Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6.NOTA🎵

@nazo_65

 

"Hançer gibi keskin, çiçekler gibi ince, çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince..."

 

-Hüseyin Nihal Atsız-

 

 

 

 

"Şehit öğretmen Şenay Aybüke Yalçın'ın anısına..."

 

5 yaşında küçük bir erkek çocuğu...

Küçük bir şekerleme, bir sakız, bir top ya da ufak bir sevgi kırıntısı ile mutlu olabilecek bir Kalbe sahiptir.

 

Ama ailesi, annesi...

Ona bu mutluluğu bile çok görür.

Sevgisini vermez, herşeyi ona çok görür...

 

Çocuğa layık gördüğü tek şey gözyaşlarıdır. Çocuk kalbini annesinin ellerine emanet eder, korusun diye...

Ama anne, kalbi binbir parçaya böler ve çocuğun eline geri verir.

Yapboz diye...

 

Çocuk binbir parçalık kalbini gözyaşları ile birleştirmeye çalışır.

Kalbine taktığı yüzlerce yara bandından görünmez olur minik kalbi...

Artık yara bandından içeri, kalbe ulaşamaz hiçbir kalp...

Çünkü o yüzlerce yara bandı kalbini kalkan niyetine sarar ve hiçbir elin ortasında paramparça olmasına izin vermez.

 

Çocuğun annesi; kalbini paramparça ederken içinde bitmiş, tükenmiş merhamet duygusu, yara bandında vardır çocuğa...

 

Kalbinde yüzlerce yara bandı olan çocuk, o gün içinden şöyle dedi;

"Benim annem benim için beni o çukurdan çıkaran kahramanım değildi, o çukurun ta kendisiydi."

 

Ve yine şöyle dedi kırık, binbir parçalık kalbine bakarak;

"Benim annem kalbimi kötülüklerden koruyan melek değildi, o kötülüklerin ta kendisiydi..."

 

Anneler, bazen çocuklarının kalplerini koruyan bir melek bazende o kalplerin ta kendisiydi.

Ama o, 5 yaşında ki çocuğun annesi, ne onun kalbiydi ne de kalbinin koruyucu meleği...

O, kalbini yerinden söküp atmasına sebep olmuş bütün kötü duyguların hepsiydi...

 

5 yaşında ki çocuğun adı, kırık kalbin, bir daha takılmamak üzere sökülen kalbin sahibinin adı; Aytekin'di...

 

Küçük bir dilin, bir daha konuşmamak üzere mühürlenmesinin, olmayan bir kalbin sahibi o'ydu.

Onun bir kalbi yoktu.

Herkes için kötü yönden olsa da, onun için iyi yönden bir kalbi yoktu.

 

Çünkü annesinin kırıp ellerine yapboz diye verdiği kalbini, sürekli yara bandı takarak göğüs kafesinde taşıması ağır geliyordu.

Ağır gelen şey, kalbi değildi.

Kırık bir kalbi çepeçevre sarmış yara bantlarıyla taşımaktı.

 

Ve o, o kalbi taşıdıkça hep sola eğiliyordu...

O bir askerdi...

Sola bükük değil, dik durması gerekiyordu. Bu yüzden attı yaralı, kırık kalbini... Ne tamiri vardı, ne de bir arada durabilirdi, parçaları...

Sadece onun dik duruşunu büküyordu.

 

Zaten kırık bir kalbe de kimseyi alamazdı. Kim durmak isterdi ki kırık dökük bir yürekte... Bastığı her parçası dökülüp, göğüs kafesine batardı.

 

Kalbinin kırık ve keskin parçalarının kanattığı göğüs kafesinde; içi kan ağlayan, yaralı bir askerdi o...

5 yaşına kadar çocuk olduğunu sanan, 5 yaşında hiçbir zaman çocuk olamadığını öğrenen, 5 yaşından sonra ise büyümesi gerektiğini aklına kazıyan herşeyden önce bir insandı.

 

-17/03/1995 TRABZON/MAÇKA-

 

Aylardan Mart...

Günlerden pazartesi.

Soğuk Trabzon'da yine yağmurun yağdığı, karanlık gökyüzünün bulutlarla kaplı olduğu bir gün...

Gemilerin fırtınadan dolayı erkenden yanaştığı limanlarda oluşan tayfa kalabalıkları...

 

Trabzon milleti hiçbir zaman kaçmaz yağmurdan, çamurdan. Hırçın Karadeniz'in her su damlası onlar için lütuftur. Halkın içinden en çokta bereket diye anılır.

 

Yağmurlu gökyüzünün altında bir evde, damlayan çatının altında ahşaptan bir kulübe...

İçinde hayat bulmaya çalışan iki hatta üç kişi...

 

Rasim, Demgüzar ve karnında taşıdığı oğlu... Henüz adı yok.

Doğmasına az bir zaman kalmıştı.

Demgüzar'ın istemeye istemeye sahip olduğu ilk çocuğu...

Aldırmaktan çekinmediği, hep nefret ettiği henüz dünyaya gözlerini açmamış minik bir can...

 

Ne karnında ne de doğarsa asla sevmeyeceği oğlunun doğumuna az kalmıştı. Defalarca kez öldürmeye çalıştı... İlaç içti, ağır işler yaptı, kendine zarar verdi, sigara içti...

Ama ölmedi karnında ki can.

 

Bir şekilde hayata tutundu.

Kendi canına kıymaya kalktı en sonunda. Sırf o ölsün diye...

Ama o yine de hayatın ve annesinin darbelerine rağmen hayatta kaldı.

Annesinin silip yeniden yazmaya kalktığı kaderin önüne geçti.

 

Ve doğdu...

 

Annesi doğururken bile Allah'a binlerce kez beddua etti ölsün diye.

Defalarca kez can çekişsin diye beddudalarla doğurdu oğlunu...

Doğdu...

Dünyaya gözlerini annesinin ölüm beddualarıyla açtı.

Ağlamadı, bağırmadı.

Sadece sessizce geldi dünya'ya...

 

Kirli bir beze sarılıp babası Rasim'in kucağına verildi.

"Demgüzar, bak oğlumuza. Ne kadar da tatlı. Aslan gibi benim oğlum. Hiç ağlamadı bak." Dediğinde bile demgüzar, oğluna nefretle bakmıştı.

 

"Keşke doğurmasaydım onu. Niye doğduysa bu boktan hayata. Sanki sefa içinde yüzüyoruz, birde bunu doğurdum!" Dedi. Daha gözlerini bile açmamış, ilk sütünü içmemiş, anne kucağında kokusunu çekmemişken demgüzar şimdiden ondan nefret etmeye başlamıştı bile.

 

Belki zamanla sever sandı Rasim. Ama demgüzar için ondan nefret etmesinin bitmesi zamanla asla olmayacaktı.

Hep ondan nefret edecekti.

Doğurdum diye pişman olacaktı.

 

Belki doğarken değil ama annesinin bu sözlerini hissetmiş gibi bağıra bağıra ağlamaya başladı...

Can çekişirken değilde, yüreğinin can çekişirken ağlaması, hissettiğinin işaretiydi.

 

"Öyle deme demgüzar! O senin oğlun, evladın! Boktan bir hayat olsa da bu hayatı ona sen cennet edeceksin!" Diye karşı geldi demgüzar'a. Rasim...

 

"Babasının cennet edemediği hayatı, ben nasıl ona cennet edeyim?! Sefalet içinde yaşarken neyi, hangi birini ona cennet edeyim?! Yemeğini mi? Sütünü mü? Bezini mi? Yatağını mı? Neyi ha neyi?!"

 

Sitem içinde bağırırken, ağlaması şiddetlendi. Oğlunun...

Rasim biliyordu. Asla oğluna iyi bir gelecek sağlayamayacağını. Belki bir umut destek olur diye demgüzar'dan medet umuyordu. Ama demgüzar çoktan bu hayatın sefaletinden sitem etmişti...

 

Yaptığı yanlış bedelini ağır ödemesine sebep olmuştu. Askerlikten men edilmişti. Bir iş bulamamış, sefalet içinde geçiniyorlardı demgüzar'la.

Birde üstüne çocuk gelince, artık sabır denen şeyin zerresi kalmamıştı içlerinde.

 

"Senin de oğlun! Şu iğrenç hayatımızın içinde Sana umut olacak bir destek bekleme benden! Çünkü ben bugün yarın diye diye umut ederek bir hayat yaşamak istemiyorum! Çocuğunun bakımını üstlenmek zor, seninle yaşamak zor, bu hayatı sürüne sürüne ilerletmek zor! Anlıyor musun zor geliyor!"

 

Ebe aralarında geçen bütün konuşmaları duymuş, çocuğun haline içten içe üzülmüştü. Rasim mahçup bir bakışla ebe'ye baktığında, mahmur gözleri oğluna döndü.

Oğlu daha ağlamasın diye kucağında sallarken,

 

"Süt ver şu garibe açtır." Dedi ebe.

Demgüzar nefret dolu bakışlarla oğluna bakarken, "Benim o çocuğa verecek sütüm yok!" Diye bağırdında,

"DEMGÜZAR! SENİN OĞLUN O OĞLUN! DÜŞMANIN DEĞİL! NE YAPTI BU SABİ SANA?!"

 

"DOĞDU! ANLIYOR MUSUN?! DOĞDU! LANET OLASI HAYATIMA TUZ BİBER DİYE DOĞDU! GÜNEŞ GİBİ DEĞİL!

