@nazo_65
|
"Rüzgar yine kokunu getirdi.
*İlhan Berk

-DİYARBAKIR/LİCE İLÇESİ/ ÖZEL KUVVETLER ÜSSÜ-
Bir yanda evladı bildiği askeri şehit olmuşken, bir yandan da kızı ölümün pençesinde savaş veriyordu. Tim helikopterden indiği an, Erdem albay'ın önünde dizildiler. O ay yıldız dilediğince dalgalansın diye. Arkasında bir ana, bir kardeş, bir kız bırakarak şehit olmuştu. Sırf başka analar başka kardeşler başka kızlar rahat rahat uyusun diye. Onlar canlarını başka canlar yaşasın diye ölüme terkeden, ailelerini acıya terkeden birer kahramandı. Ve kahramanlar can verirdi, yurdu yaşatmak için... "BAŞIMIZ SAĞOLSUN!" "SAĞOL!" Dedi tim hep bir ağızdan. Çünkü onlar Türk askeriydi. Kanları akar, kan akıtırlardı. "Komutanım, kızınızın yanına gitmeyecek misiniz?" Erdem dik duruşuyla, başı dik bakarken Şahin'e, "Cenazemiz var Bozkuş. Şehit uğurlanmadan hiçbir yere gidilmez." "Durumu kötüydü, komutanım." Derin bir nefes aldı Erdem. Sesi gayet net ve emin çıkmıştı. Tim üsse girdi. Erdem ise hemen arkalarından üsse giriş yaptı...
🎶
Birer birer giymişlerdi... Askeri kamuflajları. Her birinin başında bordo bere...
Tekir Dadalı...
Annesinin tek oğlu, kız kardeşinin tek abisi... Yetim bir çocuktu.
Sakaryalı'ydı...
Bir yanı hep yarım kalacaktı.
İçinde anası, babası, kardeşi, sevdiği...
Küçük kardeşi birkez daha kaybetti babasını...
"OĞLUM!"
"TEKİR'İM!"
"YÜREĞİMİ YAKTIN, KINALI KUZUM!
"GÖZÜMDE DURMAZ ARTIK BU YAŞ! SÖNMEZ ARTIK ATEŞİM! SUSTU DİLİMDE Kİ DUA! CANIMI ALDILAR BENİM! BENİM CANANIMI ALDILAR! NASIL DÜŞMESİN BU YAŞ GÖZÜMDEN?! NASIL DİNSİN ATEŞİM?! EVİM YIKILDI! EVSİZ KALDIM! YÜREĞİMİ SÖKTÜLER, YÜREKSİZ KALDIM! TEKİR'İM! CANIMI ALDIN DA GİTTİN OĞLUM!"
Anasının dilinden düşen kelimeler, kırık cam parçalarından farksızdı.
"BEN NE YAPACAĞIM ANNE?!"
"BEN ONSUZ NE YAPACAĞIM?! AÇTIĞI YARAYI NASIL DİKECEĞİM?! KEŞKE... KEŞKE BENİMDE KALBİMİ SÖKÜP GÖTÜRSEYDİN! GÖTÜRSEYDİN DE YARAYI SARMAK ZORUNDA KALMASAYDIM!"
Tekir'in al bayrakla sarılmış, tabutuna sarılmış, ağlayan nişanlısıydı.
Çünkü gönül verdiğinden, alamazsın verdiğini. Ne gönlünü ne sözünü...
"Anne, abimi çıkarsınlar oradan.
Zahide hanım ne diyeceğini bilemedi.
"Abin şehit oldu, kızım... Babanın yanına gitti." Dediğinde, Gülcan anlamıştı o an, abisinin bir dönüşü olmayacağını. Sadece ağlamıştı. Ne geri dönüşler olurdu bir gözyaşıyla, ne de ölüler dirilirdi bin feryatla...
Cenaze namazı kılındıktan sonra tim tabutu taşımak üzere ağır adımlarla tabuta doğru ilerledi. Hepsi hemen tabutun etrafında toplanmış, düz bakışlarla ileriye bakıyorlardı.
"ŞEHİDE SEL-AM VER!"
En önde Tekir'in; üniformalı, mahzun gözlerle bakan ela gözlerinin olduğu çerçeveli fotoğrafını taşıyordu, inzibat...
Son kez baktılar tabuta. Sonra ise defnedilmek üzere şehitliğe götürüldü.
Ölenle ölünür, kaldığınla kalınırdı fâni dünyada...
Onların dilinde şehadet; başı belli sonu olmayan bir yoldur. Ve bu yolda ona ermek için canlarını verirler...
Şehitliğe getirildi, tabutu yavaşça indirildi. Önceden kazınmıştı mezarı. Mezar taşında Şehit Asteğmen Tekir Dadalı, memleketi Adapazarı/Sakarya, ana adı Zahide, baba adı Ziya. D.T: 01/04/1997 Ö.T: 15/07/2024 yazıyordu.
Naaşı, onun gibi vatanı, memleketi uğruna canını vermiş, arkasında gözü yaşlı sevdiklerini bırakan, kimisinin çoluğu çocuğu olan, kimisinin nişanlı olduğu, kimisinin ise hayali olan, yetim, öksüz, Ankaralı, Adanalı, İstanbullu, Mardinli, Mersinli, Diyarbakırlı, Trabzonlu, Vanlı, Ağrılı, İzmirli, Antalyalı, Edirneli ve Sakaryalı olan binlerce şehidin arasına gömüldü. Sadece mezar taşından adı belli olan onca şehit gibi vatanı, milleti huzur içinde uyusun diye, kan kırmızı bayrağı hürce gökyüzünde dalgasın diye binlerce şehit gibi canını verdi.
Nişanlısı Nurşah'ın gözleri son kez baktı, mezar taşına. Ve sonrası yalnızlık...
Uğruna binlerce Türkü, şarkı, şiir, destan, roman, hikaye yazılası binlerce şehit, sadece birer beyaz mermer taşa kazınan isimleriyle arada göze çarparak hatırlanacaktı. Allah o mezar taşlarından razı olsun... unutulur mu hiç, senin uğruna can vermiş yiğit?
Sessizce ağladı ve şöyle dedi, "Vatan sağolsun... Varsın oğlumun canı feda olsun..."
🎶
"Hemşire!" Diye seslendi, doktor.
Kısa olan perçemleri, tokadan kurtulup yine yüzüne düşünce, bir hışımla kulağının arkasına sıkıştırdı.
Yani en azından durumundan bu sonuca varmıştı, Kübra doktor.
Kübra denen doktorun bakışları onları izlerken, ellerini önlüğünün cebine koydu. Asker yanına vardığında nefes nefese, "Aheste Karakılıç... Hangi odada kalıyor?"
Kübra'nın bakışları garipsemişçesine bakıyordu. "Danışmana sormadınız mı?" Soruya soruyla karşılık verince, "Bu katta olduğunu söyledi." Dedi Erdem.
Erdem odaya girmek üzere yönelirken, Kübra hızla durdurmuştu onu. "Yalnız, hasta şuan kendinde değil. Ama merak etmeyin, durumu iyi. Ameliyatı iyi geçti. Kan kaybı fazlaydı ama ona da çare bulundu. Kaybettiği kan karşılandı. Şuan göremezsiniz. Kendine geldiği an size haber vereceğim. Aksi takdirde uyanmazsa kısa bir süreliğine görmenize izin vereceğim." Söyledikleri Erdem'in kafasını allak bullak etmişti. Fazla karışık konuşmuş, hızlıca söylediği kelimeleri ayırt etmekte zorlamıştı.
