Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7.NOTA🎵

@nazo_65

"yüreği kendisine benzeyenden, vazgeçemiyor insan..."

 

*Ruhi Su

 

 

"Şehit öğretmen Şenay Aybüke Yalçın'ın anısına..."

 

ANKARA/ETİMESGUT

 

Yıllardır bildiği ve izinden gittiği tek şey atalarının koyduğu kanunlar ve kurallara uymaktı.

Hiçbir gücü olmasa bile o kurallar ve kanunlar onun için paradan ve zenginlikten daha önemliydi.

Gururunu babasından almıştı.

O öyle düşünüyordu.

 

Ama şuan tek derdi ve onun için herşeyden önemli olan tek şey para ve şöhretti. Baba parasıyla geldiği konum, onu şahlandırmış, kibrine kibir katmıştı. Küçümseme duygusu onda artık bir huy olarak kalmıştı.

Kendini herşeyden ve herkesten üstün tutan Cevahir Erkuran...

 

Yine giydiği şık takım elbisesi ve parlak siyah ayakkabıları ile aynada kendini kontrol ediyor, aynı zamanda karısı Demgüzar ile konuşmaya çalışıyordu. Yakasına taktığı şifon fuların içine hapsolmuş yeşil ve kahverengi renkleri, takım elbisesiyle uymluydu. Altın saati dikkat çekiyordu.

 

"O kızın ailemize zarar vereceğini biliyorsun dimi Cevahir?" Sesinde yine sitem vardı. Sitemi ise yine Aheste'yeydi. Sadece Cevahir'le evlenip aileye sadece basit bir gelin olarak gelmişken, herkesten daha çok endişe etmesi dikkat çekiyordu.

 

"Hiçbir şey yapamaz..." Dedi sakin ve gayet rahat bir sesle. Onun için hiçbir sorun yaratmıyordu. Tek korkusu oğluna vereceği zarardı. Aslında Demgüzar haklı olabilirdi.

Aheste, Çınar'ın duyguları sayesinde bu aileye büyük bir zarar verebilirdi. Çünkü Çınar için Aheste; artık bir zaaftan daha öteydi.

 

"Sadece... Oğluma zarar vermesinden korkuyorum." Demgüzar ayaklanıp, Cevahir'in hemen önünde durduğunda, yakasını düzeltmeye başladı. Yüzü hemen yüzünün hizasındayken, yakayı düzeltip gözlerini Cevahir'e dikti.

"Sadece ona mı? Bize de... O kızın dikbaşlılığı bize çok kötü zararlar verecektir."

 

"Sen... Onun o dik başını eğmesini öğreteceksin ona. O kız bu eve gelin gelse bile senin elinde bu aileye layık bir gelin olmayı öğrenecek..." Demgüzar için bu çocuk oyuncağıydı. Çınar'ın abisi Sergen'in karısını da aynen böyle dize getirmişti. Aheste onun için kolay lokmaydı.

 

Ya da öyle gözüküyordu...

 

"Orası kolayda... Çınar sıkıntı. İzin verir mi karısına emir vermeme?" O da biliyordu Çınar'ın Aheste'yi asla ezdirmeyeceğini. Ve bu yüzden endişe ediyordu.

"Çınar madem kızı gelin diye alacak, bize de kendimize göre gelin yapmak düşer. Ona bu konu hakkında söz hakkı bile vermeyeceğim. İçin rahat olsun."

 

 

Demgüzar zafer kazanmış edasıyla gülümserken, Cevahir telefonunu da alıp odadan çıkmak üzere kapıya yöneldi.

 

"Babamın doktoru gelecekti. İlgilen..." Diyip kapının kolunu indirdi. Odadan çıkıp, koca salona giriş yapınca, altın işlemeli merdivenin korkuluklarına dokuna dokuna aşağı indi. Kapının önünde bekleyen ve elinde paltosunu tutan hizmetli kadın, düz bir ifadeyle Cevahir'i bekledi.

 

"Baba!" Diye bir ses arkadan Cevahir'e seslendiğinde, Cevahir arkasını dönmüş sesin geldiği yöne çevirmişti başını. Gelen, büyük oğlu Sergen'di.

Cevahir ne diyeceğini beklerken,

Oğlu ağır adımlarla yanına vardı.

 

"Şirkete bugün gelemeyeceğim."

Dediğinde, Cevahir'in bakışları garipsemeye başladı.

 

"Neden?" Diye sordu düz bir sesle.

Sergen elleri cebinde, sesli bir nefes alıp verdiğinde söze girdi.

"Tülay'ı doktora götürmem gerek. Bebeğin kontrol günü." Hamileydi karısı. Bir oğulları olacaktı.

 

"Git. Ama hemen sonra gel. Toplantı olacak. Orda olmanı istiyorum." Dediğinde sesi emir verircesine çıkmıştı. Çocuklarına karşı hep bir emir kipi kullanırdı. Bütün çocuklarına aynı ölçüde...

 

"Tamam. Geç kalmam..." Cevahir omzuna attığı paltosunu ucundan tutup, hizmetlinin kapıyı açmasını bekledi. Kadın kapıyı açınca, Cevahir ağır adımlarla dışarı çıktı. Yalının koca bahçesinde, kendine ait Mercedes marka arabanın önünde, elinde bir sigarayla kuzeni Metehan'la konuşup gülen Çınar vardı.

Keyfi yine yerinde olsa gerek, gülüyordu... Elinde ki sigara bitince, izmaritini yere atıp ayağıyla ezdi.

 

Babasının geldiğini görünce, Metehan'la olan aylaklıkları son bulmuştu. "Oo Cevahir amca! Yine yakıyorsun." Metehan'ın alaycı tavrına karşı, hiçbir tepki vermeyen Cevahir; direkt Çınar'a bakmıştı.

"Nereye gidiyoruz?" Diye sormuştu Çınar, elleri cebinde.

 

"Şirketten önce bir yere uğrayıp ondan sonra şirkete geçeceğiz." Metehan nereye gideceklerini merak etmişti. Ama sormaya çekiniyordu.

"Cevahir amcacım, yabancı mıyız burda?" Diye sorunca, Cevahir ters bakışlarını sergilemişti Metehan'a.

 

"Meto, sonra konuşuruz." Diyip arabasına binmişti Çınar. Cevahir de hemen önünde bulunan özel aracına binip, yalıdan çıkış yapmıştılar.

Cevahir önde, Çınar arkada onları takip ederken, sonunda geldikleri yer koca bir plazaydı.

Arabaları plazanın önünde durunca, önden inen korumalar Cevahir'in kapısını açmıştı. Çınar kendisi inip babasının hemen yanında yerini almıştı.

 

Kenarlarda korumaları ile plazaya giriş yaparlarken, kendisini karşılayan ve Erol Elbüken'in menajeri olduğunu söyleyen süslü bir kadın onları kapıda karşıladı. Cevahir kadına sadece samimiyetsiz bir tebessüm ederek yoluna devam etmişti. Çınar aynı şekilde yine giydiği gri takım elbisesi ve içine asla giymekten vazgeçmediği yeleği ile babasının hemen sağında yürüyordu.

 

Asansörden indikten sonra plazanın 21. Katında olan koridorun en sonunda bulunan odaya doğru yürümüşlerdi. Kapıyı açtığında masanın etrafında toplanmış ve yine koyu ve karanlık muhabbetlerine dalmış olan adamları gördü.

 

"Ooo, Cevahir hoşgeldin. İşlerinden kafanı kaldıracağını sanmıyordum. Yanılttın beni..." Konuşan kişi masanın hemen sol tarafında oturan ve simsiyah takımlar içinde beyaz ve siyah karışık sakalları olan Harun'a baktı. Yine her zamanki yerine kurulmuş, tesbihini sallıyordu.

