@nazo_65
|
"Kalp Allah'ın mülküdür. Göğsünde atınca, senin mi sandın..."

"Şehit öğretmen Şenay Aybüke Yalçın'ın anısına..."
3 saat önce...
Cevahir Çınar'ı asansörde bırakıp, plazanın çıkışına doğru yürüdü. Rüzgar sert esiyordu. Ankara'nın her günü soğuktu. Ve Cevahir soğuk, karanlık Ankara günlerine bayılırdı. İçinde ki kötülüğün, kararmış kalbinin bir yansımasıydı karanlık gökyüzü...
Rüzgar, sırtına attığı paltonun uçuşmasına sebep oluyordu. Elleriyle paltosunu tutarken, arabanın önünde duran şoför rüzgar demeden dimdik Cevahir'i bekliyordu. Arabaya yaklaşan Cevahir'i görünce kapıyı açtı.
Cevahir hızla arabaya yürürken, Çınar'ın sesini duydu. "Baba!" Diye bağıran sesini... Sesin geldiği yöne baktığında, Çınar hemen dibinde bitmişti. "Şirketten önce gitmem gereken bir yer var. Oraya uğrayıp şirkete geleceğim."
"Geç kalma." Dedi düz bir ifadeyle. Arabaya bindiğinde, Çınar'da kendi arabasına doğru ilerleyip bindi. Cevahir, telefonunu çıkarıp Erman'ın aklına soktuğu planı devreye sokacaktı.
Habeyb'i arayıp açmasını beklerken gözleri tuttuğu içki bardağında gezindi. Bardağı sallayıp bir yudum daha aldığında, telefonda beliren ses habeyb'ti.
"Alo!" "Benim... Cevahir." Sesi gayet sakindi. "Qadi ama Cevahir bey... Sana daha kaç kere söylemem gerekiii! Beni bu numereden erama diye. Bağ sonra yakalanırsaq senden bilicim ha!" Arapça dilinden dolayı dolanan dili Türkçe'ye yatkın değildi. Cevahir çıkan birkaç kelimeyi anlamıştı.
"Her an bizi dinlemiyorlar. Endişelenme. Konumuz şuan bu değil. Senden birşey isteyeceğim..."
"Ya... Qoskoca Cevahir bey, benden birşey istici... Şaşırmamak elde degil valla." Alaycı bir tavırla, Cevahir'le konuşurken, Cevahir her zaman ki gibi gayet sakindi. Gözlerini, görmeyeceğini bile bile devirdi.
"Off Habeyb... Çok uzatma. Sohbet etmek için aramadım, beni iyi dinle. Senin bölgen vardı. Şu Diyarbakır Bayırlı..."
"He vardi... Ayıp ediysen Cevahir bey. Heryer benim bölgem..."
"Neyse ne işte, o bölge daha önemli benim için. O köyde bir öğretmen var... Yeni atandı. Adı Aheste. O öğretmeni araştır. Nerede, ne yapıyor, kimle geziyor... Hepsini araştır ve onu o köyden kaçıracak birşeyler yaptır adamlarına."
Gülme ve kıkırdama sesleri yükseldi telefonda... Cevahir ne olduğunu anlamayınca, gülmesinin bitmesini bekledi. Çünkü bu adamın aylaklığı onu çileden çıkarıyordu. "Şimdi..." Dedi habeyb gülerek... "Sen, Qoskoca kırmızı bültenle aranan, qara listeye adı en başa yazılmış bir teröristten basit bir ögretmen ile uğraş diyisen. Sen kafayi yediin? Yoksa içtigin birşey dokundi?"
"Gayette iyiyim. Ve ne dediğimi de biliyorum. Bu öğretmen seninde işine yarar habeyb..."
"Ne işime yarayacaq?"
Cevahir'in dudakları yukarı kıvrıldığında, az sonra aklının ucundan geçen isimin diline varacağı için onu gayet tatmin etmişti. "Erdem Albay'ın kızı desem..."
Habeyb'in sesi neşelendiğinde, yine gülmeye başlamıştı. "İşte böle Cevahir bey, işte böle... Bana böle şeylerle gel. Sen hiç meraq etmeyesan, o iş bende..."
"Sana güveniyorum." Diyip telefonu kapatmıştı. Habeyb'e Erdem'in kızı olduğunu söylemesi, onun daha da işine yarayacaktı. Gününe pozitif başladığını sanan Cevahir için pozitif olaylar bunlardan ibaretti. İşi düz giderse, mutlu olurdu. Kötü gidince ise Cevahir her zamanki sinir ve öfkesini dışa kusardı.
🎶
Arabasını süratle sürerken, burnundan soluyordu. Erman yine bütün işlerine çomak sokmuştu. Gittiği yer ise onun için en bilindik yerdi.
Etseha'ya gelmişti. Altı kumarhane, üstü bar görünen işlek bir mekândı. Arabasını park edip, indi. Kapının önünde bulunan bodyguard, dev bedeni ile dimdik dururken, Çınar'ın geldiğini görünce, "Hoşgeldiniz efendim." Dedi kalın sesiyle.
"Mallar geldi mi?" Diye sorduğunda, "Geldi efendim." Dedi bodyguard.
"Feyzo geldi mi?"
"O da geldi. İçerde malları kontrol ediyor efendim..." Çınar gerekli bilgileri öğrenip, içeri girdiğinde etrafı toplayan ve gece için hazırlık yapan garsonları ve çalışanları gördü. Hepsi harıl harıl çalışırken, Çınar'ın geldiğini görünce işlerini güçlerini bırakıp onun önünde, eller önlerinde bağlı beklediler. Mekânın personel müdürü Çınar'ın geldiğini duymuş olacak ki telaş içinde geldi.
"Çınar bey... Hoşgeldiniz efendim." Çınar aldırış etmeden, elleri cebinde mekâna göz gezdirirken, "Bir sorun yok dimi?"
Personel müdürü tedirgin bir tavırla, "Y-yok efendim..." Dediğinde sesinde bir tereddüt vardı. Çınar anlamış olacak ki, "Emin misin, Bahadır?" Diye sorduğunda, "E-evet..." Dedi. Başı öne eğik, elleri önünde bağlı Çınar'ın yüzüne bile bakmaya korkarken.
Adım adım, elleri cebinde Bahadır'ın yanına yürüdü Çınar... Bahadır ter içinde, korkuyla beklerken, Çınar ellini birden cebinden çıkardığında, Bahadır refleks olarak başını geri çekip, gözlerini kapatmıştı.
Çınar, Bahadır'a sert bir yumruk attığında, Bahadır yere düşmüştü. Ağzı ve burnu kan içinde kalırken, "SİZE KAÇ KERE SÖYLEYECEĞİM, BANA YALAN SÖYLEMEYİN DİYE! İT HERİFLER! KİM GELDİ MEKÂNA?!" Sesi gür ve sinirle çıkmıştı.
"F-fuat be-beyin oğlu... K-kemal bey dün gece mekâna Şimal hanımı izlemeye geldi. Gözü sürekli Şimal hanımın üstündeydi. Onu rahatsız edip, masasına davet ediyordu. Şimal hanım sonunda dayanamayıp tepki gösterince ortalık karıştı..." Tek nefeste anlatıp, burnunu tutmaya devam ederken, Çınar sinirle mutfağın olduğu bölüme yürüdü.
Mutfağa gelince, bir kapısı daha olan mutfakta kapıyı kullanarak, gizli kapının olduğu yere geldi. Şifreyi girip içeri girdiğinde, deponun olduğu yere sinirle yürüdü. Öfkeliydi. Fuat Payaslı'nın oğlu Kemal payaslı, onun zerre hazetmediği kişilerin başında geliyordu. Ve üstüne üstlük mekânına kadar gelip, olay çıkarmış...