Askerler aralarında konuşurken, bakışlar Kübra'daydı. Erdem sakin kalmaya çalışırken, "Doktor hanım, ne dediğinizi inanın ki anlamadım. Biraz daha yavaş anlatır mısınız?"
Bunu askerlerin önünde söylemişti. Ve utanmaya yetmişti onun için.
Kübra bir süre daha askerlere bakıp oradan ayrılacakken, hemşire odadan bir hışımla çıkıp, "Hasta uyandı, efendim." Demişti. Erdem birden ayarlandığında, Kübra içeri geçmişti. Erdem ve yanında gelmiş olan, Teoman, Sancar ve yaman onu takip ederek içeri girmişti. Timin diğer üyeleri, Tekir'in ailesiyle ilgilenmek için gelememişti.
İçeri girdiklerinde, yatakta halsizce yatan Aheste'ye baktılar. Kübra açık gözlerine bu sefer fener tutup iyice baktı. "Kendini nasıl hissediyorsun?"
"Mağaradayken hissetmiştim. Ama şimdiki kadar feci ağrımıyordu."
"Anladım. Ağrı kesici serum verdik. Onlarda geçer şimdi."
Aheste'nin bakışları arkada duran Erdem'e kayınca, "Baba..." Demişti tebessümle. Erdem yavaşça yanına yaklaşıp, kollarını kızının bedenine sardı. "Kızım..." Demişti, sıkıca sarılarak. Ondan ayrıldığında, kıvırcık saçlarını yüzünden çekti. Ellerinin arasına aldığı yüzüne baktı.
"İyiyim." Dedi sakince. Erdem birkez daha alnından öpüp, "Canım kızım."
"Geçmiş olsun."
"Geçmiş olsun." Demişti Sancar ve yaman ardı ardınca. "Sağolun."
"T-tekir... Durumu nasıl?" Sorusu bir hançer gibi saplandı birer birer yüreklerine. Teoman'ın bakışları duvarda, Sancar'ın başı öne eğik, Yaman'ın gözleri Erdem'deydi.
Teoman dışarı çıkarken, Yaman peşinden gitmişti. Sancar odada kalmış, ağlıyordu. "B-başınız sağolsun." Demiş kısık sesle aheste.
Kübra odadan çıkıp, kapıyı kapatmıştı. "Bir ana daha evlatsız kaldı. Bir evin arada birde neşeyle açılan kapısı artık sonsuza kadar kapandı. Onun gözleri gibi...
"Bilemem kızım. Kaç ananın daha evlatsız kalacağını bilemem ama o analar daha fazla evlat acısı çekmesin diye o hainlerin sonunun geleceğini bilirim. Bir bomba yüzünden can üzerine yanmayan can kalmadı. O canların bedelini ödeyecekler. Biz var olduğumuz sürece bu vatan uğruna can vermiş her şehidimizin tek bir damla kanı yerde kalmayacak. Ben Allah'ın huzurunda bütün üslerimin önünde elimi Kur'an'a basıp yemin ettim. O yeminimden döndüğüm gün ise şehadet haberim sana ulaşsın dedim. Yine söylüyorum, Allah şahidim olsun ki ben şehitlerimin intikamını almadan iki göz kapağım kavuşmayacak... Tekir'imin ruhu şad olsun. Onun yattığı yer ona saraydır. Ve kızım inan bende o sarayda yatmak için can atıyorum."
"Korkuyorum baba..." Dedi aheste. Babasının ellerini tuttu.
Erdem kızının ellerini koklayıp öptü.
Aheste gözyaşları içinde başını salladı usulca. "Söz..." Dedi kısık sesle.
Gözyaşlarını silip, yatağa yattı. Erdem ayaklandı. Kapıyı varana kadar Aheste'ye baktı. Kapıyı açıp dışarı çıktı.
"Aytekin komutanım gönderdi. Durumu öğrenmek için komutanım."
"Emredersiniz komutanım." Demişti.
Kübra alt katta hastanenin girişinde oturup, çayını içerken, hastanenin önüne süratle gelen son model 3 araba hemen girişte durmuştu. Ters bir durum olduğunu sezmiş olmalı ki ayaklandı. Lüks arabaların içinden inen adamlar, en önde ki aracın kapısını açmıştı. Ön taraftan inen adamın giyimi garipti. Şifon gömlek ve siyah pantolon korkutucu bir hava veriyordu. Arka taraftan inen adamın giyimi çok şıktı. Gri bir takım ve içine giydiği yelekle farklı bir havası vardı.
Hızla içeri girmişti. Siyah takım elbiseli adamları ise çıkışta beklemişti. Kübra girişten içeri girip
Danışman adama biraz sakin olmasını söylese de, adamın pek niyeti yok gibiydi. "Hanımefendi, bana ne yapacağımı söylemek yerine odanın yerini söyleseniz de bir sorun çıkmasa."
"Beyefendi, burası bir hastane. Hastalar rahatsız oluyor. Sakin olursanız, sisteme bakmam lazım."
Yanında ki ayyaş adam, elini sertçe danışman masasına vurdu.
"La havle la havle! Bacım baksana şu sistem zıkkımına! Ne zırvalıyon sabahtan beri!"
"Pardon, beyefendi... Sorun nedir?"
"Beyefendi, önce sesinizi alçaltın. Burası hastane."
"Ne hastaneymiş şerefsizim! Gören dağın başındayız, çıt çıkarsak çığ kopacak sanır! Doktor oda nerede?!" Diye bağırdı en sonunda feyzo.
Kübra sertçe kavradığı kolunu çekmeye çalışırken, "Bildiğim çok iyi akıl hastaneleri var. Adres istemen yeterli." Demişti Kübra, zorlanarak.
"Sabır sabır... BANA BAK!"
"Koçum!" Diyen bir ses dikkatleri üstüne çekmişti. Herkes pür dikkat izlerken, gelen ses Çakır'a aitti.
Çakır güldüğünde, "Bir kadına böyle davranacaksın, bende işime bakacam... Senin kafa Kontak galiba?" Dediğinde, feyzo gülmeye başladı.
"Benim de bir özelliğim var, delinin kokusunu iki kilometre öteden alıyorum."
"O zaman git başka yerde ara delinin kokusunu. Beni de yorma."
"Yorarsam ne olur? Tehtid ediyorsun ama götün tutuşuyor."
Dediği anda Çınar, bir hışımla üst kata çıkmak üzere merdiveni kullandı. Kübra Çınar'ın aheste'ye birşey yapacağını sanıp, peşinden gitmeye kalkışmıştı, fakat feyzo'nun sıkıca tuttuğu kolu, gitmesine engel olmuştu.
Feyzo burnunu tutarken, "Buda sana ders olsun. Bir daha bir kadına nasıl davranacağını öğrenmişsindir umarım. Yoksa ben sana öğretmekten asla çekinmem!" Kübra kolunu tutarken, önlüğü sıvadı. Kolunun morardığını görünce, "Yine morardı. Gerizekalı..." Demişti. Çakır farketmiş olmalı ki, Kübra'nın kolunu tuttu.
"Tenim hassas. Ufak bir mıncırmada morarıyor." Kolunu saklayıp, bir hışımla gidecekken, "Bende rica ederim!" Diye bağırdı çakır.
"Pardon. Ben yalnızsınız sanmıştım."
"İyi misin?" Diye sordu Çınar.
"Nasıl oldu bu olay?" Aheste şaşırmış olacak ki, "Nasıl bilmezsin? Yediğime içtiğime kadar bilen çınar, başıma gelen olayı bilmiyor. Dünyanın sonu veya kıyamet mi bu?" Demişti alaycı bir sesle.