 

"Cevahir için bu masadan daha önemli şeyler mi var?" Dedi biri daha. Bu kişi Harun'un hemen yanında oturan Erol'du. At yelesi gibi saçlarını yine parlak ve düz bir şekilde taramış, klasik takım elbisesiyle yerinde oturmuştu.

 

Cevahir ağır adımlarla masanın başına yürürken, Çınar hemen arkasından yürüyordu. Masanın başına geçip oturduğunda, Çınar hemen başında, ayakta durdu.

Erman denen adamın bakışları Çınar'ın üstündeydi. Siyah saten gömleği ve altın zincir kolyesiyle yine dikkat çekiyordu.

 

"Cihanşah Bey'in durumu nasıl?" Ses Fuat'a aitti. Adana şivesi ile yine sesi ayrı bir şekilde çıkıyordu.

"İyi. Tedavisi devam ediyor. Nefes darlığı ve kalp sıkışıklığı gün geçtikçe artıyor."

 

"Ne diyeyim. Geçmiş olsun..." Fuat'ın içten olmayan ve bir o kadarda sahte dilekleri, Cevahir'i de pek inandırmamıştı kendine.

"Sağolasın Fuat." Diyip geçiştirmişti Cevahir. Çinar sessizdi. Ve pür dikkat masadakileri dinliyor, mimiklerinden ne düşündüklerini anlamaya çalışıyordu.

 

"Gelininiz... Yeni iş yeri hayırlı olsun. Habeyb'in bölgesine düşmüş." Erman'ın alaycı sesi, Çınar'ın dikkatini çekmişti. Cevahir Çınar'a göz ucuyla bakıp, Erman'a geri dönmüştü. "Maalesef ki öyle. Çok yardımsever olduğu için kendileri, yakında paraya bozulacağını bile bile hâlâ o işe devam ediyor." Bu sefer Cevahir'in sesi alaycı çıkmıştı.

 

"İtibarınızı zedeleyeceğini biliyor olmalısın herhalde... Yaptığı iş ve gereği sizin için biraz itibar meselesi." Harun'un sesi imalı çıkmış, Cevahir'in dikkatinden kaçmamıştı.

 

"Aslında yaptığı iş için bir sıkıntı yok. Öğretmenlik hiçbir itibar zedelemez. Özel kolejlerimizde eğitim verebilir.

Ama işte Çınar'ın isteği o kızın ne istediği..." Çınar'a ima ile konuşurken,

"Sanırım çınar da istemiyor nişanlısının o köyde çalışmasına?" Erman'ın diğerlerine göre gayet büyük bir sakinlikle söylediği cümle Çınar'ın bakışlarını üstüne çekmişti.

 

Erman diğerlerine nazaran daha genç ve bakımlıydı. Hemen hemen Çınar'la aynı yaşta sayılırlardı. Ve Aheste ile ilgili olan bu konuyla fazla ilgilenmesi Çınar'ın dikkatinden kaçmamıştı.

"Erman..." Dedi sakin ama bir o kadarda sinirli bir sesle...

 

"Benim ve nişanlım ile aramda olan bu mesele seni niye bu kadar ilgilendiriyor?" Sorusu Erman'ın sadece küstah bir şekilde gülmesine sebep olmuştu. Çınar'ın siniri iki katına çıkınca gözlerini usulca yumup seslice nefes alıp verdi.

 

"Bir nevi dostum sayılırsın Çınar... Yardımcı olmak isterim. Ondan bu ilgi alakam. Yoksa yanlış anlama, senin namusun benim yengem bacımdır." Sesinde ciddiyetsizlik barındıran Erman, kendini hiçte Çınar'a inandıramamıştı. "Neymiş o yardımın?" Cevahir'in dikkatini çeken tek şey bu olmuştu, bütün cümlelerin arasında...

 

Erman sırıtarak, "Gözünü korkutarak... Göz dağı vererek. Habeyb'in bölgesine düşmüş tayini. Bundan daha iyi fırsat olabilir mi?" Cevahir'in hoşuna giden bu plan belki gelin diye alacakları Aheste'nin o köyden dönüp tekrar işine burda devam etmesini sağlayabilirdi.

 

Çınar sinirle, "KES SESİNİ! BENİM NİŞANLIM HAKKINDA Kİ KARARLARI SEN VERMİYORSUN! VE HABEYB GİBİ BİR ADAMIN BENİM NİŞANLIMA GÖZ KOYMAYACAĞI NE MALUM?!" sesi gür ve sert çıkmıştı.

 

"Sakin ol Çınar. Habeyb'in tek derdi Türkler'den intikam almak. Senin nişanlına göz koyacak vakti yoktur. Hem adam ne yapsın senin nişanlına..." Erol'un rahatlığı üzerine, çınar esip gürlemeye devam etti.

"Ha vakti olsa, göz koyar yani!..."

 

"Benim senin nişanlın hakkında hiçbir karar verdiğim yok Çınar. Sadece yardımcı olmaya çalışıyorum.

Hem habeyb'e direkt kızı esir al demeyeceğiz. Zaten o köy ve çevresi ile ilgili birkaç planı var. Biraz daha öne almasını isteyeceğiz."

 

Erman'ın planı Cevahir'in aklına yatsa da, Çınar biraz tedirgindi. Habeyb gibi sağı solu belli olmayan bir teröristin Aheste'ye zarar vermesinden korkuyordu. Cevahir Çınar'a baktığında, "Herşey onun buraya geri dönmesi için... O yüzden güven bana herşey kontrolüm altında olacak." Çınar da çok istiyordu onun yanına dönmesine. İkna olmuşa benzer bir hali vardı.

 

Sonunda verdiği karar, sinirlerinin bozulmasına sebep oldu. "EĞER ONUN KILINA ZARAR GELSİN, BU MASAYI DA ANKARA'YI DA BAŞINIZA YIKARIM! DUYDUNUZ MU BENİ!" Erman rahat bir tavırla güldüğünde,

"Emin ol, ona hiçbir zarar gelmeyecek." Dedi.

 

"Evet beyler, asıl konumuza dönelim." Dediğinde Cevahir, masadakiler yerlerinde dikleşti. "Örgüt için yurtdışından tahsil ettiğimiz silahlar geldi. Bu silahların içinde bulunan bombalar ile suikast yapmayı tercih etti habeyb. Ben onay verdim, fakat sizde tık göremedim. O yüzden o silahlarda sizin de payınız olduğu için sizin de izninizi almak istedim. Ne diyorsunuz?"

 

Sorduğu soru karşısında, harun ikna olmuşa benziyordu. "Habeyb ne yapacağını bilir. Ben izin veriyorum." Diyip sustu.

 

"Bu silahların hepsi örgüte gitmeyecek dimi baba?" Çınar'ın sorusu üzerine Cevahir ona doğru döndü. "Tabi ki de hayır... Dediğim gibi o silahlarda bizim payımız var. Hakkımız olanı alıp gerisini örgüte vereceğiz." Demişti.

 

Örgüte verdikleri destek, para, silah, ev, sahte evrak ve daha birçoğu... Bu masanın belki de kuruluş amacı buydu. Masanın başı ve kurucusu olan Cihanşah; hastalığı nedeniyle masayla artık eskisi kadar ilgilenememiş, geçici bir süreliğine oğlu Cevahir'i koymuştu başına.

Aklında, bütün mal ve servetini Çınar'a devrettikten sonra onu masanın başına da geçirmek vardı.

 

"Eee o zaman bizim de kararımız belli... Dimi beyler?" Ellerini iki yana açmış, heyecanla diğerlerine sorarken Erman, "Bizde örgüte güveniyor, Türkler'den bizim de intikamımızı almasını istiyoruz. O zaman tam destek. Kabul ediyorum..." Diyip susmuştu. "Erman haklı. O zaman örgüte kolay gelsin." Dedi Fuat.

 

Herkes Erol'a bakarken, usulca başını salladı. "Kararım sizinle aynı." Dedi.

"Eee o zaman hayırlı olsun yeni suikastımız..." Sesi neşeyle çıkmış, bir o kadarda şeytani hisler barındırıyordu Cevahir'in yüreği.