"İt oğlu it. Siktiğimin puştu... Mekânıma kadar gelip olay çıkarmış. Ama sen dur... Sen dur ben sana göstereceğim dünyanın kaç bucak olduğunu..." Küfürleri sayıdıra saydıra depoya vardığında, kapıyı sertçe tekmeledi. İçeri girdiğinde, malları kontrol eden feyzo, tekmelenen kapının sesiyle irkildi.
"Abi..." Dediğinde, Çınar sinirle bir o yana bir bu yana gelip gidiyordu. "Abi... Noldu?" Sorusuna öfkeyle karşılık verdi çınar... "Elinin körü oldu feyzo! ELİNİN KÖRÜ!" Feyzo elindekileri bırakıp, Çınar'a doğru ağır adımlarla yürürken, "Bir sorun mu var?" Diye sordu.
"Kemal iti mekâna gelip, bak benim mekânıma... Şimal'i rahatsız etmiş. Birde yetmediği gibi olay çıkarmış puşt!"
"Abi, adam zaten dengesizin teki. Senin taktığın şeye bak... İstersen bizde onu ufak bir ziyaret edelim?"
"Yok feyzo, yok. Ben ona başka bir şekilde cevap vereceğim. Şimdilik başka işlerim var." Gözleri gelen mallara kayarken, "Sen ne yaptın? 2 aydır Pakistan'dasın."
"Sorma abi ya... Malları verecek olan adam tutturdu da Çınar beyin kendisi gelecek, yok bilmem ben bilmediğim adama mal teslim etmem. Bilmem ne..."
"Ee, ne yaptın sonra?" Feyzo masada bıraktığı, hiç vazgeçemediği portakallı meyve suyunu içti. "Yav abi çok dırdır vırvır yaptı. Bende kafasına sıktım."
Çınar alnını ovalarken, "Feyzo... Oğlum sen manyak mısın?"
Feyzo dursaksadı. Biran için düşündü. "Evet. Lakabım bu değil mi, manyak feyzo..."
"Lan oğlum, sen Pakistan'da aklını şu portakallı meyve sularıyla mı içtin? Adamın kafasına niye sıkıyorsun?"
Feyzo bir eli cebinde, diğer eli meyve suyunu tutarken, "Yav abi, ne önemi var Allah aşkına? Mallar elimizde mi? Elimizde. Sen üzümünü ye bağını sorma gözünü seveyim..." Çınar birden ayağı kalkıp, mallara göz atarken, bir paketi gözüne kestirdi.
Paketi incelerken, elini uzattı. Feyzo avucuna çakı bıraktığında, bıçakla paketi kesti. Paketin içinde kese kese uyuşturucu vardı. "Mallar iyi."
"Ne sandın... Bizde malın kötüsü ne arar." Dedi feyzo.
"Neyse malları iki üç gün sonra piyasaya sürün. Birkaç paketini mahalle arasındaki gençlere verin. Onlardan para almayın. Geri kalanını nerede satacağınızı biliyorsunuz..."
"Sen o işi halloldu bil abi."
Çınar deponun çıkışına giderken, feyzo hemen arkasından yürüyordu. Mutfağa varmış, barın salonuna girmişlerdi. Salonda sandalyede oturmuş, sigarasını içen Şimal duruyordu.
Üstünde derin göğüs dekoltesine sahip bir elbise ve siyah bir kürk vardı. Platin sarısı saçları ve lens mavi gözleri ile Çınar'ın geldiğini görünce ayaklandı. Sigarasını yarıda bırakıp küllüğe attı.
"Niye gelmedin dün gece?" Diye sordu, topuklularının çıkardığı sesle birlikte. Çınar'a doğru yürürken tam dibinde durmuştu. Feyzo hemen Çınar'ın arkasında durmuş ve pür dikkat Şimal'i izliyordu.
Çınar gayet sakin bir sesle, "İşlerim vardı." Dedi.
"Gözlerim bütün gece seni aradı."
"Onu bunu boşverde, o Kemal iti sana dışarda da rahatsızlık veriyor mu?" Şimal, Çınar konuyu değiştirince kollarını önünde bağlayıp gözlerini devirdi. Onu ilgi göstermesini ve birazda olsa onu görmesini sağlamak için her yolu deniyordu. Şimal aslında bambaşka nedenlerden dolayı tanışmıştı Çınar'la.
Zaman geçtikçe onu koruyup kollayan bu adama gönlüyle bağlanmıştı. Tek isteği bir gün onun gözlerinin görebildiği kadın olmaktadı... Ama Çınar'ın gözü sadece Aheste'yi görüyordu.
Başını sağa sola olumsuz anlamda salladı. "Sana en ufak bir rahatsızlık verdiğinde bana söylüyorsun."
"Bu kadar mı Çınar?" Dediğinde, çınar gidecekken olduğu yerde durdu. Şimal'in bakışları bedeninde gezinirken, dimdik duruyordu şimal. Çınar yüzünü Şimal'e doğru çevirdiğinde, "Bu kadar mı? Sadece haftada bir geliyorsun bu mekâna... O da; ya malları kontrol etmek için ya da bir sorun var mı diye. İyi ki Kemal bana kafayı taktı. Yoksa adımı ağzına aldığın yok. Hoş şuan da almadın..."
İçinde tuttuğu bütün cümleleri dışa kusmuştu. Ama tek bir kelimesi bile Çınar'ın umrunda değildi. "Şimal... Konuşmuştuk bu konuyu." Şimal güldüğünde, kırmızı rujunun ardında beliren beyaz dişleri; sahte olduğunu açıkça belli ediyordu. "Konuşmadık... Sen konuştun ben dinledim. Benim lafımın sende hiçbir anlamı ve değeri olmadığını bildiğim için hep sustum. Ve bugün birkez daha anladım... Sadece lafımın değil, benim de senin için hiçbir şey ifade etmediğimi..."
Gözyaşı yanağından usulca akıp dudağının çukurunda durduğunda, dilinin hareketiyle gözyaşını almıştı. Masada ki çantasını alıp çınar'ı es geçti. Hızla çıkışa yürürken, kapıyı açıp sertçe çarpmıştı. Çınar peşinden gideceği sırada kolundan tutan feyzo, "Abi... Bırak biraz yalnız kalsın." Demişti. Sinirle elini alnına koyup, ovaladı.
Hiçbir şey demeden ellerini her iki yanına vurdu. "Ben daha ne yapayım?!" Dediğinde çıkışa yürüdü o da. Feyzo peşinden hızla gittiğinde yetişmişti. Çınar sürücü koltuğuna geçmişti, feyzo da hemen yan koltuğa oturup kapıyı kapattı...
🎶
DİYARBAKIR/ BAYIRLI YAKINLARI...
3 Saat sonra...
Patlama anıydı... Cengiz'in komutuyla herkes yere yatmış, zırhlı araçlardan uzaklaşmıştı. Tekir kendini Azer'e siper etmiş, diğerleri ise yere atmışlardı kendilerini. Önde mayına bastığı için geri savrulup patlayan zırhlı araç ve arkasında sağlam duran araca doğru doğrultulan bomba ateşlenmişti.
Cengiz'in sesini duyan Aytekin, kendini Aheste'nin üstüne siper etmişti. Uçurumun kenarından son anda ölümden dönen aheste; bir ölümün daha kıyısında durmuş birinin onu kurtarmasını bekliyordu. Bomba zırhlı araçlara isabet ettiğinde, araçlar patlamıştı. Patlamanın etkisiyle etraf toz dumana karışmıştı. Alev alev yanan araçlar, timin son kaçış yoluydu. Onlarda patlayınca kaçacak yerleri kalmamıştı.