"Fazla kalan yardımları başka bir köye götürmek için gitmiştik. Gidiş yolunda herhangi bir anormallik yoktu. Yardımları bırakıp, dönmek üzere köye gelen asker timinin araçlarıyla, köye geri dönüyorduk. Yolumuza mayın döşemişler. Zırhlı araç basınca patladı. İlk başlarda bilincimi kaybettim kısa bir süreliğine. Sonrası tamamen uçtu. Ne yaptığımı bilmiyordum. Bilinçsizce uçurumun kenarına yürümüştüm. O sırada bir çatışma oldu. Teröristlerin saldırısına uğradık. Kurşunların arasından yürürken, ayağıma denk gelen kurşun tökezlememe sebep oldu. Uçurumun eşiğinden düştüm. Timin komutanı son anda beni tuttuğu an bilincim yerine gelmiş, ne yaptığımın farkına varmıştım. Sonra bir mağaraya saklandık. Orada da kan kaybından bayılmışım. Sonrası uyandığımda buradaydım işte..."
Aheste'yi pür dikkat dinleyip, yaşadıklarına kimin sebep olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. Ve bütün oklar tek bir kişiyi işaret ediyordu.
"Aheste... Bak yaşadıkların tek bir şeyi işaret ediyor. Bu köy sana ölümden başka birşey getirmiyor. Gel yine kolejde çalış. Söz seni eskisi kadar rahatız etmeyeceğim. Dilediğini yap. Kimse sana karışamayacak. Söz veriyorum..." Aheste gözlerini devirdiğinde, seslice nefes alıp verdi.
"Ben Ankara'ya geri dönmüyorum. Dönsem bile o kolejde bir daha görev yapmam. Zaten istesede kimse bana karışamaz. Sen bile... O yüzden, bu konuyu bir daha açma. Beni bu kadar düşünüyorsan, sürekli gelmezsin. Benim şuan rahatsız olduğum tek şey senin varlığın."
Çınar'ın duydukları kalbini sadece kırmamış, aynı zamanda parçalarını her bir tarafa savurmuştu, Aheste'nin bu sözleri. Ona karşı olan sevgisi, aşkı ona birşey olmasından korkması sanki bütün bunları görmemezlikten geliyordu aheste...
Evet, üzüyordu.
"Neden?" Diye sordu umutsuzca. Defalarca sorduğu soruyu birkez daha sormuştu. Cevabı belki bu sefer değişir umuduyla birkez daha dökülmüştü dilinden, aynı soru.
"Niye beni sevmiyorsun Aheste?"
"Sana yardım etmeye, yanında olmaya çalışıyorum. Elini tutuyorum geri çekiyorsun. Yanında duruyorum, uzaklaşıyorsun. Arkandayım her zaman diyorum, aramıza duvar örüyorsun. Sana... Kalbimi açıyorum, anahtarlarını avucuna bırakıyorum, o kapıyı geri kitleyip, anahtarı yüzüme vuruyorsun. İşte bu sözlerin gibi...
Seslice nefes aldı Çınar.
Elini kaldırıp, parmağında ki yüzüğü gösterdi Aheste.
Çınar başını salladı, kabullenmiş bir ifadeyle. Ama aslında hiçbir zaman kabullenmeyecekti. Artık birgün onu sevmesini de umut etmeyecekti. Sağlamak için herşeyi yapacaktı.
"Senin için dünyayı yakmaya devam edeceğim. Kalbimin kapılarını her zaman açık bırakacağım. O kelepçe dediğin yüzük parmağından asla çıkmayacak, ölsen bile değil, çünkü ben asla senin ölmene izin vermeyeceğim. Ve Aheste Karakılıç, ben seni sevmekten ve senden asla vazgeçmeyeceğim... Beni sevmesen bile. Sana bunu defalarca söyledim...
Bunu gülerek söylemiş, kendinden emindi. Gözlerinde sevdiği kadına karşı olan açık ve uğruna savaş açacağı bir zaaf vardı. Herşeye rağmen...
"Şimdi... madem köyden dönememekte kararlısın, sevgili biricik nişanlımı kırmayacağım. Kalabilirsin..."
"Senden izin istemedim. Ayrıca arkamda durmaya çalışıp, destek olma rollerine mi başladın?"
"Aksine, kararına karşıyım ama seni kırmak istemiyorum. O yüzden bu olaydan sonra senden sürekli haberdar olmam için ve güvenliğini sağlamak amacıyla sana bir koruma göndereceğim."
Aheste, şaşkınlıkla bakarken, daha düne kadar adamlarından kurtuldum diye özgürce geziyordu. Şimdi ise köyde; küçük, çapı onun bahçesi kadar olan bir köyde peşinde koruma ile gezecekti.
"Ne saçmalıyorsun sen ya?! Ne koruması! Köyde de mi senden rahat yok!"
"İstersen ben geleyim... Hem aklım sürekli sende olmaz. Ne dersin?" Diyerek göz kırptı, Çınar.
"Yok devenin bacağı!"
"Efendim?"
"Zıkkımın kökü, Çınar. Zıkkımın kökü! Gerçekten artık sıkıldım senden. Ciddiyim."
"Seni fazla görmüyorum bile nasıl sıkılıyorsun anlamadım."
"Senden sıkılmam için yanımda ya da yamacımda olmana gerek yok. Senin dünya üzerindeki varlığın beni her an sıkıyor."
"Başka gezegen varsa söyle oraya gideyim."
"Mümkünse cehennem..."
"O, ne zamandan beri gezegen oldu?"
"Sabır Allah'ım sabır..."
"Sakin, tamam. Koruma bu akşam köyde olur. Kendine dikkat et güzelim. Yoksa ya seni o köyden kaçırıp götürmek ya da köyü koruma ile donatmak zorunda kalacağım. Sen seç..."
"Hiçbiri..."
"Seni seviyorum."
"Senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim."
Çınar göz kırpıp odadan çıkmıştı. Kapının önünde bekleyen asker ve doktor, onun çıktığını görünce bakışları ona çevrilmişti.
Çakır, Çınar'la neredeyse aynı olan boyaları yüzünden yüzüne denk gelmiş olan yüzünü ona yakınlaştırdı. Kolları arkada bağlanmış, "Adamına söyle bir kadına nasıl davranması gerektiğini öğrensin. Ha, birde beni bu mevkiden attırman için önce bi öbür tarafa gidip gelmen sonrada değil kırk yüz fırın ekmek yemen lazım. Kolay kolay ulaşılmayan bu mevkiden vazgeçmeye öyle kolay kolay niyetim yok. Adamının burnu kırılmış. Araçlarından birini sat, burnunu yaptır garibin. Fazla havada..."
Son kelimesini kısık sesle söylemiş, gülmüştü. Çınar ise sadece gülmüş yoluna devam etmişti. Çakır arkasından, "Şuna bak, parası var diye barbarlık yapacağını sanıyor. Mevkiden attıracakmış, yok amına koyim..." Dediğinde, önüne dönmüştü. Hemen dibinde biten kızıl saçlı kadın Kübra'ydı.
"Yalnız küfür hiç hoş birşey değil. Barbarlığa barbarlıkla karşılık vermeye teşekkür ile karşılık vereceğimi beklemen de en az bu küfürlerin kadar saçma."
Çakır, Kübra'nın hızlı konuşup bir cümleyi tek nefeste söylemesine karşılık dilinden sadece bu kelime dökülmüştü,
"Ne?" Dedi.