 

"Cevahir... Masanın başına kim geçecek? Yani babanın durumu kötü diyorsun. Elbet o öldükten sonra birileri bu masanın başına geçecek..." Sorduğu soruya Cevahir'in cevap vermesine izin vermeyerek böldü Çınar.

 

"Ne yapacaksın Fuat abi?" Sesinde ima saklıydı. Birşeyler öğrenmek ister gibi konuşmuştu.

"Bende bu masanın bir üyesiyim ve Cihanşah Bey'in koyduğu kurallarda üyelerden herhangi biri masanın başı olabilir demişti. Hakkımı arıyorum yani." Diğerlerine dönerek,

 

"Siz niye susuyorsunuz?" Diye sormuştu seslice. Cevahir arkasına yaslanıp, rahat bir tavırla Fuat'a bakarken, "Olabilir demiş. Olacak dememiş." Dedi.

 

"BAK CEVAHİR SIRF ONUN OĞLUSUN DİYE BU RAHATLIĞIN ARTIK BANA BATIYOR! BU MASAYA ÜYEYSEM KURALLARIN GEREKTİĞİ HAKLAR DA BENİM HAKKIM! BUNU BABANA İLET LÜTFEN! YOKSA BEN KENDİM BİZZAT İLETMEK ZORUNDA KALACAĞIM!" Sesinde ki itiraz ve sitem duyguları yerini tehdide bırakmış, gözlerinde; sinirin en hat safhasında olduğu belli oluyordu. Cevahir yine rahatlığından şaşmamış, boş bakan gözlerle Fuat' ı süzmüştü.

 

"Madem kurallara bu kadar hakimsin, o zaman o kurallarda itirazın ve isyanın sonunu da biliyorsundur... Ha Fuat?" Bu Fuat'ı geri püskürtmeye yetmişti. Cihanşah'ın bir masa kurup, her bir sandalyesine birer adam koyup onların paraları ve destekleri sayesinde yardımda bulunduğu örgüt ve daha birçoğu için koyduğu kendinden bozmaca kurallar ile onları ölümle tehtid etmişti.

 

Ve yine o kurallardan biriydi, bu kuralın sonu... "Şimdi oturabilirsin. yoksa o sandalyeye canlı değil, leşin otururdu." Dediğinde Fuat'ı susturmaya yetmişti bu tehtidleri.

"Yarın öbür gün yurtdışına, çıkacağım. Ruslarla yapacağımız anlaşma sonucu hem masaya hem de örgüte destek vereceklerini söylediler. Yani yalnız değiliz. Arkamızda koca bir devlet var." Dediğinde, masanın yüzü gülmüştü.

 

Türkler'e karşı ellerinde ki kozlar gün geçtikçe artıyordu. Ve en son olarak ise arkalarına aldıkları koca Rus devleti...

 

"Harun... Senden istediğim yetim, ailesi olmayan ve yetimhanede kalan çocuklar hazır mı?"

 

"Hazır. Yarın örgütün kampına doğru yola çıkacaklar." Dediğinde, bahsettiği aslında o çocukları örgüte verip, ilerde onlara çalışacak ve onların intikam duygusuyla dolup taşacak olan birer örgüt üyesi olarak yetiştirmekti. Daha küçük yaşta olmaları onların, akıllarını daha kolay çelmelerini sağlayacaktı. Birkaç nefret ve iğrenç söylemle onları Türkler'e karşı muazzam bir intikam duygusuyla doldurup, üstlerine salacaktı.

 

Habeyb işte bütün bunların başı...

Herşeyin planını ve düzenini kuran o terör örgütünün elebaşı oydu.

 

"Harika... Eee o zaman bu gece bir kutlama yemeği yeriz dimi beyler?" Erman'ın keyifle çıkan sesine ve sorusuna karşılık, "Sen zaten herşeyi kutla şerefsiz it." Demişti oldukça kısık bir sesle Çınar...

"Birşey mi dedin Çınar?"

 

"Kutlayın kutlayın tabi. Kutlama iyidir..." Diyip geçiştirdi Çınar.

Erman başını salladı sadece ve sustu.

Cevahir ayaklandığında, masadakiler de beraberinde ayaklanmıştı.

"Hadi o zaman... Bir daha ki toplantıya kadar görüşmek dileğiyle beyler..." Demişti Cevahir. Masadan ayrılıp, kapıya doğru yöneldi. Çınar da hemen arkasından yürürken, asansöre doğru yol almışlardı.

 

Asansöre geçtiklerinde, yol boyunca içinde tuttuğu tedirginliği kusmuştu Çınar.

 

"Baba... O Erman itinin lafına güven olmaz. Bak habeyb zaten başlı başına bir deli. Aheste'ye zarar verir." Cevahir asansör kapısına kitlenmiş, hiçbir tepki vermiyordu. Çınar hararetli hararetli anlatırken, babasının bu rahatlığı onu endişelendiriyordu.

 

"Sen ne ara bu kadar korkak oldun çınar?" Sorusu Çınar'ı şaşırtırken, Çınar'ın alıp verdiği sesli nefesler sinirli olduğunun kanıtıydı.

"Ben korkak değilim! Sadece sevdiğim kadın için endişe ediyorum! Tabi sen anlamazsın..." Dediğinde, sonunda Cevahir'in dikkatini çekmişti cümleleri...

 

"Neyi anlamaz mışım?" Diye sorunca, Çınar aslında gayet açık konuştuğunu sanmıştı. "Sevmeyi... Sevdiğin kadın için endişe etmeyi. Onun zarar görmesinden korkmayı. Hiçbir şeyden korkmazken, ona gelebilecek en ufak bir zarardan korkmayı. Sen bunların hiçbirini anlamazsın baba... Anlayamazsın. Çünkü sen sevdiğin kadını çoktan o zararların ortasına koydun. Senin sevdiğin kadın can çekişiyor ve sen onu başka bir kadınla evlenerek o yatağa hapis ettin. İşte sen bu yüzden anlamazsın beni!

Hoş, bende burda boşuna çırpınıyorum. Beni asla anlamayacak bir adama derdimi anlatmaya çalışarak..."

 

"Sana bunu asla öğretemeyeceğim galiba..." Dedi başı öne eğikken,

"Bu hayatta asla yemem diyeceğin kazığı, sevdiğin kadın sana atar. Ve sen sadece yediğin kazıkla kalırsın...

Beni anlamanı beklemiyorum. Çünkü sen çoktan aklın yerine kalbini seçmişsin. Ben kalbini seçen bir korkaktan, beni anlamasını beklemiyorum..." Asansörün kapısı açıldığında, Cevahir ağır adımlarla asansörden indi. Çınar arkasından öylece bakarken, söylediği sözler aklına ısıtılmış bir demir parçası ile kazındı.

 

Ve aklına kazınmış olan bu sözler bir daha çıkmayacaktı. Belki zamanı gelince hatırlardı. Ama o zaman hiçbir zaman gelmeyecekti. Çünkü o adı gibi emindi; Aheste'nin ona asla kazık atmayacağını...

 

🎶

 

"Rabe keça min, sibe ye." Kulağımın dibinde, sesli bir şekilde bağıran kadın yabancı değildi. Ama ne dediğini de anlamıyordum. Sanırım Kürtçe konuşuyordu. Ve ben Kürtçe anlayamıyordum.

 

Gözlerimi usulca açtığımda, kendimi lojmanda değilde, yine betondan yapılma, tavanı kalın ve soyulmuş odunlardan olan bir odada buldum.

Ve başımda beni uyandırmaya çalışan ses, Perihan teyzeye aitti.

 

Dün köyde, Çınar'ın getirttiği yardımların olduğu kamyonu açıp eşyaları köye dağıtıp okulla ilgili olanları okula taşımıştık, Azer ile birlikte. Fazladan yardım eşyası kalınca, Azer'in aklına gelen fikirle bu köye gelmiştik.

