerini düşüne düşüne günden güne eriyip bitiyordu Zernişan.

 

Hoş. Bu haldeyken nasıl düşünebilirdi ki intikamını, ahını, vebalini...

Söz konusu can olunca hiçbir şey olmuyor umrunda.

Ama Zernişan artık can derdinde bile değildi. İhanet üstüne ihanete uğramış bir kadının ölüm döşeğinde bile tek şey umrundadır...

 

Ahı ve intikamı...

 

Oğluna anlatabilse herşeyi.

Ölse bile ahını ve intikamını alacak biri olurdu en azından. Ama düştüğü durum diline düğüm etmişti.

Susmak ona mahkûm o ise susmaya mahkûm olmuştu. Yüreği inim inim inlerken, dili mühürlenmiş gözünden yaş eksilmiyordu. Halden anlayan çıkıp gelse, anlar mıydı gözyaşından derdini?

 

Sanmam. Tok açın hâlinden ne anlar derler ya. Zernişan için de mesele o meseleydi. O, ahı inim inim inletilerek alınan mazlumdan başka birşey değildi. Umudunu yitirmeyen, ama artık umutta etmeyen zavallı bir kadındı.

 

Hayatı ve intikamı bir yatağa bağlı ölümü bekleyen onlarca hatta binlerce mazlumdan biriydi sadece...

Ya ölmeyi bekleyecekti, ya da umut etmekten vazgeçmeyecekti.

Çünkü her iki türlü de kurtuluştu...

 

Duşunu tamamlamış giyinmeye odaya giden demgüzar, yatakta duran daha ömrü hayatı boyunca elde edemeyeceği pahalı elbiseler, mücevherler, ayakkabılar ve daha nicesini sadece 5 yaşında ki oğlunu ve ona aşık olan kocasını terkederek; zalimin teki bir adama evet diyerek sahip olmuştu. Demgüzar bunun için evlenmişti Cevahirle.

 

Şöhret, para ve zenginlik için...

 

Çünkü onun umrunda aile yoktu.

O aile olmayı bilmeyen ama bir aile kurmaya çalışan zalimin teki bir kadındı...

Belkide Zernişan'ın yerinde o olmalıydı. O yatağa o bağlı kalmalıydı.

Belki anlardı herşeyin anlamını...

 

Ama hayat bu; zalime şans verir, mazluma dayan der. Ya mazlum dayanamaz ya da zalim vazgeçer.

Ama zalim vazgeçtiği zaman mazlum için artık hayat denen birşey yoktur...

 

Giyinip kuşandığında, aşağıya inmek için asansörü kullandı. Alt kata indiğinde, kimseye görünmeden gitmek tek çabasıydı. Sonunda yalının çıkışına vardığında, kapının önünde onu bekleyen şoför kapıyı açtı.

Demgüzar hızla binip şoföründe binmesini bekledi.

 

"Zernişan hanıma gidelim lütfen." Dediğinde şoför başını salladı ve Zernişan Hanım'ın kaldığı hastaneye sürdü.

 

Hastaneye vardıklarında demgüzar çantasından çıkardığı gözlüğü gözüne taktı. Hastanenin girişine doğru geldiğinde kapıda ki güvenlik onu tanımış olmalı ki koruma gelmeden kapıyı açtı.

 

Demgüzar içeri girdiğinde girişte bulunan danışman sahte bir tebessümle, "Hoşgeldiniz efendim." Demişti. Demgüzar sadece başını öne eğip karşılık vermişti. Asansöre doğru giderken peşinden gelen koruma ondan önce davranıp asansörün kapısını açtı.

 

Demgüzar bindiğinde, "Beni çıkışta bekle." Demişti. Koruma hiçbirşey demeden başını olumlu anlamda sallayıp kapıyı kapatmıştı.

 

Demgüzar üst kata çıktığında, özel hastanenin temiz ve konforlu koridorlarından geçti. Cevahir'in belki de bu hayatta Zernişan'a tek bir yararı dokunmuştu. O da bu hastanede tedavi görmesini sağlamak.

 

Zernişan'ın bulunduğu odaya geldiğinde gözlüğünü çıkarıp çantasına koydu. Kapıyı yavaşça açıp, içeri girdiğinde hemşire serumuyla ilgileniyordu.

Demgüzar'ın geldiğini görünce

"Hoşgeldiniz demgüzar hanım. Buyrun." Diyip işini bitirmişti. Son bir kez Zernişan'a bakıp odadan çıkmıştı.