"Biraz yavaş konuşur musun? Kelimelerin birbirine giriyor ve ne dediğini anlamakta zorlanıyorum."
"Bahane arama. Anlamak isteyeseydin, anlardın."
"Anlamak istemesem yavaş konuşmanı ister miydim?"
Kübra sustu. Kendinden bir hayli uzun olan bu kas yığını adama cevap verememişti.
Gülerek kolları önünde bağlı, başı yana eğik onu izliyordu.
"Neyse ne işte. Sonuçta ben bir kere söyledim söyleyeceğimi. Anlayıp anlamamak sana kalmış."
"Haklısın kızılcık marmelatı."
"Kızılcık marmelatı?"
"Saçlar..." Dedi gözleriyle işaret edip.
"Yalnız boya saçlarım."
"Birşey değiştirmiyor. Sonuçta kızıl..."
"Beni neden oyalıyorsun?"
"Kalan sensin..."
"Gitmeyen sensin... Gidebilirsin."
"Kalıyorum."
"Ne?" Dedi Kübra anlamayan bu sefer oydu. Çakır büyük elini uzatıp,
"Çakır... Çakır Bayramoğlu." Dediğinde, Kübra eline baktı. O da aynı şekilde elini tutup,
"Bizde soyisim ile seslenirler."
"Bu arada memnun oldum Bayramoğlu Çakır."
"Yalnız babamın adı, kerem. Bayramoğlu değilim..."
Kahkaha atmaya başladığında, Kübra öylece duruyordu. Çakır hâlâ gülerken onun gülmediğini farkedince durdu.
"Tekrar görüşmek dileğiyle derken?"
"Anladım. Eee, o zaman telefon numaranı alabilir miyim? Yani belki bir daha denk gelemeyiz falan..." Lafı geveleyip durunca Kübra telefonunu çıkarıp, çakır'ı bekledi.
"Ben gidiyorum o zaman." Dedi Kübra. Çakır çekingen bir tavırla, "T-tamam." Dedi. Kübra tebessümle yanından ayrılıp gitmişti. Çakır'ın yüzünü güldüren bu olmuştu. Oldukça çapkın olan bu adam bu kıza da yürümeyi kaçırmamıştı. Bu güzel haberi time vermeye sabırsızlanıyordu.
🎶
Demgüzar, yalının koca salonunda dışarıya manzarası olan pencerenin önünde ki koltuğa oturmuş kahvesini içiyordu. Bir hayli sakin ve rahattı. Nedeni ise Cevahir'in Aheste'ye kurduğu pusuyu duymasıydı. O kızdan oldu mu olası nefret ediyordu. Başına gelen en ufak bir belada yüzü gülüyordu demgüzar'ın.
Salonda yankı yapan topuklu sesleri tek kişiye aitti.
Ama o da bilmiyordu, bütün servetin Çınar'a kalacağını. Diğerleri gibi hayaller kurup o günü iple çekiyordu.
"Demgüzar... Keyfin bol olsun. Neyi kutluyorsun böyle?" Üzerine giydiği şifon gri gömlek ve altına uydurmaya çalıştığı bordo palazzo pantolonu ile sarı yıpranmış saçlarıyla, buruşuk yüzü, pekde genç olduğunu söylenemezdi. Sorsan ailenin hanımı olmak zor derdi.
"Sağol canım. Beraber olsun diyeceğim ama Leman beni bekliyor. Sonuçta kız annesi olmak zor."
"Leman Gülşan ile birlikte çıktı."
"Ya, farketmedim. Alışverişe gittiler herhalde..."
"Gece elbiseleri ile mi? Beni salak yerine koyma demgüzar..."
"Seni salak yerine koyan kim Leyla? Sana dedim kız annesi olmak zor. Anlamazsın."
"Anlamam... Öyle mi?"
"Aynen öyle..."
Leyla ağır adımlarla demgüzar'a yaklaştı. Dibinde bittiğinde, yüzüne dikkatlice baktı.
Leyla ise sadece lafını söyler susardı. Bu sefer damarına ağır basmış olmalı ki demgüzar'a karşı derin bir ölüm sessizliğine girmişti. Annelik onun şah damarıydı. O da tek çocuğu için Cihanşah Erkuran ile evlenmişti.
"Bana anne olmak nedir diye ders vermek yerine, önce sırf para için terk ettiğin 5 yaşındaki oğlun ve kocan aklına gelsin. Sonra da karnında kızınla kaçtığın adamın ailesine çocuğun adamdan olduğunu yutturman, o ise aklından hiç çıkmasın. Bana anne olmanın dersini verecek son kişi bile değilsin."
Demgüzar bu kadar şeyi bildiğini ve onun da bir tehdit malzemesi olarak kullandığı bu hayatının özetini söylemekle tehdit ediyordu Leyla. Bu evde herşey tehdit ile yürüyor, herkesin birbirine garezi vardı. Hep bir üstünlük sağlamaya çalışan kadın ve erkekler, sadece tek bir günü bekliyordu üstünlüğünü ilan etmek için. Bu evde bir nevi taht kavgalarına benzer bir hayat süren bu aile Cihanşah Erkuran'ın ölüm haberini bekliyordu. Koskoca mirasa konmak için birbirlerine bile düşman olacaklardı. Kardeş kardeşe düşecek, bir soyisim ve çatı altında birleşmiş ama aslında hiç aile olamamış bu insanlar sonlarını bir kurşunla getirmeyi bekledikleri günü iple çekiyorlardı.
"Sana bu konuda zaten ders veremem. Çünkü annelik senin gibi anne olamamış insanların anlayacağı bir dil değil. Ve bende kendimi yormak istemiyorum. Kusura bakma Leylacım."
Demgüzar ağır ağır yürüyüp, salondan çıkmak üzere giderken, Cihanşah Erkuran salona hemen yanında uşağı Erham ile girmişti. Bastonuyla ağır ağır yürürken, demgüzar olduğu yerde kalmıştı.
"Baba? Noldu iyi misin?"
Demgüzar hiçbir şey anlamamış, erham'a bakmıştı.
"Küçük gelin Aheste." Dedi.
Demgüzar, "Ne olmuş yine o kıza?"
"Tek bir köy ona yetmiyor başka köylere de gidiyor... Şaka gibi ya. Efendim, bu kızı ne yapıp ne edip Ankara'ya geri getirmemiz ve bir an önce nikahlarını kıymamız lazım. Böylece bu kadar özgür davranmaz. Bu kadarı da fazla..." Demişti demgüzar. Sitemkâr bir sesle.
"Nikah konusunda katılıyorum ama kızın mesleğine karışamam. Kız sonuçta görevini yerine getiriyor." Demişti demgüzar'ın aksine. Bu düşünce aslında sırf demgüzar'ın sinirini bozmak amacıyla dökülmüştü Leyla'nın dilinden.
Erham elinde ilaç tepsisiyle Cihanşah'a bakıyordu.
"Demgüzar haklı. Çınar'ın gelmesini bekleyeceğim. Gelince odama gönder." Demişti erham'a ithafen...
Demgüzar zafer kazanmış bir edayla gülerken, Leyla sadece boş boş bakıyordu ona.
Neredeyse akşam olacaktı. Ve sofra tam saatinde kurulması gerekiyordu. Cihanşah Erkuran'ın ilaç saatlerine uyması gereken bu sofraya herkesin oturması zorunluydu. Cihanşah ise sofraya önem verdiğinden herkesin ona uyması gerektiğini sert bir dille söylemişti. Herkes işinde olurdu. Ama vakti gelince sofrada olurlardı.