 

Köyün ulaşım ve iletişim sorunundan dolayı erzak ve eşya sıkıntısı yaşadığını söyledi. Fazla kalan yardımları kamyon ile birlikte köye getirmiştik. Köy biraz uzak olduğu için gece saat 21:00 gibi varmıştık. Vardığımızda da çok yorulduğumuz için köyün ağası, Hüso ağa bizi ağırlamıştı. Hüso Ağa'nın karısı Perihan teyze bizi çok güzel yemekleri ile misafir edip, uyumamız için yardımcı olmuştu.

 

Şirin bir köydü. Fazla büyük değildi. Etrafında, Bayırlı gibi bir asker üssü olmadığı için iletişim ve ulaşım bakımından zorluk çekiyorlardı. Ve Bayırlı'dan daha fazla terör saldırısı gördüğünden köy halkı, gece saatlerinde dışarı çıkmaya korkuyorlardı. Zaten bizim geldiğimizi gördüklerinde bile hepsi topunu tüfeğini bilenip köyün girişini sarmışlardı. Neredeyse bir saat boyunca terörist olmadığımızı, onlar için bir tehlike arz etmediğimizi anlatmaya çalıştık.

 

Çabalarımız boşuna çıkmamış oldu. Hüso Ağa derdimizi anlamış olacak ki bizi köye aldı. Eve geçip olan biteni en başından anlattığımızda bize daha çok güvenmiş, getirdiğimiz yardımlar için minnettar kalmıştı. Bir oğlu ve kızı vardı. Kızı küçüktü. Neredeyse 10 yaşlarında falandı. Oğlu ise ortalıkta görünmüyordu. Sormaya çekindiğim için ağzımı bile açmadım. Azer de merak etse de o da benimkiyle aynı nedenden olmalı sormamıştı.

 

Perihan teyzenin hemen yanında duran küçük kızı, şilan'dı. Bana gülerek bakarken, annesinin ne dediğini anlamadığımı anlamış olacak ki, "Sabah oldu, kalk. Diyor..." Gülerek konuştuğunda, Türkçe bildiğini bilmiyordum. Dün gece geldiğimde biraz çekingen davranıp benimle konuşmamıştı. Şimdi ise Türkçe bildiğini öğrenmiştim. Nereden bildiğini bilmiyordum açıkçası...

 

"Ya, bende başka birşey söyledi sandım. Hem sen neye gülüyorsun öyle?" Diye sorduğumda, hâlâ gülmeye devam ediyordu.

"Saçların... Kıvırcık olmuş." Dediğinde, ellerimle saçlarımın tutamlarına dokundup, gözümün önüne getirdim. Gördüğüm şey yine kıvır kıvır olan tutamlardı.

 

Köye gelirken getirdiğimden çok emin olduğum düzleştiricimi getirmemiş, Bayırlı'da yaptığım banyo sonrası farketmiştim. Saçlarımı son kez düz gördükten sonra o hâline bavulumda göremediğim düzleştiricime şaşkınlıkla bakarken veda etmiştim. Saçlarımı tarayıp kendiliğinden kuruması için açık bırakmıştım. Kuruyunca ise sıkı bir topuz yapıp o kıvır kıvır tutamlarını gizlemeyi başarmıştım. Ama bu köye geldiğimde, yatarken açık bıraktığım saçlarımın bu halini gören ilk kişiler Perihan teyze ve kızı Şilan olmuştu.

 

Yılda birkez gerçekleşen güneş tutulmasından daha zor görülen bu saçlarımı gördükleri için şanslı birer gözlemliyici ilan etmiştim kendi içimde onları...

 

Tokamı telaş içinde ararken, bulamadım. "Tokamı gördün mü?" Diye sorduğumda, saçını gösterdi. Tokamı saçına takmıştı. Ve yakıştığını söyleyebilirdim. "Tokanı taktım. Ama al. Çok güzelmiş tokan..." Dediğinde, tebessüm ederek, "Senin olsun. Hem ben saçlarımı her gün topluyorum, bugün de açık kalsın..." Dediğimde mutlu olmuştu.

 

Perihan teyze yerde ki yatakları toplarken, ben Şilan'la konuşuyordum. "Azer abin uyandı mı?" Başını salladı. Bende yerimden kalkıp yattığım yer yatağını toplarken, Perihan teyze, "Keçe, ne rabe! Rune." Dediğinde sesi oldukça gür çıkmıştı.

"Abla, sana toplama, bırak. Diyor..." Şilan'ın sözü üzerine, aldırış etmeden yatakları toplamaya devam ettim.

 

"Birşey olmaz, ben toplarım..." Dedim.

Yatakların nasıl toplanacağını biliyordum. Şaşırmıştı Perihan teyze.

"Aheste abla..." Demişti Şilan. Ona doğru döndüğümde, elinde tuttuğu küçük, çiçekli klips tokayı bana doğru uzatmıştı.

 

"Bu ne?" Diye sorduğumda bana, "toka işte... Saçının küçük bir kısmını tutar ama gözünün önüne gelmesin bari." Dediğinde küçük tokayı alıp, "Teşekkür ederim..." Dedim tebessümle. Saçımın yanlardan olan tutamlarını alıp arkada birleştirdim. Çiçekli tokayla sabitleyip geri kalan saçı açıkta bıraktım.

 

Küçük bir ayna vardı duvarda asılı... Ondan kendime baktığımda, güzel durduğunu görmüştüm. Gözlerim buklelere kayınca, enerjim sıfıra indi. Bukleler beni mutlu etmiyordu.

"Güzel oldu." Dedim geçiştirerek. Yerde katladığım yatakları alıp üst üste konulan yorgan ve döşekten kulenin üstüne birde ben koyunca daha da yükselmişti.

 

Perihan teyze gelmeden yerde bulduğum örtüyü kulenin etrafına güzelce sardım. İdare eder bir şekil almıştı. Üstümde dünden kalma salaş bir pantolon ve gömlek üstüne giydiğim yelek vardı. Ha birde kıvırcık, bukle bukle saçlarım...

 

Gözümün altında olan bene baktım aynadan. Babam yüzüme güzellik kattığını söylemişti. Bu yüzden seviyordum benimi. Ayaklarımda, Perihan teyzenin verdiği patikler vardı. Beyaz, üstünde küçük küçük çiçekler olan bir patikti. Çok beğenmiştim. İstersem götürebileceğimi söylemişti.

 

Kapıyı açıp, dışarı çıktığımda kapının önünde bulunan terliği giydim. Perihan teyzelerin oturduğu oturma odasına doğru giderken, kapının önünde farkettiğim asker botları dikkatimi çekmişti. Köyde bildiğim kadarıyla bir asker üssü yoktu ve bu askerlerin ne zaman geldiğinden haberim yoktu.

 

Terlikleri çıkarıp içeri girdiğimde, sofra etrafında toplanmış timi gördüm. Hiçte yabancı değillerdi.

 

Kılıç timiydi...

 

Kapının önünde kalmış onları izlerken şaşkınlıkla, bütün hepsinin bakışları bana döndü. En başta oturmuş olan Hüso Ağa ve hemen yanında oturan Azer, kahkaha atıyorlardı. Tim beni görünce şaşırdılar...

 

"Ooo Aheste bacım! Sende mi buradaydın?!" Teoman'ın keyifli çıkan sesi, yine yediklerinden dolayıydı. Sofraya kurulmuş bütün herşeyi hızla yerken beni görmesinin verdiği mutluluk keyfine keyif katmıştı.

"Gel gızım... Hele sofraya gel." Hüso Ağa'nın sofraya daveti üzerine, sofraya doğru ağır adımlar attım.

Hatun teyze gibi kadınlar için ayrı bir sofra kurmamıştı Perihan teyze.