KÖTÜLÜKLE DOĞDU! O BENİM OĞLUM DEĞİL VE HİÇBİR ZAMAN OLMAYACAK! ŞİMDİ ÇIKIN DIŞARI VE BENİ YALNIZ BIRAKIN!"

 

diye bağırdığında, Rasim karısına baktı. Bunca zaman içinde besleyip büyüttüğü kinini kusan karısına baktı. Severek, aşık olarak evlendiği demgüzar'ı yoktu karşısında.

Bambaşka biri vardı. Gaddar, bencil, kindar bir kadın olup çıkmıştı.

Onu bu hâle getiren eğer içinde oldukları bu sefaletse, neden evlendikleri gün nikah memuruna "iyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta eş olarak kabul ediyor musunuz?" Sorusuna bas bas bağırarak, "Evet!" Demişti?

 

İyi günüydü...

Oğlu doğmuştu. Allah onlara nur topu gibi bir evlat nasip etmişken demgüzar'ın tek derdi; bu boktan hayatın içinde daha kendilerine bakamıyorken ona nasıl bakacaklarıydı.

 

Oysa iki gönül birleşti mi, heryer saray olurdu. Ama Rasim'in anladığına göre demgüzar'ın gönlü hiçbir zaman bir olamamıştı.

 

Rasim oğlunu da alıp, odadan çıktığında, ebe de peşinden gitmişti.

Tahta kapıyı aralayıp, çıktığında kucağında oğlu susmuştu.

Oğluna elinde ki imkânlarla hazırlattığı odasına geldi.

 

Koltuğa oturup oğluna baktığında,

Ebe ayakta onlara bakıyordu.

"Adını ne koyacaksın?" Diye sordu.

"Bilmem." Dedi oğluna bakıp gülerken,

"Bir isim bulman gerekir. Çocuk isimsiz mi kalsın?" Dediğinde Rasim düşünmeye başladı.

 

Annesiyle beraber seçeceğini düşünüyordu. Ama değil oğlunun adı, varlığı umrunda değildi.

"Aytekin..." Dedi birden.

"Aytekin Alpay." Diye devam ettirdi.

 

Ebe gülümseyerek baktığında Aytekin'e , Rasim'e umutla baktı.

Anası da babası da o olacaktı. Hissetmişti.

"Aytekin... Anlamı nedir?" Diye sorduğunda, Rasim heyecanla, "Mertebesi gökteki ay kadar yüksekte olan, kral gibi şanı yüce olan demek..." Dedi.

 

Aytekin... Gökteki ay kadar yüksek, kral gibi yüce...

Aytekin... Annesinin nefret ettiği, hayata bir şekilde tutunmayı başaran yaralı, hep yarım kalmış adam...

 

"Adı gibi olur inşallah. Allah babalı büyütsün." Dediğinde, Rasim'in bakışları ebe'ye çevrildi.

Haklıydı. Allah analı babalı değil, sadece babalı büyütsün...

Onun anasıyla büyümesi, onun ölmesi demekti.

 

Daha doğmadan onu öldürmeye çalışan bir ananın, onunla yaşaması onun ölümü olurdu...

"Sağolasın." Dedi Rasim.

 

Ebe çıkıp gittiğinde, Rasim ve oğlu bir başına kalmıştı...

O günden sonra Aytekin bebeğin kaderi kalbi üzerine yazılmıştı.

Ya kalbi gibi kırık ya da annesinin bedduası üzerine yazılacaktı...

 

kaderin kalemi her zaman iyiyi yazmazdı. Kötüyü de...

Kaderin adaleti, herkese eşit de davranmazdı.

Ama her zaman bir bildiği vardı...

Ve Aytekin bebeğin kaderi Aheste aheste yazılıyor, kaderin adaletine güveniyordu. Ya iyi yazılıp bitecek,

Ya da kötü yazılıp hiç bitmeyecekti.

 

Ama maalesef ki kaderin adaleti Aytekin bebekten yana olmadı.

Onun kaderi annesinin bedduası üzerine yazıldı. Annesinin dilindeki lanet hayatına kara bela gibi girdi ve bir daha da çıkmadı.

Yüreği yıkık dökük ellerinde asker oldu. Belki o silahı tutan elleri nasırlanır da kırık kalbin parçaları o nasırlarla can bulurdu...

 

Adı gibi tekin, gökteki ay kadar yüksekte ve kral kadar yüce oldu. Aytekin bebek asker oldu. Eli silah, aklı kurşun, bakışları tetik oldu.

Ve and içti...

Bir canı vardı; anasının bedduayla öldürmeye kalktığı onu da vatana feda etti.

 

Anasının bedduasına değilde, vatanın toprağına feda olacaktı...

 

-10/10/1999 TRABZON/MAÇKA-

 

Babasının aldığı küçük tahtadan arabayla oynayan Aytekin, evin ortasında arabayı hem uçak yapıyor hemde tren...

 

"Çuf çuf çuf... Burası benim krallığım!

Hem uçak hemde tren arabam var. Hepinizi yenicem ve krallığımdan defedicem!" Diyip duruyordu kendi kendine. Evin ahşap parkelerinde koşarken çıkan gıcırtı seslerine aldırış etmeden o odadan bu odaya koşturup duruyordu.

 

"Off! Yeter artık! Kafamı şişirdin sabahtan beri çuf çufta çuf çuf! Otur bir yere yeni topladım her yeri." Diye bağıran demgüzar'ın geldiğini görünce çekingen bir tavırla, "Özür dilerim anne. Ben sadece oyun oynuyordum."

Dedi masumca.

 

Demgüzar, kalın kaşlı, simsiyah kahverengi gözlerine baktı çocuğun.

"Oyun oynayıp duracağına git şu simitleri babana götür. Onları da satsın." Babasına yardım da ediyordu. Daha 5 yaşında...

 

Ne kadar ağır olsa da, babası taşıma desede, demgüzar zorla yaptırıyordu.

Rasim bu yüzden gecelerce demgüzar'la kavga ederdi...

 

"Ama onlar çok ağır. Ben taşıyamıyorum." Dedi masumca.

"Bahane tutma! O kadar da ağır değiller. Taşırsın. Hadi oyalanma." Dediğinde, Aytekin mutfağa doğru gidip simitlerin olduğu tepsiyi kucağına almaya çalıştı.

 

O kadar ağırdı ki taşımakta zorlanıyordu.

Bir elinde tahta arabası simitlerin olduğu tepsiyi kaldırmaya çalışıyordu. Zorlanıyordu. Tepsiyi taşırken, gözünden akan yaşlar canının yandığını gösteriyordu.

Tepsiyi tam eliyle tutmuş taşımaya çalışırken, simit dolu tepsi yere düşüp, etrafa savruldu.

 

"Hiii! Ne yapacağım ben? Annem bana çok kızacak." Dediğinde korkuyla tahta arabasını bir kenara bırakıp, simitleri hızla toplamaya başladı.

Yere dökülmüş susamları nasıl temizleyecekti bilmiyordu.

Son simitleri toplarken, demgüzar duyduğu sesle mutfağa girdiğinde yerde, etrafa saçılmış simitleri gördü.

 

"GERİZEKALI! BİR İŞİ DE BECERSEN BİR YERİMİ KIRACAĞIM!" sinirle Aytekin'i kenara itip kalan simitleri de tepsiye koyup, tezgaha bıraktı.

Aytekin korkuyla duvarın kenarına sinerken, tahta arabası demgüzar'ın ayaklarının dibinde kalmıştı.

Gözleri arabasına bakarken, demgüzar sinirle, "BENİ YİNE BABANA ŞİKAYET ET DİYE Mİ YAPIYORSUN BUNLARI?!

BEN BİLİYORUM SENİN NE OLDUĞUNU! BİR VUKAT İŞLE SONRA DEMGÜZAR KIZINCA BABANA ŞİKAYET ET!" Aytekin'in üstüne yürümeye başladığında, daha çok duvara sindi.

 

Gözleri tahta arabasındaydı sadece.

"NE İSTİYORSUN BENDEN?! NE!

SÖYLE! İLLA SANA KIZIP, BAĞIRMAM MI GEREK?! BUNU MU İSTİYORSUN?! ÖYLE OLSUN O ZAMAN!" Aytekin onun gözlerine bakmak yerine hâlâ tahta arabasına bakıyordu.

Demgüzar'ın dikkatini çektiğinde bakışları, onun baktığı yöne baktı.

Arabaya baktığını anlayınca,

"BANA BAK BANA! GÖZLERİME BAK!

KİMİNLE KONUŞUYORUM!" Aytekin hâlâ inatla arabasına bakmaya devam etti.

 

Demgüzar sinirle tahta arabasını aldığında, hızla dış kapıya doğru hızlı adımlarla giderken, "Ben sana göstericem bana karşı koymak neymiş! Sen bekle, sen bekle!" Aytekin gözyaşları içinde peşinden giderken,

Annesinin kömürlüğe doğru gittiğini görünce ne yapacağını önceden kestirmişti.

 

"Anne yapma! Dedemin hediyesiydi o! ANNE!" Diye bağırsa da demgüzar dinlemiyor, inatla koşuyordu.

Kömürlüğün önünde ki balta ve kütüğün yanında durduğunda, tahta arabayı, kütüğün tam ortasına koydu.

Aytekin çamura bata çıka geldiğinde, her tarafı çamur ve gözyaşı olmuş, sırılsıklam saçları ve elbiseleriyle annesinin hemen önünde durdu.