🎶
"Durumun iyi. Ayağının üstüne bir süre basamayacaksın. Bassan bile baston benzeri birşey kullanmak gerek. Merhemler sayesinde acısı ve ağrısı hafifleyecek." Kübra'nın kontrolleri ve sonucunda vardığı sonucu bana bir bir anlatırken benim bedenim orda, ruhum ve aklım başka yerdeydi. Birkaç gün daha derse giremeyecektim. Çocuklara yeni gelen defter kalem ve enstrümanlarla güzel bir ders vermek istiyordum. Ama ayağım bu gidişle bana biraz engel olacaktı.
"İyi misin?" Diye bir ses kulağımın dibinde bitince, kızıl saçlı doktorun olduğunu anladım. Bedenim sanki ruhuyla yeniden buluşuyormuş gibi bir his beni kendime getirdiğinde, gözlerim onu buldu.
Ve bunu anlamış olmalı ki, "Ne dediğimi duyduğundan şüpheliyim." Demişti. Buruk bir tebessümle yüzüne baktım.
"Kusura bakma, yaşadıklarım dayanılacak şeyler değil. O yüzden biraz dalgınım bugün."
"Seni anlayabiliyorum. Bende yaşadım..." Dediğinde şaşırmıştım. Bir insan hayatında kaç kere bombalı bir saldırıda kurşunların arasında kendi isteğiyle ölüme adım atar...
"Nasıl yani?"
"Bir köyün sağlık ocağında doktordum. Hakkari'de...
Söyledikleri ve yaşadıkları benim yaşadıklarımla neredeyse aynıydı. İzi kalan yaralarımdan mı tanıyıp yarasının hikâyesini anlatmıştı bana?
Yaralarına bakamayacak kadar aciz ve korkak, onlara yara bandı takamayacak kadar umursamaz, kabuk bağlamasını beklemeyecek kadar da bıkmıştım. İzi kalmasın diye yaptığım herşey, onların daha çok iz bırakmasını sağladı.
"Ben kadere inanırım. Ama kaderin yazdığı hiçbir şeyi hikayem olarak anlatmadım. Çünkü benim hikayemde anlatacak kimsemde yok. Sadece babam var. Onu da kaderimin bana oynadığı zalim oyunları anlatarak öldürmek istemiyorum. Çünkü biliyorum, kaderimden kime bahsedersem kaderim ağlarını ona da örüyor. Ve benim yüzümden o da ölüyor. Sen hiç başkalarının iyiliği için hayatını hiçe saydın mı? Ya da kardeşim dediğin, onunla birlikte büyüdüğün birinden sırtından sayamadığın kadar bıçaklanarak ihanete uğradın mı? Ben uğradım... Ve inan o bıçak darbelerinin bıraktığı yaraların izini saydım..."
Elimi kaldırıp, parmağımda ki yüzüğü gösterdim. Kelepçe olan yüzüğü...
Gözleri, anlattıklarımı sindirmeye çalışırken zorlandığını ifade etmeye çalışır gibi baktı bana.
Zihnin kaçıncı ölüm evresiydi bu?
"Seni anlayabiliyorum."
"Hayır... Anlamıyorsun. Sende anladığını söyleyip, anlamayan ve hayatının şu birkaç dakikasını bana ayırmamış gibi yoluna devam edeceksin. Boşver...
"Seni yara izlerinden tanıdım. Dilinden konuştum ve şimdi seni anlayabiliyorum. Hayatımın belki birkaç dakikasını sana ayırdım evet, ama inan saatler ayırdığım şeyler ayırdığım birkaç dakikalar kadar kazınmadı zihnime. Tıpkı şuan saatlere doğru yolculuk yapan birkaç dakikalar gibi. Belki de zihnime kazıyacağım ilk saatler olacak..." Dedi gülümseyerek. Öyle hızlı konuşmuştu ki kelimelerini yakalayabilmek bir oyun gibiydi.
"Bayağı hızlı konuştun." Dedim.
"Farkındayım. Umarım beni anlayabilmişsindir."
"Anladım. Hızlı konuşman, seni anlamayacağım anlamına gelmiyor."
"Çoğu insan hızlı konuştuğum için beni anlamakta güçlük çekiyor. Beni anlayabilen nadir kişilerdensin."
"Bu benim için bir başarı varsayıyorum." Dediğimde gülmüştük. Elimi uzatıp,
"Aheste..." Dedim.
"Kübra..." Dedi. O da.
"Memnun oldum."
"Bende..." Demişti.
Kapı çaldığında ikimiz de o tarafa bakmıştık. Kapı açıldığında içeri giren kişi hiç yabancı değildi. Uzun boyuyla kapının pervazından eğilerek geçmişti. Üstünde yeşil askeri kamuflaj tişörtü ve kargo pantolonu vardı. Kasları güpegündüz ortadaydı. Kolları kaslarından dolayı zeybek oynayan efeler gibi havada kalmıştı. Yürüyüşüyle korku salıyordu.
Yarasının silinmeye yakın izi var ile yok arasıydı. Keskin kara gözleri hiçbir şey ifade etmiyordu. İçeri girdiği an Okyanus esintisi kokusu odaya doluşmuştu. O içeri girdiğinde hemen arkasından Cengiz abi, Çakır ve Şahin girdi.
Kübra başını sallayıp odadan çıkmıştı.
"Sağol Şahin."
"İyisin. İyi olacaksın..." Dedi kalın ve oldukça sert çıkan sesiyle. Söylediği tek şey buydu. İnsan bir geçmiş olsun derdi. Odun işte yontulmamış ne yapacaksın...
"Turp gibisin, boş boş konuşmandan belli oluyor." Dediğinde, sinirlerimi bozmaya yetmişti.
"Ben." Dedi tek nefeste.
"Bu yetkiyi kim sana verdi."
"Ben." Yine.
"Seni babama söyleyeceğim." Hiçbir korku yaratmamış olmalı ki mimik oynamadı yüzünde.
"Saçımı kestiğini... Sana mı hak verir bana mı?"
"Komutanım saçınızı mı kesti?" Diye soran Şahin'in şaşkın bakışları ve Çakır'la aralarında gülüşmeleri onun ölümcül bakışlarını sergilemesine neden oldu.
"Komutanım sizde de ne Cevherler varmış. Hem asker hem doktor hem de kuaförlük. Valla ne diyim on parmağınızda on marifet." Dalgasını geçip kahkaha atmaya başlayan Çakır, gülmekten ölmüştü.
"Senin kafanı koparıp sektirmekte de gayet iddialıyım. Al sana bir marifet daha. Ne dersin, Bayramoğlu?" Dediğinde, sinirle konuşmuştu.
Cengiz abi ise bana bakarken, "Çakır buraya bir adamın geldiğinden bahsetti. Sorun çıkarmış, seni sorup durmuş. Tanıyor musun?" Dediğinde, yüzüm düşmüştü. Çınar'dan bahsettiği belliydi.
Çakır ve Şahin de aynı şekilde onun vereceği tepkiyi merak ediyormuş gibi baktılar. Benimde gözlerim ona ve çevrildiğinde, gözleri gözlerimdeydi. Sinirli miydi, kızgın mı yoksa hiç umrunda değilmiydi? İfadesi hiçbir şey anlamama sebep oluyordu. Sadece boş bakan gözler ve susmaktan başka birşey yapmayan dili...
"O adam senin nişanlın mıydı?" Diye sordu Çakır.
"Neden?" Diye sordum. Nedenini bilerekten.