Demgüzar paltosunu çıkarıp koltuğun kenarına bırakmıştı.

 

Zernişan demgüzar'ın geldiğini görünce, yüzünde oynamayan mimiklerinin anlatmak istediği nefret gözyaşlarının akmasıyla anlaşılıyordu.

Demgüzar yüksek gökdelen ve binaların bulunduğu Ankara'nın kalabalık semtine baktı pencereden.

Kollarını arkada buluşturmuş.

Sesli nefes alışverişleri ile bakışlarını Zernişan'a çevirdi.

 

Zernişan ise öylece tavana bakıyor, gözyaşı akıtıyordu. Her bir teli beyazlamış saçları yastığa dağılmış, onun döktüğü gözyaşlarına maruz kalıyordu. Demgüzar yatağın hemen yanında bulunan koltuğa geçip oturdu. Zernişan'a acıma duygusu ile bakan gözleri, sanki onu bu duruma düşüren o değilmiş gibi bakıyordu.

Oysa ki bunun en büyük bedelini o ödeyecekti ama bilmiyordu.

 

"Geldiğime sevinmedin galiba?" Dedi dalga geçer gibi. Sanki normal bir insanmış gibi ona cevap vereceğini sanarak dalga geçiyordu. Bu ise Zernişan'ın zoruna gidiyordu.

 

"Ben de gelmesem burda tek başına sıkıntıdan patlayacaksın. Oğlunun işinden bir de aheste denen kızdan başka kimseyi düşündüğü mü var..." Duyduğu isim yabancı değildi. Zernişan aheste'yi tanıyordu. Aheste ile çınar nişanlandığı günden sonra çınar aheste'yi annesinin yanına getirmişti.

Zernişan ilk defa gözyaşı döktüğünde mutluluktandı.

 

Oğlunun aheste gibi bir kızla nişanlandığını öğrenince mutlu olmuştu içten içe. Çünkü anlamıştı aheste'nin iyi bir kız olduğunu. Belki çınar'ı değiştirebilirdi. Babası gibi olmasını engelleyebilirdi.

Aheste'ye kanı ısınmıştı. Ama belli edememişti. Yine gözyaşı dökmüştü.

Mutluluktan mı? Üzüntüden mi? Kimse bilmeden...

 

"Biricik gelinin bir köyde öğretmenlik yapıyor. Oğlun ise buna birşey demiyor. Gerçi şaşırmamak lazım. Gelinin de senin gibi varoş. Kenar mahalle gülü işte. Yağmur çamur demeden ota boka karışıp çalışmaya gitmiş. " Zernişan konuşabilseydi, ona bu dediği laf için haddini bildirirdi.

 

"Bugün oğluna ne dedim biliyor musun Zernişan?" İsmini nefretle söylemişti. Zernişan birkez daha nefret etmişti isminden.

"Ben senin annenim. Herşeyden önce babanın karısıyım. Benim o ailede bir söz hakkım her zaman var dedim. Ama senin oğlun seni ezdirmedi. Hâlâ Erkuranlar'ın gelini senmişsin gibi bana karşı geliyor."

 

Çınar o ailenin varisi iken demgüzar ona birşey söylemekte korkuyordu.

Çünkü yakında ipleri eline alacak olan bir kuklacıya kuklaları kendi isteği doğrultusunda oynatmaya çalışmak biraz aptalcaydı.

 

Çınar, Cihanşah'tan sonraki kuklacıydı. İpler onun elinde olacaktı.

Ne abisi sergen'in ne de kuzeni Metehan'ın... Sadece onun elinde olacaktı. Ve bundan emindi.

Dedesi gibi mi oynatacaktı kuklaları yoksa sadece bildiği yoldan mı öğretecekti kuklalara nasıl oynaması gerektiğini...

 

O Çınar Erkuran'dı.

Ne iplerin kopmasına izin verirdi, ne de ipleri bırakmaya niyetliydi. Kuklaları eskiyene kadar oynatıp işi bitince kenara atacak, oyunu yeniden yazacak olan tek kuklacıydı.

Ve onun oyunları zihinlerin ötesinde kimsenin aklına gelmeyecek haince kurulmuştu.

 

Demgüzar bunu adı gibi aklına kazımıştı.

 

"Ah Zernişan ah! Senin kaderinde de bir yatak, o yatakta çürüyen bedenin ve durmak bilmeyen gözyaşların varmış." Seslice nefes verdi.

Elindeki alyansla oynarken amacı onu Zernişan'a gösterip acı çektirmekti.