 

"DEDENİN HEDİYESİYDİ ÖYLE Mİ?!" Bağırarak sorduğunda, Aytekin seslice ağlıyordu. Demgüzar, Aytekin'in gözlerinin içine bakarak baltayı kaldırdı ve tahta arabanın üstüne sertçe vurdu. Araba ortadan ikiye ayrılmamış, baltayla birleşmişti.

"AL SANA HEDİYE!" Dedi üst üste darbeler indirdi arabaya.

 

"AL SANA ARABA!" Dediğinde son darbeyi de indirmişti. Araba ortadan ikiye ayrıldığında bir parçası kütüğün üstünde diğer parçası kenara savrulmuştu. Nefes nefese baltayı kenara attığında, "AL ŞİMDİ BU ARABAYLA OYNA! YA DA GİT BABANA BENİ ŞİKAYET ET!" Bir adım Aytekin'e yaklaştı. Gözyaşları ve yağmurla karışmış yanaklarıyla, sırılsıklam olmuş bedenine nefretle baktı.

 

İşaret parmağıyla minik göğsüne baskı uygulayıp, yüzüne doğru eğildi.

Nefret dolu bir sesle, "Bana bir daha anne deme. Senin annen falan değilim.

Sadece seni doğurdum. Ve bunu asla unutma... sadece doğurmakla anne olunmuyor..." Dedi kısık sesle.

Aytekin hâlâ ağlarken demgüzar çamura bata çıka, sırılsıklam bir şekilde ahşap kulübeye doğru sinirle yürüdü. Aytekin öylece peşinden bakarken, bakışları tekrar tahtadan arabasına döndü.

 

Kütüğe doğru gidip, bir parçasını, yerden de diğer parçasını alıp, birbirine bağlamaya çalıştı.

Birkaç yerinin parçası yoktu ama hâlâ arabaya benziyordu.

Elinin tersiyle gözyaşını silip eve doğru yürüdü.

 

Tahta kapıyı aralayıp, içeri girdiğinde ayağında ki minik ayakkabısını çıkardı. Çamurlu çoraplarını da çıkarıp avucuna sakladı. Demgüzar görürse kızar diye...

 

İçeri ağır adımlarla yürürken, üst kata tahta merdivenleri hızla koşarak çıktı.

Minik yatağının olduğu odasına girdi.

Babasının, bir yeri yaralanınca yapıştırsın diye verdiği araba desenli yara bantlarını aldı. Yatağının hemen yanına oturup arabasını bir araya getirdi, açtığı yara bantlarını arabasına bir bir yapıştırdı.

 

Arabasının iki parçası birbirini tutunca, acı bir tebessümle arabasına baktı. "Eskisinden daha güzel oldu."

Dedi kendi kendine.

Arabasını alıp, yatağına yattı.

Üstüne yorganını çekip, arabasını göğsüne bastırdı. Gözyaşları akıp yastığa düşerken, duvara baktı.

"Ben sana ne yaptım anne?" Burnunu çeke çeke konuştu. "Kötü bir çocuk değilim ki ben..." Dedi ardından.

 

Bazen annelerin çocuklarını sevmemesi için kötü olmaları gerekmez. Bazen anneler sebepsizce de bahane aramadan nefret eder evlatlarından.

Demgüzar, Aytekin'i hiçbir sevmemişti. Sevmemesi için bahane de aramamıştı.

Tıpkı her çocuk doğuranın anne olmadığı gibi...

Ama Aytekin annesini sebepsizce, bahane olmadan da seviyordu.

Ona söylediği hakaretlere, kötü sözlere, davranışlarına, nefretine, kalpsizliğine rağmen seviyordu annesini...

 

Öyle değil mi, her anne çocuğunu sever diye. Ama öyle değildi. Dünya denen yerde hayat vardı, sadece nefes alabilmek için. Dünya denen yerde sevgi yoktu. Nefret vardı. Ve her çocuk annesi veya babası onu sevmiyor diye, sözde hayat olan dünyada ölüme gidiyordu. Aytekin bu çocuklardan sadece biriydi. Minik kalbi, annesinin haset dolu kalbini sevmeye devam ediyordu.

 

Belki daha kaç gece yastığa döktüğü yaşlarla uyuya kaldı...

Kim bilir kaç gece o yastık, Aytekin'in gözyaşlarını sindirdi içine...

Kalbi tahta arabasından farksızdı.

Annesi onun kalbini de aynen böyle, bir balta ile o kütükte tahta arabanın sonu misali parçalamıştı.

 

Tek fark arabası iki parçaya, kalbi ise binbir parçaya ayrılmıştı...

 

Üstünden saatler geçtiğinde, gözlerini açtı. Yatağında gerindiğinde pencereden dağların ardında batmak üzere olan güneşe baktı. Çok uyuduğunun farkındaydı.

Pencereyi açıp uçurumun kenarında derin bir nefes çekti içine.

Bir uçurumun kenarında ağaçların arasında minik bir kulübeye benzer bir evde oturuyorlardı.

 

Ve Aytekin her sabah daha kimse uyanmadan uçurumun kenarında oturur, gün doğumunu izlerdi.

Güneş doğunca tekrar yatağına girer uyurdu. Seviyordu evini...

Arabasını alıp odadan çıktı.

Aşağı indiğinde, evin sessizliği dikkatinden kaçmamıştı.

 

"Anne!" Diye seslendi. Ama kimse yoktu. Aşağı indiğinde her tarafa baktı. Ama annesi hiçbir yerde yoktu. Kapının açıldığını duyunca, kapıya koştu. İçeri gelen babasıydı.

 

"Baba?"

"Oğlum. Nasılsın paşam?"

Diye sordu sevecen bir tavırla.

"İyiyim." Dedi Aytekin. Rasim ayakkabılarını çıkarıp, Aytekin'in yanına geldiğinde saçlarından öptü.

"Annen nerde?" Diye sorduğunda, Aytekin omuzlarını bilmiyorum dercesine hareket ettirdi.

 

"Bilmiyorum. Ben odamda uyumuştum. Uyandığımda annem yoktu." Rasim'in bakışları garipseyerek baktığında, demgüzar'ın bu saatte nereye gidebileceğini tahmin etmeye çalışıyordu.

Solana geçtiklerinde, Rasim sobaya baktı. Doluydu ama yakılmamıştı.

 

Cebinden çıkardığı çakmakla, sobayı tutuşturmaya çalıştı.

"Üşüyor musun?" Diye sordu.

Aytekin eski ve yıpranmış koltukta otururken başını iki yana olumsuz anlamda salladı.

 

Rasim sobayı yakma işini halledip Aytekin'in yanına oturdu.

"Ee nasıl geçti günün?" Diye sorduğunda, içinde kötü bir his vardı. Ama Aytekin'e belli etmemek için başka şeyler konuşmaya başlamıştı.

"Çok güzel geçti. Arabamı yeniden şekillendirdim." Dediğinde, yara bandıyla bezenmiş arabasını babasına gösterdi.

 

Rasim garip gözlerle baktı arabaya...

"Araban... Ne oldu ona da böyle yara bandı ile sarmışsın?" Diye sorduğunda, Aytekin ne diyeceğini bilemedi. Yalan söylemeyi pek beceremezdi.

"Oynarken kırıldı. Bende senin bana verdiğin yara bantları ile sardım. Bak eskisinden daha güzel oldu." Dedi mutlu bir sesle.

 

"Çok güzel olmuş." Dedi. Rasim...

 

Kapı sesi geldiğinde, Aytekin anlamış olmalı ki demgüzar geldi.

Rasim'in de tahmini o yöndeydi.

"Annem geldi." Dediğinde kapıya doğru koştu...

 

Birden çarptığı bedenle hayır, bedenlerle yere düştü. Sadece annesi gelmemişti. Bir adam vardı yanında...

Boylu poslu, üstüne giydiği özel kabanı, gözüne taktığı gözlüğü ve çamurdan kaybolmuş şık ayakkabıları ile kapının pervazında dikiliyorlardı.

 

Aytekin'i yerden kaldırıp demgüzar'a şaşkınlıkla bakan Rasim, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

"Anne, bu adam kim?" Diye soran Aytekin'e baktı demgüzar.

 

Nefretle...

 

"Tanıştırayım, sevgilim Cevahir..."

Dediğinde Rasim'in kalbinde hissettiği Ağrı bütün vücudunu ele geçirirken, Aytekin annesinin ne dediğini henüz anlayamamıştı. Adamın elini tutuyordu sıkı sıkı...

 

Rasim'in elini hiç böyle sıkı sıkıya tutmuş muydu?

 

"Baba, annemin yanında ki adam kim?" Diye soran Aytekin, babasının kolunu çekiştirip duruyordu.

Rasim demgüzar'ın gözlerinin içine bakarak söylediği sözü, kalbinde hazmetmeye çalışıyordu...

 

Hazmedemiyordu...

Öyle ağır birşey söylemişti ki değil kalbine, sırtına hançer yemiş gibiydi.

 

"Ben," dedi sert bir sesle demgüzar.

"Senin annen değilim!" dedi ardından.

 

"YETER! BAĞIRMA OĞLUMA! O ELİNİ TUTTUĞUN HER KİMSE, AL VE DEFOL GİT EVİMDEN!" Rasim'in sesi gür ve sert çıkmıştı. Aytekin korkuyla babasının arkasına saklandı.

 

"Gideceğim, gideceğim ama önce senden şunu imzalamanı isteyeceğim. Sevgili eski kocam..." Dediğinde, savurduğu kağıt, ayaklarının dibine düştü rasim'in...

 

Rasim'in tahmin ettiği şeydi.