 

Odayı dolduran barut kokusu, genzimi yakmıştı. Yüzleri toz duman içindeydi. Görevden geldikleri belliydi. Gözlerim çekik gözlüyü ararken, sofrada olmadığını görmüştüm. Nerede olduğunu merak etmiştim açıkçası.

Bütün hepsinin üstünde aynı üniforma olduğundan, onun bana sırtı dönük olanlardan biri olduğunu sanmıştım. Ama yanılmışım... Hiçbiri o değildi.

 

Şilan'ın yanında oturan kişi, Tekir'di.

Şilan'la beraber keyifliydi. Yine Teoman'ın ve Çakır'ın arasında olan boşluğa geçip oturdum. "Galiba biz seninle hep sofrada denk düşeceğiz." Dediğimde Teoman'a karşı. Bana gülümseyerek, "Düşelim bacım. Senin gibi paylaşımcı bir bacımla sofrada denk düşmek bana mutluluk verir." Dediğinde gülmüştüm. Yemediğim şeyleri ona vermek, benim için bir nevi kurtuluştu.

 

"Aga, şuradan şekeri uzatsana." Çayını içerken, Yaman'dan şeker istemişti. Elime yakın olduğunu görünce, şekeri ben uzattım ona. Ama şekerde bir gariplik vardı. Bildiğimiz küp şeker değildi. Rengi kahverengiydi, içinde ceviz parçaları vardı.

 

"Bu şeker kaynatılmış şeker bacım. İçinde ceviz vardır. Hele bi çayla iç gök kubbeye varırsın evvel Allah." Teoman ikişer üçer götürürken şekerleri, tadını merak etmiştim. Bir tane alıp ağzıma attım. Tadını beğenmiştim. Ağzıma gelen ceviz parçaları ve şekerin yumuşaklığı çaya gerek kalmadan dağılmıştı ağzımda.

 

Sofrada gördüğüm şey ile şekerin tadından vazgeçip, hastası olduğum şeyi gördüm.

 

Hoşaf...

 

Önüme bir tencere konulsa hepsini bitirirdim. Perihan teyze geldiğinde elinde iki tabak hoşaf vardı.

Birinin benim için olduğunu biliyordum. Sofrada herkesin önünde vardı. Geriye tek bir kişi kalıyordu.

 

O... 

 

Perihan teyze önüme iki tabak hoşafı koyunca, Tekir biraz daha kenara kaydı. Diğerleri de o tarafa doğru kayınca, ben ve Çakır'ın arasında bir boşluk oluşmuştu.

 

Bir dakika bir dakika...

Benim yanıma mı oturacaktı?

Hayır ya... Perihan teyze oturur.

 

"Komutan li kiriye?" ( Komutan nerede?) Diye soran hüso Ağa'ya, "Lij derveye." ( Dışarda.) Diye cevap verdi Perihan teyze. Hüso Ağa'nın soru sorduğunu ses tonundan anlamıştım. Kürtçe konuştuklarını biliyordum sadece. Ve birde Hüso Ağa'nın ağzından dökülen komutan kelimesini anlamıştım.

 

Perihan teyzenin önüme koyduğu bronz rengi kaşıkla, hoşafı içmeye başladım. Hoşafın sadece suyu ve üzümlerini yerim. İçine koyulan kayısı ve kurutulmuş erikleri asla yemem. Yine suyu ve üzümleri yerken, aklımdan bunu tek başımayken yemek istediğimi geçirdim. Sadece 3 dakika da hoşaftan eser kalmazdı.

 

Geriye kalan tek şey birkaç erik ve kayısı olurdu...

Hoşafı sakin ama bir o kadarda hızlı bir şekilde içerken, yediğim üzümlerin tadı, anlık gözlerimin yumulmasına sebep olurken, yanımda hissettiğim beden ve o tanıdık koku ile içtiğim hoşaf boğazımda kaldı.

 

Şiddetli bir öksürük boğazımı yakıp geçerken, buna sebep olan şey; onun tanıdık kokusuydu. Gözlerim yaşla dolarken, Teoman'ın uzattığı suyu içtim. Birazda olsa öksürüğüm dinerken, yaşla dolmuş gözlerim bulanık görüyordu etrafı.

Suyu sofraya geri bırakıp ellerimle gözyaşlarımı sildim. Parmağımın altında hissettiğim şey gözümün altında bulunan bendi.

 

Kirpiklerim gözyaşlarımla ıslanırken,

"Gızım... Eyi misin?" Diye soran Hüso Ağa'ya karşılık çekingen bir sesle,

"İyiyim iyiyim. Birşeyim yok. Hoşaf boğazımda kaldı ondan..." Perihan teyze endişe içinde bana bakarken, iyi olup olmadığımı sorguluyordu bakışlarıyla. Başımı iyiyim anlamında salladım.

 

Gözlerimi asla sol tarafıma çeviremediğim için bana bakıp bakmadığını bilmiyordum. Azer'de aynı şekilde sorgular bakışlarla bakarken, ona da aynı tepkiyi gösterdim.

 

"Helal olsun bacım. Helalı hoş olsun..." Sırtımı sıvazlayarak, beni utandırmaya yetmişti, Teoman'ın bu cümlesi. "Sağol Teoman." Diyip susmuştum. Bedeni; otururken bile benden daha uzun olduğu için ona baksam bile yine aşağıdan bakardım.

Bakmaya asla cesaret edemediğim için böyle birşey asla yaşanmayacaktı.

 

"Kuro qumandar, daxwazên te yên din hene?"(komutan oğlum, bir isteğin var mı?) Perihan teyzenin anlık soru edasıyla çıkmış olan cümlesi yine hiçbir şey anlamamama sebep olmuştu. Sorduğu kişi ise belliydi...

 

Yanımda oturan ve kokusuyla boğulmama sebep olan şahıs...

 

"Na dapîr, ev bes in." (Hayır nenecim, bunlar kafi.) Sesi kalın ama bir o kadarda yumuşak çıkmıştı. Ama beni şaşırtan şey ses tonu değil, Konuştuğu dil idi. Kürtçeyi rahatlıkla dile getirebiliyordu.

Ne dediğini anlamadım yine...

 

Ona bakmaya çekindiğimden, başım düz sofraya bakıyordu. Hoşaf tabağımın hemen yanında bulunan kaşığı alan kolunu gördüm. Koluna taktığı saati neredeyse kafam kadardı. Damarlı elleri büyüktü. Yine 2 saniye olup olmadığını bilmediğim bir şekilde gözlerim hemen sol tarafımda duran çehresine kaydı. Sert bir çehreye sahipti. Hoşafı her yudumlamasında adem elması yukarı çıkıp iniyordu.

 

Yeni kestiği saçları, uzamaya başlamıştı. Kenardan baktığım burnu oldukça düz ve yüzüne yakışır bir şekilde biçimliydi. Bunların hepsine sadece 2 saniye boyunca bakmıştım.

Üniformasının sağ yakasında yazan, Karakum yazısına takıldı gözlerim.

Soyadı buydu. Timde rütbesi en yüksek olan oydu galiba. Kıdemli üsteğmen kaçıncı rütbeydi?

 

Gözlerimi kaçırdım. 2 saniyeden fazla baktığımı sanıyorum. Yoksa o mu bana bakmıyordu?

 

Neden yanıma oturdu?

Neden kokusu hoşafın boğazımda kalmasına sebep oldu?

Niye onu kokusundan tanıyorum?

Girdiği her ortamda onu görmesem bile o olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyorum?

Niye?...

 

Bütün bu hissettiklerim içgüdüsel olamaz... Hayatımda bir kere bile denk gelmediğim bir adamı yabancı olmasına rağmen bu kadar iyi tanıyor gibi hissediyordum. Ve bunun nedenini hiçbir şekilde bilmiyordum.

İşin tuhaf kısmı, neden ondan çekiniyordum?

 

Aha saçlarım...

Bukle bukle saçlarla... Şuan benim çekinmekten yırtındığım adamın yanında bu saçlarla oturuyordum... Cesaretime hayran kalmamak elde değildi.

