Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9.NOTA🎵

@nazo_65

"Rüzgar yine kokunu getirdi.
Anlayacağın canım yine burnumda."

 

*İlhan Berk

 


"Şehit öğretmen Şenay Aybüke Yalçın'ın anısına..."

-DİYARBAKIR/LİCE İLÇESİ/ ÖZEL KUVVETLER ÜSSÜ-


Helikopter Lice ilçesinin özel kuvvetler üssüne iniş yaptığında, onları bekleyen ambulans helikopterden indirilen, Aheste'yi sedyeye sevk etti. Aheste'nin bilinci kapalıydı. Başka bir ambulans ise Tekir'in naaşını alırken, Erdem hemen ambulansların arasında dimdik duruyordu. Durmaya çalışıyordu...

Bir yanda evladı bildiği askeri şehit olmuşken, bir yandan da kızı ölümün pençesinde savaş veriyordu.
Aheste'nin bulunduğu ambulans giderken, Erdem askerlerinin helikopterden inmesini bekledi. Tim teker teker inerken, Tekir'in bulduğu ambulansta gitmişti.

Tim helikopterden indiği an, Erdem albay'ın önünde dizildiler.
Hepsinin yüzü asık, gözleri belli ediyordu, buruk yüreklerini. Baktıkları yer ise belliydi...
Gökyüzünde nazlı nazlı dalgalanan Dev Türk bayrağıydı.
Ay yıldızı özgürce dalgalanıyordu. İşte bu yüzden Tekir şehit olmuştu.

O ay yıldız dilediğince dalgalansın diye. Arkasında bir ana, bir kardeş, bir kız bırakarak şehit olmuştu. Sırf başka analar başka kardeşler başka kızlar rahat rahat uyusun diye. Onlar canlarını başka canlar yaşasın diye ölüme terkeden, ailelerini acıya terkeden birer kahramandı.

Ve kahramanlar can verirdi, yurdu yaşatmak için...

"BAŞIMIZ SAĞOLSUN!"

"SAĞOL!" Dedi tim hep bir ağızdan.
Bir çölden farksız olan göz pınarları, gözyaşı nedir bilmezdi.
Hepsinin acısı bir ömür boyu ukde kalacaktı içlerinde. Hepsinin göz pınarları kuru olacaktı hep.
Yasları bir ömür boyu sürecek ama bir güne sığdırmak zorunda kalacaklardı. Çünkü onlar askerdi. Onlar bu yola; sonunda şehadet olduğunu bile bile çıkmışlardı. Onlar için yas, ağlamak, üzülmek... Diye birşey sadece bir gün yaşanırdı.
Ertesi gün yine göreve gider, akan kanı yerde bırakmamak için kendi kanlarını akıtırlardı.

Çünkü onlar Türk askeriydi. Kanları akar, kan akıtırlardı.

"Komutanım, kızınızın yanına gitmeyecek misiniz?"

Erdem dik duruşuyla, başı dik bakarken Şahin'e, "Cenazemiz var Bozkuş. Şehit uğurlanmadan hiçbir yere gidilmez."

"Durumu kötüydü, komutanım."

Derin bir nefes aldı Erdem.
"Bir şehit daha uğurlanır o zaman, Bozkuş..."

Sesi gayet net ve emin çıkmıştı.
Şehit olanda evladıydı. Bir evladını daha şehit verirdi. Kalbi buna nasıl dayanırdı bilmiyordu. Bala'sının emaneti olan cananını toprağa vermeye kalbi ne kadar dayanırdı, hiç bilmiyordu.

Tim üsse girdi. Erdem ise hemen arkalarından üsse giriş yaptı...

 

🎶

 

Birer birer giymişlerdi... Askeri kamuflajları. Her birinin başında bordo bere...
Sağ göğüslerinde, işlemeli soyadları.
Karakum, Bozkuş, Keser, Temli, Bayramoğlu, Avcı... O yoktu.
Bir soyisim eksikti, sağ göğüste...
Dadalı...

 

Tekir Dadalı...

 

Annesinin tek oğlu, kız kardeşinin tek abisi... Yetim bir çocuktu.
Daha yeni nişanlanmış, doymamıştı sevdiğine. Anasının gözü yaşlı, kardeşinin kalbi buruk, sevdiği kızın parmağında ise yarım kalan bir hayatın yüzüğü vardı.

 

Sakaryalı'ydı...
Memleketine düşkündü. Uğruna canını verdiği yurdunun, her bir memleketine düşkündü.
Her biri için canını vermişti.
Tek isteği; bir yuva kurmaktı. Başka da hayalî yoktu. Sevdiği kızın gözü hep yollarda onu bekliyordu.
Gözü yollarda, gönlü Tekir'de kaldı.

 

Bir yanı hep yarım kalacaktı.
Annesinin kıyamadığı biricik kuzusuydu. Kardeşinin baba bildiği abisiydi. Bir kez olsun görememişti babasını...
Annesinin anlattığıyla, verdiği fotoğraflarla kalmıştı aklında.
Bir cebi vardı; dört fotoğraf taşıyan.

 

İçinde anası, babası, kardeşi, sevdiği...
Dört fotoğraftan başka birşey değildi, dünyası. Her gece dizinde uyuduğu anasının kokusu, bedeldi bütün kokulara. Kardeşinin gülüşü bedeldi bütün hazinelere. Sevdiğinin gözleri bedeldi, bütün denizlere.
Onun dünyası üç kadındı. Başka da bir şey değildi. Ama üç kadının ev bildiği adam, şehit düştü.
Yarım hayatlar bıraktı ardından.

 

Küçük kardeşi birkez daha kaybetti babasını...
Anası birkez daha öldü.
Bu sefer dirilmezdi daha...
Asker olmuştu Tekir, şehit düştü Dadalı...

 

"OĞLUM!"

 

"TEKİR'İM!"

 

"YÜREĞİMİ YAKTIN, KINALI KUZUM!
YAKTIN BENİ OĞLUM!"

 

"GÖZÜMDE DURMAZ ARTIK BU YAŞ! SÖNMEZ ARTIK ATEŞİM! SUSTU DİLİMDE Kİ DUA! CANIMI ALDILAR BENİM! BENİM CANANIMI ALDILAR! NASIL DÜŞMESİN BU YAŞ GÖZÜMDEN?! NASIL DİNSİN ATEŞİM?! EVİM YIKILDI! EVSİZ KALDIM! YÜREĞİMİ SÖKTÜLER, YÜREKSİZ KALDIM! TEKİR'İM! CANIMI ALDIN DA GİTTİN OĞLUM!"

 

Anasının dilinden düşen kelimeler, kırık cam parçalarından farksızdı.
Göğsünde, oğlunun fotoğrafı, gözünde yaşı, elinde kızı, yanında evladı bildiği gelini...
Dağlara taşlara haykırdı feryadını...
Dil susacaktı elbet ama yüreği susar mıydı bilinmez.

 

"BEN NE YAPACAĞIM ANNE?!"

 

"BEN ONSUZ NE YAPACAĞIM?! AÇTIĞI YARAYI NASIL DİKECEĞİM?! KEŞKE... KEŞKE BENİMDE KALBİMİ SÖKÜP GÖTÜRSEYDİN! GÖTÜRSEYDİN DE YARAYI SARMAK ZORUNDA KALMASAYDIM!"

 

Tekir'in al bayrakla sarılmış, tabutuna sarılmış, ağlayan nişanlısıydı.
Onunda göğsünde Tekir'in fotoğrafı vardı. Parmağında yüzüğüyle okşadı tabutunu. Öptü, al bayraktan...
Haykıra haykıra ağladı. Dinmeyecek olan acısının, kanını akıtıyordu tabuta. Bu yüzden belkide daha al oldu al bayrak... Belki bir daha kimseyi sevmeyecekti ondan sonra.
Hiçbir zaman gülmeyecekti.
Belki hiç çıkarmayacaktı, o yüzüğü parmağından...

 

Çünkü gönül verdiğinden, alamazsın verdiğini. Ne gönlünü ne sözünü...
Tabuttan ayırdılar.
Yüreği kadar kambur olan sırtıyla iki büklüm geçti anasının yanına.
Anası oturmuş bir sandalyede, gözü yaşlı kızı elinde ağlıyordu.

 

"Anne, abimi çıkarsınlar oradan.
Nefes almaz ki orda..."

 

Zahide hanım ne diyeceğini bilemedi.
Kızının sözüyle, daha da şiddetlendi yaşları.
"Abin zaten nefes almıyor ki gülcan..."
Dedi. Gülcan anlamamıştı annesini.

 

"Abin şehit oldu, kızım... Babanın yanına gitti." Dediğinde, Gülcan anlamıştı o an, abisinin bir dönüşü olmayacağını. Sadece ağlamıştı. Ne geri dönüşler olurdu bir gözyaşıyla, ne de ölüler dirilirdi bin feryatla...
Giden gider, kalan gidenin gidişiyle kalırdı. Elinde; bir avuç gözyaşı ve dünyalar kadar ağır bir yükle...

 

Cenaze namazı kılındıktan sonra tim tabutu taşımak üzere ağır adımlarla tabuta doğru ilerledi. Hepsi hemen tabutun etrafında toplanmış, düz bakışlarla ileriye bakıyorlardı.
Gözleri asla tabuta değmiyordu.
Aytekin, silahının kabzasından çıkardığı kurşunu tabutun üstüne bıraktı. Silahını cebine yerleştirdikten sonra yerine geçti.