 

Boşanma dilekçesi...

 

"Boşanma kağıdını imzala, istediğin kadar paraya sahip ol. Ha ama eğer yok boşanmayacağım diyorsan," dediğinde, züppe görünümlü adam...

Elinde ki çantayı Rasim'in ayaklarının dibine attı. Rasim ve Aytekin'in bakışları çantaya çevrildi.

 

"Çantada 1 milyon dolar var. Ve onlara sahip olman, sadece bir imzana bakar." Dediğinde, Rasim'in gözleri Aytekin'e döndü.

Gözyaşları ile ıslanmış yanağına dokundu hafifçe.

 

Gözleri tekrardan demgüzar'ı bulduğunda, hâlâ adamın elini tutuyordu. Gözlerini kaçırmıyordu, utanmıyordu, yaptığı şeyden yüzü kızarmıyordu. Sadece bakıyordu ve bekliyordu...

 

Onun için bir kurtuluş olan o kağıdı imzalamasını bekliyordu Rasim'in...

"Baba anneme söyle o adamın elini bıraksın. Senin elini tutsun. Benim elimi tutsun. Bizim yanımıza gelsin...

Bu adam gitsin baba." Diye ağlayan Aytekin'in yakarışları boşunaydı.

 

Adamın bakışları, Aytekin'e acımasız bir şekilde bakarken, demgüzar Aytekin'in sözlerini duyduğu an sesli nefes alışverişleri içinde sabır çekti...

Rasim sinirle yerde ki boşanma dilekçesini alıp hızla duvarın kenarında bulunan eski komodinden bir kalem çıkardı.

 

Boşanma kağıdını hızla imzalayıp, çantaya yöneldi. Kağıdı ve çantayı aldığında, demgüzar ve Cevahir denen adamın kolundan tutup sertçe dış kapıya sürükledi. Aytekin elinde tahta arabası ile babasının peşinden koşarken, Rasim çoktan demgüzar ve sevgisini kapı dışarı etmişti.

 

Elindeki boşanma dilekçesi ve para dolu çantayı önlerine attığında,

"PARANIZ DA PULUNUZDA SİZİN OLSUN! DEFOLUN GİDİN EVİMDEN!"

 

Demgüzar, "Rasim, bak bu para senin hayatını kurtaracak. Al..." Dediğinde, Rasim'i düşünmüş gibi sergilediği davranışları rasim'in sadece gülmesine sebep olmuştu.

 

Eğer beni düşünseydin, şuan o adamın değil benim elimi tutardın... Diye geçirdi içinden.

"SEN ARTIK BENİM HİÇBİR ŞEYİM BİLE DEĞİLSİN! BANA BENİ DÜŞÜNÜYORMUŞ AYAKLARINI YUTTURAMAZSIN! AL O ELİNİ TUTTUĞUN İTİ DE DEFOL GİT! NE HALİN VARSA GÖR! BUNDAN SONRA NE ÖLÜN ÖLÜME NE DİRİN DİRİME!"

bağıra bağıra isyan edercesine konuşurken, Aytekin gözyaşları içinde ağlıyordu.

 

Ve söylediği tek şey;

"Baba annem gitmesin. Annem gitmesin lütfen." Buydu.

 

Rasim demgüzar'ın suratına bir daha açmamak üzere kapattığı kapısının dibine çöktü. Biriciği, demgüzar'ı ona ihanetin en ağırını etmişti.

Oğlunun gözlerinin önünde sevgilisinin elini tutup, önüne bir çanta dolusu para karşılığında ondan boşanmasını istemişti.

 

Ve onun en çokta zoruna giden şey;

İçinde en ufak acıma duygusunun kalmadığıydı.

 

"Baba! Birşey yap. Annem gitmesin! Nolur gitmesin..." Diye ağlayan Aytekin'e baktı Rasim...

Onu hiç sevmeyen annesinin arkasından ağlıyordu. Ve bu rasim için dünyada ki en zor şeydi...

 

Asla elde edemeyeceği birşeyi isteyen küçük bir çocuğun gözyaşlarını izlemek...

 

O günden sonra artık o evin, dört duvarının arasında, hiç anılmayacak olan bir isim unutuldu.

Taa ki bir gün hem televizyona hem de gazetelere çıkan Demgüzar ERKURAN'nın, "Çok şeyimi feda ettim Cevahir için. Ama eşim Cevahir'e feda olsun. Bundan sonraki hayatımda eşime ve aileme layık biri olacağıma ve

Yeni ailemle olan hayatıma mutluluk geleceğine inanıyorum. Hepinize bir sürprizimiz var..." Dediğinde aslında onlar için sürpriz ama bazı hayatları yıkan bir deprem olmuştu...

 

Cevahir'in elini tuttuğunda, "Erkuran Ailesine yeni torun geliyor. Hem de kız." Dediğinde kaç kaynar su dökülerek yakmıştı iki başı...

 

"Yeni bebeğimizin ailemize ve ikimize şans ve uğur getireceğine inanıyoruz. Umarım sağ salim doğar." Dediğinde Cevahir'in gözlerine aşkla bakıyordu.

 

Rasim'in gözlerine hiç bakmış mıydı öyle?

Aytekin'e hamileyken hiç böyle mutlu olmuş muydu?

 

Olmamıştı...

Demgüzar bencil bir kadındı. Ve aile denen şeyin ne olduğunu daha bilmezken, ona asla aile olamayacak bir adama ailem demişti. Oysa ona aile olabilecek tek adamı aylar evvel terketmişti...

 

O günden sonra Aytekin babasıyla büyüdü. O büyüdükçe Rasim'in yarası kabuk bağladı. Ama Aytekin için annesi hep açık ve kanayan bir yara olarak kaldı. Onun bedeninde ve kalbinde oluşan yaralar hiçbir zaman kabuk bağlamadı.

 

Ne zaman işe yaradı, ne de merhemler...

Zaten sürekli kanayan bir yara nasıl kabuk bağlasın ki...

 

Bu hikaye, yarası annesi olanların hikayesi... Kiminin unutmamak için deştiği, kiminin ise hatırlamaya bile korktuğu için deşemediği yarası...

 

Bu hikaye yaralı bir askerin hikâyesi... Adı Aytekin olan...

 

-GÜNÜMÜZ-

 

Keskin kapkara gözlerini dikmiş, dağın başına bakıyordu. Elinde ağır ama ona hafif gelen tüfeğinin dürbünüyle kayalıkların arasını kontrol ediyor, mağaranın girişine odaklanıyordu.

Terör örgütünün kampı olan bu mağaranın içine binlerce tünel ve sığınak kazanmıştı.

 

Timiyle beraber görevlendirilmişti.

Mağaranın içinde kim var kim yok yakalamak ve herhangi bir suikastın planlamasını engellemekti.

Örgütün başı olan Hubeyb'in yeni planları suikast yoluyla gerçekleştirmekti.

Örgütüne destek veren daha birçok mafya, diplomat, iş adamı vardı.

 

Hepsinin tek isteği vardı; Türkiye'yi yok etmek ve kendi devletlerini kurmak.

Ama bilmiyorlardı, Türk'ün aslanı pençesiyle o planları yerle bir edeceğini.

 

"Amına koyduğumun itleri, öyle bir yer seçmişler ki benim bile aklıma gelmezdi." Kulaklıktan gelen ses Teoman'a aitti.

Teoman timin en pervasızıydı.

Tek derdi düşkünü olduğu rahatıydı.

 

"Haklısınız komutanım. Belki kaç defa önünden geçtik buranın, ama yok öyle yağma. Eninde sonunda elimize düşeceklerdi." Yaman'dı.

Yaman timin en küçüğüydü. Timin çaylağı sayılırdı.

 

"Saat 3 yönü temiz komutanım." Ses cengiz'e aitti. Timin en büyüğüydü. Herkes ona saygıda kusur etmezdi. Nasihatleri ve özlü sözleri ile timin Müslüm babasıydı.

"Saat 9 yönü de temiz komutanım." Çakır...

Timin en olgunu ve sakin adamıydı.

Sakinliğinden asla ödün vermezdi.

 

"Bozkuş, girişi kontrol et." Teoman'ın sözüyle kulaklıkta beliren çınlama birçoğunun kulağını çınlatırken, Aytekin'de hiçbir değişiklik yoktu. En son gittiği görevde kulağının dibinden geçen kurşunla kulağının çınlamaları oluşmuştu. Birde çınlama yaratan şeyler üstüne gelince birşey hissetmiyordu.

 

"Komutanım ses verin, valla bazen o kalleş itlerin eline düştünüz mü diye endişe ediyorum." Sancar'ın Aytekin'e olan düşkünlüğü timin alay konusu olmuştu. Nedeni her ne ise ona karşı kanı başka akıyordu. Defalarca söylemişliği de vardı. Abim gibisin diye...

 

"Temli, aklından geçen o şeyi unut. Komutanım onların eline düşmez. Komutanım onların eline düşse bile vay onların haline." Kulaklıktan gelen gülme sesleri, Aytekin'de hiçbir şey ifade etmiyordu.

 

"Temli, unutma; aslan çakalın eline düşse bile, yemeğini almak içindir." Tekir'in özlü sözleri yine kulaklarda duyulduğunda, tim anlamıştı.

Tekir'in Sakarya bağrından kopma dilinde ağır abide sözleri olduğu.

"Komutanım," dedi cengiz.