Bir tarafları uçurum, diğer tarafları ise teröristlerle dolu ölüm ile üstlerine yürüyen dağlar vardı. Allah'ın dağları bugün de askerin, Kahramanın canına kastetmişti. Yıkılsa da barınak olmasa bu kansızlara...
Allah'ın yolunda şehit olan bu yiğitlere mezar değilde, sığınak olsa. İçinden binbir türlü cümle geçen Aytekin'in bulunduğu durum, bütün dualarının kabul olmasından başka kurtuluşu olmadığını gösteriyordu. Dibinde patlayan bir bomba ve kendini siper ettiği bedenden başka birşey yoktu gözünde...
Patlama bittiğinde, tim patlamanın etkisiyle sarsılmış; kimisi kendine daha gelememişti. Teröristler etraflarını çepeçevre sararken, kurşunlar bir bir yağıyordu diplerine. Aytekin kafasını kaldırıp zorla doğrulurken, kulağında oluşan çınlama nefesinin kesilmesine sebep olmuştu.
Derin bir nefes aldığında, gözleri etrafında gezindi. "KESER!"
"BOZKUŞ! UYANIN!" Sesi onları uyandırmaya yetmemişti. "KILIÇ UYAN!" dedi birkez daha gür bir sesle. Gözleri fırıldak gibi dönerken, yerde dibinde hareketsizce yatan bedene baktı. Az önce kendi bedenini siper ettiği bedene...
Düştüğü yerden sertçe kalkıp, yerdeki bedene yaklaşırken ayağının dibinde biten kurşun yerde yatan bedene geliyordu. Silahını aldığı gibi etrafına baktı. Keskin nişancı olduğu kesindi... Silahını indirmeden, bedenin dibine dizlerinin üstüne çöktü.
"GÖZLERİNİ AÇ! UYUMA! GÖZLERİNİ AÇ!" Bağırarak yüzüne eliyle birkaç kez hafifçe vurdu. Yüzü toz içinde kalmıştı. Eldivenli eliyle yüzündeki tozu silerken kirpiklerine dikkatlice üfledi. Gözünün altındaki ben, tozu silince ortaya çıkmıştı.
"AHESTE!" Dedi gür bir sesle. İsmini ilk defa kullanmıştı. Dilinden kolayca kayıp gürce çıkmıştı dudaklarından... "GÖZLERİNİ AÇ! UYAN! İYİ OLACAKSIN KENDİNE GEL!" Uyanmıyordu.
Silahını alıp time doğru giderken arkasına dikkatlice baktı. Timin düştüğü yere vardığında, Cengiz yavaşça doğrulmaya başladı. Öksürerek doğruluğunda, Aytekin ilk ona doğru gitmişti. "Keser! İyi misin?" Diye sordu.
Cengiz yerinden kalktığında sarsaklayarak doğruldu. "İ-iyiyim aslanım... Diğerlerine bak." Dedi. Aytekin hızla diğerlerine bakarken, Teoman ve Çakır da doğrulmaya başlamıştı. "İyi misiniz?!" Diye sordu. Başlarını sakladıklarında, Aytekin hızla Tekir'i aradı. Bütün tim mensupları buradaydı. Ama Tekir yoktu.
Hızla etrafına bakınırken, gözlerine değen bir beden gördü. Ondan yaklaşık 70 metre ilerisinde bulunan bir beden... Hızla oraya koştu. Tekir'di bu... Yanına eğilip yüzünü avuçladığında, "DADALI, UYAN! AÇ GÖZÜNÜ ASLANIM HADİ! DADALI!" Tık yoktu. Gözleri kapalıydı. Hareketsizce yatıyordu. Aytekin onu sırtladığında diğerlerinin yanına gitmişti.
"KESER! DADALI'YA BAKIN! DURUMU İYİ DEĞİL!" Bedeni sırtından indirip, hızla Aheste'ye doğru koştu. Timdekiler yavaş yavaş kendilerine gelirken, tekir ve Aheste iyi değildi. Eldivenlerini çıkarıp çıplak eliyle tenine, şah damarının olduğu yere iki parmağını koydu. Nabzı atıyordu... Ama bilinci kapalıydı.
Kurşun sesleri tekrar duyulmaya başladığında, Aheste'yi hızla kucağına aldı. Burnuna gelen nergis kokusu; barutla karışmıştı. "KILIÇ! TOPLANIN GİDİYORUZ!" diye bağırdı. Tim zar zor kendilerine gelmiş, söylenen komuta ayak uydurmaya çalışmıştı. Cengiz, Tekir'i sırtına almıştı. Diğerleri silahları elinde etrafı kolaçan ederek dağların olduğu patikaya sapmıştı.
Yaman, kolunu sıkıca tutarak zar zor ayakta durmaya çalışan Azer'i hızla götürüyordu. "KOMUTANIM! NEREYE KAÇACAĞIZ?! ETRAFIMIZI SARDILAR! ARAÇLAR DA PATLADI!" Şahin'in sesi duyulduğunda, Aytekin hızlı adımlarla yürümeye devam ediyordu.
"BAŞKA ÇAREMİZ YOK, BOZKUŞ! KANIMIZIN SON DAMLASINA KADAR SAVAŞACAĞIZ!" Dağları zar zor çıkarak, sarp kayalıkları aşmaya çalışıyorlardı. Her adımlarında bir taş parçası kayıp düşüyordu. "BUNLAR HABEYB'İN BİR PLANI OLABİLİR Mİ KOMUTANIM?!" Teoman'ın gür sesi dağlarda yankı yaparken, "BAŞKA KİM OLACAK?! HABEYB ŞEREFSİZİNDEN BAŞKA KİM OLACAK!" Diye bağırdı Aytekin...
Aheste hâlâ baygındı. Aytekin arada bir yüzünü yüzüne yaklaştırıp, nefesini yokluyordu. "AHESTE'NİN DURUMU İYİ Mİ?! KOMUTANIM!" Teoman'ın sesiydi. "BAYGIN! NABZI ATIYOR! AMA HÂLÂ UYANMADI! BİLİNCİ YERİNDE DEĞİL!" Diye cevapladı Aytekin...
"TEKİR DE UYANMADI KOMUTANIM!" Tekir'in durumu iyi değildi. Araçlara en yakın olan oydu. Ve patlamaya yakalanmıştı. Dağları çıkarken, uzaktan gelen silah sesleri yaklaştıklarının belirtisiydi. Aytekin, sert ve hızlı adımlarla ilerlerken tim de onu takip ediyordu. Dağlarda yankılanan şahin sesleri ve sessizlik hâkim olmuştu her yere...
Güneş tepedeydi. Yakıcı sıcaklık timi iyice harap etmişti. "TELSİZLER PATLAMANIN ETKİSİYLE, BOZULMUŞ!" Dedi yaman nefes nefese. O sırada Aytekin'in gözüne çarpan mağara, Allah'a ettiği duaların kabulüydü.
Allah'ın dağları onun gibi asla zalimin yanında olmazdı...
"KILIÇ... MAĞARA VAR! TEOMAN, ŞAHİN! KONTROL EDİN!" Diye bağırmıştı. Teoman ve Şahin, önden gidip, mağarayı kontrol ettiler. İçeriye doğru girdikleri anda, diğerleri beklemişti. Aytekin'in gözleri, kollarında ki bedene kayarken birkez daha yokladı nefesini...
Alıyordu... Nefes alıyordu ama uyanmıyordu. Teoman birkaç dakika içinde göründüğünde, "TEMİZ KOMUTANIM!" Demişti. Aytekin mağaraya doğru giderken, diğerleri de onu takip ederek mağaraya girmişlerdi. İçerisi karanlık değildi, mağaranın tavanında küçükde olsa bir delikten ışık sızıyordu içeri. Bazı yerlerinde su birikintileri vardı. Ve kötü kokuyordu.