 

"ŞEHİDE SEL-AM VER!"
Tim ellerini başlarına koyup, hazır ol pozisyonunda tabuta selam verdi.
Yavaşça tabutu alıp omuzlarına koydular.
Timin, her yüke, ağırlığa, güce, işkenceye dayanmış olan omuzları, dayanamadı kardeşlerinin tabutunu taşımaya. Öylesine ağır geliyordu ki omuzlarına tabut, sanki onca işkence, yüke, ağırlığa dayanan omuzları hiç vâr olmamıştı. Binlerce kez giyildi o bordo bere ve kamuflajlar.
Ama hiç bu sefer ki kadar yük olmamıştı taşımak, onlara...
Gözleri hiçbir şeyi ifade etmiyordu.
Dillerine bir mühür çekilmiş gibi, suskunlardı.

 

En önde Tekir'in; üniformalı, mahzun gözlerle bakan ela gözlerinin olduğu çerçeveli fotoğrafını taşıyordu, inzibat...
Ağır adımlarla cenaze aracına taşındı tabutu. Bütün askerler, inzibatlar, kolluk kuvvetleri, bordo bereliler, albaylar ve üst mertebe yetkililer konvoyun peşinden gidiyordu.
Hemen ardından ise ayakta durmakta güçlük çeken ailesi...

 

Son kez baktılar tabuta. Sonra ise defnedilmek üzere şehitliğe götürüldü.
Her askerin sonu ölüm değildir, şehadettir. Her ölüm yeni bir başlangıç değildir, ölüm ölümdür ve başlangıçlar ölümden veya sondan doğmaz. Başlangıçlar başlangıçlardan doğar. Sonlar ise sadece sondur.
Bana soracak olursanız, her insan için başlangıç; sevdiğini, sevdiklerini görünce başlar. Son ise ölümden başka birşey değildir.

 

Ölenle ölünür, kaldığınla kalınırdı fâni dünyada...
Şehitler asla ölmezdi. Sonları asla olmazdı onların. Onlar için başlangıç veya son diye birşey yoktur. Sadece şehadet vardır. Ve şehadet onlar için ne bir sondur ne de bir başlangıç...

 

Onların dilinde şehadet; başı belli sonu olmayan bir yoldur. Ve bu yolda ona ermek için canlarını verirler...

 

Şehitliğe getirildi, tabutu yavaşça indirildi. Önceden kazınmıştı mezarı. Mezar taşında Şehit Asteğmen Tekir Dadalı, memleketi Adapazarı/Sakarya, ana adı Zahide, baba adı Ziya. D.T: 01/04/1997 Ö.T: 15/07/2024 yazıyordu.

 

Naaşı, onun gibi vatanı, memleketi uğruna canını vermiş, arkasında gözü yaşlı sevdiklerini bırakan, kimisinin çoluğu çocuğu olan, kimisinin nişanlı olduğu, kimisinin ise hayali olan, yetim, öksüz, Ankaralı, Adanalı, İstanbullu, Mardinli, Mersinli, Diyarbakırlı, Trabzonlu, Vanlı, Ağrılı, İzmirli, Antalyalı, Edirneli ve Sakaryalı olan binlerce şehidin arasına gömüldü. Sadece mezar taşından adı belli olan onca şehit gibi vatanı, milleti huzur içinde uyusun diye, kan kırmızı bayrağı hürce gökyüzünde dalgasın diye binlerce şehit gibi canını verdi.

 

Nişanlısı Nurşah'ın gözleri son kez baktı, mezar taşına. Ve sonrası yalnızlık...

 

Uğruna binlerce Türkü, şarkı, şiir, destan, roman, hikaye yazılası binlerce şehit, sadece birer beyaz mermer taşa kazınan isimleriyle arada göze çarparak hatırlanacaktı. Allah o mezar taşlarından razı olsun... unutulur mu hiç, senin uğruna can vermiş yiğit?
İnsan budur ya; vefa nedir bilmez, sefasını sürer. Bir şehide bir duayı çok görür...
Tekir şehit oldu, dedi içinden son kez Zahide ana... Binlerce ana gibi yarası derindi.

 

Sessizce ağladı ve şöyle dedi, "Vatan sağolsun... Varsın oğlumun canı feda olsun..."

 

🎶

 

"Hemşire!" Diye seslendi, doktor.
"Buyrun, Kübra hanım." Koşarak nefes nefese Kübra denen doktorun olduğu odaya vardı. "Hastanın serumu bitmiş, yenisini takalım." Dediğinde, hemşire, "Hemen değiştiriyorum." Diyip odadan ayrılmıştı. Yatakta yatan, kıvırcık saçlı, teni solgun, hareketsizce yatan genç kıza baktı. Gözlerinin önüne gelip onu rahatsız eden, bakır kızılı boyalı saçlarını, kolundaki siyah lastik tokayla gelişi güzel bir topuz yaptı.

 

Kısa olan perçemleri, tokadan kurtulup yine yüzüne düşünce, bir hışımla kulağının arkasına sıkıştırdı.
Yatağın ucunda ki masada duran dosyaları alıp, incelemeye başladı.
Hastanın adının Aheste olduğunu öğrenmişti sadece. Başka bir doktorun girdiği ameliyattan yeni çıkan Aheste isimli kızı dikkatlice inceledi. Herhangi bir hareket yoktu. Durumu ameliyattan sonra daha iyiye gitmişti. Fazla kan kaybına karşı, verilen kan, onu kendine getirmişti.

 

Yani en azından durumundan bu sonuca varmıştı, Kübra doktor.
Dosyayı masaya bırakıp, hastanın yanına yaklaştı. Önlüğünü cebinden çıkardığı küçük fenerle, kapalı göz kapaklarını açıp, göz bebeklerine baktı. Feneri cebine geri koyup, odadan çıkmak üzere kapıya yöneldi.
Kapıyı açıp dışarı çıkacakken, hemşire elinde yeni serumla odaya girmişti. Kapıyı kapatıp gidecekken, merdivenlerden yukarı gelen bir grup askeri görmüştü. En önde dev cüssesiyle ona doğru gelen asker telaşlıydı. Ak saçları yaşının olgun olduğunu gösteriyordu.

 

Kübra denen doktorun bakışları onları izlerken, ellerini önlüğünün cebine koydu. Asker yanına vardığında nefes nefese, "Aheste Karakılıç... Hangi odada kalıyor?"
Diye sormuştu.

 

Kübra'nın bakışları garipsemişçesine bakıyordu. "Danışmana sormadınız mı?" Soruya soruyla karşılık verince, "Bu katta olduğunu söyledi." Dedi Erdem.
"Arkada ki oda."

 

Erdem odaya girmek üzere yönelirken, Kübra hızla durdurmuştu onu. "Yalnız, hasta şuan kendinde değil. Ama merak etmeyin, durumu iyi. Ameliyatı iyi geçti. Kan kaybı fazlaydı ama ona da çare bulundu. Kaybettiği kan karşılandı. Şuan göremezsiniz. Kendine geldiği an size haber vereceğim. Aksi takdirde uyanmazsa kısa bir süreliğine görmenize izin vereceğim." Söyledikleri Erdem'in kafasını allak bullak etmişti. Fazla karışık konuşmuş, hızlıca söylediği kelimeleri ayırt etmekte zorlamıştı.

 

Askerler aralarında konuşurken, bakışlar Kübra'daydı. Erdem sakin kalmaya çalışırken, "Doktor hanım, ne dediğinizi inanın ki anlamadım. Biraz daha yavaş anlatır mısınız?"
Kübra yine anlamıştı fazla hızlı konuştuğunu. Alanında iyi bir doktordu. İşine sadık, ve başarılıydı. Ama eksi yönü, fazla hızlı konuşmasıydı. Bazen bunun farkına varamıyordu, biri onu uyarıncaya dek. Tıpkı Erdem gibi...

 

Bunu askerlerin önünde söylemişti. Ve utanmaya yetmişti onun için.
"Anlıyorum ve farkındayım. Söyleyebileceğim tek şey durumu iyi ve şuan göremezsiniz." Olduğundan daha yavaş konuşmaya çalışarak, kelimeleri hecelemişti. Erdem bu sefer anladığında, çaresiz bir şekilde kenarda duran sandalyelerden birine oturdu. Diğerleri hemen önünde dururken,
"Üzülmeyin komutanım. Durumu iyiymiş. Allah'ın izniyle iyileşecek bacım." Teoman'ın tesellisi içtendi.

 

Kübra bir süre daha askerlere bakıp oradan ayrılacakken, hemşire odadan bir hışımla çıkıp, "Hasta uyandı, efendim." Demişti. Erdem birden ayarlandığında, Kübra içeri geçmişti. Erdem ve yanında gelmiş olan, Teoman, Sancar ve yaman onu takip ederek içeri girmişti. Timin diğer üyeleri, Tekir'in ailesiyle ilgilenmek için gelememişti.

 

İçeri girdiklerinde, yatakta halsizce yatan Aheste'ye baktılar. Kübra açık gözlerine bu sefer fener tutup iyice baktı. "Kendini nasıl hissediyorsun?"
Diye sorduğunda, Aheste, "İyiyim ama başım feci şekilde ağrıyor. Ayağımın içinde sanki bir bıçak varmış gibi hareket ettiremiyorum." Kübra anlamış olduğunu belli eden gözlerle Aheste'ye bakarken, "Normal... Ameliyat oldun. Başının ağrısı muhtemelen patlamadan dolayı olabilir. Patlama sonrası herhangi bir hissettin mi?"