 

"Herhangi bir hareketlilik yok. İçerdekiler her nerdeyse mağaranın dışına adım atmıyorlar. Bizim girmemiz lazım." Kulaklıktan gelen sen sustuğunda, Aytekin düşünmeye başladı. Mağaranın dışında hareketlilik yoktu. İçerde kaç adam var, bilinmiyordu.

 

Ya tünellerindeler ya da mağaranın girişini kullanmıyorlar.

"Dadalı, Avcı. Siz ikiniz mağaranın arka kısmına göz atın. Herhangi bir çıkış ya da yerde bir tünel belirtisi var mı bir bakın." Aytekin'in sert ve otoriter çıkmış sesiyle, tekir ve yaman yavaş yavaş yerlerinden eğik bir pozisyonda çıktılar.

 

"Emredersiniz komutanım." Dediklerinde ağır ağır kayalıkların arkasından mağaraya doğru yürüdüler. Aytekin silahının dürbünüyle etrafı izlerken, şahin'den gelen sesle dürbünü saat 3 yönüne çevrildi.

 

"Komutanım, saat 3 yönünde sıçanımız deliğinden sıçmak için çıkmış." Dediğinde dürbünün ucunda gördüğü adam arkası dönük çişini yaparken, "Nereden girip çıktığına dikkatlice bak bozkuş." Aytekin'in emri üzerine, "Emredersiniz komutanım." Diyip sniperına daha çok sarıldı. Dikkatlice adamı izlerken, gördüğü münasebetsiz şeyle midesi kalktı.

 

"Ulan dua et, lazımsın yoksa ben seni çavuşunla o toprağa gömerdim." Bir gözü kısık adama odaklanan şahin'in söylediklerine gülen Teoman,

"Şahin'im sakin ol. Sen de o da bize lazım."

 

"Komutanım mağaranın arkasında yerde, demir bir kapak var su yeşili giriş çıkışlar oradan olabilir." Aytekin keskin bakışlarını mağaradan ayırmadan, düşünmeye başladı.

"Bayramoğlu, patlayıcıları hazırla." Dediğinde çakır'a söylediği itham soyismi oluyordu. Timde herkes birbirine soyismi ile hitap ediyordu.

 

"Emredersiniz komutanım." Diyip patlayıcıları büyük bir dikkatle hazırlamaya başladı. Bomba imha uzmanıydı aynı zamanda çakır.

Bu yüzdendi bu kadar rahat ve sakin olması... İşi gereği rahatlık üst seviye olmalıydı onun için.

 

Aytekin'in aklında dönen tilkiler, yine onların belası olacaktı. Mağaranın ön girişi ve kapağın olduğu yere patlayıcı yerleştirip her iki türlü giriş ve çıkışlarını kısıtlayacaklardı.

"Hazır komutanım." Dediğinde Aytekin yerinden kalkıp kayalıkların arasından bütün heybetiyle çakır'ın yanına doğru gitmeye başladı.

 

Yanına vardığında,maskenin altında açıkta kalmış çekik ve kara gözlerini patlayıcılara dikti. "Bunları hem mağaranın ön girişine, hemde arka tarafta bulunan kapağa yerleştir."

Çakır emirlere uyarak, "Anlaşıldı komutanım!" Diyip patlayıcıları aldı ve kayalıkların arasından mağaraya doğru yavaş ve emin adımlarla ilerledi.

 

Aytekin silahını alıp beklemeye başladı. "Tüm timin dikkatine, mağaraya yakın olma durumunda siper alın." Dediğinde, timin hep bir ağızdan emre uyduğunu belli etmesi

Güvende olduklarını belli ediyordu.

"Komutanım patlayıcılar hazır." Çakır'ın sesi geldiğinde kulaklıktan, Aytekin otoriter bir ses tonuyla,

 

"Dadalı, Avcı. Mağaradan uzaklaşın. Bayramoğlu sen de siper al ve işaretimle patlat."

 

"Emredersiniz komutanım!" Hep bir ağızdan söylediklerinde siper aldıklarını belirttiler.

"Herkes hazır mı?" Diye son kez sordu.

 

"Hazırız komutanım!"

 

"Bayramoğlu, patlat!" Dediğinde, çakır düğmeye bastı. Mağaranın ön girişi ve arka çıkışı olan kapak havaya uçtu.

Girişi toz dumandan görünmüyordu.

"Bozkuş, görüş var mı?" Diye sorduğunda, şahin dürbünüyle kontrol etti.

 

"Olumsuz komutanım." Dedi.

 

Toz bulutu Dağıldığında, tim içerden çıkmalarını bekledi.

Ve tam da tahmin ettikleri gibi, içerden tam 10-14 kişilik bir grup dışarıyı kontrol etmeye çıktılar. Patlamanın ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

"Tim, sessiz bir şekilde sadece biri sağ kalacak şekilde atış serbest!" Dedi seslice. Tim komutu aldığı anda, adamları birer birer indirmeye başladılar.

 

Aytekin silahına davrandığı gibi içlerinden sanki karpuz seçer gibi rastgele bir tane seçip, ayağından ve kolundan vurdu. Adam yere çöktüğünde ayağını ve kolunu tutarak kıvranıyordu.

"Uzun sakallı, yeşil şalvarlı olanı vurmayın!" Dediğinde, tim o adam dışında bütün adamları indirdi.

Ortalık leş dolunca Aytekin son kez dürbün ile kontrol etti.

 

"Tim, koruma ateşi." Dediğinde ağır ağır yerinden kalkıp bütün heybeti ile kayalıklardan aşağı indi. Keskin kara gözleri yaralı bıraktığı adamdaydı.

Ona doğru yavaş ve temkinli adımlarla vardığında, adamı tek eliyle yakasından tuttuğu gibi peşinden sürükleyip kayalıkların dibine sürükledi.

 

Adam ayağını ve kolunu tutarken, birde sürüklenmenin şokunu yaşıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, Aytekin, maskeli yüzüyle adama sinirle yaklaştı. Adam acıyla kıvranırken, yakasından hızla tuttu.

"Sana sadece bir soru soracağım ve bu soru senin belki de son şansın o yüzden iyice düşün ve öyle cevap ver." Dedi hırlarcasına. Adam korkuyla bakarken keskin gözlere, Aytekin sözüne devam etti.

 

"İçerde kaç adam var ve kaç tünelden oluşuyor?" Sorduğu soruya karşılık, adam korkuyla "O-otuza yakın var. Ü-üç tünelden o-oluşuyor." Diye cevap verdi. Aytekin kulaklığa, "Tim, bulunduğum yere gelin." Dediğinde kulaklıkta beliren onay sesleri geldiklerinin işaretiydi.

 

Adama indirdiği sert yumruk bayılmasına değil, ölmesine neden oldu. Tim yakında belirdiğinde, Aytekin'in yanına geldiler.

"Komutanım, öttü mü bülbül?" Diye soran Cengiz'e baktı.

 

"Başka şansı mı vardı?" Dediğinde, yerde kan içinde olan adama baktılar.

"Haklısınız." Dedi tekir...

 

"Ne yapıyoruz komutanım?" Diye soran Teoman'a baktılar.

"Arka tünelin patladığını biliyoruz.

Girişi önden kalabalık yapacağız. Ama arka tünelden sadece 3 kişi giriş yapacak. Dört bir yanlarını sarıp, pusuya düşüreceğiz." Plan buydu.

Time her plan uyardı. Sadece plan olsun yeterdi onlar için.

 

"Dadalı, Bayramoğlu ve şahin. Arka tünel sizde. Keser, avcı, Teoman ve temli; siz benimle geliyorsunuz."

 

"Emredersiniz komutanım!" Dediklerinde gruplar söylenilen yerlere doğru temkinli adımlarla ilerlediler. Aytekin en önde yürürken, arkasından gelen cengiz ve Teoman onu dikkatlice takip ediyordu.

Mağaranın ön girişine vardıklarında, Aytekin durmaları için elini yumruk yaptı. Yumruğu gören tim durdu.

 

İki parmağıyla işaret verdiği cengiz ve Teoman, mağaranın içine ağır adımlarla yürüdü. Geride kalan yaman ve Sancar, Aytekin'den işaret bekledi. Aytekin beklemeleri için işaret verip içeri ağır adımlarla yürüdü. Mağaranın içi normal mağaraydı. İçinde herhangi bir yaşam belirtisi yoktu. Bu da onları zeki gösteriyordu. Habeyb adamlarını güçlü veya kuvvetli seçmez, zeki ve akıllı olanını seçerdi.

 

Oyunlara bayılır, asla kaybetmezdi.

"Temli, avcı gelin." Dediğinde kulaklığına doğru, Yaman ve Sancar gelen komutla içeri girdiler. Etrafı iyice kolaçan ettikten sonra mağarayı incelemeye başladılar. Gizli giriş bir yerde olmalıydı.

 

Aytekin dikkatli ve odaklı gözlerle mağarayı incelerken, gözüne çarpan minik bir çarpı işareti onu kendine çekmeyi başarmıştı. Çarpının olduğu yer yerde, üstü tozla kaplı bir yerdi.

Eğilip, parmaklarıyla çarpının olduğu yeri okşadı. Eldivenli elleriyle üstündeki tozu sikkelediğinde açığa çıkan bir tahta parçası farketti.

Ayağıyla diğer tozu da sikkeledi ve ortaya çıkan şey gizli geçidin kapısıydı.

 

"Komutanım bir iz bulabildi-" Cengiz'in sözü yarıda kesildiğinde gördüğü gizli geçit sorduğu sorunun cevabı olmuştu.