Teoman, çantasından çıkardığı bir bezi yere serdi. Üstüne de küçük bir uyku tulumunu açıp, koydu. Aytekin aheste'yi yavaşça yere bırakıp, silahını kenara bıraktı. "Yaman!" Diye seslendi. "Emredin komutanım!"
"Yaraya ilk yardımı yap. Sonra da Tekir'in durumuna bak." Dediğinde, "Emredersiniz komutanım!" Demişti yaman... Aytekin mağaradan çıkarken, cengiz ve Teoman beraberinde gelmişti.
Mağaranın girişinde durdu. Yan cebinden çıkardığı telsizin antenini uzattı. Yukarı doğru tutsada telsiz çekmiyordu hiçbir şekilde. "Komutanım, denedik olmuyor. Patlama sırasında zarar görmüşler." Teoman'ın umutsuz bakışları Aytekin'e bakarken, Aytekin telsizin çalışmadığından emin olmuş, içinde olan ufak umut kırıntısını da yitirmişti.
Telsizi sol göğsünde ki cebine yerleştirdi. "Destek istememiz gerekiyor. Yaralılar var. Öğretmen fazla dayanmaz. Ayağından vuruldu... Kan kaybından ölebilir. Tekir'in durumu da belli değil. Bizi bulurlarsa, elimizde yaralılarla çatışamayız." Cengiz'in bir bir sıraladığı sorunlar, Aytekin'in canını sıkmıştı.
Sıkıntılı bir nefes verdi. Kara gözleri uzaklara dalarken, "Bu gece burda konaklayalım. Yaralıların durumunun iyi olduğundan emin olunca yola koyuluruz. Birkaç kilometre ötemizde çayırlar var. Çobanlar koyunlarını otlatmak için gelirler. Telefonları varsa, üssü arar yardım isteriz. Bu gecelik dayanmamız lazım." Demişti.
"Ben ve Şahin çıkıp arayalım şu çobanları, komutanım. Belki bulur yardım isteriz..." Sesinde umut vardı Teoman'ın. Ama riskli olduğundan haberi yoktu. "Tehlikeli..." Dedi emin bir sesle.
"Eğer hâlâ peşimizdelerse, sizi bulurlar. Bu gece ses çıkarmadan beklersek belki gittiğimizi düşünür geri çekilirler. Olmazsa ölümü tadarlar." Demişti. Teoman'ın içli ses alışverişleri ortamı daha da geriyordu. Cengiz sessizdi. Uzaklara dalmış, ne yapacaklarını düşünüyordu.
Aytekin'in durumu ondan farksızdı. Kara kara düşünürken, içerden gelen bağırma sesleri ona aitti.
Aheste'ye... Üçü birden içeri girdiklerinde, yerde acı içinde kıvranıyordu aheste. "AAA! ACIYOR! LÜTFEN BİTSİN ARTIK! YETER YETER YETER!" Bilinci yavaş yavaş yerine gelince, Yaman'ın hareketleri telaş içinde hızlanmaya başladı. "Bacım dayan! Kurşunu çıkarayım. Bitti. Dayan!" Sesi mağarada yankılanırken, aheste'nin canı çok yanıyordu. Kan ter içinde kıvranırken, elini sıkıca tutan kişi çakır'dı. Ağzında dişleriyle sıktığı bez, sesini boğuyordu.
Azer kenarda sessizce beklerken, gözleri dikkatlice onu izliyordu. Çığlıkları, acı dolu feryatları kulakları çınlatırken, dışarda güneş yavaş yavaş dağların ardına gizleniyordu. Yaman sonunda kurşunu çıkarıp, attığında, aheste seslice nefeslendi. Bu kadar acıya dayanamayıp bayılmıştı.
Gözleri kapandığında, yaman kanı temizleyip, sargı beziyle sardı. "Bu köye kadar dayanır. Ama enfeksiyon kapmaması için acil müdahale edilmesi gerek. Aksi takdirde Kan kaybı hiç iyi olmaz..." Demişti. Malzemeleri toplayıp, kalktığında alnında ki teri sildi. "Şahin, Teoman... Ateş yakın. Konserveleri ısıtın." Demişti Cengiz.
"Emredersiniz komutanım." Diyip, mağaradan çıktılar. Yaman tekir'e bakmaya yanına yaklaştı. Nabzına baktı, Atıyordu. Ama uyanık değildi. "Tekir'in durumu iyi mi bilmiyorum. Bombanın etkisiyle belki de..." Dediğinde bütün dikkatler üstüne çevrildi.
"Belki de ne?!" Diye sordu Çakır. "Belki de iç kanama geçiriyor olabilir. Bilemem. Bekleyip göreceğiz." Demişti. Çakır, alnını sıkıntıyla ovalarken, ne yapacağını nereye gideceğini bilmiyordu. Sığamıyordu hiçbir yere. Aklında binbir senaryo dönerken, sadece tıkılıp kalmışlardı mağaraya...
🎶
2 saat sonra...
"Hayat seni taklaya getirdi mi?"
"Ya kaderin? O da ayak uydurdu mu buna?" Annemin yüksek sesle bağırarak sarfettiği sözlerin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Tam karşımda bembeyaz elbiseler içinde bana bakıyordu.
"Baban nerde Aheste?" Etrafıma baktım. Nergis tarlasındaydım. Burnuma barutla karışık nergis kokusu geliyordu.
"Seni ona emanet ettim ben. Emanetime böyle mi sahip çıkıyor?" Sesiyle başım tekrar onun olduğu yöne çevrildi. Yerimden kımıldayamıyordum. Üstümde beyaz ama kırmızı lekelerle dolu bir elbise vardı. Kandı bu...
Kokusundan belliydi. Her tarafıma sıçramıştı. Ellerime, üstüme, ayaklarıma... Yüzüm? Oraya da bulaşmış mı diye merak ettim. Kolumla yüzüme dokunduğumda, kan yoktu. Yüzümde kan yoktu ama her yerimde vardı.
Kan, kan lekeleriyle bezenmiş beyaz elbiseler, barut kokan Nergis bahçesi, annem... Bütün bunlar ne anlama geliyordu? "Neden üstüm kan, anne?"
Gözleri üstümde ki kan lekelerine kaydı. Gülümseyerek, "Şehit kanı bu..." Dedi. Gözlerim korkuyla açıldığında, "Ş-şehit kanı mı?"
"Evet... Şehit kanı. Al rengini almış, kırmızı bayraktan. Ama..." Dediğinde duraksadı. Gözleri kısılınca, dikkatlice inceledi. Nergisleri eze eze bana doğru gelmeye başladı. Yanıma vardığında, elini üzerime tuttu. Kana parmağını sürüp, burnuna doğru götürdü. Kokladı...
"Sana niye bulaşmış?" Benimde aklımda pervane gibi dönen o soru vardı. Bu kanın benim üzerimde ne işi vardı? "B-bilmiyorum anne, bilmiyorum." Dedim sessizce. "Bir şehit... Kollarında can vermiş." Dediğinde, aklıma gelen ilk kişi babamdı. "Babam..." Dedim korkuyla, "B-babam mı?" Dedim tekrardan.
"Hayır... Bu baban değil. Baban olsa tanırdım. Onun kanının kokusu, zihnime kazınmışken tanımamak mümkün değil. Başka biri, başka biri can vermiş kollarında..." Korkuyla üstümde ki kana bakarken, kimin can verdiğini bilmiyordum. Bütün bunlar neydi? En son bomba patladı. Ben bayıldım... Yoksa öldüm mü? Bu şehit kanı, benim kanım mıydı?
"Bu bahçe sensin ahestem..." Dedi, ellerini iki yana açıp Nergis bahçesini işaret ederken. "Sen kokar bu bahçe. Ama o şehit, girmiş bahçene... Barut kokusu sinmiş sana. Şehit kanını bulaştırmadan da çıkmaz bahçenden..."