 

"Mağaradayken hissetmiştim. Ama şimdiki kadar feci ağrımıyordu."

 

"Anladım. Ağrı kesici serum verdik. Onlarda geçer şimdi."

 

Aheste'nin bakışları arkada duran Erdem'e kayınca, "Baba..." Demişti tebessümle. Erdem yavaşça yanına yaklaşıp, kollarını kızının bedenine sardı. "Kızım..." Demişti, sıkıca sarılarak. Ondan ayrıldığında, kıvırcık saçlarını yüzünden çekti. Ellerinin arasına aldığı yüzüne baktı.
"İyi misin?" Diye sordu telaşla.

 

"İyiyim." Dedi sakince. Erdem birkez daha alnından öpüp, "Canım kızım."
Demişti içten bir sesle.
"Geçmiş olsun, bacım." Demişti Teoman sırıtan ağzıyla.
"Sağol Teoman."

 

"Geçmiş olsun."

 

"Geçmiş olsun." Demişti Sancar ve yaman ardı ardınca. "Sağolun."
Aheste yatakta biraz daha doğrulurken, "Baba..." Demişti.
"Söyle, kızım." Demişti Erdem.

 

"T-tekir... Durumu nasıl?" Sorusu bir hançer gibi saplandı birer birer yüreklerine. Teoman'ın bakışları duvarda, Sancar'ın başı öne eğik, Yaman'ın gözleri Erdem'deydi.
Aheste'nin sorusuna verecek cevap ağırdı. Erdem hüzünlü bir sesle, "Tekir... Şehit oldu kızım." Dedi tek nefeste. Aheste'nin bakışları Teoman'a, sonra Sancar'a sonra da Yaman'a çevrildi. Gözyaşı akan Sancar, eliyle yanağındaki yaşları sildi. Kübra'nın bakışları üzerlerinde gezinirken, herkes suskundu.

 

Teoman dışarı çıkarken, Yaman peşinden gitmişti. Sancar odada kalmış, ağlıyordu. "B-başınız sağolsun." Demiş kısık sesle aheste.
Seslice bir nefes veren, Sancar, "Vatan sağolsun." Demiş ve hızla çıkmıştı odadan. "Başınız sağolsun." Demişti Kübra. Olayı anlamış olacak ki üzülmüştü. "Vatan sağolsun, doktor hanım. Vatan sağolsun..." Demişti.

 

Kübra odadan çıkıp, kapıyı kapatmıştı. "Bir ana daha evlatsız kaldı. Bir evin arada birde neşeyle açılan kapısı artık sonsuza kadar kapandı. Onun gözleri gibi...
Söylesene baba; daha kaç ana evlatsız kalacak bu hainler yüzünden?"

 

"Bilemem kızım. Kaç ananın daha evlatsız kalacağını bilemem ama o analar daha fazla evlat acısı çekmesin diye o hainlerin sonunun geleceğini bilirim. Bir bomba yüzünden can üzerine yanmayan can kalmadı. O canların bedelini ödeyecekler. Biz var olduğumuz sürece bu vatan uğruna can vermiş her şehidimizin tek bir damla kanı yerde kalmayacak. Ben Allah'ın huzurunda bütün üslerimin önünde elimi Kur'an'a basıp yemin ettim. O yeminimden döndüğüm gün ise şehadet haberim sana ulaşsın dedim. Yine söylüyorum, Allah şahidim olsun ki ben şehitlerimin intikamını almadan iki göz kapağım kavuşmayacak... Tekir'imin ruhu şad olsun. Onun yattığı yer ona saraydır. Ve kızım inan bende o sarayda yatmak için can atıyorum."

 

"Korkuyorum baba..." Dedi aheste. Babasının ellerini tuttu.
"Birgün, Nergislerime bakarken ansızın çalan kapının ardında bana senin şehadet haberini getiren askerlerin haberini verip gitmesinden korkuyorum. Ellerime kadife bir sandıkta Türk bayrağını verip, başsağlığı dilemelerinden korkuyorum. Bana emanet edilen üniformalarını her gün yıkayıp, kurutmaktan korkuyorum.
Ben seni kaybetmekten çok korkuyorum baba..."

 

Erdem kızının ellerini koklayıp öptü.
"Nergis kokulum, sen asker kızısın. Korkmak yakışmaz sana. Kapına gelen şehadet haberim olsa bile, o kapıyı başın dik, güler yüzle açacaksın. Sana şehit olduğumu söyleseler bile o sandıktaki bayrağı alıp, pencerenin önüne asacaksın. Ne zaman ki varlığımı özlersen, çık kapının önüne bayrağın önünde otur ve dalgalanış sesini dinle. Sonra bana hep söylediğin bir türkü vardı, onu söyle. Nergislerinin solmasına asla izin verme. Annen artık sana aldığım son Nergiste olacak. Ben ise o bayrağın özgürce dalgalandığı sesinde olacağım."

 

Aheste gözyaşları içinde başını salladı usulca. "Söz..." Dedi kısık sesle.
Babasına sıkıca sarıldı. "Ohh, nergis kokulum benim. Güzel kızım..."
Dedi erdem.
"Şimdi dinlenmene bak tamam mı?
Benim üsse dönmem gerek. Birini yanında bırakacağım. Muhtemelen yarın sabah taburcu olursun. Hadi yat şimdi."

 

Gözyaşlarını silip, yatağa yattı. Erdem ayaklandı. Kapıyı varana kadar Aheste'ye baktı. Kapıyı açıp dışarı çıktı.
"Komutanım..." Yaslandığı duvardan doğruldu Teoman. Çakır'ın geldiğini görünce, şaşırmıştı Erdem.
"Bayramoğlu? Senin ne işin var burda?"

 

"Aytekin komutanım gönderdi. Durumu öğrenmek için komutanım."
"İyi, hazır gelmişken burda sen kal. Herhangi bir durumda haber ver."

 

"Emredersiniz komutanım." Demişti.
"Temli, Bozkuş, Avcı. Siz benimle gelin." Diyip çıkışa yöneldiler.
Çakır koridorda sandalye de oturdu.
Kollarını önünde bağlayıp, kafasını duvara yasladı. Gözlerini yumdu.

 

Kübra alt katta hastanenin girişinde oturup, çayını içerken, hastanenin önüne süratle gelen son model 3 araba hemen girişte durmuştu. Ters bir durum olduğunu sezmiş olmalı ki ayaklandı. Lüks arabaların içinden inen adamlar, en önde ki aracın kapısını açmıştı. Ön taraftan inen adamın giyimi garipti. Şifon gömlek ve siyah pantolon korkutucu bir hava veriyordu. Arka taraftan inen adamın giyimi çok şıktı. Gri bir takım ve içine giydiği yelekle farklı bir havası vardı.

 

Hızla içeri girmişti. Siyah takım elbiseli adamları ise çıkışta beklemişti. Kübra girişten içeri girip
Adamların amacını öğrenmeye çalışırken, yüksek sesle, "Aheste Karakılıç hangi odada kalıyor?!" Demişti. Sinirliydi. Yanında ki adamın duruşu ayyaştı. Elinde salladığı zincirle etrafı inceliyordu.

 

Danışman adama biraz sakin olmasını söylese de, adamın pek niyeti yok gibiydi. "Hanımefendi, bana ne yapacağımı söylemek yerine odanın yerini söyleseniz de bir sorun çıkmasa."

 

"Beyefendi, burası bir hastane. Hastalar rahatsız oluyor. Sakin olursanız, sisteme bakmam lazım."

 

Yanında ki ayyaş adam, elini sertçe danışman masasına vurdu.
"Bacım, uğraştırma beni. Vır vır konuşacağına sisteme bak. Bırak nazik kibar ayaklarını."
"Düzgün konuşur musunuz? Burası kahve ya da meyhane değil. Sesinizi alçaltmazsanız, güvenlik çağırmak zorunda kalacağım."

 

"La havle la havle! Bacım baksana şu sistem zıkkımına! Ne zırvalıyon sabahtan beri!"
Danışman karşılık vereceği sırada, Kübra olayı anlamış olacak ki, yanlarına emin adımlarla ilerledi.

 

"Pardon, beyefendi... Sorun nedir?"
Diye sordu. Feyzo'nun bakışları Kübra'ya çevrilirken, "Sorun yok bacım, bak işine sen." Demişti.
Çınar'ın gözleri Kübra'ya bakarken,
"Yarım saattir bir oda öğreneceğiz! Ne uzattın! Söyle artık!" Diye bağırıyordu Çınar.

 

"Beyefendi, önce sesinizi alçaltın. Burası hastane."

 

"Ne hastaneymiş şerefsizim! Gören dağın başındayız, çıt çıkarsak çığ kopacak sanır! Doktor oda nerede?!" Diye bağırdı en sonunda feyzo.
"SANA SESİNİ ALÇALT DEDİM!" Kübra'nın gür çıkan sesi, feyzo'yu iyice çıldırtmıştı. Sertçe kolunu kavradı Kübra'nın.
"Bana bak! Ben fazla sağlam bir akla sahip değilim. Ayarlar bozuk, anladın? O yüzden beni uğraştırma da söyleyin odanın yerini!"