"Helal olsun komutanım. Vallaha da bulmuş." Teoman överken, Aytekin tekrardan ayağa kalktı. Ve tahtanın parçasına savurduğu tekme ile tahta içe çöktü. Ses çıkarmış olabilirdi. Ama bu hiç sorun değildi.

 

Tim silahlarına davranıp, tüneli dikkatle izlediler. Aytekin silahını beline takıp, "Sessizce giriyoruz." Dedi ve tünele ilk o girdi. Arkasından cengiz ve Teoman ve en sonda Yaman ve Sancar girdi. Uzunlamasına bir tünelde arka arkaya dikkatli ve sessizce yürüdüler.

 

Aytekin tünelin ucunda durduğunda time durması için yumruk yaptığı elini havaya kaldırdı. Kafasını yavaşça çıkarıp kimsenin olup olmadığına baktı.

 

İki adam bir kapının önünde bekliyordu. Ve hemen ilerisinde iki adam daha. Tünelde iki oda vardı. Ve dört adam buradaysa geri kalanı o iki oda da olmalıydı. Aytekin tabancasını çıkarıp, susturucu taktı.

Time baktığında kafasıyla onay verdi. Biraz bekleyip, birden çıktığında, önde ki iki adamı tekte indirmişti. Teoman hemen arkasında Belirdiğinde, arkadaki iki adamı da o vurmuştu. Susturucu sayesinde ses çıkmamıştı.

 

Bu da odadakilerin duymadığını gösteriyordu. "Komutanım, odalara nasıl gireceğiz?" Kısık sesle konuşan teoman'a baktı, Aytekin.

"Bilmiyorum." Dediğinde bile aklında birşey vardı. Planı riskliydi.

Ama başka çaresi de yoktu.

"Ses çıkarıp pusuya yatacağız." Dediğinde, Teoman'nın dudakları yana doğru kıvrıldı.

 

"Komutanım varya en sevdiğim şey.

Peyniri kapana koy, fareyi bekle."

Söyledikleri Yaman ve Sancar'ın gülmesine sebep olmuştu.

"İki oda var. Yaman, Sancar..."

 

"Emredin komutanım!" Dediklerinde, Aytekin aklındaki planı anlattı.

"Siz ikiniz diğer kapının girişinde pusuya yatın. Keser, bozkuş, siz de benimle burda kalın."

"Anlaşıldı komutanım." Yaman ve Sancar kapının diğer tarafına temkinli adımlarla gidince, Teoman ve cengiz yerlerini aldılar. Aytekin tabancanın susturucusunu çıkarıp, time baktı.

 

Başını sakladığında, hepsi hazır olduklarını belirttiler, başlarını sallayarak. Aytekin yere serilen adamların leşlerinin birine sıktığında, hemen yerini alıp pusuya yattı.

Beklemeye başladıkları anda, odalardan ikişer adam çıktı.

 

"Nolmuş burda?" Dedi içlerinden biri.

"Siz ikiniz diğer tarafa bakın. Sen de benimle gel." Dedi yanındakine.

Yanına aldığı adamla Aytekin'lerin olduğu tarafa doğru gelirken, diğer ikisi Yaman ve Sancar'ın olduğu tarafa gitmişlerdi. Adamlar yavaş yavaş yaklaşırken, arka taraftan Yaman ve Sancar adamaları halletmişti.

 

Aytekin'lerin olduğu tarafa gelen iki adam sesin geldiği yöne baktıklarında, arkaları Aytekin'e dönüktü. Bunu fırsat bilerek, Cengiz'e işaret verdi Aytekin. Hızlı adımlarla çıkıp adamların birinin boynunu kırarken, diğerini cebinden çıkardığı bıçakla öldürdü.

Bu sefer oldukça sessiz bir şekilde öldürmüşlerdi.

 

"Komutanım içerde az adam olduğunu gördüm. Bize yakın olan odada..." Kulaklıktan gelen ses, Aytekin'in düşünmesine sebep oldu.

Kara ve keskin gözleri yere serdikleri leşlere bakarken, aklına bu sefer daha iyi bir plan gelmişti. "Yerden bir leş alın. Ve odanın kapısına doğru gidin. Kapıyı açtığınız anda leşi içeri atın ve adamları öldürün. Dikkatli olun." Dediğinde, Sancar "Emredersiniz komutanım." Dediğinde yerden leşi alıp, hiç zorlanmadan taşıdı.

 

Odanın kapısını çaldığında, kapıyı açan teröristin üstüne atıp silahına davrandı. Arkasından gelen Yaman ona destek çıktığında, Aytekin; Cengiz ve Teoman'a işaret verip diğer odaya yöneldi. Kapıya attığı tekmeyle içerdeki adamlardan birine ateş etti.

İçerdekiler silahlarına davranmaya başladıkları an, Aytekin duvarın dibine sindi.

 

"Türk askeri bunlar! Ne yapacağız şimdi?!" Diye bağırdı içlerinden biri.

"Ben size ne yapacağınızı söyleyeyim!" Diye bağırdı Teoman.

"Öleceksiniz!" Cengiz ve Teoman'da hemen duvarın diğer tarafına sinmişti. Kurşunlar havada uçuşurken Yaman ve Sancar diğer odayı hallediyordu.

 

"Eninde sonunda öleceksiniz! Ya usulca silahlarınızı bırakın, ya da ölün!" Diye bağıran Cengiz'e karşılık içlerinden biri, "Biz asla teslim olmayız! Hele ki Türk askerine!" Dediğinde, Aytekin'in siniri hat safhaya çıkmıştı.

"Sikeyim sizi de." Sessizce mırıldandığı küfüre karşılık Teoman gülmüştü.

 

Aytekin'in Sabrı tükenmişti. Bu lanet teröristlere artık tahammülü kalmamıştı. Silahına davranıp keskin gözleri ile duvara baktı ve aklında ki şeyi yapmaya karar verdi. Silahının şarjörünü takıp, kurşunu kabzaya itti. Derin bir nefes alıp, odaya daldı.

Hemen sağında olan adamı arkasında olan Teoman öldürmüştü. Solunda olanı ise Cengiz...

Önünde üç adam vardı. Birinin cephanesi bitmiş olmalı hançerine davrandı. Diğer adamlara sıktığı kurşun, birinin alnının ortasını diğerinin kalbini bulmuştu.

 

İki beden de yere serilince üstüne doğru gelen, elinde hançer olan adam Aytekin'e saldıracakken Aytekin silahını beline attı. Sona kalan adam oydu. Ve öldürmemesi gerekiyordu.

Belki habeyb'in yeni planını öğrenebilirlerdi.

 

Adamın hançerli olan koluna sert bir darbe indirdiğinde hançer yere düşmüştü. Adamın suratına yumruğunu savurduğunda yere düştü. Ağzında ki kanı yere tüküren adam, tam hançerin önüne düşmüştü. Hançeri yavaşça eline alıp sessizce bekledi. Aytekin sertçe onu yerden kaldırdığında duvara yaslamıştı. Sinirle verdiği nefes alışverişleri, adamın yüzüne çarpıyor korkunç bir duygu kaplamasına neden oluyordu yüreğinin.

 

Ama korkusunu birazda olsa dindiren şey, ona güven veren şey elindeki hançerdi. Maskenin altından korku salan keskin, kapkara gözler öfkeyle suratına bakarken söze girdi.

"Sana tek bir soru soracağım. Ve sonrasında seni öldüreceğim. O yüzden her iki türlüde şansın yok. En azından ölmeden önce son bir iyilik yap!" Adam kan bulaşmış dudaklarıyla gülerken, başını öne eğdi. Sırıttığında arkada onları izleyen Teoman, Cengiz, Yaman ve Sancar öfkeyle adamı izliyordu.

 

"Aga, ben bunu öldürürüm. Lan orospu çocuğu! Ne gülüyorsun it oğlu it! Sen dua et şu birkaç dakika bile yaşadın. Yoksa sana bu süreyi bile vermezdim!" Teoman'ın öfkeyle çıkan sesi küfürleri peşi peşine dizmesine sebep olmuştu. Bu kadar öfkeye rağmen sadece elindeki hançere güvenen adam, hâlâ gülüyordu.

 

"Siz türk askerleri... Neden hep bir yaşamın bitimi ellerinizde sanırsınız?

Siz de elinizde ki o silaha, o kurşuna güveniyorsunuz..." Dediğinde sesinde alay vardı. Dalga geçer gibi bir tavır takındığı anlaşılıyordu.

 

"Sizin gibi itler şerefsizlik yapıp, masuma kurşun sıkmasa, senin gibi elinde tuttuğu silaha güvenmese bizimde elimiz nasır tutmazdı."

Cengiz'in sözü üzerine adamın gözleri ona dönmüştü.

 

"Bizde olmasak sizin geçim kaynağınız ne olacak? Çok merak ettim." Dedi. Aytekin'in burnundan soluması, onun sonu olduğunun habercisiydi.

Ya susardı, ya da ölürdü...

Elini adamın boğazına sertçe geçirdiğinde, nefes almakta zorlanmıştı.

 

"LAN BİZ PARA İÇİN Mİ YAPIYORUZ?!

HA! SİZ BİZİ SİZİN GİBİ ŞEREFİNİ ÜÇ KURUŞA SATAN ADAMLAR MI SANDINIZ?! SİZİN GİBİ İTLER ÜLKEME BAYRAĞIMA TEŞEBBÜS EDECEK, BEN OTURUP İZLEYECEM Mİ SANDINIZ?! NE SANDINIZ LAN! NE!