"Yanında bir tane magandanın hası gelmiş doktoruna racon kesiyor. Allah'tan ben oradaydım da raconun hası nasıl kesilir gösterdim."
"Öyle tabi oğlum. Bu hayatta her zaman dört ayak üstüne düşmesini bileceksin."
Çakır'ın çapkınlık ile ilgili hayat tavsiyeleri bittiğinde,
"Merak etmiş. Haspam." Dediğimde, kendi kendime gülmüştüm. "Hem nişanlım diyorsun hem de kin besliyorsun. Garip..." Dedi Cengiz abi. "Keselim mevzuyu da kendisinide..." Demişti Çakır. Gülmüştüm. "Çakır... Kız nişanlı. Valla gebertirim seni." Diyen cengiz abiydi. Ona doğru baktığımda, Çakır'ı birazdan öldürecekmiş gibi bakıyordu. "Ben temenni sevmem. Böyle arada bir değişiklik güzel. Sıkılırım sürekli aynı hatun görmekten. Ha ama Allah için Aheste güzel kız. Belki ona torpil geçebilirim." Ben yavaştan korkmaya başladım. Çakır işi ciddiyete bindiriyordu. Nişanlı olmam da bir işe yaramamış olmalı ki engel tanımıyor. "Lan oğlum! Kaç dakikadır gözümün önünde nişanlı bir kıza yürüyorsun! Lan sen kaç kez komutanının önünde bir kıza yürüdün? Kaç kez Azraile kafa tuttun?! Sen dur, ben sana cezanı karakolda vereceğim. Çapkınlığın alâsını göstereceğim sana! Şimdi çık dışarı!" Diye bağırmıştı. Çakır korkuyla dışarı çıkarken, şahin ve Cengiz abi başlarını vah vah diyerek salladılar. Ben korkuyla bakarken, durum ciddiydi. Ya benim yüzümden birşey yaparsa çocuğa. "Ne? Ne ima etmeye çalışıyorsun?! Ben çok mu meraklıyım nişanlı olduğum hâlde flört etmeye. Şaka yaptık diyorum, eğlenmek amacıyla diyorum! Nerenle dinliyorsun beni?!" "Sesini alçalt önce. Burası hastane." "Ben senin askerin değilim. Nişanlı bir kadının ne yapıp ne yapmaması gerektiğini de senden öğrenecek değilim!" "İyi o zaman buradan da kendin çıkarsın." "Ne?" "Cengiz abi, şahin yürüyün gidiyoruz. Öğretmen hanım kendisi halleder işini. Kimseden birşey öğrenmesine ve yardımına ihtiyacı yok ya." "Ama komutanım yaralı..." "Bozkuş!" "Emredin komutanım!" "Çık dışarı!" Diye bağırdı. "Timime nasıl davranıp davranmayacağım, seni ilgilendirmez. Her şeye burnunu sokma." Gözlerimi öyle mi diye açarken, tam karşımda duran koskoca heybetiyle bana bakan çekik gözlüye baktım. "Kiminle flört ettiğin beni ilgilendirmiyor. Söz konusu flört ettiğin benim askerimse ilgilendirir. Ayrıca herkesi kendine aşık veya hayran sanma. Ne Dünya senin etrafında dönüyor ne de uydular. Çekim alanı olmayan başı boş bir gezegenden farkın yok." Bana kibirli mi demeye çalışmıştı o? Aynen öyle demişti. Sinirden artık nasıl hopladıysa sinirim, yataktan inip topallayarak tam karşısına dikildim. "Madem çekim alanı olmayan başı boş bir gezegenden farksızım. O zaman askerin neden çekim alanıma kapıldı? Beni küçümsemek yapacağın son şey olsun çekik gözlü..." "O bir asker bana ahlak dersleri vermeden önce buradaydı." Beni hastaneden çıkarmak için gelmişlerdi. Şimdi ise yaralı bir şekilde almadan gidiyorlardı. Boku yedin mi aheste? Yüzüme bakıyordu ve ben yine bakışlarımı kaçırmıştım. "Çok konuşmada giyin. Seni kapının önünde bekliyorum. Sadece 5 dakikan var." Daha soyunmama rağmen gözlerini kapatmıştı. "Eyvallah." Dedi. Ve kapıyı kapattı. Kalbim de ister istemez oluşan bu hızlı çarpıntı, onu görünce ciddi bir ağrıya sebep oluyordu. Topallayarak çantayı yere bıraktım. Fermuarını açıp baktığımda, içinde çiçekli bir elbise vardı. Kadın diyince niye aklınıza ilk elbise geliyor anlamıyordum. Uzun çiçekli bir elbiseydi. Umarım bedeni olurdu. Üstümdekileri çıkarıp çiçekli elbiseyi tek seferde üstüme geçirdim. İpli değildir umarım. Kaldın... Kapıyı çekingen bir tavırla açıp, nerede olduğuna baktım. Hemen kapının eşiğinde, kolları önünde bağlı etrafı inceliyordu. "Sorun ne? Onu söyle." Dedi pişkin pişkin. "Ne alsaydım, gelinlik mi? Ya da sünnet elbisesi mi? Sen bunu aldığıma dua et." "İçeri gelir misin?" Kaşları çatıldığında, tereddütte kaldı. "Bak gerçekten bu kadar namuslu olduğunu bilseydim Çakır'a söylerdim." Elimi refleks olarak göğsüne çarptığımda, bakışları göğsünde olan elime odaklandı. Yerinden çıkacak olan kalbim biraz daha temasa maruz kalırsa önüme düşecekti. Benim nasıl bir çekim alanım olduğu hakkında ki fikirlerini bilmem ama bu adamın öyle kuvvetli bir tesiri vardı ki üstümde, yanında nefes almaktan bile çekinir hale gelmiştim. "Tamam sıkıntı yok. Çıkabilirsin. Ben hallederim." Dediğimde, durdu. İki eli belinde bana bakıyordu. "Arkanı dön, bağlayayım." Dedi tekrardan. Sanki bunu az önce ben istememişim gibi afalladım. Parmakları her tenime değdiğinde ürpermeye devam ediyordum. Cevap vermedim. Çünkü bende bilmiyordum. Bir yerlere çarpmış olabilirdim. Farketmemişim. "Nişanlın... O mu yaptı?" "H-hayır. Kimse bana zorla birşey yaptıramaz. Dokunamazda..." "O hâlde neden cevap verirken tereddüt ediyorsun?" "Ne alakası var?" "Dön. Bitireyim şunu. Gitmemiz lazım." Dediğinde, arkamı döndüm. Saçlarımı yeniden ensemde tutturdum. İpleri bağlamayı bitirmişti. Önüme döndüğümde, gözlerine bakmamaya çalışarak, "Teşekkür ederim." Dedim. "Süslü püslü kelimelerden hazetmem." "Çok pardon. Odun olduğunu unutmuşum." Dedim alaycı bir sesle. "Ne yapacaksın?" "Çok konuşmuyorum. Sen çok konuşuyorsun ve bende başım ağrımasın diye cevap vermek zorunda kalıyorum. Fazla gevezesin. Bu kadarına alışkın değilim." "Ben miyim geveze?" "Ta kendisi." "Öyle olsun çekik gözlü odun. Çıt kırıldım..." "Bana sürekli çekik gözlü diyip durma. Ayrıca odun da değiliz. EvvelAllah bir yerde vicdan ve merhamete sahibiz." "E gözlerin çekik... Ve odunsun. Buna da saçımı kestiğin zaman karar verdim. Ama birşey diyeyim mi?" "Ne?" "Kaşların mükemmel. Asimetrik duruyorlar. Valla kıskandım. Hangi güzellik merkezi?" "Evet." "Çok sıkıcısın." "Yürü." "Anlamadım?" "Çok