"Ne? Ne diyorsun anne?" Diye sorduğumda, eliyle yanağımı okşadı. Gülümseyerek, "O şehit, senin kollarında can vermeden çıkmayacak bahçenden, teninden... Kanının kokusu sinecek ellerine, lekesi kalacak üstünde. Benim ve senin kaderin aynı olmayacak aheste... Ben senin babanın kollarında can verdim. Ama sen kollarda can vermeyeceksin. Senin kollarında can verilecek... Unutma sen sadece asker kızı değilsin..." Son sözü yankılanmaya başladı.
"Sen sadece asker kızı değilsin!" "Sen sadece asker kızı değilsin!" "Sen sadece asker kızı değilsin!" "Sen sadece asker kızı değilsin!" "Sen sadece asker kızı değilsin!"
YETER! YETER! SUS SUS SUS SUS!" Uyanmaya çalışıyordum. Nefesimi hissetmiyordum. Çırpınmaya devam ediyor, gördüğüm bu kabus mu rüya mı karar veremediğim illetten kurtulmaya çalışıyordum. Bir ölüm kalım savaşı verirken, aldığınız nefes kadar yaşar, verdiğiniz nefes kadar ölürdünüz.
Her bir nefes zerresi, bir gün burnunuzdan fitil fitil geliyordu. Hiç haketmediğiniz hâlde...
Gözlerimi birden açtığım anda, burnuma gelen ağır rutubet kokusu, ve gördüğüm küçük bir delikten sızan ayışığı, aydınlatıyordu bulunduğum yeri. Neresi olduğunu bile bilmiyordum. Başımın arka kısmında oluşan ağrı, gözlerimin ağrımasına sebep olmuştu. Sık nefesler alıp verirken, birden doğruldum. Hızla inip kalkan göğsüm, ağır ağrılarla nefes almayı unutmuştu bazen.
Gözlerim hemen yanımda oturan bedene bakarken, bulunduğumuz yerin nasıl bir yer olduğuna karar vermiştim. Mağara... Bir mağaradaydık ve yanımda oturan kişi oydu.
"Neredeyiz biz?" Diye sorduğumda, "İyi misin?" diye sormuştu birden. "İyiyim... Noldu bana, nerdeyiz?" Peş peşe soru sorarken, o ise zahmetsizce, "Saldırıya uğradık. Bomba patladı. Sonra buraya geldik. Bombanın etkisiyle bilincin gitmişti. Şimdi iyi misin?" Diye sormuştu.
Gözlerim sadece 2 saniye duruyordu bedeninde. Kenarda hareketsizce yatan bedenin kim olduğunu görebiliyordum.
Tekir...
"Tekir'e noldu? Durumu iyi mi?" Bakışları donuklaştı. Tekir'e doğru çevirdiğinde başını, "Araçlara en yakın oydu. Geldiğimizden beri uyanmadı. Durumunu bilmiyoruz..." Dediğinde bakışlarım Tekir'in bedeninde gezindi. "B-birşey yapsanıza o zaman! Yardım çağırın, müdahale edin, yardım arayın! Ama birşey yapın! Silah arkadaşınız, kardeşiniz burda ölüm Döşeğinde. Ne duruyorsunuz?!"
Benim gözlerimin önünde bir şehidin daha can vermesine katlanamazdım. Ben bir şehit daha görmeye dayanamazdım...
"İç kanaması olabilir... Müdahale yanlış bir davranış. Sakin ol. Yarın sabah yardım aramaya çıkacağız."
Nefes nefese kalırken, gördüğüm kabusun etkisi büyüktü. O şehit Tekir olamazdı... O kan ona ait olamazdı.
"S-su..." Dediğimde, kenarda ki çantadan matarasını çıkardı. Kapağını açıp, bana doğru getirdi. Ellerimi uzatıp matarayı alacakken, geri çekip kendi vereceğinin işaretini verdi. Bir eli saçlarımdaydı. Kalbim küt küt atarken, suyu nasıl içtiğimi anlayamadım.
Matarayı geri çektiğinde, suya doymuştum. Elini saçımdan çektiğinde, matarayı yerine geri koydu. Gözlerim her hareketinde gezinirken, bana doğru dönen omzuna odaklanmıştım. Makasla açtığım yara...
"Yaran... Hâlâ iyileşmedi mi?" Gözleri beni bulunca, gözlerim omzuna kaydı. Omzuna baktığında, yarası gelişi güzel bir bandana ile sarılmıştı. Bunu ceketini çıkardığı zaman farkettim. Köyde ceketinden dolayı kimse farketmemiş olmalı. Ve ceketi benim üstüme serilmişti.
"Senin açtığın yara değil bu." Dedi boğuk sesiyle. Sadece bunu söyledi. Ağzımdan hiç çıkmayacak iki kelime, bir anda şelale gibi akmıştı dudaklarımdan, "Yaran için ö-özür dilerim... İsteyerek olmadı, yani o kadar cani değilim... Saçımı kesince biran sinirlendim. Kusura bakma."
Gözleri saçlarıma kayınca, gözlerim gözlerine odaklandı. Onun gözleri gözlerimden başka heryere değince, o 2 saniyeler 1 dakikayıda buluyordu. Gözlerimin içine bakarken hissettiğim utanç, garipti. Sanki kendimi farklı hissetmeme sebep oluyordu.
Saçlarımın bukle bukle olan halini görmüştü. Ve bu yüzden gözleri orda, buklelerimde takılı kalmıştı.
"Saçlarım... Garip mi görünüyor?"
Garipsedi...
"Niye?" Gözlerinden başka heryere bakarak,
"Kıvırcık ya... Garip mi görünüyor?"
"Porê te... xweş e." Dediğinde, yanımda Şilan'ın olmasını o kadar isterdim ki. Ne dediğini anlayamıyordum. Kürtçe dilinin kelimeleri kafamı karıştırıyor, hiçbir cümlesi bir anlam dahi çağrıştırmıyordu bana.
"Ne dedin, anlamadım?" Diye sorduğumda, gözleri boş boş baktı. Adem elması kavislendi. Bir an duraksayınca, hemen toparladı.
"Kürtçe bilmiyor musun?" Diye sordu, kalın sesiyle.
"Yoo, Kürtçe bilseydim, sorar mıydım ne söylediğini?" Haklısın anlamında başını salladı ve kaşlarını kaldırdı.
"Bilmemen daha iyi." Diyince, şaşırdım bir an. "Neden?"
"Boşver." Dedi ve sustu. "Söyler misin, lütfen. Benim hakkımda birşeyse, kötü mü iyi mi birşey söyleyip söylemediğini merak ediyorum." Gözlerini devirdi.
"Gözlerime bakarak konuşmayı öğrendiğin an, sana ne anlama geldiğini söylerim." Farketmişti. Gözlerine bakmaktan utandığımı, evet adı buydu... Utanmak. Olduğunu anlamıştı.
"Zorunda mıyım?"
"Seni ciddiye almamı istiyorsan, evet." Kaşlarımı çattım. Ne demişti o? Ciddiye almak...
"Ha yani sen insanları, onların senin gözlerine bakıp bakmadığına bakarak mı ciddiye alıyorsun?" Sorduğum soru gayet açıktı. Ama yüzünü buruşturdu.
"Cümlelerini biraz daha açık hâle getirir misin?"
"Azeri olduğumu daha kaç kere söylemem gerek?"
"Azeri olman, cümlelerinin bu hale gelmesine sebepse, neden bunca zaman dil eğitimi almadın?"
Gözlerimi bu sefer deviren ben oldum.
"Bak, kendin söylüyorsun; daha Türkçeyi bile tam sökememişken gelmiş bana Kürtçe bir cümle kuruyorsun ve benden bunu anlamamı bekliyorsun. Sencede biraz tuhaf değil misin?"