 

Kübra sertçe kavradığı kolunu çekmeye çalışırken, "Bildiğim çok iyi akıl hastaneleri var. Adres istemen yeterli." Demişti Kübra, zorlanarak.

 

"Sabır sabır... BANA BAK!"

 

"Koçum!" Diyen bir ses dikkatleri üstüne çekmişti. Herkes pür dikkat izlerken, gelen ses Çakır'a aitti.
Dev cüssesiyle onlara doğru gelirken,
"O kolu bir bırak önce." Dediğinde, feyzo gülmeye başladı.
"Kardeşim bas git işine." Demişti.

 

Çakır güldüğünde, "Bir kadına böyle davranacaksın, bende işime bakacam... Senin kafa Kontak galiba?" Dediğinde, feyzo gülmeye başladı.
"Nereden bildin? Aynen öyleyim de."

 

"Benim de bir özelliğim var, delinin kokusunu iki kilometre öteden alıyorum."

 

"O zaman git başka yerde ara delinin kokusunu. Beni de yorma."

 

"Yorarsam ne olur? Tehtid ediyorsun ama götün tutuşuyor."

 

Dediği anda Çınar, bir hışımla üst kata çıkmak üzere merdiveni kullandı. Kübra Çınar'ın aheste'ye birşey yapacağını sanıp, peşinden gitmeye kalkışmıştı, fakat feyzo'nun sıkıca tuttuğu kolu, gitmesine engel olmuştu.
Çakır, Kübra'nın zorlandığını görünce, feyzo'nun suratına okkalı bir yumruk geçirmişti.

 

Feyzo burnunu tutarken, "Buda sana ders olsun. Bir daha bir kadına nasıl davranacağını öğrenmişsindir umarım. Yoksa ben sana öğretmekten asla çekinmem!" Kübra kolunu tutarken, önlüğü sıvadı. Kolunun morardığını görünce, "Yine morardı. Gerizekalı..." Demişti. Çakır farketmiş olmalı ki, Kübra'nın kolunu tuttu.
"Niye morardı? Fazla sıkı mı tuttu?"

 

"Tenim hassas. Ufak bir mıncırmada morarıyor." Kolunu saklayıp, bir hışımla gidecekken, "Bende rica ederim!" Diye bağırdı çakır.
Kübra sesini duymuş ancak hiçbir cevap vermeden gitmişti. Merdivenleri hızla çıkıp, Aheste'nin olduğu odaya gelmişti. Kapıyı açıp içeri girdiğinde, yatağın hemen yanında Çınar oturuyordu.

 

"Pardon. Ben yalnızsınız sanmıştım."
Aheste tebessümle, "Yok sıkıntı yok doktor hanım." Demişti. Kübra başını sallayarak dışarı çıkmıştı. Çınar ve Aheste baş başa kaldığında, Aheste'nin yüzünden düşen bin parçaydı. Çınar'ın gelmesine sevinmediğini açıkça belli etmişti.

 

"İyi misin?" Diye sordu Çınar.
"İyiyim."

 

"Nasıl oldu bu olay?" Aheste şaşırmış olacak ki, "Nasıl bilmezsin? Yediğime içtiğime kadar bilen çınar, başıma gelen olayı bilmiyor. Dünyanın sonu veya kıyamet mi bu?" Demişti alaycı bir sesle.
"Hiçbiri değil. Buraya gelirken, sadece vurulduğunu biliyordum. Şimdi anlat nasıl oldu bu olay?"

 

"Fazla kalan yardımları başka bir köye götürmek için gitmiştik. Gidiş yolunda herhangi bir anormallik yoktu. Yardımları bırakıp, dönmek üzere köye gelen asker timinin araçlarıyla, köye geri dönüyorduk. Yolumuza mayın döşemişler. Zırhlı araç basınca patladı. İlk başlarda bilincimi kaybettim kısa bir süreliğine. Sonrası tamamen uçtu. Ne yaptığımı bilmiyordum. Bilinçsizce uçurumun kenarına yürümüştüm. O sırada bir çatışma oldu. Teröristlerin saldırısına uğradık. Kurşunların arasından yürürken, ayağıma denk gelen kurşun tökezlememe sebep oldu. Uçurumun eşiğinden düştüm. Timin komutanı son anda beni tuttuğu an bilincim yerine gelmiş, ne yaptığımın farkına varmıştım. Sonra bir mağaraya saklandık. Orada da kan kaybından bayılmışım. Sonrası uyandığımda buradaydım işte..."

 

Aheste'yi pür dikkat dinleyip, yaşadıklarına kimin sebep olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. Ve bütün oklar tek bir kişiyi işaret ediyordu.
Babası Cevahir...
Daha düne kadar aklında bu plan vardı. Erman'ın aklına soktuğu fikiri hayata geçirmiş, Aheste'nin hayatına mâl olmuştu. Bunun hesabını elbette soracaktı. Hem babasından hemde Erman'dan...

 

"Aheste... Bak yaşadıkların tek bir şeyi işaret ediyor. Bu köy sana ölümden başka birşey getirmiyor. Gel yine kolejde çalış. Söz seni eskisi kadar rahatız etmeyeceğim. Dilediğini yap. Kimse sana karışamayacak. Söz veriyorum..." Aheste gözlerini devirdiğinde, seslice nefes alıp verdi.
Sıkıldığını belli edercesine, aynı konuları dinlemekten ve duymaktan bıktığını belli etmişti. Çınar kabul etmeyeceğini bile bile defalarca yine şansını deniyordu.

 

"Ben Ankara'ya geri dönmüyorum. Dönsem bile o kolejde bir daha görev yapmam. Zaten istesede kimse bana karışamaz. Sen bile... O yüzden, bu konuyu bir daha açma. Beni bu kadar düşünüyorsan, sürekli gelmezsin. Benim şuan rahatsız olduğum tek şey senin varlığın."

 

Çınar'ın duydukları kalbini sadece kırmamış, aynı zamanda parçalarını her bir tarafa savurmuştu, Aheste'nin bu sözleri. Ona karşı olan sevgisi, aşkı ona birşey olmasından korkması sanki bütün bunları görmemezlikten geliyordu aheste...
Sadece duygularını değil, Çınar'ın ta kendisini de.
Onu nişanlı olmaya zorlamış, birtakım duygularına sebep olmuş, hayatını altüst etmiş bir adama zaten aşık olmazdı. Ama o adamın duygularını görmezden gelip, ona bir kalbi yokmuşcasına davranması onu üzüyordu.

 

Evet, üzüyordu.
Kötüler de üzülürdü, en çokda uğruna iyi biri olmaya çalıştıkları insanların onların bir kalbi yokmuşcasına davranmasına. Ve Çınar sevdiği kadının uğruna iyi biri olmaya çalışan bir kötü değildi. Soyadı yüzünden aslında kötü biri olmaya zorlanmış bir adamdı. Ve nereden bakılırsa bakılsın, bunun birinin kalbini yerinden söküp almaktan bir farkı yoktu. İşte Çınar bu yüzden Aheste'ye aşık oldu. Ona kaybettiği kalbini bulmasında bir ışık tuttuğu için. Ve bulduğu kalbinin iyiliğini ise sadece Aheste'ye göstermişti.

 

"Neden?" Diye sordu umutsuzca. Defalarca sorduğu soruyu birkez daha sormuştu. Cevabı belki bu sefer değişir umuduyla birkez daha dökülmüştü dilinden, aynı soru.

 

"Niye beni sevmiyorsun Aheste?"
Gözlerini gözlerine dikti. Kalbine ayna olan bir çift hareye dikkatlice baktı. Susuyordu.
Belki de Çınar'a ilk defa cevap bulamadığı sorusuna bu sefer suskunluğuyla cevap vermişti.

 

"Sana yardım etmeye, yanında olmaya çalışıyorum. Elini tutuyorum geri çekiyorsun. Yanında duruyorum, uzaklaşıyorsun. Arkandayım her zaman diyorum, aramıza duvar örüyorsun. Sana... Kalbimi açıyorum, anahtarlarını avucuna bırakıyorum, o kapıyı geri kitleyip, anahtarı yüzüme vuruyorsun. İşte bu sözlerin gibi...
Niye aheste? Sadece sana karşı iyiyim diye mi? Yoksa senden başka herkese kötüyüm diye mi?"

 

Seslice nefes aldı Çınar.
"Sen hiçbir zaman iyi biri olmayacaksın. Sadece bana karşı iyi biri olman seni iyi bir insan yapmıyor. Bu senin bana olan duygularından dolayı olan birşey. İster kötü biri ol ister iyi. Beni zorladığın bu durum yüzünden ben sana karşı hiçbir duygu barındırmayacağım. Normal bir insan olsaydın, normal bir ailen, soyadın olsaydı, herşey daha farklı olabilirdi. Belki iki arkadaş olabilirdik."

 

Elini kaldırıp, parmağında ki yüzüğü gösterdi Aheste.
"Bana taktığın bu demir parçası, nereden bakarsam bakayım benim için bir kelepçeden farksız. Ve sen beni bu demir parçasıyla kalbinin kapılarına bağladın. Sırf kalbine girmedim diye. Şimdi ise o kapının eşiğinde, duygularının rüzgarıyla üşüyorum. Kalbinin kötülüğüyle korkuyorum. Ve istersen benim için dünyayı yak, ben o kapının eşiğinde ölsem bile, o kapıdan içeri adımımı atmam. Çünkü senin kalbin bir zindan ve ne yazık ki giren bir daha sağ çıkamıyor."