Ve başarıyordu. Zernişan acı içinde kıvranıyordu.

 

Belki Cevahir'e karşı artık birşey hissetmiyordu ama bir zamanlar o yüzügü taktığında heba olacak bir hayatının olduğunu unuttuğu aklına gelince ağlıyordu.

 

"Ve şunu asla unutma kaderinde ne yazıyorsa onu yaşarsın. Sen onu silip yerine yenisini yazamazsın. Çünkü kaderin kalemi tükenmez kalemdir.

Senin silgin silebilir mi yazdığı yazıyı?" Cevap verecekmiş gibi bekledi.

 

Zernişan susmuştu. Kin dolu bakışları demgüzar'a bakarken, gözyaşları akmıyordu bu sefer.

"Silemez. Ve senin kalemin tükenmez değil. Yazdığın kader hemen silinir.

Benim kaderimde de bu varmış. Belki de hepimiz yaptıklarımız mükâfatını ve bedelini ödüyoruzdur. Mesela ben fakir bir ailede zor şartlarda bir çocuğu 5 yaşına getirdim. Eski kocama hep destek oldum. Demek ki mükâfatım buymuş." Yanılıyordu.

Ve Zernişan bunu biliyordu.

 

Bir çocuğu beş yaşına getirmeyi büyük bir iş sanan demgüzar asıl zorluğun o çocuğa anne sevgisini göstermek olduğunu bilmiyordu. Belki de bu yüzden anne olmayı beceremedi. Bir çocuğu beş yaşına getirip sonra terketmenin mükâfatı bu değil Zernişan'a kestiği bedel olmalıydı.

 

Ama kaderin bir bildiği ve yazdığı vardı...

Zernişan'ın ettiği ah kadar demgüzar'da edecekti. Zernişan sadece sabır edecek ve bekleyecekti.

Demgüzar'ın sefasını çektiği mükafatın bir bedeli elbet olacaktı. Ve Zernişan bundan adı kadar emindi.

 

"Umarım sende ettiklerinin bedelini canınla ödersin. Çünkü eğer o canın o bedeli ödemezse, bedel ödeyecek bir canın olmayacak. Zavallı Zernişan..."

 

Diyip ayaklandı. Paltosunu omuzlarına atıp çantasını aldı.

Odadan çıkamadan önce son birkez Zernişan'a baktı. Arkasından kinle karışıp akan gözyaşlarına...

 

Gözlüğünü takıp odadan çıktı.

Zernişan ise kaldığıyla kaldı...

 

Mazlumun ahı, sabrettiği günler kadar çıkar. Aheste Aheste...

 

🍃

 

Güneşin bütünüyle arkasına saklandığı dağların hemen tepesinde son ışıklarını yansıtıyordu köye.

Kızıl rengi sanki köye kanlı ay gecesi havası veriyordu. Baktıkça baktım. Huzurluydu. Köy, havası, evleri, dağları ve daha birçok şeyi...

 

Ankara'da çınar'ın bana vermediği huzuru bu köy veriyordu. Farkettim de benim tek sorunum çınar değilmiş. Ben şehirlerde benliğimi kaybediyordum. Ben olmak değilde, o şehrin istediği ben olmaya çalışıyordum sanki...

 

Belki de bunca yıl mesleğimin sorumluluklarını yerine getirmek için çok çaba sarfettiğimden kendime vakit ayıramadım. Bilmiyorum...

Ama bu köy bana iyi gelmişti. Her ne kadar insanları bana karşı bir kin beslesede, beslemeyen insanlarda vardı. Hatun teyze, Zerda,İbo ağa, bayram amca, karakolun timi...

 

Tim de belkide en iyi anlaştığım kişi Teoman'dı. Neden bilmiyorum ama cana yakın bir yapısı vardı. Kardeşi Şahin'de öyle. Timin hepsi iyi insanlardı. Biri dışında...

 

Onun iyi biri mi, kötü biri mi, cana yakın mı, değil mi. Olduğuna karar veremiyordum. Çünkü öyle bir yapısı vardı ki; sanki taştan yaratılmıştı.

Ne üzüntüsü, ne kızgınlığı, ne sevinci... Ne hissettiğini anlayamıyordum. Sadece düz bir bakış ve boş bakan gözler.

 

Bazen göz göze gelmemek için gözlerimi kaçırıyordum. Nedeni ne bilmiyorum. Ama onunla göz göze geldiğim anlarda bile 2 saniye sürmeden hemen kaçırıyordum.