"Senden anlamanı beklemedim. Ayrıca tuhaf olup olmadığımı neden bana soruyorsun?"
"BİZ SÜREKLİ BÖYLE SORU MU SORACAĞIZ BİRBİRİMİZE!" Artık peş peşe gelen sorulara dayanamayıp, bağırdım. Ve ne hikmetse ayaktaydım. Yaralı ayağımın üstüne birkaç saniye bastığımı farkettim. Bakışlarım ayaklarıma kayarken, birden ona bakmaya karar verdim.
Tuhaf bir bakışla bana bakıyordu. Baştan aşağı beni süzdüğünde, Utancımdan yerin dibine girmiştim.
O da birden ayaklandı. Ayağa kalktığı an boyunun benim boyumdan neredeyse 20-30 santim uzun olduğunu farkettim. Yerdeki askeri ceketi alıp, bana uzattı.
Gözlerim cekete kayınca, "Ne?" Diye sordum. "Giy." Dediğinde, sesi netti.
"Gerek yok, üşümüyorum."
"Üşüyorsun." Arkamı dönüp ona baktığımda, gözlerim göğsündeydi. "Pardon?"
"Üşüyorsun, uzatma da giy şunu."
Topallayarak, yanına vardığımda, yüzüm göğsüne, denkti. Barutla karışmış Okyanus Esintisi kokusu, göğsümü ferahlatmaya yetmişti. Her nefes alışımda, boğazımda oluşan düğümler çözülüyordu.
"Giymek istemiyorum. Zorla mı?"
"Sana asker olmanın birinci kuralını söyleyeyim mi?" Kollarımı önümde bağlayarak, başımı olumlu anlamda salladım.
"Herşey zorla yapılır ve yaptırılır. Karşında kim olursa olsun..." Dediğinde, Kolumdan çektiği gibi sert bir şekilde ceketi bir kolumdan geçirmişti. Diğer koluma da sıra geldiğinde, "Napıyorsun ya?!"
Ve ceket üstümdeydi. Nasıl olduğunu anlamadığım bir anda, fermuarı da birden çekti. Ceket üstümdeydi. Açıkçası giydirmek konusunda atikti. Askerler ya ondan diyip, geçiştirmek benim salaklığım varsaydım.
"Bak işte bu kadar. Uzatmaya gerek yok. Tabi uzatmak senin ata sporun." Beni burda öylece bırakıp gitti. Yaralı ayağımla topallayarak peşinden gitmeye karar verdim. Mağaranın çıkışına vardığımda, dışarda yakılmış bir ateş ve etrafında toplanmış, tim vardı. Azer'de aralarındaydı.
Beni içerde bırakıp giden, insanlıktan nasibini almamış insan, çoktan aralarına katılmıştı. "Bacım... Gelsene." Demişti Teoman. Azer topalladığımı görmüş olmalı ki,
"Ayağın iyi değil, hemen üstüne basmasaydın." Dedi. Gözlerim ona kayınca, bana bakmadığını farkettim. Elinde bir konserve vardı ve karıştırıyordu. Azer kolumdan tutup beni ağır ağır yürütürken, hemen yanına oturtup, kağıt bardakta çay verdi. Çayın kokusu güzeldi.
"Ayağın nasıl bacım?" Diye sordu Teoman. "iyi, idare eder. Ağrı var sadece."
"Ona dikiş atılması lazım. Aksi takdirde kan kaybı önüne geçilemez hâle gelir."
Yaman'ın ikazlarına kulak verip, dinlerken aynı zamanda çayı içiyordum.
"Köye... Dönebilirsek, sağlık ocağında yaptırırım..." Emin değildim. Cümlemden ve ses tonumdan belliydi. Burdan bir çıkışımız bir kurtuluşumuz olur muydu bilemiyordum. Korkuyor muydum?
Hem evet hem hayır... Şehit olarak can vereceğim, bu hayır korkmuyorum demekti. Ama babamı son birkez görmeden öleceğim gerçeği beni ilk defa ölmekten korktuğumu hissettiriyordu. Gördüğüm rüya mı kabus mu bilinmez, annem bana şehit olmayacağımı söyledi. Şehit can verecekmiş benim kollarımda.
Ve ben inanmaya başlamıştım... Etrafım dolu asker ve her birir şehadet yoluna düşkün. Birgün birinin benim kollarımda can vereceği gerçeği kaçınılmazdı. Kimdi o...
Hangisinin kanı üstümde kalacaktı? Hangisi benim kollarımda kelime-i şehadet getirip bana son isteğini söyleyecekti?
"Aheste bacım," dedi Cengiz.
"Senin buralarda ne işin var?" Bahsettiği köye çıkan tayinimdi. Ben bir öğretmendim ve bana gittiğim yerlerde sorulurdu bu soru.
"Kendi isteğimle gelmedim, cengiz abi..." Ellerimi ceketin cebine koydum. "Tayinim buraya çıktı. Öğretmenliğin işi bu; tayin çıkar, artık kısmet nereyse..."
"Hiç korkmadın mı, buraya gelirken? Ya da hiç düşünmedin mi burda ölüm olduğunu?" Sorusu can yakıcıydı. Ama doğru söylüyordu. Hiç kendime sordum mu, neden buraya gidiyorsun? Diye.
"Bugüne kadar sormamışsam bugünde sormam. Sen babası asker olan bir kıza korkmak nedir diye soruyorsun. Bu sana, ölmekten korkuyor musun diye sormam kadar saçma değil mi? Küçüklüğümden beri saksıda yeşeren, babam göreve gidince de solan iki dal nergise bakıp, babamı beklemekle geçti çocukluğum. Ya kapıyı çalan babamdır diye heyecanlandım ya da onun şehadet haberidir diye hazırladım kendimi herşeye... Ben korkuyu bir küçükken orda tattım, başka da boğazımdan geçmedi."
"Annen..." Dedi tereddütlü bir şekilde. Sormaya çekiniyor, yarama tuz basmaktan korkuyordu. "Annem beni doğururken öldü." Bu kadar. Şu iki kelime yaşadıklarımı anlatsada acımı anlatmaya kelimeler yetmezdi.
"Erdem albayım göreve giderken, sen tek başına mı kalıyordun?"
"Yok, dedem vardı. Onun yanında kalırdım. Köyde... Tarlası, çiftliği vardı. Onunla babam gelene kadar zaman geçirirdik. Benim küçükken hiç arkadaşım yoktu. Benim arkadaşım dedemdi. Kerpiçten bir ev, bez bebeğim ve oyun arkadaşım, sırdaşım dedem... Bunların adı geçince çocukluğum gelir aklıma. Onun dışında benim bir çocukluğum yok. Annesi ölmüş, babası asker bir kızın çocukluğu olmaz zaten. Benim çocukluğumun adı; beklemek..."
"Başın sağolsun bacım..." Dedi Teoman. Diğerleri de aynı şekilde baş sağlığı dilemişti. "Deden... O nerede?" Diye soran Şahin olmuştu.
"Köyünde... Uzun zamandır görmeye gitmedim. Bilmiyorum belki şehre taşınmıştır." Dedim mutsuz bir sesle. Acı hatıralarımı hatırlamakla, yaktım yüreğimi. Şimdi ise kokusu genzimi yakıyordu.
"Sesin güzel mi? Müzik öğretmenisin ya..." Dedi Çakır. "Kime göre neye göre... Kimine göre sesim güzel. Kimine göre ise kötü. Ama eğitim aldığım için iyi yani..."
"Bize şöyle güzel birşeyler ötsen de kulağımızın pası silinse..." Teoman'ın keyfi yerindeydi. İsteği beni de şaşırtınca, afalladım.
"O-olur... İstek parçanız var mı?"