konuştun, yürü gidiyoruz." "Aheste, gidiyor musun?" "Evet." Dedim düz bir sesle. "Geçmiş olsun o zaman. Tanıştığıma memnun oldum." "Bende." Dedim ve az ötede beni bekleyen Aytekin'e yetişmeye çalıştım. Yanıma geldiğinde, kucağına almak üzere eğilmişti. "İyi o zaman yürü." "Niye böylesin?" Nasılım dercesine bakarken, "Kadınlara, timinde ki askerlere yaptığın muameleyi gösteriyorsun." "Bak sana bunu son kez söyleyeceğim ve bir daha söylemeyeceğim. Bu aralar sürekli bana soru soruyorsun, lakaplar takıyorsun. Etrafımda bunca zaman kadına dair kimse bulunmadı. Sana sadece yardım amaçlı temasta bulunuyorum. Erdem albayın kızısın diye birşey demiyorum. Bu sana son yardımım olacak. Ve mümkünse artık etrafımda dolaşma. Adın herneyse bilmiyorum. Hastaneden çıktıktan sonra köyde sana yardım edecek, seni taşıyacak birilerini bulursun. Nişanlısın ve ben senin gibi biriyle sürekli görülmek istemiyorum..." Kaşlarım çatık bir şekilde şuana kadar kurduğu en uzun cümleyi kurarken, söylediklerinin ima ettiği şeyler benim bunca zaman yaptıklarımmış gibi anlamıştım. Suskundum. Onu pür dikkat izlerken, haklı bulmuştum. Çantayı yerden alıp, yüzüne baktım. Bunca zamandır utançtan bakamadığım yüzüne dikkatlice baktım. "Şuana kadar olan yardımların için teşekkür ederim. Senden son birşey isteyeceğim. Lütfen bana sırf komutanınızın kızıyım diye yardım etmek zorunda hissetmeyin." Topallayarak giderken merdivenlerin eşiğine gelmiştim. Arkamı dönüp ona baktığımda, "Bu arada... Adım Aheste. Bir dahakine bana adımla hitap ederseniz sevinirim." Sadece ahalisinin bile bana bilendiği bi köyde belki beni olduğum gibi görecek, ve bana yardım edecek birkaç kişi olur sanıp askerlerinin iyi niyetine güvenmiştim. Güvenmekte hata yapmamışım. Ama onların bana karşı olan duygu ve düşüncelerini bilmeden kendimi onlara yakın hissetmiştim. Belki de kimseye böyle yakın davranmamam gerekiyordu. Ve parmağımda bu yüzük olduktan sonra etrafımda herkesin benden nefret ettiği ve dışladığı bir kadından farksız olacağım. Merdivenleri aklımda bu düşüncelerle bitirirken, son basamağı da inip topallayarak çıkışa doğru ilerledim. Koltuklarda oturmuş birkaç kişinin bakışları beni izlerken, bir an önce çıkışa varıp girmeyi umut ettim. Otomatik kapıdan çıktığımda, hemen ardımdan çıkan oydu. Rüzgarın savurduğu koku ona aitti. "Erdem albayım ve diğerleri bayırlı'ya gitmişler." Diyen Şahin'di. Annemi özlediğimi farkettim. Çantamda kalmıştı fotoğrafı. Patlama sırasında neredeyse bilmiyordum. Kapkaranlık gökyüzüne baktım. Gökyüzünde beliren ay bu gece yine hilaldi. Keskin çehresi ve parlaklığıyla aydınlatıyordu Diyarbakır dağlarını. Cengiz abinin, "Dağlar... Kıtaları, ülkeleri, şehirleri, köyleri kimi zaman ise aşıkları ayırır..." Demişti. Ne dediğini anlamamıştım. "Ayırır. Hemde öyle bir ayırır ki, mahşerde bile arasın yüzünü. Sen siyabend ile xece'nin hikayesini bilir misin?" "Onlar kim?" Diye sordum merakla. Bana bakıp, "Yine böylesi bir günde Süphan Dağı dolaylarında dolaşırken, gözden uzak bir yerde kurulan derme çatma bir çadıra denk gelirler. Çadırın hangi amaçla dağların arasında bulunduğunu öğrenmek için ziyaret eder. Siyabend çadırda yedi kardeşiyle yaşayan Xecê'yi görür görmez vurulur, kalbi yerinden sökülecekmiş gibi çarpmaya başlar. Kimsiniz, nereden gelirsiniz diye sorduğunda Xecê hikayesini anlatır. Köyün ağasının kendisini zorla almak istediğini, bunu kabul etmediği için de köyden yedi kardeşiyle birlikte sürüldüğünü anlatır. Bunun üzerine Siyabend de amcasının kendisini döverek köyden kaçmasını sağladığını ve böylelikle tek başında dağlara sığındığını söyler. Kardeşleriyle tanışır ve ortak bir yaşamları oluşur zamanla. Xecê de daha ilk günde Siyabend'i beğenmiş, gözlerinde ki sevgiyi, aşkı görmüş, karşılık vermiştir. İlerleyen zamanda Siyabend, Xecê'ye aşkını ilan eder, kardeşlerine söyler. Xecê ve kardeşleri beraberliğe onay verince Siyabend evlilik hazırlığı yapar. Ancak Xecê'yi sürgün eden ağa olanları duyar, adamlarıyla çadırlarını basıp, Xecê'yi kaçırır, Siyabend'in arkadaşını da yaralar. Davul sesi,müzik köyde yankılanırken, Siyabend yaşlı çifte sorar : Bu davul sesleri de neyin, nesi? Yaşlı çift "Köyün ağası Xecê diye bilinen dünyalar güzeli kızla evlenecek" deyince Siyabend parmağındaki yüzüğü çıkarıp, yaşlı kadına verir, bunu hemen ağanın evindeki rehin olan Xecê'ye götürmesini söyler. Sen yüzüğü ver, o benim burada olduğumu bilsin ve kendisini kurtaracağıma emin olsun. Düğün dernek sürerken, Siyabend bir yolunu bulur, ağayı can evinden, kalbinden okla vurur ve Xecê'yi tutulduğu yerden alıp, yine dağların yolunu tutar. Xecê'yle birlikte dağlarda bir yaşam sürdürmeye başlarlar. Günün birinde Siyabend, sevdiğinin dizlerinde uyurken, Xecê yanından geçen bir ceylan sürüsüne görünce, ağlamaya başlar. Ağlayınca göz yaşlarından bir damla Siyabend'in kapalı göz kapaklarına denk gelir ve aniden uykusundan sıçrar. Xecê'nin göz yaşları içinde görünce "Bir şey mi oldu, niye ağlıyorsun?" diye sorar. Xecê "Bir şey yok, öylesine içim doldu ağladım, demin buradan bir ceylan sürüsü geçti, onları görünce ağladım işte" der. Siyabend, sevdiğinin üzülmesine neden olan olayın açlık olduğunu anlayınca: "Nereye doğru gittiler, bana tarif et" deyip, peşlerine takılır. Dağların arasında, uçurum kenarlarında sürüye denk gelir, en yaşlısını nişan alarak okuyla vurur, üzerine gittiğinde yaşlı ceylan son bir hamle ile Siyabend'i boynuzlarıyla iter. Uçurumdan yuvarlanan Siyanbend bir ağaç dalının göğsüne saplanmasıyla ağaçta asılı kalır. Siyabend'in geri gelmediğini görünce kaygılanan Xecê de kendisinin peşinden gider, uçurumdan bir inleme sesi