Utancımdandı ya da ne bileyim onunla göz göze gelmeye korkuyor muydum? Bilmiyorum...

 

Bugün verdiği krem ayağımın ağrısını birazda olsa dindirmişti. Şişlik hâlâ vardı ama reçetede yazdığına göre şişlik iki üç güne geçermiş.

Lojmanın kapısının önünde, iki evin arasında görünen dağ görüntüsü ve onun arkasında batmak üzere olan güneşin kızıl ışıkları altında oturuyordum.

 

Duş almaya karar vermiştim ama bidon denen ısıtıcının ısınmasını beklemem gerekiyordu. Bende böyle geçiriyordum vaktimi. Duş aldıktan sonra saçlarımın eski haline döneceğini bile bile saçlarımı yıkamak biraz fazla cesurcaydı. Benim için...

 

Saçlarım küçüklüğümden beri bukle bukleydi. Dalgalı da değil ya da kabarık bir saç da değildi. Belirgin buklelerim vardı ve sürekli düzleştiriyordum. Buklelerimi sevmiyordum. İnsanların ne diyeceği değil, zaten bukle bukle saçlar utanılacak bir fiziksel özellik değildi benim için. Ama düz saç daha kullanışlı geldiği için daha çok düz kullanırdım.

 

Küçükken dedem bana kuzu derdi saçlarımdan dolayı. Bazen onunla samanlığa atlara saman vermeye giderken saçlarıma saman karışırdı. Belki 1 saat sürerdi o samanları ayıklamam. Her banyo sonrası utanarak çıkardım. Çünkü dedemin taktığı lakaptan nefret ederdim.

Ne kadar nefret ettiğimi söylesem de bana taktığı lakabın aslında çok tatlı olduğumdan ve saçlarımın güzelliğini yansıttığından bahsederdi.

 

Biraz ikna olsamda şuan düz kullanmam hâlâ saçlarımı sevmediğim anlamına geliyordu.

 

Babam yine göreve gittiği bir günde ondan asla örülemeyecek ama dedemin defalarca örmeye çalıştığı saçlarımı örmesini istedim.

Belki buklelerini kısa bir sürede olsa görmezdim diye düşündüm.

Babam beni kırmadı, göreve gitmesine az bir zaman kala dizine oturtup bukle bukle saçlarımı örmeye başladı. Ve nasıl örmeyi başardıysa bukle bukle saçlarım derli toplu bir örgü halini almıştı.

 

Ayna da defalarca kendime baktım. Yüzüm açığa çıkmıştı. Sevinçle babamın boynuna atlayıp, kocaman bir öpücük kondurmuştum yanağına...

 

Dedemin öremediği saçlarımı babamın ördüğünü görünce şaşkınlıkla bakmıştı bana.

Sonra ise babama benim buklelerimden nefret ettiğimi söyledi. Bu yüzden saçlarımı örgü yapmak için ondan yardım aldım diye şikayet edince; babam, senin herşeyin annenden bize kalan bir emanet bir miras demişti. Yüzün, gözün, kaşın, gözünün altındaki benin ve en çokta saçların... Bu yüzden saçlarını sevmezsen her yağmur yağdığında bil ki annen sen böyle yapıyorsun diye ağlar. Demişti.

 

O zamanlar sonbahar mevsiminde olduğumuz için sürekli yağmur yağardı ve ben annemin saçlarımı sevmediğim için ağladığını sanardım. Gökyüzüne kaç defa özür dilerim dediğimi hatırlamıyorum...

Ama o günden sonra saçlarımı hep açık bıraktım ve sevmeye yemin ettim.

 

Taa ki büyüyüp aslında yağan yağmurun annemin gözyaşı olmadığını öğrenene dek.

Ama saçlarımın annemin bir emaneti olarak bilip hep özenli ve bakımlı baktım. Belki sevmesemde dedemin bana taktığı lakabın anlamını öğrenince sevmeye başlamıştım.

 

Hava iyice kararmıştı. Beni aydınlatan tek şey lojmanın kapısında bulunan lambaydı. Uzaktan gelen bir beden bana doğru geliyordu. Karanlıkta kim olduğunu göremesemde yaklaştıkça aydınlanan bedeni; Zerda olduğunu anlamamı sağlamıştı.

 

Üstüne giydiği kalın hırka ile altında uzun beyaz çorapları ve köyde giyilen plastik siyah ayakkabıları ile çiçekli elbisesi ona tam köylü kızı havası veriyordu. Saçları açık kahveydi. Güzel bir kızdı. Uzun ve bol kirpikleri gözlerini bir ceylana benzetmeme sebep olmuştu.