"Gönül Dağı..." Dedi Teoman. Neşat Ertaş'ın türküsüydü. Bir kere seslendirdiğim olmuştu.
Bakışlarım herkeste gezinirken, ona gelmedi.
Sesimi düzenleyip, boğazımı temizledim.
"Gönül Dağı, yağmur yağmur... Boran olunca!"
Saz veya gitar yoktu. Ama sesleri kulaklarımdaydı. Süresini bilerek bekledim.
"Akar can özümden, sel gizli gizli."
Bekledim.
"Bir tenhada can cananı bulunca,"
"Sinemi yaralar yar oy yar oy yar oy yar oy yar oy..."
"Dil gizli gizli..."
"Dil gizli gizli..."
Burda bekledim. Arada fısıltılar duydum. Ne dediklerini anlayamadım.
"Dost elinden gel olmazsa, varılmaz."
"Rızasız bahçanın gülü, dirilmez..."
"Kalpten kalbe bir yol vardır, görünmez..."
"Gönülden gönüle gider, yar oy yar oy yar oy yar oy yar..."
"Yol gizli gizli,"
"Yol gizli gizli..."
Bitirdiğim an gözlerine baktım. Gözleri gözlerimdeydi. Şarkı söyledim ve çekinmeden gözlerine baktım. Neydi bu şimdi?
"Sesine sağlık, bacım. Çok güzel söyledin." Diyince, tebessüm ettim. Alkışlar yükselince, utanmıştım. Bir time türkü söylemek yüreğimde çiçekler açtırmıştı. Onları kendilerini iyi hissetirecek, şeyler yapmak, onlara normal bir insan olduklarını hatırlatmak güzel bir duyguydu.
"Teşekkür ederim." Dedim mütevazı bir şekilde...
"Tekir'im burda olsaydı, o da söylerdi. Sesi yanıktır yiğidimin. Bir türkü söyler, gözler sel olur." Cengiz'in sözü tebessümleri alıp götürmüştü. Çakır kalkıp gittiğinde, tekir'e bakacağını anlamıştım.
"Yine söyler! Kalkacak ve yine türkü ötecek. O sazıyla bize yine türküler söyleyecek! Hem belki Aheste bacımla beraber söylerler..." Gülümseyerek,
"Çok isterim. Uyansın onunla bir türkü söylemezsem ne olayım..." Dediğimde gülmüştüm. Ama kısa sürmüştü.
"KOMUTANIM!" içerden gelen ses Çakır'a aitti.
Aklıma onun ismi geldi. Evet Tekir'in ismi aklıma bu sesle kazındı. herkes birden içeri koşunca, ben yine en arkada kalmış, topallayarak gitmiştim. Mağaraya vardığımda, Çakır Tekir'in önüne çökmüş ağlıyordu.
"UYANMIYOR, KOMUTANIM! KARDEŞİM UYANMIYOR!" sesi değil mağarada, bütün dağlarda yankılandı. Aytekin öne atılıp, Tekir'in yüzünü tuttu. "TEKİR! UYAN KOÇUM HADİ! TEKİR!" Sesi daha da doldururken mağarayı, yaman önüne atılıp Tekir'in nabzına baktı. Atmadığını belli eden bir bakışla kalp masajına başladı.
"BİR, İKİ , ÜÇ..." Başa sar.
"BİR, İKİ , ÜÇ..." Başa sar.
"BİR, İKİ , ÜÇ..." Başa sar.
"BİR, UYAN! İKİ UYANACAKSIN TEKİR! UYAN! ÜÇ!" Nefes nefese yaparken, kalp masajını, uyanmıyordu. Cengiz abi kollarından tutup çekince yaman'ı, "KOMUTANIM BIRAKIN! BIRAKIN KURTARAYIM KARDEŞİMİ! BIRAK!" Delirmiş bir hâlde Cengiz'in kollarından kurtulmaya çalışan Yaman'ı zapetmekte zorlanıyordu Cengiz abi.
"BIRAK, BIRAK, BIRAK..." Dedi sesi gitgide alçalırken.
Çakır yerde Tekir'in bedeninde gözyaşı dökerken, Aytekin onu kaldırmaya çalışıyordu.
"BEN NE DİYECEĞİM ANASINA? KOMUTANIM! NASIL DİYECEĞİM TEKİR'İN ŞEHİT OLDU?! NASIL BAKACAM YÜZÜNE?! KORUYAMADIM KARDEŞİMİ!"
Gözyaşlarım beni de boğarken, korkuyla izliyordum. Tekir şehit olmuştu... Gözümün önünde bir şehit daha gördüm.
"LAN! BUNU YAPANLARIN BEN ANASINI AVRADINI! YETER LAN! YETER! YETMEDİ Mİ CANIMIZI ALMANIZ?! YETER! DAHA KAÇ KARDEŞİMİ TOPRAĞA VERECEĞİM BEN!" Sesi kulakları çınlatırken, sitemi o kansızlaraydı.
"ABİ YAPMAYIN, TEKİR ABİM ŞEHİT OLDU. EN ÇOK İSTEDİĞİ MEVKİYE ULAŞTI. NOLUR YAPMAYIN!"
"TEKİR'İM! KARDEŞİM BENİM! KORUYAMADIM SENİ! AFFET NOLUR! ALLAH'IM... SEN BANA GÜÇ VER! ANASININ KARŞISINA ÇIKMAM İÇİN BANA GÜÇ VER! BENİM YÜZÜM YOK!" Ellerini Tekir'in yüzüne koymuştu. Feryatları dağlara taşlara vuruyordu. Bir annesi vardı. Şimdi annesinin hiç evladı yok.
Tekir şehadet'e ermişti. Annesinin yüreğinin yangını, gözyaşları ile söner miydi?
🎵
Saatler saatleri, dakikalar dakikaları kovalarken, mağarada derin bir sessizlik çökmüştü. Tekir'in nâşına serilen türk bayrağı, yüzünü de örtmüştü. Tim çaresizce otururken, Aheste'nin gözleri yavaş yavaş gidiyordu.
Ayağına sarılmış sargı bezi, kanamayı durdurmaya yetmemişti. Bez tamamen kana bulanırken, yaman bezi değiştirmişti. Ama nafile. O bezde kana bulanınca çareler tükenmekten başka bir yol bulamamıştı. Ter içinde duvara yaslanmış, gözleri gitgide kapanıyordu.
"Aheste gözlerini aç, uyuma." Azer'in ikazıyla gözlerini yeniden açan aheste'nin artık dayanacak gücü kalmamıştı. "Komutanım, Aheste iyi değil. Birşey yapmamız lazım." Şahin'in sesi endişe ile çıkarken, timin bakışları aheste'ye dönmüştü. Nefes alış verişleri sıklaşınca, yaman yanına çöküp hızla gömleğinin düğmelerini açtı. Tenine dokundu.
"Komutanım ateşi var." Dediğinde, ne yapacağını şaşırmış bir hâlde, ayağına baktı. Bez kan içindeydi. Aytekin hemen yanına eğilip, elini alnına koydu. Ateşi olduğunu anlamıştı.
"Her yer karanlık, yer yön belli değil. Yardım aramaya da çıkamayız. Telefonu yanında olan var mı?" Göreve telefon getirmiyordu bir çoğu. Biri dışında, Teoman...
Tuşlu telefonunu her zaman yanında taşırdı. Bombanın etkisiyle zarar görmemişse, timin işine yarardı. Dağın başında çekmezse bile çektirirlerdi. Teoman elini cebine koyup telefonu çıkardı.