geldiğini duyar, yaklaştığında bunun Siyabend olduğunu görür. Ne yapar, ne eder sevdiğini uçurum dibinden çıkaramaz. Ağlar, dövünür, çığlık çığlığa kalır. Siyabend kendisini bırakmasını, yoluna devam etmesini istese de, Xecê kabul etmez, oda sevdiğinin peşinden kendisini boşluğa bırakır, aynı dalda, göğsünden yaralı olarak asılı kalır. Hikaye burada biter ve denilir ki Siyabend û Xecê'nin mezarları başında her bahar iki gül biter, gülün arasında ise siyah dikenleri olan bir deve dikeni boy atar." "Ciğerimizi dağladın be cengiz abi." Şahin'in sözü üzerine, Cengiz abi, "Ülkenin dağı bile bağrında bizi istemiyorsa neyleyim ben vatanı." "Ağzına sağlık bacım. Bu vatan uğruna kanını döküpte, canını feda etmeyen basmasın şehit kanının sindiği toprağa." Demişti. "Niye?" Diye sordu cengiz abi. Cengiz abi güldüğünde, "Bilmem onu siyabend'e sormak lazım, Karakum." Demişti. "Bence değmemiş." Dedi çakır. "Xece eğer peşinden atlayıp ölmeseydi, başka birini bulur unuturdu siyabend'i. Siyabend ise öldüğüyle kalırdı." Dediğinde, aşktan asla anlamayan iki odun yan yana gelince ortaya bu cümleler çıkıyordu. "Kendi ağzınla söylüyorsun, xece arkasından atlamasaydı diye. Aşk işte budur; sevdiğini ölümde bile yalnız bırakmamaktır." Dedim kendimden emin bir sesle. "O öldükten sonra başka birini bulurda siyabend'i unutur, ihanet eder diye vicdan azabı çekmemek için atlamış peşinden. Söz konusu yalnız bırakmamak değil." Dediğinde, sesi boğuktu. Bana karşı konuşmuştu. Belliydi... "Yine aşık. Ona ihanet etmemek için. Sen sevdiğin kadın gözlerinin önünde ölse, xece gibi peşinden atlamaz mısın ölüme?" Diye sordum. "Atlamam. Ben askerim... Sevdiğim kadın asla olmaz benim. Benim bir canım var onu da vatanıma feda ederim." Dediğinde sanki ezberlemiş gibi tek nefeste söyledi cümlesini. "Yok." "O hâlde sen nasıl askersin? Vatanına bile aşık değilsin." "Vatanıma aşık olabilmem için bir kalbe ihtiyacım yok. Ben vatanıma canımla aşığım. Her gün elime silahımı alıp gözümü bile kırpmadan ölüme koşuyorsam, vatanıma aşığım ve canımı sadece ona feda etmişim diyedir. Bize küçük yaşta kafamıza vura vura anlattılar hayatımıza asla bir kadının yer alamayacağını. Hemde bunu bir kadın yapmışken..." Ne ima etmeye çalışıyordu? Hayatında bir kadının yerinin asla olamayacağını anlamıştım. Bunu ona anlatanın bir kadın olması garipti. Sevdiği kadın mı ona ihanet etti acaba? Çünkü başka hiçbir kadın senin hayatına başka bir kadının girişini engellemez yokluğuyla ya da ihanetiyle. "Kadınlar senin için sadece bir varlık sanırım. Ya da bir cisim... Sanki odanın içinde ki fazlalık bir eşya gibi görüyorsun. Ya bir gün bir kadın senin odanın ta kendisi olursa?" "O zaman ben o odadan çıkarım. Bizim bir odamız bile olmaz. Bizim evimiz dağlardır. Ya orda ölürsün ya da geri gelmeyi başarırsın. Oklar sadece bir şeyi gösterir; bizim için hiçbir şey kalıcı değildir. Herşey geçicidir. Vatan dışında..." Sesi vatan kelimesi için yumuşak çıkmıştı. Hayatına bir kadının girişi asla olmayacaktı. Sözde yok saydığı kalbinin kapılarını sonsuza dek mühürlemişti. Ne birini almaya ne de o kapıları açmaya niyetliydi. "Son bir soru soracağım ve susacağım. İstersen cevap bile verme." Dediğimde, ortamda ki herkes benim ona soracağım soruyu bekliyordu. Arkamı döndüm. Karanlık Arabanın içinde zar zor görebildiğim gözlerine baktım, "Ya bir gün bir kadın, o canını feda ettiğin vatanından farksız olursa? O zamanda terk eder misin onu? Ya da şöyle sorayım, sen vatanım dediğin yeri terkedebilir misin?" "Ooo! Komutanım soru zor yerden geldi. Valla siz buna cevap verin, ben kırk yıl köleniz olurum." Şahin'in dikiz aynasından bakıp, söylediği cümlesine gülmüştüm. Önüme döndüğümde, ondan gelecek cevabı bekledim. Veremeyeceği bir soruydu. Susmasını sağlayacağım bir soruydu. "Onu günü gelince yüzüne karşı bizzat kendim cevabını vereceğim. İşte bizde günler sayılı. Bugün varız yarın yokuz. Sen sana vatanım diyen, seni vatanından farksız tutan, senin için canını bile verecek birini bırakıp gider misin?" Soru üzerine soru sorması şaşırmıştı. "Bir asker değilim ama bende bu ülke için canını verecek vaziyetteyim. Benim elimden belki nice askerler yetişecek. Bu benim vatanıma borcumdur. Ama eğer birgün biri bana vatanım gibi bakarsa, ben onu terketmem, edemem. Bu da benim ona borcumdur." Birgün öyle biri çıkarsa karşıma, ona bu sorunun cevabını bende onun gibi bizzat kendim vereceğim. Gözlerine bakacağım, elimi sol göğsüne koyup, nasırlı ellerini tutacağım ve şöyle diyeceğim; benim şu deli gönlüm bir sana yaraşır, bırakta gözlerine bakıp, vatanımda huzur bulayım... "Senin zaten nişanlın yok mu? Ona niye söylemiyorsun?" Dedi Çakır. Cengiz abinin bakışları beni bulunca ne dediğimi anlamak ister gibi baktı bana. "Nişanlın... Sana bir zarar mı veriyor?" Diye sorunca ne cevap vereceğimi bilemedim. Çınar'ı tanımaları mümkündü. Çünkü her gün televizyonda magazinde olan, gazetelerde boy boy fotoğrafı olan üstelik soyadı Erkuran olan birinin nişanlısı olduğunu bilmemeleri imkansızdı. "H-hayır. Öyle demek istemedim." "Ya ne peki?" Dedi. Onun sesiydi. Hastanede de sordu. Tatmin olamadığı bir cevap alınca daha çok meraklandı. Bu işin peşini bırakmazsa Çınar gibi bir adamın ona zarar vermesinden korkuyordum. "Konuyu kapatabilir miyiz lütfen?" Dediğimde herkes derin bir sessizliğe büründü. Bakışlar üstümdeydi. Ben ise pencere kenarından dağları izliyor, birgün önce ölümüne yürüdüğüm uçurumun eşiğine bakıyordum. Ay ışığını dağlara vermişti. Gözlerim bir tek onu izliyordu. Sonra radyoda bir ses... Gönül Dağı... Çalıyordu. Ve ben sadece uyuyordum... ______________________________________ 🎵🔥... |
0% |