 

"Abla, ne yapıyorsun burda tek başına?"

 

"Hiç, gün batımını izledim. Bidonu takmıştım, duş almak için.

Isınmasını beklerken burda oturdum işte..."

 

Gelip hemen yamacıma oturdu. Gözleri kucağımda ki bez bebeğim ve nergislerime kaydı.

 

"Nergislerin güzelmiş." Dedi birden.

Gülümseyerek, "Aynen. Çok severim."

Dedim.

 

"Bez bebek... Hatıra mı?" Diye sorduğunda saçları pembe, kafasında şapka olan ve benim küçükken kalemle gözünün altına benimki gibi olsun diye bir nokta çizdim. Ben niyetine...

Benzetmişti aslında.

"Yani. Babamın hediyesiydi. Küçükken bundan başka oyuncağım yoktu."

 

"Benimde vardı böyle bir sürü ama oynamazdım. Abilerim sağolsun beni küçükken erkek gibi yetiştirdi. Köyün kızları beni evcilik oynayalım diye çağırdığında ben abimlerimle köyün ortasında top oynardım. Hatta birgün annem; eğer oynamayacaksan sobaya atacağım. Böyle etraftan sürekli bebek toplamaktan yoruldum. Yakayımda bir işe yarasın. Derdi. Ben inatla, oynamasam bile izin vermezdim."

 

Güldüğümde, elimdeki bez bebeğin saçları ile uğraşıyordum.

"Abla..." Dediğinde sesinde kararsızlık vardı. Birşey sorup sormamak arasında kalmıştı sanki...

 

"Annen..." Diye sorduğunda, ne sormak istediğini anlamıştım.

Sorduğu soru yüreğime sıcak su serpilmiş gibi hissetmeme sebep olmuştu. Zorlan yutkundum.

"Annem..." Dedim güçlükle.

 

"Beni doğururken öldü..." Dedim tek nefeste. Yıllardır, kim sorarsa verdiğim cevap hep aynı olsa da hâlâ içimde bıraktığı ukteye alışamadım.

Bir yaram vardı. Hafif bir kabuk bağlamış ama üflesen kanayan, dokundukça acı anıları hatırlatan bir yaraydı.

 

Benim yaram annemdi...

 

Hiçbir zaman geçmedi. Hep üstün körü kabuk bağladı. Dokunmaya hep korktum. Bana yine onu hatırlatır diye...

 

İzi kalmıyordu. Sürekli kanayan bir yara, nasıl iz bıraksın? Merhemi olmayan, dikiş tutmayan bir yara nasıl kabuk bağlasın?

 

Ne kabuk bağlar ne de izi kalır.

Sadece kanar...

Ve sen için dışın kan olana kadar bu yarayla yaşarsın.

Ya da yaşamaya çalışırsın...

Ben bu zamana kadar nasıl hayatta kaldım bu yarayla?

Bilmiyorum...

 

"Başın sağolsun..." Dedi kısık ve hüzünlü bir sesle.

"Sağol." Dedim oldukça kısık ve yas'lı bir sesle.

Yıllardır tuttuğum yas ya sesime yansırdı ya da yüzüme.

Ama kimse anlayamadı...

 

"Bir kitap okumuştum..." Dedim konuyu değiştirmek üzere. Belkide konuyu daha da koyulaştıracaktı...

"Adı kürk mantolu Madonna'ydı.

Sabahattin Ali'nin kitabıydı sanırım.

Orda Raif efendi diye bir adam vardı. Gençliğinde iş için gittiği Almanya'da Alman bir kadının çizdiği portreye aşık olmuştu. Ama aslında aşık olduğu kişi o portrenin içindeki kadındı. Ve o kadın portrenin ressamının bizzat kendisiydi. Raif efendi o portreyi kendi iç dünyasında öyle bir yere koymuştu ki, gerçekte olanına değilde portrede olanına aşık olmuştu." Seslice nefeslendim.

 

Beni pür dikkat dinleyen zerda'ya baktım. "Sonra o kendi iç dünyasında aşık olduğu kadının gerçekte kendi kafasında hayal ettiği bir kadın olduğunu anlayınca portrenin bizzat ressamına aşık oldu. Yıllarca sırf o kadın için Almanya'da kaldı." Sevdiğim ve tekrar tekrar okuduğum bir kitaptı.