"Bu var komutanım. Bomba bir etki etmediyse, işe yarar. Şebeke çekerse o da..." Umutları yerle bir eden cümlesi kısık çıkmıştı. Aytekin telefonu alıp, açmaya çalıştığında, birkaç saniye tuşuna basılı tuttu. Açılmasını beklerken bir yandan Tekir'in cansız bedenine, bir yandan da aheste'nin canlı bedenine baktı. Eğer yardım bulamazlarsa, aheste'nin bedeninin Tekir'in bedeninde bir farkı olmayacaktı. Telefona tekrar baktığında, açılmıyordu. Arkasını açıp, bataryasını çıkardı. Batarya bölümüne üfleyip, temizledi.
Bataryayı geri taktığında, tuşuna tekrar bastı. Bekledi bekledi. Timin tek umudu, bu telefondu. Hepsinin gözleri, telefona odaklanmışken, birden açılan telefon, bir umut ışığı yaratmıştı. Yüzleri Gülen timin, çoğu şükür etmişti.
"Kurban olduğum kızım benim be. Aga, benim kızıma bundan böyle laf edeni onun yerine kullanırım yeminime." Telefonu sağa sola getirip götüren Aytekin, şebekenin çekmediğini gösteren bir bakış attı.
"Kızın biraz daha çekmezse, seni onun göt-"
"Aman komutanım, bacım burda." Dediğinde, Aytekin aheste'ye baktı. Telefonu kaldırıp çekmesini bekledi. Dışarı çıktı, girişte bekledi. Çekmiyordu. Teoman peşinden gelip, telefonu aldı. "Komutanım, benim kızım naziktitir. Sizin gibi kaba Saba adamların dilinden anlamaz. Zaten siz kadınların dilinden anlamıyorsunuz." Dediğinde, Aytekin Teoman'ın lafları üzerine, sakin kalmaya çalışıyordu.
Çünkü hiç sırası değildi...
"Hadi güzelim. Dara koma beni. Az mı dağın başında ablamla konuşmadık seninle. Hadi gülüm çek hadi." Telefon bir canlıymış gibi ona konuşurken, kayaların üstüne çıkıp, bekliyordu. En uç kısımlara gidip çekmesini bekliyordu. Ama nafile... Teoman'ın çok övdüğü kızı, bu sefer işe yaramamıştı.
"Gerçekten, hepiniz birer özel kuvvetler askerisiniz. Aldığınız maaşın yarısı bir aileyi geçindirir ama siz akıl edipte bir telefon alamıyor musunuz?" Azer'in sözü üzerine Aytekin'in keskin kara gözleri ona çevrilmişti.
"Milletin derdi seni mi gerdi koçum?" Diye soran Cengiz'e, baktı Azer. "Şuan şu durumda bir çare bulunmazsa bizim halimizi düşünemiyorum. Kızcağız içerde can çekişiyor, biz burda eski püskü, antika bir telefonun çekmesini bekliyoruz. Çekecek mi belli değil bile." Sözleri Aytekin'in tepesinin tasını attırmaya yetmişti.
Silahını tutup, azer'e bakarken, gözlerini usulca kapattı. Derin bir nefes alıp, "Keser... Sustur şunu." Dediğinde, Azer bu sefer bağırarak konuşmaya başladı.
"Nesin sen ya! Eşkiya falan mı?! Bir timin komutanı olabilirsin ama ben o timin mensubu değilim! Saçma sapan emirlerin bana sökmez! Anlıyor musun beni komutan!" Dediğinde, Aytekin'in Sabrı son raddeye gelmişti. Sert adımlarla Azer'in üstüne yürürken, Sancar ve Şahin onu durdurmaya çalışmadı. Onun öfkesinden nasibini almak istemiyorlardı.
Aytekin, Azer'in yakasını tuttuğu gibi tek eliyle yüzüne yaklaştırdı. "Bir öğretmensin diye, sesimi çıkarmıyorum hürmet ediyorum. Mesleğine karşı olan saygımı, sabrım belledin zorladın. Ve emin ol timimde olsaydın, o cırtlak sesin çıkmazdı. Dua et benim muhatabım değilsin. Şimdi geç içeri otur, sesini çıkarma. Yardım gelince, siktir olup gidersin istediğin yere." Sertçe kendinden uzaklaştırdı. Sendeleyerek ayakta durmaya çalışan Azer, sinirle mağaraya girdi.
"KOMUTANIM! ÇEKTİ." Diye bağıran Teoman, yerinde duramıyordu. Aytekin yanına gittiğinde, telefonu alıp Erdem Albay'ı aradı. Açılmasını beklerken, karşı taraftan gelen ses Albay'a aitti.
"Komutanım benim, Karakum..."
"Karakum? Nerdesiniz oğlum? Dünden beri haber alamıyoruz sizden."
"Saldırıya uğradık, komutanım. Bayırlı'ya yakın bir mevkide araçlarımızın yakalandığı pusuya düştük. Patlama sonrası çatışmaya girdik. Bomba atıldı. Her iki aracımız ve askerimiz şehit düştü. Şuan bir mağaradayız. İletişim araçlarımız etkisiz hale geldiğinden yardım isteyemedik. Kızınız yaralı, Tekir..."
"Tekir, ne? Ne oldu?!"
"Tekir bombaya yakın bir yerde olduğu için patlamaya yakalandı. Mağarada durumunu takip ettik ama... Maalesef komutanım. Kardeşimiz şehit düştü."
Telefondan gelen sıkıntılı nefes, daralan yürekler, akan gözyaşları, feryatlar... Hepsi tekir içindi.
"Başımız sağolsun."
"Vatan sağolsun komutanım..."
"Koordinatları bulabilme imkanınız var mı?" Diye sordu. Aytekin Sancar'a baktı. "Koordinat ölçer çalışıyor mu?" Diye sordu. Sancar koordinat ölçeri çıkarıp, çalıştırdı. "Çalışıyor komutanım." Dediğinde, ölçerin koordinat ölçmesini bekledi.
Ölçer, koordinat ölçerken, ölçüm tamamlandı. "38.543800 enlem, 40.651500 boylamda bulunmaktadır. GPS koordinatları ise 38°32'37,7"N 40°39'05,4"E koordinatlarındayız komutanım."
Erdem koordinatları öğrendikten sonra, "Biraz daha dayanın aslanlarım. Helikopter ve destek gönderiyorum."
"Biz dayanırız da, kızınız... Durumu iyi değil komutanım. Ayağından vuruldu. Kan kaybı fazla. Ne kadar dayanır bilmiyoruz."
Erdem'in sesi kesildiğinde, "Güçlüdür o. Dayanır... Sadece başından ayrılmayın. Hadi Allah yardımcınız olsun."
"Sağolun komutanım." Diyip kapatmıştı telefonu.
"Yardım erken gelir inşallah. Aheste bacımın durumu kötü..." Dediğinde Yaman'ın sesi gelmişti. "KOMUTANIM! AHESTE UYANMIYOR!" Diye bağırdığında tim hızla içeri girmişti. "Ne! Nasıl uyanmıyor?! Avcı birşey yap, yaşat kızı." Diye endişeyle konuştu. Teoman...
"Ne yaptıysam uyanmadı. Nabzı gitgide yavaşlıyor." Herkesin, bakışları Aheste'ye odaklıyken, Aytekin'in bakışları, Tekir ve aheste'nin bedeni arasında gelip gidiyordu. Biran için, aklından şunu geçirdi.
Sonları aynı mı olacaktı? İki şehitle mi döneceklerdi? Birinin anasının yüreği, birinin babasının yüreği mi kan ağlayacaktı?
______________________________________
Yani bölüme hoşgeldiniz!!!! Instagram hesapları açıldı. @ahestekarakilic yeni katıldı aramıza. Umarım ilerleyen zamanlarda yeni hesaplar daha açılacak... Bu bölüm hakkında ki düşüncelerin izi alayım yorumlara... Bir sonraki bölümde görüşmek üzere...
🎵🔥... |
0% |