Eminim ki içinden saçlarımla dalga geçiyordur. Kesin...

 

Off aheste! Kendini unutsaydın da o düzleştiriciyi unutmasaydın...

"Sen benim bir oğlum var dedin, hüso ağa... O oğlun nerede? Geldiğimizden beri ortalıkta yok..." Azer'in sorusu bütün dikkatleri üstüne çekmişti.

Benimde dünden beri merak içinde kıvrandığım o soruyu sormuştu.

 

Hüso Ağa'nın yüzü düşmüştü. Sorulan soru; tatsız bir cevaba vesile olacaktı. Orası kesin...

"Benim oğlan..." Dedi söylemeye çekinir bir tavırla. Perihan teyzeye kaydı gözlerim. Sessizdi...

Birşeyler vardı bu gizemli oğulda...

 

"Teröre karıştı. Onlarla birlik oldu." Dediğinde, timdekilerin söylenen sözle gözleri Hüso Ağa'ya kaymıştı.

Hemen yanımda oturan çekik gözlünün eline baktığımda, bardağı sıktığını gördüm. Teröre karşı siniri ve nefreti açığa çıkmıştı.

Haksız sayılmazdı...

Bir genci anasına babasına karşı gelecek, onu ailesinden ayırıp vatanına milletine hainlik edecek kadar dolduracak kirli bir kalbe sahiptiler.

 

"Ablası var idi. Heja... Kardeşini korumaya çalıştı. Kaç defa vazgeçirmeye çalıştı. Ama nafile, berdo anasına babasına karşı gelmiş, ablasına mı karşı gelemeyecekti.

Ablası onu hain olmaktan korumaya çalıştı. Ama oğlumun aklını çoktan çelmiştiler. Türkler sevmez sizi dediler. Sevseydiler bunca zaman niye gelip, sizi bu sefaletten çekip almadılar dediler. Berdom ailesine düşkündü. İntikam ateşiyle yanıp tutuştu. "Türkler bizim için hiçbir şey yapmaz baba." dedi. İnkar ettim. Odaya kitledim. Dövdüm. Olmadı... Oğlum çoktan olmuştu bir hain...

Ben artık ne edeyim? Bir gün kapımı çaldılar, oğlunun cesedini benim tarlada buldular deyiverdi..."

 

Seslice nefes verdi.

"Üzülmedim... Ağlamadım. Cesedi alın dereye atın, kurda kuşa verin. Dedim. Ben bir haine mezar da yapmam, yurdumun aziz toprağını da kirletmem, dedim. Onun için kim bana oğlun nerede deyi sorunca, oğlum yok benim derim. Benim hiçbir zaman bir oğlum olmadı. Sadece iki kızım. Başka da hiçbir evladım yok. Deyiverdim, hep..." Sustu. Herkes sustu.

 

Perihan teyze gözyaşlarını beyaz yazması ile silerken, anlamıştım onun hâlâ içinde yaşattığı oğlunu. Kocası; korla gömdüğü oğlunu ona da gömdürmeye çalışıyordu. Ama Perihan teyze gömememiş, aksine içinde yaşatmıştı evladını. Evlat nasıl olsa... Hain de olsa kalleş de olsa evlat diyip bağrına basmıştı.

Belliydi...

 

"Sen Türkde olsan Kürt de olsan bu yurt; içinde vatan sevgisi besleyen herkesin yurdu Hüso ağa. Oğlun hain olabilir. Bu senin hain olacağın anlamına gelmiyor. Sen kızını şehit vermişsin. Bu, bu vatana yeter..."

Cengiz abinin cümleleri anlamlı gelmişti. Hüso Ağa'nın sırtını sıvazlarken, "Sağolasın komutan." Demişti Hüso Ağa.

 

Perihan teyze gözyaşlarına bir son verirken, gözlerim Şilan'a kaydı.

Yüzünde hüzün vardı. Abisi için miydi, ablası için mi? Bilemiyordum.

"Ee öğretmen kızım. Sen necisin nerelisin? Öğretmen oğlumla kaynaştık öğrendik ettik. Sen kalıverdin gari." Dediğinde, konunun birden nasıl bana geldiğinin şokundaydım.

 

Bana baktığından yüzde yüz emindim. Şart mıydı illa gelip benim yanıma oturman? Gelde şimdi çöz bu dilin bağını...

 

"Ben hem Azeriyim hemde türk. Doğuma Azerbaycan, büyüme Türkiye samsun." Dediğimde, Şahin'in sesiyle irkildim. "Aa, Aytekin komutanım da Karadenizli. Hemşehri sayılırsınız..." Dediğinde, bir hemşehriliğimiz eksikti o da geldi tam oldu. Dedim içimden.

"Ya, Azerbaycanlısın demek... Anan tarafı mı baba tarafı mı?" Diye sorduğunda, Teoman cevap vermeme bile izin vermeden,

 

"Ana tarafı ağam... Baba tarafı Türk. Babası bizim Albay..." Dedi gururla.

Bana baktığında, tebessümle baktım.

"Babası kim hele?" Diye sorunca, bu sefer benim yerime konuşan kişi yaman'dı. "Erdem albay." Dedi.

Hüso Ağa'nın yüzünde beliren tanıdık geldiğinin belirtisi olan o yüz ifadesi vardı. "Erdem albayın kızınsan?! Heyt seni veren Allah'a kurban!" Dediğinde sesi gür ve neşeli çıkmıştı.

 

"Erdem albay benim canımdır. Onun dostluğu bende ebedîdir." Babamla Çok yakın dost olduklarını öğrenmiştim. "Kızı ise benim kızım sayılır." Dediğinde tebessümle, "Sağolun. Hüso ağa..." Demiştim.

"Ne öğretmenisin kızım?"

 

"Müzik öğretmeni baba." Diyen Şilan olmuştu. Söylerken sesi heyecanla çıkmıştı. Sanki benim yerime o öğretmenmiş gibi. "Ya ya, ne güzel. Er hakkında hayırlısı o zaman kızım."

Başımı salladım sadece.

"Aga birşey diyeyim mi? Şuan yediklerimi hergün yesem, battal gazi gibi iki kılıç sallar yerim bütün bir orduyu." Teoman'ın kendinden emin çıkan sesiyle, bahsettiği şey sofradaki yiyeceklerdi. Hepsi organik olduğundan, haklıydı. Bunları her gün yiyen Herkül bile olurdu.

 

"Komutanım sen niye konuşmuyorsun? Geldiğinden beri dilin iki cümle sökmüyor." Benim de dikkatimden kaçmayan şeyi Hüso Ağa'nın farkedip dile getirmesi, beni şaşırtmıştı. Pek fazla konuşmuyordu. Bazen iki kelime sarfediyor, onu bile sanki tehtidle alıyormuşsun gibi söylüyordu. Bütün dikkatler üstüne çekildiğinde, gayet rahattı.

 

"Ben sözün ya kısası ya da hiç olmayanını severim. Hüso Ağa..." Dediğinde sesinde hiç olmadığı kadar sakinlik ve rahatlık vardı. Bir toplumun içinde en belirgin özelliğine vurgu yapıldığında, bu kadar rahatlık özgüvenin kaçıncı seviyesiydi?

 

"Yanlış anlama da komutan, senin dil maşallah iki harfi yan yana getirmiyor." Demişti.

"Komutanım öyledir... Ya susar hiç konuşmaz. Ya da..."

 

Düşündü Teoman. Ve aklına gelen sözle, "Yine hiç konuşmaz. Komutanımın maşallah ağzı var dili yok." Gözleri Yanımda ki bedene kaydı. Korku ve tedirginlik içeren bakışların nedenini tahmin etmek zor değildi. Söylediği sözlerin bir bedeli olacağını bile bile, söylediği cümle onun cezası olacaktı.

 

Vay Teoman'ın haline...