 

"Peki... Kadının adı neydi?" Zerda'nın sorusu üzerine, "Maria. Maria puder."

Diye karşılık verdim.

 

"Raif efendi, maria'ya son derece saygı gösterir ve ona karşı nedensizce bir bağlılık sezerdi. Onu sürekli görmek, sürekli yamacında olmak isterdi.

Ama Maria; erkeklere karşı olan saygı ve aşk duygusunu yitirdiğini ve Raif efendi'den ondan bir medet ummaması gerektiğini söyler. Ama Maria da zamanla Raif efendi'ye aşık olur. Raif efendi'nin bir gün Türkiye'ye dönmesi gerektiğinde, Maria puder'le mektuplar sayesinde konuşabileceğini söyler ve Türkiye'ye geri döner. Her gün Maria'dan gelen mektuplar birgün amansızca kesilir.

Raif efendi yine eski, içine kapanık haline geri döner. Bir gün sokakta iki kişi ile karşılaşır. Bunlardan biri frau van tiedemann denen adam diğeri ise hiç tanımadığı küçük bir kız çocuğudur. Adam, Maria'ın Raif efendi'den hamile olduğunu ve çocuğu doğururken öldüğünü söyler.

Raif efendi o gün ne yapacağını bilemez. Adam kızı da alıp trene biner ve Bağdat'a giderler. Küçük kız hem annesiz hem de babasız büyür.

Ve babasının asla kim olduğunu bilemez. Raif efendi ise Maria'ya olanlardan sonra büyük bir vicdan azabı çeker. Her gün ona okuyamayacağını bilse de mektup yazar. Taa ki hastalanıp yataklara düşünce... Raif efendi büyük bir vicdan azabı içinde ölür."

 

Zerda hikayenin sonuna kadar ağzı açık beni dinlerken, "Çok güzelmiş."

 

"Okumadın mı hiç?" Diye sorunca.

Başını eğdi. "Yok. Hiç okumadım." Dedi.

 

"Okula hiç gittin mi?" Diye sorunca bakışları beni buldu.

"Lise son sınıfa kadar okudum. O da köyde... Babam izin vermediği için şehre gidemiyorum. Eğitimim böyle yarıda kaldı." Zerda gibi birçok kız vardı. Hayalleri ellerinden alınan.

 

Babaları yüzünden...

 

"Dışardan okusaydın üniversiteyi?"

 

"Köyde kısıtlı imkanlarla nasıl okuyayım be abla? Her gün elim işte. Anneme yardım etmekten vakit bulamam ki..." Dediğinde üzülmüştüm.

 

"Ne diyeceğimi bilmiyorum Zerda. İstersen babanla konuşayım." Dediğimde gözleri büyüdü. Ama korkudan ve telaştan...

 

"Yok yok. Gerek yok. Babamla aram bozulsun istemiyorum." Dediğinde biraz daha üzülmüştüm. Hep ailesinin istekleri üstüne şekillendirmişti hayatını...

 

İkimizde sustuk. Suskunduk...

Gökyüzünde karanlığın oluşmasıyla beliren ay ve yıldızlar şehirde olanlarından daha fazlaydı...

Ve çok güzellerdi.

 

Başım yukarıya doğru bakarken, yanımda bir ses...

Zerda'ya aitti...

 

Şarkı söylüyordu. Ve sesi çok güzeldi.

Aklıma gelen fikirle içeri koştum.

Odada valizimin hemen yanında bulunan gitarımı ve valizden aldığım kürk mantolu Madonna kitabını alıp zerda'nın yanına geri döndüm.

 

Söylediği şarkı, Eklemedir Koca Konak'tı.

 

Gitarımı alıp kucağıma yerleştirdiğimde, penayı elime aldım ve zerda'ya devam diye işaret verdim.

 

"Eklemedir Koca Konak! Eeeekleme aman aman... Nazlı da yârim, yine yine geldi. Aaaaklıma!"

 

Gitarla devam ettim.

 

"Nazlı da yârim yine yine geldi, Aaaaklıma!"

 

Tekrar gitarla nakaratı çaldım.

Bu sefer başımla işaret verdiğimde şarkının bu bölümü bendeydi.

 

"Nasıl edeyim, başımdaki seeeevdaya aman aman. Aman aman dostlar! Yoldan geldim yorgunum!"

 

Nakaratı gitarla devam ettirdim.

 

"Orta da boylu bir yiğide, vurgunum! Aman aman dostlar, yoldan geldim yorgunum."