 

Çınar başını salladı, kabullenmiş bir ifadeyle. Ama aslında hiçbir zaman kabullenmeyecekti. Artık birgün onu sevmesini de umut etmeyecekti. Sağlamak için herşeyi yapacaktı.
Ayağa kalktı çınar. Ellerini cebine koydu ve Aheste'ye bakmaya devam etti.

 

"Senin için dünyayı yakmaya devam edeceğim. Kalbimin kapılarını her zaman açık bırakacağım. O kelepçe dediğin yüzük parmağından asla çıkmayacak, ölsen bile değil, çünkü ben asla senin ölmene izin vermeyeceğim. Ve Aheste Karakılıç, ben seni sevmekten ve senden asla vazgeçmeyeceğim... Beni sevmesen bile. Sana bunu defalarca söyledim...
Ben istediğimi alırım..."

 

Bunu gülerek söylemiş, kendinden emindi. Gözlerinde sevdiği kadına karşı olan açık ve uğruna savaş açacağı bir zaaf vardı. Herşeye rağmen...

 

"Şimdi... madem köyden dönememekte kararlısın, sevgili biricik nişanlımı kırmayacağım. Kalabilirsin..."

 

"Senden izin istemedim. Ayrıca arkamda durmaya çalışıp, destek olma rollerine mi başladın?"

 

"Aksine, kararına karşıyım ama seni kırmak istemiyorum. O yüzden bu olaydan sonra senden sürekli haberdar olmam için ve güvenliğini sağlamak amacıyla sana bir koruma göndereceğim."

 

Aheste, şaşkınlıkla bakarken, daha düne kadar adamlarından kurtuldum diye özgürce geziyordu. Şimdi ise köyde; küçük, çapı onun bahçesi kadar olan bir köyde peşinde koruma ile gezecekti.

 

"Ne saçmalıyorsun sen ya?! Ne koruması! Köyde de mi senden rahat yok!"

 

"İstersen ben geleyim... Hem aklım sürekli sende olmaz. Ne dersin?" Diyerek göz kırptı, Çınar.

 

"Yok devenin bacağı!"

 

"Efendim?"

 

"Zıkkımın kökü, Çınar. Zıkkımın kökü! Gerçekten artık sıkıldım senden. Ciddiyim."

 

"Seni fazla görmüyorum bile nasıl sıkılıyorsun anlamadım."

 

"Senden sıkılmam için yanımda ya da yamacımda olmana gerek yok. Senin dünya üzerindeki varlığın beni her an sıkıyor."

 

"Başka gezegen varsa söyle oraya gideyim."

 

"Mümkünse cehennem..."

 

"O, ne zamandan beri gezegen oldu?"

 

"Sabır Allah'ım sabır..."

 

"Sakin, tamam. Koruma bu akşam köyde olur. Kendine dikkat et güzelim. Yoksa ya seni o köyden kaçırıp götürmek ya da köyü koruma ile donatmak zorunda kalacağım. Sen seç..."

 

"Hiçbiri..."

 

"Seni seviyorum."

 

"Senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim."

 

Çınar göz kırpıp odadan çıkmıştı. Kapının önünde bekleyen asker ve doktor, onun çıktığını görünce bakışları ona çevrilmişti.
Kübra içeri girmişti. Çınar Çakır'a bir adım yaklaşıp, "Bu seferlik adamıma yaptığın yanına kalacak. Dua et askersin ve bende mevkine karşı birşey yapamıyorum. Yoksa seni o mevkiden attırmasını bilirdim."

 

Çakır, Çınar'la neredeyse aynı olan boyaları yüzünden yüzüne denk gelmiş olan yüzünü ona yakınlaştırdı. Kolları arkada bağlanmış, "Adamına söyle bir kadına nasıl davranması gerektiğini öğrensin. Ha, birde beni bu mevkiden attırman için önce bi öbür tarafa gidip gelmen sonrada değil kırk yüz fırın ekmek yemen lazım. Kolay kolay ulaşılmayan bu mevkiden vazgeçmeye öyle kolay kolay niyetim yok. Adamının burnu kırılmış. Araçlarından birini sat, burnunu yaptır garibin. Fazla havada..."

 

Son kelimesini kısık sesle söylemiş, gülmüştü. Çınar ise sadece gülmüş yoluna devam etmişti. Çakır arkasından, "Şuna bak, parası var diye barbarlık yapacağını sanıyor. Mevkiden attıracakmış, yok amına koyim..." Dediğinde, önüne dönmüştü. Hemen dibinde biten kızıl saçlı kadın Kübra'ydı.

 

"Yalnız küfür hiç hoş birşey değil. Barbarlığa barbarlıkla karşılık vermeye teşekkür ile karşılık vereceğimi beklemen de en az bu küfürlerin kadar saçma."

 

Çakır, Kübra'nın hızlı konuşup bir cümleyi tek nefeste söylemesine karşılık dilinden sadece bu kelime dökülmüştü,

 

"Ne?" Dedi.

 

"Biraz yavaş konuşur musun? Kelimelerin birbirine giriyor ve ne dediğini anlamakta zorlanıyorum."

 

"Bahane arama. Anlamak isteyeseydin, anlardın."

 

"Anlamak istemesem yavaş konuşmanı ister miydim?"

 

Kübra sustu. Kendinden bir hayli uzun olan bu kas yığını adama cevap verememişti.
Gözüne kaçan kızıl saç tutamlarını kulağının arkasına sıkıştırdı.
Düşünmeye başladı. Ne cevap vereceğini düşünürken Çakır vereceği cevabı bekledi.

 

Gülerek kolları önünde bağlı, başı yana eğik onu izliyordu.

 

"Neyse ne işte. Sonuçta ben bir kere söyledim söyleyeceğimi. Anlayıp anlamamak sana kalmış."

 

"Haklısın kızılcık marmelatı."

 

"Kızılcık marmelatı?"

 

"Saçlar..." Dedi gözleriyle işaret edip.

 

"Yalnız boya saçlarım."

 

"Birşey değiştirmiyor. Sonuçta kızıl..."

 

"Beni neden oyalıyorsun?"

 

"Kalan sensin..."

 

"Gitmeyen sensin... Gidebilirsin."

 

"Kalıyorum."

 

"Ne?" Dedi Kübra anlamayan bu sefer oydu. Çakır büyük elini uzatıp,

 

"Çakır... Çakır Bayramoğlu." Dediğinde, Kübra eline baktı. O da aynı şekilde elini tutup,
"Kübra şeyhanlı."
"Memnun oldum, şeyhanlı..."
"Yalnız ismim Kübra. Soyadım şeyhanlı."

 

"Bizde soyisim ile seslenirler."
"Asker değilim."
Çakır elini alnına atıp bir of çektiğinde, Kübra gülmüştü.
"Çok yorucusun."
"Çok kırosun."

 

"Bu arada memnun oldum Bayramoğlu Çakır."

 

"Yalnız babamın adı, kerem. Bayramoğlu değilim..."

 

Kahkaha atmaya başladığında, Kübra öylece duruyordu. Çakır hâlâ gülerken onun gülmediğini farkedince durdu.
Derin bir nefes aldı.
"Komikti aslında..." Dedi.
"İşime dönmem gerek. Tekrar görüşmek dileğiyle."

 

"Tekrar görüşmek dileğiyle derken?"
"Tayin çıkma ihtimali bu hafta fazla. Bir daha karşılaşmamız, binde bir ihtimal. O yüzden hoşçakal."
Çakır'ın yüzü düşmüş, tam hatunu buldum derken kaçırdığını sanmıştı.

 

"Anladım. Eee, o zaman telefon numaranı alabilir miyim? Yani belki bir daha denk gelemeyiz falan..." Lafı geveleyip durunca Kübra telefonunu çıkarıp, çakır'ı bekledi.
Çakır telefon numarasını söyleyince, Kübra aradı. Telefonu çalan Çakır Kübra'nın numarasını kaydetti.

 

"Ben gidiyorum o zaman." Dedi Kübra. Çakır çekingen bir tavırla, "T-tamam." Dedi. Kübra tebessümle yanından ayrılıp gitmişti. Çakır'ın yüzünü güldüren bu olmuştu. Oldukça çapkın olan bu adam bu kıza da yürümeyi kaçırmamıştı. Bu güzel haberi time vermeye sabırsızlanıyordu.

 

🎶

 

Demgüzar, yalının koca salonunda dışarıya manzarası olan pencerenin önünde ki koltuğa oturmuş kahvesini içiyordu. Bir hayli sakin ve rahattı. Nedeni ise Cevahir'in Aheste'ye kurduğu pusuyu duymasıydı. O kızdan oldu mu olası nefret ediyordu. Başına gelen en ufak bir belada yüzü gülüyordu demgüzar'ın.

 

Salonda yankı yapan topuklu sesleri tek kişiye aitti.
Leyla Erkuran...
Cihanşah Erkuran'ın biricik karısı.
Salonda belirdiğinde, demgüzar'ın bakışları ona çevrildi.
Elinde ki kahve fincanını koca sehpaya bırakıp, bacak üstüne bacak attı. Gayet rahat bir tavırla Leyla'ya dikti gözlerini.
Kocasından oldukça genç olan Leyla'nın derdi, Cihanşah'tan çok parasıydı. Binbir türlü hastalığı olup, ömrünün bir kalanını da yatağa bağlı geçirecek olan bu adamın, kalan ömrünün de tükeneceği günü bekliyordu.