 

"Teoman... Sus abicim. Yoksa o kellen birazdan ayaklarının dibinde olacak." Cengiz'in sözleri, Teoman'ı iyice korkutmuştu. Ağzına fermuar çekmiş hareketini gösteren Teoman'a ölümcül bakışlar attığını biliyordum.

 

Sofrayı toplamaya başlayan Perihan teyzeye yardım etmeye başladım. Oturduğum yerde tabakları toplarken, onun olduğu tarafa dokunmadım.

"Beyler kalkın. Toplayın sofrayı." Diyen Teoman'a karşı, "Yok, ben hiç askere sofra toplatır mıyım... Öğretmen kızım sende bırakıver. Perihan toplar." Dediğinde, "Yok birşey olmaz." Diyip sofranın taa en ucundaki tabağa yetişmeye çalıştım.

Ne hikmetse elim yetişemedi ve az kalsın sofranın ortasına seriliyordum. Ama beni son anda yeleğimden çeken bir kuvvet tutmuştu. Kim olduğunu bilmiyordum ama tek elle tuttuğunu hissetmiştim.

 

Ya Teoman'dı ya da o...

Teoman değildi. Çünkü hemen yanımdaydı ve iki kolunu görebiliyordum. Oydu... Beni tutan oydu.

Geri geri çekildiğimde, düşmekten kurtulduğum için mutluydum. Ama bir yandan da beni o tuttuğu için utanıyordum.

 

Neden mi? Hiç bilmiyorum. İçimde nedense bu adama karşı bir utanç duygusu vardı. Bakışları, teması, sözleri, hareketi... Ondan utanmama sebep oluyordu.

Yanıma gelince dilim tutuluyor, elim ayağıma dolanıyordu. Ona bakmaya bile çekiniyordum. Bende bıraktığı hasarlar ağırdı...

 

Yeleğimi düzeltip gözlerine bakmadan, "T-teşekkür ederim." Dedim. Hiçbir şey söylemedi. Sadece sustu.

 

Sofrayı güç bela toplayıp, yıkamasına yardım etmiştim Perihan teyzeye.

Tim, Azer ve Hüso Ağa'da içerde oturmuş, koyu bir sohbete dalmışlardı. Bulaşıkları yıkayana kadar Kürtçe kelimelerle konuşan ve bana annesinin sözlerini tercüme eden Şilan ve Perihan teyzeyle konuşmuştuk. Odaya geri döndüğümüzde, tim ayaklanmıştı. Gitmeye hazırlanıyordu.

 

"Aheste bacım, siz gelmiyor musunuz?" Diye soran Cengiz abi'ye baktım. Bu köyde ulaşım sıkıntısı olduğu için gelişimiz kadar kolay olmayacaktı gidişimiz. "Gelicez." Dediğimde, Azer'e baktım. Başını olumlu anlamda salladı.

 

"Tamam o zaman hazırsanız gidelim." Demişti. Kapıya doğru yürüdüm. Gece yattığım odadan çantamı alıp, içine Perihan teyzenin hediye ettiği patikleri koydum. Başka birşeyimi unuttum mu diye bakarken son kez, emin olup çıktım odadan. Duvarın kenarında duran, ayakkabılarımı giydim.

 

İlerden gelen Perihan teyze, elinde bir poşetle geliyordu. Hemen yanında Şilan vardı. Yanıma vardığında, elinde ki paketi bana uzattı. "Di hundurê de du bootên din hene. Min nivîsek jî lê zêde kir. Tirî kompot jî heye. Min dît ku tu tirî û kompot dixwî. Hûn çêdikin û dixwin." Gözlerim yine Şilan'a kayınca, çevirmenlik yapmasını bekledim. "Poşette, iki patik daha var. Bir yazma ve biraz kurutulmuş üzüm de var. Sen hoşaf yerken görmüş, sevdiğin için koymuş." Dediğinde, tebessümle Perihan teyzeye baktım.

 

Elini öpüp, ona sıkıca sarıldım. "Çok sağol teyzem." Dedim. Anlamasada...

Tim ve Azer'de geldiklerinde, Hüso Ağa'ya son birkez teşekkür etti, Azer.

Tim de aynı şekilde teşekkür edince, Hüso Ağa hepsine birer birer rica etmişti.

 

Hüso Ağa'nın da elini öpmeye gittiğimde, "Herşey için çok sağol Hüso Ağa."

 

"Asıl ben teşekkür ederim kızım. Yardımlarınız için sağolun. Yolunuz açık olsun!" Demişti arkamızdan. Tebessüm ederek dışarı çıktığımda, tim kapının önünde bekliyordu. Son birkez el sallayıp timi takip ettim. Azer Yaman'la iyi anlaşmış olacak ki koyu bir sohbet ediyorlardı.

Köyün girişinde bekleyen iki zırhlı araç vardı. Onlarla gidecektik büyük ihtimalle.

 

Köy güzel bir yerdi. Küçüktü. Eski lojmanları gördüm. Duvarları kurşunlarla dolu. Eski bir okul gördüm, hâlâ önünde dalgalanan Türk bayrağı...

Çantamdan küçük fotoğraf makinemi çıkardım. Türk bayrağının olduğu okulu çektim. Köyün dağlarını çektim. Ve Türk bayrağının hemen önünde duran Türk askerlerini...

 

Bayrağı kontrol ediyorlardı. Köyün girişine gelmiştik. Herkes teker teker araçlara binerken Teoman, "Bacım!" Diye bağırmıştı. Beni önde ki zırhlı araca çağırdı. İlk defa bindiğim bu aracın içi garipti. Karanlık ve demir yığını...

 

Barut kokusu baskındı.

Ellerinde birer silah vardı. Köyün en tehlikeli terör bölgesi olduğunu biliyordum. Ve olacak her ihtimale karşı hazırlıklı olmalılardı.

Araçlar yavaş yavaş çıkarken bulunduğumuz araçta ben, Cengiz abi, Şahin, Teoman ve çekik gözlü vardık.

Diğerleri diğer araca binmişti.

Yol boyunca suskundum. Küçük bir penceresi vardı aracın, demir parmaklıklarla çevriliydi. Küçük bir alanı görebiliyordum. Kapı tarafında hemen önümde o vardı.

 

Bana mı bakıyordu yoksa benden başka her yere mi... Bilmiyordum. Ama benim gözlerim ondan başka heryerde geziniyordu. Elimdeki fotoğraf makinesine bakıp tekrar dağlara baktım. Diğer kenar uçurum olmalıydı. Bir kenarımız dağdı çünkü. "Fotoğraf makinesi mi o?" Diye soran Teoman'a baktım.

 

Tebessümle, "Evet." Dedim. "Bizi de bir çeksene bacım." Şahin'in yanına yaklaşıp silahını indirdi. Şahin'in de bakışları buraya dönerken, "Gülümseyin..." Dedim. Kamerayı ayarlarken...

 

"Çekiyorum... Çeeekt-" çekemedim.

Ani patlama ile sağ kulağımda oluşan uğultu inanılmazdı. Zırhlı geri savruldu, bir patlama ile daha...

Kemerler sayesinde yerimden fırlamadım. Ama kafamı sert bir şekilde çarpmıştım aracın kenarına.

"KOMUTANIM!" Diye bir ses duydum.

 

"PATLAMA! ARKADA Kİ ARAÇ DURUN PATLAMA!" Diye bağırdı. Oydu...

Kulaklarımda inanılmaz bir uğultu sesleri ayırt etmemi zorlaştırıyordu.

Zırhlının kapısı açıldığında, silah sesleri yükselmeye başladı. Kulaklarım sadece bu sesi ayırt edebilmişti.

 

Yoğun bir barut kokusu vardı.

"SİPER ALIN!"

 

"SALDIRIYA UĞRADIK! TEKRAR EDİYORUM SALDIRIYA UĞRADIK!" Sesler yükselmeye devam ederken, kemerimi açtım. Başım dönüyordu. Hiçbir şey hissetmiyordum. Korku vardı sadece yüreğimde.