 

Nakaratı gitarla çalıp,

 

"Ortada boylu bir yiğide vurgunum!"

 

Bundan sonrası gitarla çaldım. Sesi fazla çıkıyordu. Köyde yakınlarda bulunan varsa duyardı. Zerda hayranlıkla bana bakarken, ona göz kırpıp, gitarı çalmaya devam ettim.

Zerda'ya bu bölüm sende dedim. Kısık sesle...

 

"Bizim bağaaa, gideriken serhaya aman aman! Çektiler kolumdan beni tenhayaaa!"

 

Gitarla devam ettir...

 

"Çektiler kolumdan beniii tenhaya!"

 

Gözüyle işaret verdiğinde ben nakaratı gitarla çalıyordum. Bu bölüm bendeydi.

 

"Nasıl edeyim başımdaki, sevdaaaaya aman aman, aman aman dostlar! Kabir de bana daaar gelir! Bu gençlikte ölüm bana zoor gelir!"

 

Nefeslenip devam ettim.

Zerda bana bakarken ben gözüm kapalı şarkıya devam ettim.

 

"Aman aman dostlar, kabir bana daaar gelir. Bu gençlikte ölüm bana zooor geliiirr!"

 

Dediğimde şarkıyı ağır ağır bitirdim ve gitarda son notayı da vurup, zerda'ya baktım.

 

"Abla sesin çok güzeldi." Dedi heyecanla. Ben asıl onun sesinin güzelliğindeydim. Böyle güzel bir sesi vardı ve ben yeni farkına varıyordum.

 

"Zerda, daha önce hiç müzik eğitimi aldın mı?" Diye sorduğumda, başını olumsuz anlamda salladı.

"Yok, doğuştan geliyor. Arada iş yaparken mırıldanıyorum birkaç birşey." Sanki önemsiz bir şeymiş gibi söyleyip geçiyordu. Ama böyle bir sesi harcamamalıydı.

 

"Seni bir konservatuara yazdırabilirsek süper olurdu. Lise diploman var mı?" Diye sordum ona. Onda daha heyecanlıydım. Bir kızın hayallerini gerçekleştirmek belki de bu hayatta yapabileceğim en büyük iyilik olurdu.

 

"Var." Dediğine sanki herşey tamammış gibi sevindim ve, "o zaman yazdıralım seni konservatuara." Dediğimde yüzü asıktı. Babası sıkıntıydı.

 

"Zerda ben yarın babanla bu konuyu konuşacağım. Ve seni o konservatuara yazdıracağım." İnkar edecekken lafını yarıda bırakmasına sebep olan benim sözünü kesmem olmuştu.

 

"İtiraz istemiyorum. Baban ne derse desin, senin hayallerin asla yarım kalmayacak." Tebessüm ettiğinde, kollarımı iki yana açıp sarılmasını bekledim. Çekingen bir tavırla bana sarıldığında sıkıca sardım kollarımı bedenine.

 

"Çok teşekkür ederim abla. İyi ki varsın..." Demişti kısık sesle.

"Asıl sen iyi ki varsın." Dedim mütevazı bir şekilde.

 

Ayrılmamıza sebep olan şey kenarda bekleyen adamın, "Pardon, bölmüyorum umarım." Demesiydi.

Daha önce hiç görmediğim bu adamın kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.

 

Saçları çikolata kahvesi ve saçlarıyla eşdeğer renge sahip gözleriyle boylu poslu ve yapılı biriydi. Üstüne giydiği tişört ve eşofman altı ile hafif karışmış saçlarıyla karşımızda duruyordu.

 

"Aaa Azer abi! Hoşgeldin." Zerda'nın söylediği isim yabancı gelmiyordu.

 

Azer...

 

Hatırlamıştım. Muhtar bayram amcanın bahsettiği tüm dersler öğretmeni olandı. Ama gecenin bu saatinde burda olmasının sebebi neydi?

 

"Hoşbulduk zerdacım. Ben aslında buraya farklı birşey için gelmiştim."

Dediğinde gözleri beni izliyor tekrar zerda'ya dönüyordu.

"Tabi." Diye karşılık verdi Zerda.

 

"Az önce gitar sesiyle şarkı söyleyen birilernin sesini duydum. Siz miydiniz?" Diye sorunca amacı belli olmuştu.

 

Zerda bana bakınca sevinçle, "Evet. Ben ve aheste ablamdık." Diyince Azer denen adamın gözleri beni buldu.