 

Ama o da bilmiyordu, bütün servetin Çınar'a kalacağını. Diğerleri gibi hayaller kurup o günü iple çekiyordu.

 

"Demgüzar... Keyfin bol olsun. Neyi kutluyorsun böyle?" Üzerine giydiği şifon gri gömlek ve altına uydurmaya çalıştığı bordo palazzo pantolonu ile sarı yıpranmış saçlarıyla, buruşuk yüzü, pekde genç olduğunu söylenemezdi. Sorsan ailenin hanımı olmak zor derdi.
Oysa yaptığı tek şey odasında oturup bazende alışverişe çıkıp kartların limitlerini sonuna kadar kullanmasıydı tek işi.

 

"Sağol canım. Beraber olsun diyeceğim ama Leman beni bekliyor. Sonuçta kız annesi olmak zor."

 

"Leman Gülşan ile birlikte çıktı."

 

"Ya, farketmedim. Alışverişe gittiler herhalde..."

 

"Gece elbiseleri ile mi? Beni salak yerine koyma demgüzar..."

 

"Seni salak yerine koyan kim Leyla? Sana dedim kız annesi olmak zor. Anlamazsın."

 

"Anlamam... Öyle mi?"

 

"Aynen öyle..."

 

Leyla ağır adımlarla demgüzar'a yaklaştı. Dibinde bittiğinde, yüzüne dikkatlice baktı.
"Sen üvey oğlunu ayartmaya çalışan bir kadınken, anne olmak nedir bilmezsin..." Diye devam ettirdi demgüzar. Leyla üvey oğlu zahir Erkuran ile ilişki yaşıyordu. Ve zahir'in karısı Asuman'ın bundan haberi yoktu. Demgüzar Leyla'nın damarına her seferinde burdan basıyor, bununla tehdit ediyordu.

 

Leyla ise sadece lafını söyler susardı. Bu sefer damarına ağır basmış olmalı ki demgüzar'a karşı derin bir ölüm sessizliğine girmişti. Annelik onun şah damarıydı. O da tek çocuğu için Cihanşah Erkuran ile evlenmişti.
Bir oğlu vardı üniversite öğrencisi.
Onun eğitimi ve geleceği için Cihanşah'a evet demişti. Oğlu şehir dışında annesinin evlendiğini biliyordu. Ve Erkuran ailesine gelin olmuş annesinin de ona sağladığı hayatın dayanağı ise yine Erkuranlar'dı.

 

"Bana anne olmak nedir diye ders vermek yerine, önce sırf para için terk ettiğin 5 yaşındaki oğlun ve kocan aklına gelsin. Sonra da karnında kızınla kaçtığın adamın ailesine çocuğun adamdan olduğunu yutturman, o ise aklından hiç çıkmasın. Bana anne olmanın dersini verecek son kişi bile değilsin."

 

Demgüzar bu kadar şeyi bildiğini ve onun da bir tehdit malzemesi olarak kullandığı bu hayatının özetini söylemekle tehdit ediyordu Leyla. Bu evde herşey tehdit ile yürüyor, herkesin birbirine garezi vardı. Hep bir üstünlük sağlamaya çalışan kadın ve erkekler, sadece tek bir günü bekliyordu üstünlüğünü ilan etmek için. Bu evde bir nevi taht kavgalarına benzer bir hayat süren bu aile Cihanşah Erkuran'ın ölüm haberini bekliyordu. Koskoca mirasa konmak için birbirlerine bile düşman olacaklardı. Kardeş kardeşe düşecek, bir soyisim ve çatı altında birleşmiş ama aslında hiç aile olamamış bu insanlar sonlarını bir kurşunla getirmeyi bekledikleri günü iple çekiyorlardı.

 

"Sana bu konuda zaten ders veremem. Çünkü annelik senin gibi anne olamamış insanların anlayacağı bir dil değil. Ve bende kendimi yormak istemiyorum. Kusura bakma Leylacım."

 

Demgüzar ağır ağır yürüyüp, salondan çıkmak üzere giderken, Cihanşah Erkuran salona hemen yanında uşağı Erham ile girmişti. Bastonuyla ağır ağır yürürken, demgüzar olduğu yerde kalmıştı.

 

"Baba? Noldu iyi misin?"
Cihanşah sadece boş bakan gözleriyle demgüzar'a bakmıştı.
"Birşey oldu. Hem de sizin rezilliğiniz yüzünden kirlenmeye devam eden soyisimimiz yüzünden çok şey olacak daha."

 

Demgüzar hiçbir şey anlamamış, erham'a bakmıştı.
"Az önce Çınar bey televizyondaydı. Diyarbakır'da bir devlet hastanesinin önünde gazetecilere yakalandı. Hastanede yatan kişi ise..." Dedi devamını getirmek için izin ister gibi Cihanşah'a baktı.

 

"Küçük gelin Aheste." Dedi.
Leyla gülerken, koltuğa oturmuş bacak üstüne bacak atmıştı.
"Çınar bir devlet hastanesinin önünde, küçük gelin devlet hastanesinin içinde. Herhalde manşetin başlığı bu olur. Rezillik ötesi..." Demişti.

 

Demgüzar, "Ne olmuş yine o kıza?"
Erham sıkıntılı bir nefes verirken, Cihanşah kırmızı kadife koltuklardan birine geçip oturmuştu.
"Başka bir köyden dönüşünde bombalı saldırıya uğramışlar. Yanında bir grup asker olmasa cenazesi bile bulunmazmış. Ayağından yaralanmış hastaneye kaldırmışlar, durumu şuan iyi. Çınar bey haberi duyunca özel uçakla oraya gitti."

 

"Tek bir köy ona yetmiyor başka köylere de gidiyor... Şaka gibi ya. Efendim, bu kızı ne yapıp ne edip Ankara'ya geri getirmemiz ve bir an önce nikahlarını kıymamız lazım. Böylece bu kadar özgür davranmaz. Bu kadarı da fazla..." Demişti demgüzar. Sitemkâr bir sesle.
Cihanşah'ın bakışları tek bir yere odaklanmıştı. Leyla'nın gözlerine. Ondan da bir fikir bir düşünce bekliyor gibiydi.

 

"Nikah konusunda katılıyorum ama kızın mesleğine karışamam. Kız sonuçta görevini yerine getiriyor." Demişti demgüzar'ın aksine. Bu düşünce aslında sırf demgüzar'ın sinirini bozmak amacıyla dökülmüştü Leyla'nın dilinden.
Cihanşah, sıkıntılı bir nefes verip, erham'a baktı.

 

Erham elinde ilaç tepsisiyle Cihanşah'a bakıyordu.
Cihanşah başıyla onay verdiğinde, erham tepsiyi getirip ilacı içmesini sağlamıştı. Günde dört beş ilaç içmekten sıkılmıştı. Ne de olsa yakında bu ilaçlarla sıhhat sağlamaya çalıştığı canı ölüme erecekti. Boşunaydı bütün bunlar...

 

"Demgüzar haklı. Çınar'ın gelmesini bekleyeceğim. Gelince odama gönder." Demişti erham'a ithafen...
"Emriniz olur efendim." Demişti erham.

 

Demgüzar zafer kazanmış bir edayla gülerken, Leyla sadece boş boş bakıyordu ona.
"İzninizle ben sofrayı kurdurmaya gidiyorum." Demişti sadece Cihanşah'a ithafen... Ve gitmişti.

 

Neredeyse akşam olacaktı. Ve sofra tam saatinde kurulması gerekiyordu. Cihanşah Erkuran'ın ilaç saatlerine uyması gereken bu sofraya herkesin oturması zorunluydu. Cihanşah ise sofraya önem verdiğinden herkesin ona uyması gerektiğini sert bir dille söylemişti. Herkes işinde olurdu. Ama vakti gelince sofrada olurlardı.

 

🎶

 

"Durumun iyi. Ayağının üstüne bir süre basamayacaksın. Bassan bile baston benzeri birşey kullanmak gerek. Merhemler sayesinde acısı ve ağrısı hafifleyecek." Kübra'nın kontrolleri ve sonucunda vardığı sonucu bana bir bir anlatırken benim bedenim orda, ruhum ve aklım başka yerdeydi. Birkaç gün daha derse giremeyecektim. Çocuklara yeni gelen defter kalem ve enstrümanlarla güzel bir ders vermek istiyordum. Ama ayağım bu gidişle bana biraz engel olacaktı.

 

"İyi misin?" Diye bir ses kulağımın dibinde bitince, kızıl saçlı doktorun olduğunu anladım. Bedenim sanki ruhuyla yeniden buluşuyormuş gibi bir his beni kendime getirdiğinde, gözlerim onu buldu.
"Ha, i-iyiyim. Sağolun. Dediklerinizi harfiyen yerine getireceğim." Ne dediğini bile duymamıştım.

 

Ve bunu anlamış olmalı ki, "Ne dediğimi duyduğundan şüpheliyim." Demişti. Buruk bir tebessümle yüzüne baktım.

 

"Kusura bakma, yaşadıklarım dayanılacak şeyler değil. O yüzden biraz dalgınım bugün."