BEN SİZİN GİBİ BİNLERCE İT GÖRDÜM; KEMİK İÇİN CANINI ORTAYA KOYAN. SONRA DA SAHİBİNİN BOKUNU YİYEN...

DUA ET SENİ PARÇALARA AYIRMADIM. DUA ET SENİ SADECE BİR KURŞUNLA ÖLDÜRECEĞİM. YOKSA BENİM BİLE AKLIMA GELMEYEN İŞKENCELER VAR VE İNAN BEN BİLE KENDİMDEN KORKUYORUM!" Sesi öfkeyle çıkmış, odayı doldurmuştu.

 

Sesin olduğu yöne gelen, Tekir, Şahin ve Çakır; Aytekin'in yine delirdiğini görünce sanki çok normalmiş gibi izlemeye başladılar. Bu hayatta belkide binlerce filmden daha iyiydi, Aytekin'in öfkesini izlemek onlar için...

 

Adamın boğazını serbest bıraktığında, nefes nefese yere serilmişti. Öksürürken, Aytekin sakinleşmeye çalışıyordu. Adam fırsat bilip elinde ki hançere davranıp Aytekin'e saldıracakken, Teoman'ın

"KOMUTANIM DİKKAT EDİN!" diye bağırması ile Aytekin adama doğru dönmüştü. Ama hançer çoktan Aytekin daha önce yaralanmış olan koluna denk gelmişti.

 

Aheste'nin sırf saçlarından bir tutam kesti diye koluna sapladığı makasın yarası daha tam iyileşmiş değildi.

Üstüne hançer de gelince yara daha da derinleşmişti. Adamın elinden aldığı hançeri yere atıp, yüzüne sert bir yumruk geçirmişti. Tabancasını çıkarıp alnının ortasına sıktığı kurşunla adamın kanı arka duvara bulaşmıştı. Bedeni yere serilirken, Aytekin koluna baktı.

 

"İyi misiniz komutanım?" Diye soran şahin'e baktı. "İyiyim." Dedi sadece.

"İt oğlu it! Şerefsiz." Diyen Teoman'ın nefret dolu gözleri adamı izliyordu.

Bulundukları odada herhangi birşey yoktu.

 

Odada sadece bir masa, birkaç sandalye ve tüplü bir televizyon vardı. "Komutanım, diğer odada önemli şeyler bulduk." Çakır'ın sözü üzerine Aytekin diğer odaya yöneldi.

Tim de peşinden gitmişti.

 

"Çok fena bu sefer. Kolu daha önce yaralıydı. Bir kez daha yara aldı. Canımıza okuyacak. İdmanda..." Tekir'in endişe dolu sesiyle, tedirgin olduğu belliydi. Aytekin bir işi Yolunda gitmeyince idman da o sinirini timin canına okuyarak atardı.

Tim bugün de nasibini alacaktı...

 

Diğer odaya geldiklerinde, içerde birkaç eski bilgisayar ve üstü işaretlenmiş büyük bir haritada vardı.

Bilgisayarda birkaç kod vardı.

"Tekir..." Diye seslendiğinde, Tekir bir adım öne çıkıp, "Buyrun komutanım." Demişti. "Şuna bir bak." Diye bilgisayarı işaret ettiğinde, Tekir bilgisayarın başına oturup, incelemeye başladı.

 

Onun dikkatini çeken harita olmuştu.

Haritanın üstünde işaretlenmiş yere dikkatlice baktı. Oraya doğru kırmızı kalemle bir yol izlenmişti. Cebinden çıkardığı telefonla fotoğraflarını çekmişti. Harita da kastedilen yer tanıdıktı.

 

Lice bayırlı köyü...

 

Planlarında yine Lice bayırlı mı vardı?

Diye düşünürken, Cengiz hemen yanında belirmişti. "Burası Lice bayırlı." Demişti. Hiçbir tepki vermemişti Aytekin. "Dikkat edersen yuvarlağın kapsadığı bir yer daha var..." Dediğinde Aytekin dikkatlice yuvarlağın kapsadığı alana baktı.

Bayırlı'nın yakınlarındaki köyleri kendi kampları yapmayı planlıyorlardı.

 

"Şerefsizler köylere saldıracaklar." Demişti. "Sadece Bayırlı'nın üssü var. Ve yeterli sayıda köylere yetecek destek birimleri yok. Eğer planladıkları şeyi harekete geçirirlerse hangi birine gideceğimizi bilmiyorum." Cengiz'in karamsar sesinde ışık yoktu. Örgüt köylere yapacakları saldırlarla belki yüzlerce masumu katledip, kendi kampları yapacaklar. O zamana kadar çok geç olabilir...

 

"İlk hedefleri Bayırlı olabilir. Üssü ele geçirip, sonra diğer köyleri kampları yapabilirler. Yani onlara engel olacak şeyleri önce ortadan kaldırırlar." Aytekin'in aklı bu planların hainliğine küfür ederken, dili susuyordu.

 

Sol göğsünden çıkardığı telsizle Erdem Albay'a bağlandı.

"Karakum!" Diye bir ses geldiğinde telsizden, "Komutanım mağaradayız. Üslerini ele geçirdik. Odaların birinde iki bilgisayar var. Ve bir harita... Üstünde belli bölgeler işaretlenmiş, planları o işaretlenen yerlere yönelik olabilir." Erdem'in sıkıntılı çıkan sesi birşeyleri tahmin ettiğinin göstergesiydi. "Haritayı getirin. Bilgisayarları inceleyin, ben bulunduğunuz koordinatlara helikopter gönderiyorum." Demişti.

 

"Emredersiniz komutanım!" Demişti Aytekin. Telsizi tekrar cebine yerleştirildiğinde Tekir'in incelediği bilgisayara doğru gitti. "Birşey buldun mu?" Diye sorduğunda, Tekir incelemeye devam ediyordu.

 

"Birşeyler gözüme garip geldi. Mesela Bayırlı'nın ve çevresindeki köylerin yer koordinatları var burda. Fakat koordinatları açınca bambaşka bir yer açılıyor."

 

"Bizimle oyun oynuyor olabilirler mi?" Diye sordu şahin.

"Bilemeyiz. Ama ben koordinatların kopyasını aldım. Üste incelemeye alırım."

 

"Tamam o zaman hadi gidiyoruz." Dediğinde tünelin çıkışına varmak üzere çıktılar odadan. Hızlı adımlarla çıkarlarken, "Çakır..." Dedi Aytekin.

"Buyrun komutanım."

 

"Başka gizli geçit veya herhangi bir iz yok dimi?" Diye sorduğunda, Çakır başını iki yana olumsuz anlamda salladı. "Yok komutanım. Heryeri inceledik."

"Patlayıcıları yerleştirdiniz mi?"

 

"Yerleştirdik komutanım." Dediğinde Aytekin susmuştu. Mağaranın çıkışına ulaştıkları anda uzaktan, karanlık gökyüzünün tepesinde beliren helikopter onlar için geliyordu.

Kayalıklara doğru yürüyüp beklemeye başladılar. Helikopter gitgite yaklaşırken, Aytekin'in gözü hilal şeklini almış Ay'a takıldı. Yıldızların arasında en parlak olan oydu.

Ve ona baktıkça içini kaplayan huzur bambaşkaydı.

 

Hilal'e bakmayı kesemedi. İçini kaplayan o his; ciğerlerini barut kokusundan arındırmış, güven veren bir kokuyla doldurmuştu. Bir koku genzinde hapsolmuş, ona uykudan başka birşey istetmiyordu.

 

Sadece uyumak...

Ve bir daha uyanmamak...

 

Helikopter geldiğinde, yere iniş yaptı. Çıkardığı toz, duman gözleri açtırmıyordu. Tim teker teker helikoptere binerken, Aytekin'in telsizi çalmıştı...

 

"Karakum..."

"Emredin komutanım." Demişti.

 

"Bu gece üsse gelmiyorsunuz. Pilota verdiğim koordinattaki köye gidip bu gecelik güvenlik için nöbet tutuyorsunuz. Köyün sakinleri tedirgin. Herhangi bir saldırı sonucu hazır olun."

 

"Emredersiniz komutanım." Dediğinde, "Hadi Allah yardımcınız olsun."

 

"Sağolun komutanım." Telsizi cebine yerleştirdiğinde helikoptere geçti.

Helikopter yavaş yavaş yükselirken, Çakır, düğmeye bastı. Mağara havaya uçtuğunda, Teoman kahkahalara boğuldu. "Bayılıyorum böyle patlayan şeylere. Kurban olduğum ne de güzel yanıyor..." Timdekiler onun bu haline alışık olduğu için sadece gülüp geçmişlerdi.

 

"Beyler bu gece nöbetteyiz. Erdem komutanın söylediği köyde terör tehlikesi var. Bu gecelik bir nöbet tutmamız lazım."

 

"Şerefsiz itler. Heryere göz koymuşlar." Cengiz'in sitemi yine teröristlereydi. Türkiye gibi bir ülkeye saldırmak onlar için aslında zordur. Onlara destek çıkanlar olmasa teşebbüs bile etmezlerdi. Ama onların politikaları çok farklı. Tek istekleri Türkiye'yi ele geçirmek. Ve korkulu rüyaları olan Türk askeri bu isteklerinin yerine gelmesine asla izin vermiyorlardı.

 

"Koysunlar amına koyayım! Gözlerini çıkarmayan namert olsun." Teoman'ın küfür dolu sözleri siniri doğrultusunda çıkmıştı.

"Komutanım kolunuz iyi mi?" Tekir'in sorusu üzerine Aytekin koluna baktı.