Kendimi zırhlıdan dışarı attım. Yükselen silah sesleri ve bağıran adamlar...

 

Başım feci şekilde dönüyor, herşeyden üçer beşer tane görüyordum. Başımı yukarı kaldırdım. Bulanık bir gökyüzü gördüm. Adımlarım benden isteksizce nereye gittiğimi bilmeden, yürüyordu.

Aracın arkasından dolanıp ağır adımlarla yürürken kendimde değildim. Patlamanın şokunu yaşıyordum. Sanki dünya etrafımda dönüyor, hiçbir şey yerinde durmuyordu.

 

"KOMUTANIM! AHESTE AÇIK HEDEF!" Kim olduğunu bilmiyordum. Lakin benim nereye gittiğimi görüyordu. Kulağımda ki çınlama devam ederken, kurşun sesleri dibimde bitiyordu.

Geri dönmeye çalıştım. Ama sanki bedenim benim kontrolümden çıkmış, benden habersizce hareket ediyordu. Nereye gittiğimi bilmiyordum.

 

Kurşunlar etrafımda patlarken, "AHESTE! BURAYA GEL! VURULACAKSIN!" Adımı bağıran kişi cengiz abiydi. "AHESTE! YERE YAT! YERE YAT!" Diye bağırdı bir diğer kişi. Kim olduğunu ayırt edemedim.

 

Ve dedikleri oldu... Ayağımda hissettiğim acı, vurulduğum anlamına geliyordu. Kurşun ayak bileğime girdiği an, topallamaya başladım. Gittiğim yer bulanıktı ama neresi olduğu açıktı.

 

Uçurum...

 

Geri gitmek istesem de adımlarım dosdoğru uçuruma gidiyordu. Ayağımda ki acıya rağmen bir uçurumun kenarına doğru gidiyordum. Ölüme doğru...

Bu kadar mıydı hikayem?

Bu kadar kısa mı?

 

"KOMUTANIM UÇURUMA DOĞRU GİDİYOR! DÜŞECEK! BİRŞEY YAPIN!"

 

"DUR AHESTE! DUR! DÜŞECEKSİN!"

 

Belki de bunun için gidiyorum... Düşmek ve ölmek için...

Uçurumun kıyısına geldim. Yüksek olduğu bulanık görsem de belli oluyordu. Ve benden habersizce hareket eden vücudum korkmadan atlayacaktı.

Ayağım kıyısına gittiği an düşmüştüm. Belim sert bir şekilde kayaya çarparken, son anda kolumdan tutulduğumu farkettim.

 

"TUTTUM!" Diye bağırdı.

 

Çekik gözlü...

Kolumu tutan oydu. Gözlerine baktım. Endişe ve korku vardı.

Arkama baktığımda yüksekliği farkettim. Gözyaşlarım akmaya başlayınca, öleceğimi biliyordum.

"ARKANA BAKMA! SAKIN!" diye bağırdı. Sözünü dinleyip, gözlerimi kapattım. "GÖZLERİNİ AÇ!" Diye bağırdı tekrardan.

 

"BİR KARAR VER SENDE! BİR BAKMA DİYORSUN BİR AÇ DİYORSUN!"

 

Kolumun uyuştuğunu hissettim.

"SAĞINDA TÜMSEK VAR! AYAĞINI ORAYA KOY VE AĞIRLIĞINI YUKARI VER!" Yapamazdım çünkü sağ ayağım yaralıydı. "AYAĞIMDAN VURULDUM! YAPAMIYORUM!" Hem ağlarken hem de konuşurken, zorlanıyordum.

Bir kurşun sesi duyduğumda, beraberinde onun hafif iniltisini de duydum.

 

"VURULDUN MU?!" Diye sorarken,

"NE ÖNEMİ VAR?!" Dedi.

 

"DÜŞERSEM BABAMA NASIL HESAP VERECEKSİN?!"

 

"O ZAMAN BERABER ÖLÜRÜZ! BÖYLECE HESAP VEREN BEN OLMAM!" Dediğinde sesinde ki sakinlik ve zorlanma hırıltıları artık beni taşıyacak gücünün olmadığı yönündeydi. "KOMUTANIM İYİ MİSİNİZ?!" Diye bağıran Çakır'a,

 

"MÜKEMMELİZ! GÜNEŞLENİYORUZ! BU SENE BRONZ CİLT MODA! HASBİ ALLAH!" Dediğinde bulunduğum konum içinde hiç komik olmayan espriler yapıyordu.

 

Ve hiç komik değildi...

Beni yukarı çekerken, beni tutan kolundan vuruldu. Yüksek sesle bağırdığında, "BENİ BIRAK! VURULDUN! İMKÂNI YOK ÇIKAMAM BURDAN! BIRAK!"

 

"AKLINI MI KAÇIRDIN SEN?! SENİ BIRAKIRSAM ÖLÜRSÜN!"

 

"YAPMA YA! BEN UÇARIM SANMIŞTIM!" gözlerim çekik gözlerine odaklanmışken, kolumun artık uyuştuğunu hissettim.

Beni yukarı doğru çekmeye çalışırken, kolunun ağrısı ile inlemişti.

Sol ayağımla bulduğum tümseğe basarak kendimi yukarı verdim ve çıkarmasına yardımda bulundum.

Bir eli elimi tutarken, diğer eli belimi tutup beni tamamen çekti uçurumdan.

 

Yere yattığımda, yüzüme düşen kıvırcık saç tutamları görmemi engelliyordu. Silahına davranıp, kurşun sıkmaya başladı. Kendini önüme siper etmişti.

Ben ise hâlâ uçurumun şokundaydım.

Ve gökyüzüne baktım. "SAKIN KAFANI KALDIRMA!" diye bağırdığında, "AYAĞIM..." Diye bağırdım.

"ÇOK ACIYOR!" Gözyaşları içinde ağlayarak bağırdığımda, bana baktı.

 

"İYİ OLACAKSIN! SAKIN BIRAKMA KENDİNİ!" Tesellisi işe yaramamıştı, çünkü ben çok korkuyordum. Etrafımızı saran teröristler birer birer yağdırırken kurşunları başımızdan aşağı, ben çok korkuyordum.

"KARAKUM! SİPER ALIN! RPG-7 TİPİ TANKSAVAR ATIŞI YAPACAKLAR! SAAT 9 YÖNÜ! DİKKAT!"

 

Saat dokuz yönü neresiydi bilmiyordum. Ama kendini üzerime siper eden bir beden ve sonrası patlama...

 

Kulağımda ağır bir uğultu, her taraf toz duman... Bilincim ağır ağır kapanıyordu.

"GÖZLERİNİ AÇ! BENİ DUYUYOR MUSUN?" hem öksürüyor hemde yanağıma hafif silleler atıyordu.

"AHESTE! BENİ GÖRÜYOR MUSUN?! BANA BAK! AHESTE!"

 

Onu duysam da bilincim artık hiçbir şeyi idrak edemiyordu. Gözlerim yavaş yavaş kapandığı an son kez duyduğum ses, "UYUMA! GÖZLERİNİ AÇ! UYURSAN ÖLÜRSÜN!" Olmuştu.

 

Sanırım babam haklıydı...

Uyku ölümün kardeşiydi. Ve ben galiba yolun sonuna gelmiştim...

 

______________________________________

 

Bu bölüm hiçbir şey söylemek istemiyorum çünkü kurgunun hakettiği değeri almadığını düşünüyorum. Ben bundan sonra sadece zevk için yazıyorum. Okunduğu zaman bir umutta olsa mutlu olurum. Bir dahaki bölümde görüşmek üzere...

Sorular sizin aklınızdakilerdir...

Ben aklınızdaki soruları size hatırlatarak sormayacağım. Siz kendiniz kendinize soracak, cevap arayacaksınız...

 

🎵🔥...

 

 

Loading...
0%