 

"Seni anlayabiliyorum. Bende yaşadım..." Dediğinde şaşırmıştım. Bir insan hayatında kaç kere bombalı bir saldırıda kurşunların arasında kendi isteğiyle ölüme adım atar...

 

"Nasıl yani?"

 

"Bir köyün sağlık ocağında doktordum. Hakkari'de...
Sınıra yakın bir köydü. Terör saldırıları oldukça sıktı. Meslektaşlarım orada yapamazsın, kimin kimsen yok. Dediler. Oysa ben mesleğimi benim iyiliğim, rahatım veya sağlığım için yerine getirmiyordum. Başka insanların sağlığı ve iyiliği için seçmiştim bu mesleği. Hem şehir hayatı da sıkmıştı beni. Köyleri de çok severdim. Havası, suyu, insanı... Hepsi birbirinden huzurlu... Bir nebze de bunun için çok sevindim. İşte köye yolculuğum başladı. Köyde ilk günlerde biraz zorlandım. Ama sağolsunlar köyün nineleri, ablaları, dedeleri bana çok yardımcı oldular. Birgün köye saldırı oldu. Teröristler birçok insanı öldürdü. Sağlık ocağını basıp, benimle birlikte yaklaşık 200 kişiyi rehin aldılar. Omzumdan vuruldum. Ve izi hâlâ var. Ben hayat her zaman bardağın dolu tarafından bakarım. En azından mesleğim birçok insana yardım amaçlı bir meslek ve ben bu uğurda yara aldım. İzi de bana acı da olsa tatlı bir anı olarak kaldı. Zihnimin bir yerlerinde gözümün önünde öldürülen çocuk ve kadınların yüzleri var hâlâ. Geceleri kabuslarım hep onlarla dolu. Kendi kendime hep derim ki; keşke yaşatmaya çalıştığım kadar koruyabilme şansım da olsaydı...
Avazım çıktığı kadar bağırıp, dur diyebilseydim. Korktum...
Beni öldürürler diye değil, başkasına belki kaç defa hayatını geri vereceğim ve bu benim ellerimde olacak diye. Doktor olmakta zor anlayacağın. Ama bildiğim ve asla söylemekten bıkmadığım birşey var; bir insan kaderinde ne yazarsa onu yaşar. Ve yaşadıklarını kendi hikâyesi diye yazar..."

 

Söyledikleri ve yaşadıkları benim yaşadıklarımla neredeyse aynıydı. İzi kalan yaralarımdan mı tanıyıp yarasının hikâyesini anlatmıştı bana?
O da yaralar almış, hem canından hemde manevi olarak... Ve ben ona baktıkça bende olan yaraların kabuk bağlamış halini görüyordum.
Kendi yaralarıma hiç bakmamış, başkasında görünce onu kendimle bir sanmıştım. Bu beni kendime ne kadar aciz olduğumu hatırlatıyordu.

 

Yaralarına bakamayacak kadar aciz ve korkak, onlara yara bandı takamayacak kadar umursamaz, kabuk bağlamasını beklemeyecek kadar da bıkmıştım. İzi kalmasın diye yaptığım herşey, onların daha çok iz bırakmasını sağladı.

 

"Ben kadere inanırım. Ama kaderin yazdığı hiçbir şeyi hikayem olarak anlatmadım. Çünkü benim hikayemde anlatacak kimsemde yok. Sadece babam var. Onu da kaderimin bana oynadığı zalim oyunları anlatarak öldürmek istemiyorum. Çünkü biliyorum, kaderimden kime bahsedersem kaderim ağlarını ona da örüyor. Ve benim yüzümden o da ölüyor. Sen hiç başkalarının iyiliği için hayatını hiçe saydın mı? Ya da kardeşim dediğin, onunla birlikte büyüdüğün birinden sırtından sayamadığın kadar bıçaklanarak ihanete uğradın mı? Ben uğradım... Ve inan o bıçak darbelerinin bıraktığı yaraların izini saydım..."

 

Elimi kaldırıp, parmağımda ki yüzüğü gösterdim. Kelepçe olan yüzüğü...
"Parmağın da bir kelepçe ile, bir zindandan farksız bu hayatta özgür olabileceğim günü bekledim. Ama anladım ki ne kelepçe kırılmaya niyetli, ne de hayatın zindanı aydınlık olabilecek kadar güneşe yakın. Ben aslında ayağına uzun bir zincir takılmış, kendini özgür hissetsin diye gökyüzü sandığı hapishanenin avlusunda bir güvercinim. Birgün gerçekten özgür olmayı umut etmekten başka birşey yapmıyorum.
Bunlar benim hem kaderim hemde hikayem. Ve inan senden başka kimseye anlatmadım..."

 

Gözleri, anlattıklarımı sindirmeye çalışırken zorlandığını ifade etmeye çalışır gibi baktı bana.
Haklıydı... Kaç kişi gelip seni tanımadığı halde sana hayatının özetini birkaç cümleyle anlatır? Benden başka...
Çünkü benim hayatım sadece iki üç cümleyle özetlenebilir. Çünkü kötü şeyler böyle anlatılır. İyi şeyleri anlatmaya ne kelimeler ne de cümleler yeterdi. Ve ben bunun nasıl birşey olduğunu bilmiyorum. Çünkü hayatımda iyi şeylere hiçbir zaman yer olmadı. Acılar öyle kaplamış ki hayatımın her bir köşesini, iyi şeyler boşluk yaratsa yerini kötü şeyler alıyordu. Ve ben buna çoktan alışmıştım.

 

Zihnin kaçıncı ölüm evresiydi bu?
Ya da kalbin kaçıncı vazgeçişi?
Saymadım...
Sayamadım.

 

"Seni anlayabiliyorum."

 

"Hayır... Anlamıyorsun. Sende anladığını söyleyip, anlamayan ve hayatının şu birkaç dakikasını bana ayırmamış gibi yoluna devam edeceksin. Boşver...
Niye bu kadar sert çıkıştıysam, haklısın. Anlamamakta haklısın..."
Dedim sustum.

 

"Seni yara izlerinden tanıdım. Dilinden konuştum ve şimdi seni anlayabiliyorum. Hayatımın belki birkaç dakikasını sana ayırdım evet, ama inan saatler ayırdığım şeyler ayırdığım birkaç dakikalar kadar kazınmadı zihnime. Tıpkı şuan saatlere doğru yolculuk yapan birkaç dakikalar gibi. Belki de zihnime kazıyacağım ilk saatler olacak..." Dedi gülümseyerek. Öyle hızlı konuşmuştu ki kelimelerini yakalayabilmek bir oyun gibiydi.

 

"Bayağı hızlı konuştun." Dedim.

 

"Farkındayım. Umarım beni anlayabilmişsindir."

 

"Anladım. Hızlı konuşman, seni anlamayacağım anlamına gelmiyor."

 

"Çoğu insan hızlı konuştuğum için beni anlamakta güçlük çekiyor. Beni anlayabilen nadir kişilerdensin."

 

"Bu benim için bir başarı varsayıyorum." Dediğimde gülmüştük. Elimi uzatıp,

 

"Aheste..." Dedim.

 

"Kübra..." Dedi. O da.

 

"Memnun oldum."

 

"Bende..." Demişti.

 

Kapı çaldığında ikimiz de o tarafa bakmıştık. Kapı açıldığında içeri giren kişi hiç yabancı değildi. Uzun boyuyla kapının pervazından eğilerek geçmişti. Üstünde yeşil askeri kamuflaj tişörtü ve kargo pantolonu vardı. Kasları güpegündüz ortadaydı. Kolları kaslarından dolayı zeybek oynayan efeler gibi havada kalmıştı. Yürüyüşüyle korku salıyordu.
Buzz kesim saçları uzamıştı. Yüzü yeni çıkan sakallarıyla ve kemikli yapısıyla uyumluydu.

 

Yarasının silinmeye yakın izi var ile yok arasıydı. Keskin kara gözleri hiçbir şey ifade etmiyordu. İçeri girdiği an Okyanus esintisi kokusu odaya doluşmuştu. O içeri girdiğinde hemen arkasından Cengiz abi, Çakır ve Şahin girdi.

 

Kübra başını sallayıp odadan çıkmıştı.
O, hemen gelip yatağımın yanında kolları arkasında bağlı beni izlerken, Cengiz abi yatağın diğer tarafında durmuş, "Geçmiş olsun Aheste bacım." Demişti. Buruk bir tebessümle, "Sağol Cengiz abi." Demiştim. Şahin de aynı şekilde, "Geçmiş olsun öğretmen hanım."
Dedi.

 

"Sağol Şahin."

 

"İyisin. İyi olacaksın..." Dedi kalın ve oldukça sert çıkan sesiyle. Söylediği tek şey buydu. İnsan bir geçmiş olsun derdi. Odun işte yontulmamış ne yapacaksın...
"Doktor bile bana bu teşhisi koyduğunda içim bu kadar rahatlamadı. Hadi ya... Söylesene başka ne gibi hastalığım var? Merak ettim." Dediğimde, gözleri bana boş boş baktı.

 

"Turp gibisin, boş boş konuşmandan belli oluyor." Dediğinde, sinirlerimi bozmaya yetmişti.
"Boş konuştuğumu kim söyledi?"

 

"Ben." Dedi tek nefeste.

 

"Bu yetkiyi kim sana verdi."

 

"Ben." Yine.