Kanıyordu...

 

Cebinden çıkardığı askeri bandanayı koluna bağladı. Teoman'da yardımcı olurken, bandana kanamasını birazda olsa durdururdu. Gidecekleri köyde doktor bulabilirse iyi olurdu. Yoksa kanama kötü sonuçlar doğurabilirdi.

"Yeni gelen öğretmen... Aheste.

Erdem komutanın kızı çıktı. Hâlbuki ben bir kızının olduğunu bilmiyordum." Teoman'ın bahsettiği kişiyle Aytekin bakışlarını yere dikti.

 

"Kim biliyordu ki. Kız şeylerin gelini olacakmış... Neydi soyadları..." Diye düşünen Yaman'a odaklandı herkes.

Aytekin de dahil...

 

"Ha! Erkuranlar. O aileye gelin gidecekmiş." Aytekin'in duyduğu soyad beynine giden kanın durmasını sağlamıştı. Annesinin onları bu soyad için terkettiği aklına geldikçe nefreti ve içinde tuttuğu öfke yeniden dışa çıkıyordu.

Aheste denen öğretmenin onlara gelin gittiğini öğrenmesi onu şaşırtmıştı.

Hangi oğluna gelin gideceğine bağlı.

 

"En küçük torun Çınar'ın nişanlısıymış. Hatta köye de gelmiş ilk gün ve daha sonraki gün. Yanında amcası ve annesini de getirmiş."

 

Annesi...

Aslında hiç annesi olmamış olan annesi. Bahsettiği kişi demgüzar'dı.

Ve köye gelmişti.

Aytekin'in siniri hat safhaya ulaşmıştı. Çocukluğunu elinden alan kadın ayağına kadar gelmişti. Kader denen şeyin oyunları ve tesadüfleri aklın ötesindeydi artık.

Ve Aytekin bu oyunları bozmak için hiç birşey yapmıyordu. Çünkü kader denen kavrama inanma yetisini kaybetmişti. Kaderini; vatan için yaşamak ve yine vatan için ölmek bellemiş yıllarca böyle yaşamıştı.

 

Bir askerin kaderi bellidir... Sonu eninde sonunda ölüm olan her kader gibi onunda ölümdü. Ama ölüm onun peşinden geliyordu. Diğerleri gibi kapısını çalmasını beklemiyordu.

Ve ölüme başgösterip direnmek onların kaderiydi.

 

"Onun gibi bir kızın o aileye gelin gideceği aklımın ucundan bile geçmedi. Hem Erdem komutanım nasıl izin vermiş?" Diye soran Sancar'a karşılık Cengiz, "Aşkın önünde hiçbir engel duramaz be Sancar'ım. Seviyorsa verecen." Dedi. Çınar gibi adama aşıksa Aheste, ya aklını kaçırmıştır ya da gerçekten seviyordur.

Çünkü Erdem komutan kızını şerefsizin tekine gelin diye vermez...

 

Helikopter köye yaklaşınca, boş araziye inişe geçti. Gecenin zifiri karanlığında köyün sakinliği normaldi. Köy ahalisi yine kapısını penceresini kitlemiş sabah olmasını beklerdi. Tim teker teker helikopterden indiğinde, Aytekin en önde köyü izlemeye başladı. Keskin ve kara gözleri. Maskenin altından heryeri incelerken, köyde herhangi bir anormallik hissetmedi.

 

Tim indiğinde helikopter kalkışa geçti. Ve gittiğinde, tim köye doğru yürümeye başladı. En önde Aytekin vardı. Köyün meydanına geldiklerinde, dikkatini çeken şey bir kamyon olmuştu. İçi malzeme doluydu. Ve köyün meydanında duruyordu. Teröristlerin bir oyunu diye düşündü.

 

"Şu kamyonu kontrol edin. Bu şerefsizlerin oyunu olabilir." Dediğinde tim kanyona doğru yürüdü.

İçi dolu erzak,okul malzemeleri ve birkaç malzeme daha...

Yaman, Çakır,Şahin ve Sancar kamyonun kasasına binip eşyaları teker teker kontrol ederken, Cengiz, Aytekin ve Teoman da kamyonun dışını, bomba ihtimaline karşın kontrol etti.

 

Aytekin'in aklında beliren şey bu kamyonun ona tanıdık gelmesiydi.

Köyde okulun yanındaki kamyon değil miydi bu? Diye düşündü.

Evet öyleydi...

Ama bu köyde ne işi vardı diye düşündü.

 

"Temiz komutanım!" Diye seslendi Sancar. Hemen yanına gelen Cengiz, "Etrafıda temiz." Demişti. Sabah köylülere soracaktı. "Teoman ve Şahin köyün saat 3 yönünde nöbet tutuyorsunuz. Temli ve Dadalı diğer taraf sizin. Avcı ve Bayramoğlu arazi ve meydan sizin. Ben ve Cengiz abi de girişte olacağız."

 

"Emredersiniz komutanım!" Dediklerinde hepsi yerlerine doğru yol aldı. Aytekin ve Cengiz girişe doğru giderlerken köyün zifiri karanlığında yönlerini sadece ayışığıyla bulabiliyorlardı.

İkiside sessizdi.

 

"Anan köye kadar gelmiş." Dedi birden Cengiz. Aytekin'in bakışları Cengiz'i bulunca, söylediği söz onun hoşuna gitmemişti.

"O benim annem değil, Cengiz abi." Dedi. Rütbesi dışında konuşması kişisel konulara gireceğinin göstergesiydi. Cengiz sıkıntılı bir nefes verdiğinde, girişe ulaşmışlardı.

 

Koca bir kayanın üstüne oturdular. Aytekin yerden aldığı dal parçasını, cebinden çıkardığı hilal işlemeli çakıyla soymaya başladı.

"Seni doğuran anadır. Süt veren, koruyup kollayan. Elbet o da sevmiştir seni."

 

"Süt vermedi." Dedi birden.

"Koruyup kollamadı..."

Çekik gözlerini Cengiz'e çevirdi.

"Hiç sevmedi..." Dedi.

 

"Sen öyle hissetmişsindir. O seni, göstermese de sevmiştir elbet."

 

"Ben öyle hissetmedim. O benim yüzüme binlerce kez söyledi. Ve birgün bana "doğurmakla anne olunmuyor." Dedi. Haklıymış...

Sadece doğuran anne olmuyor."

 

"Bak aslanım, Allah'ın insana lütfettiği binlerce şey vardır. Akıl, kalp, sevmek, düşünmek, aşk... Ve daha birçoğu. Her insan bu lütuflara sahiptir. İnsan elbet birgün varır farkına. Ama ben bugüne kadar kalbi olupta sevmeyeni, sevipte kalbi olmayanı görmedim." Dediğinde Aytekin gülmeye başladı. Maskenin altından acı tebessümü belli olmuyordu. Ama gözlerine yansıyordu.

 

"Allah bana lütuf etmemiş demek ki bir kalbi..."

 

"Sol göğsünde taşıdığın organsa kalp denen şeyin karşılığı, yanılmışsın aslanım. Kalp o organ değildir sadece, kalp bütün güzel duyguların başlığıdır. Kalp; merhamettir, sevgidir, vicdandır, masumluktur, cesarettir, yiğitliktir... Allah sana bir kalp lütuf etmiş demek ki..."

 

Aytekin'in yıllar önce yok olmuş kalbine var diyen Cengiz abiye baktı.

O ne derse desin, kendini inandırdığı şeyden vazgeçirmeye niyeti yoktu.

Bir kalbi vardı doğarken, ondan sonrası yok...

 

"Benim için kalp sadece bir organ, Cengiz abi. Allah lütuf etse bile sadece organ diye verir. Her insanın elbet merhameti, cesareti vardır. Bunlar kalbin açıklaması değil. Eğer öyle olsaydı, benim gibi bir adam asker olmazdı. Kalbi olmayan biri, senin diyişinle; merhametin, yiğitliğin ve cesaretin zerresi olmazdı bende. O yüzden insan bildiğini okur, duyduğuna sadece kulak verir, Okumaz... Ben bunca sene böyle bildim, böyle okudum. Bundan sonrada böyle devam edeceğim..."

 

"Ne diyim aslanım..." Diyebildi sadece.

"Ne demiş Mevlânâ; Bu yol yalnızca senin. Başkaları seninle yürüyebilir, fakat hiç kimse senin için yürümez... Yol senin yolun. Senin yanında yürüyen de senin için yürüyende olacak. Senin bu dünyada bir aşkın kalmış içinde ukde... Elbet o da bulur birgün seni."

 

Aytekin'in bu söze de gülmesi üzerine, Cengiz'in bakışları onu buldu.

"Biz aşktan geçtik, Cengiz abi.

Bizi anamız sevmemiş, elin kızı mı sevecek?" Bu sefer gülen Cengiz olmuştu.

 

"Gün gelir, o elin kızı olmuş senin gönlünün mimarı. Hani diyorsun ya bir kalbim yok diye... İşte senin kalbini inşa edecek, o elin kızı..."

 

Aytekin sadece gülmüştü buna.

Böyle birşeyin olmayacağına adı gibi emindi. Ve bundan sonra da değişeceğini hiç sanmıyordu.

Onun için birşey nasılsa öyle kalırdı.

Ne zamanın değiştirmesini beklerdi, ne de kendisi değiştirmeye kalkışırdı. Bir ömür boyu öyle kalırdı...

 

______________________________________

 

Yeni bölüm nasıldı???

Aytekin'in hayatını yazarken zorlanmak...

Loading...
0%