"Tanıştırayım köyümüzün yeni müzik öğretmeni aheste abla, abla bu da köyümüzün ana ders öğretmeni Azer abi." Diyince sahte bir tebessümle uzattığı elini yavaşça sıktım.

 

"Memnun oldum." Diyince,

Karşılık olarak "bende." Demiştim.

"Geldiğinizi görmedim ve yeni öğreniyorum. Okulda da görmedim sizi." Diyince.

 

"Haklısınız, biraz yerleşme sorunları yaşadım ama bugün ilk dersimi verdim çocuklara. Ben de sizi ilk defa görüyorum. Muhtar bayram amca hemen yan lojmanda demişti."

 

"İki gündür şehre inmiştim. Çocuklar için birkaç araç gereç almak için. Birde lazım olan şeyler vardı."

Ellerini iki yana açınca,

 

"Eee o zaman ne diyim, hoşgeldiniz.

Bir meslektaşımla tanışmak benim için zevkti." Dedi tebessümle.

Bende de aynı tebessüm oluşunca, adamın ne kadar samimi olduğunu farkettim. En azından dilimden anlayan birinin olması mutlu etmişti beni.

 

"Teşekkür ederim. Benim için de aynı öyle." Diye karşılık verdim.

"O zaman size iyi akşamlar. Yarın görüşmek üzere."

 

"Sizede." Dedim sadece.

"Zerda, görüşürüz." Dedi zerda'ya.

Zerda tebessümle, "Görüşürüz Azer abi." Diyince el salladı.

Azer denen adam yanımızdan ayrılınca, zerda'ya baktım.

 

"İyi birine benziyor." Dedim kararsızca. "Öyledir. İyi niyetine güvenebilirsin." Diyip birden ayaklandı.

"Ben gideyim artık. Geç oldu." Merdivenleri adım adım inerken, tam unuttuğum şeyi kenarda elime alıp,

"Zerda!" Diye seslendim.

 

Bana döndüğünde, elimde ki kürk mantolu Madonna kitabını ona uzattım. Kitabı görünce tebessümle baktı. Al dercesine uzattım.

"Seninde böyle bir kitabı okumanı isterim." Diyince kitabı alıp gülerek bana baktı.

 

"Çok teşekkür ederim abla."

"Rica ederim. İyi okumalar." Dedim ve içeri geçerek Zerda'ya kapının önünden el salladım. Gitarımı, nergis çiçeğimi ve bez bebeğimi yanıma alıp içeri girdim. Kapıyı kapatıp sonuna kadar kilitledim.

 

Gitarımı odaya bıraktım hemen yanına ise bez bebeğimi...

Nergisleri alıp, sabah Günışığının ilk vurduğu yere; mutfağın penceresine koydum. Bir bardağa az biraz su koyup dikkatlice suladım.

 

Kokladığımda burnuma gelen o tanıdık koku, annemin kokusu...

Huzur veriyordu. Göğsümde bir yerlerde düğümlenmiş birşeyler çözülüyordu. Gülümseyerek pencereden yıldızlara baktım.

İçlerinden en belirgin olanına, kutup yıldızına annem dedim.

 

Ne yönü ne de yeri asla değişmeyen bu yıldızın annemi ifade ettiğine inandım. Ondan daha parlak olan ay hilaldi...

Gökteki yıldızlar ve ay...

Benim hilalim kimdi peki?

 

Bayrağımın ve üzerime serilen göklerin hilali benim için kimdi? Annem benim kutup yıldızım, pusulam iken, benim vatanım karanlıkta ki ışığım kimdi?

 

Babam değildi. Babam benim her zaman askerimdi. Hayallerimin kahramanıydı. Onu ne aya benzetirdim ne de yıldızlara. O her ikisinin bulunduğu bayrağımdı benim... Dalgalandıkça bana güven veren, göğsümün içini ferahlatan güven duygumdu...

 

Hilalim, karanlıkta beni aydınlatan ışığım... Bayrağımın simgesi...

Göğsümde ki her bir nefes zerresi...

Şuan gökyüzüne bakıyorum ve seni diliyorum. Yıldız kayınca değil, ay hilal şeklini alınca seni diliyorum.

 

Birgün beni bulup bu karanlıktan çekmen dileğiyle...

 

______________________________________

 

Herkese marabaaaaa yeni bölümle karşınızdayimmmm!!!

 

Bu bölüm bombaydı. Erkuranlardan nefret etmeye devam..

Ah sömürgecileri!!!

Loading...
0%