 

"Seni babama söyleyeceğim." Hiçbir korku yaratmamış olmalı ki mimik oynamadı yüzünde.
"Ne diyeceksin? Boş konuştuğunu mu? Bana hak vereceğinden eminim."

 

"Saçımı kestiğini... Sana mı hak verir bana mı?"

 

"Komutanım saçınızı mı kesti?" Diye soran Şahin'in şaşkın bakışları ve Çakır'la aralarında gülüşmeleri onun ölümcül bakışlarını sergilemesine neden oldu.
"Evet." Dedim nispet yaparcasına.

 

"Komutanım sizde de ne Cevherler varmış. Hem asker hem doktor hem de kuaförlük. Valla ne diyim on parmağınızda on marifet." Dalgasını geçip kahkaha atmaya başlayan Çakır, gülmekten ölmüştü.

 

"Senin kafanı koparıp sektirmekte de gayet iddialıyım. Al sana bir marifet daha. Ne dersin, Bayramoğlu?" Dediğinde, sinirle konuşmuştu.
Çakır ve Şahin tantanayı bırakıp, ciddiyete bürünmüştü.

 

Cengiz abi ise bana bakarken, "Çakır buraya bir adamın geldiğinden bahsetti. Sorun çıkarmış, seni sorup durmuş. Tanıyor musun?" Dediğinde, yüzüm düşmüştü. Çınar'dan bahsettiği belliydi.
Parmaklarımla oynarken, hepsinin gözleri pür dikkat beni izliyor, ve vereceğim cevabı bekliyordu.
"N-nişanlım. Çınar... Çınar Erkuran." Dediğimde hiç kimseden bir ses çıkmadı. Cengiz abiye baktığımda, şaşkın gözlerle ona bakıyordu.

 

Çakır ve Şahin de aynı şekilde onun vereceği tepkiyi merak ediyormuş gibi baktılar. Benimde gözlerim ona ve çevrildiğinde, gözleri gözlerimdeydi. Sinirli miydi, kızgın mı yoksa hiç umrunda değilmiydi? İfadesi hiçbir şey anlamama sebep oluyordu. Sadece boş bakan gözler ve susmaktan başka birşey yapmayan dili...

 

"O adam senin nişanlın mıydı?" Diye sordu Çakır.
"Maalesef."
"Kendisi de adamları da barbarın önde gideni."

 

"Neden?" Diye sordum. Nedenini bilerekten.

 

"Yanında bir tane magandanın hası gelmiş doktoruna racon kesiyor. Allah'tan ben oradaydım da raconun hası nasıl kesilir gösterdim."
Dedi kendini de arada överekten.
"Bu olaydan da kendine pay çıkardın ya, ne diyim oğlum dört ayaklı kediden daha ballısın."

 

"Öyle tabi oğlum. Bu hayatta her zaman dört ayak üstüne düşmesini bileceksin."

 

Çakır'ın çapkınlık ile ilgili hayat tavsiyeleri bittiğinde,


"Niye gelmiş?" Diye sordu. Buz gibi sesiyle...

"Merak etmiş. Haspam." Dediğimde, kendi kendime gülmüştüm.
"Hey Allahım ya. İnsanın aklına gelmeyen diline geliyor. Artık nasıl bir kin varsa yüreğimde ona karşı."

"Hem nişanlım diyorsun hem de kin besliyorsun. Garip..." Dedi Cengiz abi.
"Mevzu uzun, Cengiz abi."

"Keselim mevzuyu da kendisinide..." Demişti Çakır. Gülmüştüm.
"Yalnız ben iki racon kesti diye, adama aşık olmam."
Çakır güldüğünde, çapkınca bakmıştı bana. Ne yani bana mı yürüyecekti?
"İstersen, parmağında ki yüzüğü çıkarır kırarız icabında. Onun da kafasını kırarız. Yeter ki sen iste." Dediğinde, kahkaha atmaktan kendimi alıkoyamadım.

"Çakır... Kız nişanlı. Valla gebertirim seni." Diyen cengiz abiydi.
"Niye cengiz abi ya, kız da razı. Alan razı gelen razı. Dimi Aheste?"
Bana yöneltti soruyu.
Şakasına girdiğim konu başka yerlere gidiyordu.
"Farkında mısın bilmiyorum ama şuan bana açık açık yürüyorsun. Bu işin sonu iyi değil diyim ha." Dediğimde, gözlerim ister istemez onun tepkisini görmek istedi.

Ona doğru baktığımda, Çakır'ı birazdan öldürecekmiş gibi bakıyordu.
"Çakır... Oğlum sus. Bak valla komutanım seni bir güzel benzetecek. Yazık oğlum sana daha önünde evleneceğin günler var."

"Ben temenni sevmem. Böyle arada bir değişiklik güzel. Sıkılırım sürekli aynı hatun görmekten. Ha ama Allah için Aheste güzel kız. Belki ona torpil geçebilirim." Ben yavaştan korkmaya başladım. Çakır işi ciddiyete bindiriyordu. Nişanlı olmam da bir işe yaramamış olmalı ki engel tanımıyor.
"İltifatın için teşekkürler. Ama ben ciddiyim, sen ve ben ayrı dünyaların insanları-" demeden Çekik gözlü Çakır'ı yakasından tuttuğu gibi duvara yapıştırmıştı.

"Lan oğlum! Kaç dakikadır gözümün önünde nişanlı bir kıza yürüyorsun! Lan sen kaç kez komutanının önünde bir kıza yürüdün? Kaç kez Azraile kafa tuttun?! Sen dur, ben sana cezanı karakolda vereceğim. Çapkınlığın alâsını göstereceğim sana! Şimdi çık dışarı!" Diye bağırmıştı.

Çakır korkuyla dışarı çıkarken, şahin ve Cengiz abi başlarını vah vah diyerek salladılar. Ben korkuyla bakarken, durum ciddiydi. Ya benim yüzümden birşey yaparsa çocuğa.
"Şaka babında öyle yaptı. Ceza falan verme. Benim hatam." Dediğimde, ölümcül bakışları benide buldu.
"Şaka babında nişanlı olduğun halde bir adamla flört etmek ne kadar doğru senin için bilmem ama ben timimden bir askerimin böyle bir saygısızlık yapmasına izin veremem!"

"Ne? Ne ima etmeye çalışıyorsun?! Ben çok mu meraklıyım nişanlı olduğum hâlde flört etmeye. Şaka yaptık diyorum, eğlenmek amacıyla diyorum! Nerenle dinliyorsun beni?!"

"Sesini alçalt önce. Burası hastane."

"Ben senin askerin değilim. Nişanlı bir kadının ne yapıp ne yapmaması gerektiğini de senden öğrenecek değilim!"

"İyi o zaman buradan da kendin çıkarsın."

"Ne?"

"Cengiz abi, şahin yürüyün gidiyoruz. Öğretmen hanım kendisi halleder işini. Kimseden birşey öğrenmesine ve yardımına ihtiyacı yok ya."

"Ama komutanım yaralı..."

"Bozkuş!"

"Emredin komutanım!"

"Çık dışarı!" Diye bağırdı.
Şahin mahcup bir şekilde bana baktı. Cengiz abi de aynı şekilde mahçup bir bakışla bana bakarken, dışarı çıktılar. Ben ve o odada kalmıştık.
"Oldu iki, çekik gözlü. Üçüncüde seni babama öyle bir şikayet edeceğim ki, bu time ne yaptıysan hepsinin aynısını yaşayacaksın." Tehditim boyumdan büyüktü. Bordo bereli bir askeri tehdit etmenin kaç yıldan başladığını araştırmadan bu işe kalkışmak başlı başına bir hataydı.

"Timime nasıl davranıp davranmayacağım, seni ilgilendirmez. Her şeye burnunu sokma." Gözlerimi öyle mi diye açarken, tam karşımda duran koskoca heybetiyle bana bakan çekik gözlüye baktım.
"Sadece senin timin değil. Benim babamın da timi. Ve beni de ilgilendirir. Asıl sen herşeye burnunu sokma. Bırakta kiminle flört edip etmeyeceğime ben karar vereyim."

"Kiminle flört ettiğin beni ilgilendirmiyor. Söz konusu flört ettiğin benim askerimse ilgilendirir. Ayrıca herkesi kendine aşık veya hayran sanma. Ne Dünya senin etrafında dönüyor ne de uydular. Çekim alanı olmayan başı boş bir gezegenden farkın yok."

Bana kibirli mi demeye çalışmıştı o? Aynen öyle demişti.
Peki ne cürretle?
Sadece bir komutan ve disiplin manyağı.

Sinirden artık nasıl hopladıysa sinirim, yataktan inip topallayarak tam karşısına dikildim.
Boyu benden bir Hayli uzundu ve benim ayağım çıplaktı. Ona aşağıdan bakarken, ne cevap vereceğimi bekledi.

"Madem çekim alanı olmayan başı boş bir gezegenden farksızım. O zaman askerin neden çekim alanıma kapıldı? Beni küçümsemek yapacağın son şey olsun çekik gözlü..."
Kaşları ağır bir edayla havalandı.
Nefes alışverişlerini duyduğum bu sessizlikte, bana doğru eğilip,
"Etrafımda olduğun sürece seni küçümsemeye devam edeceğim. Ve Erdem albayın kızı olman umrumda değil. Bir askeri tehdit ederken aklın neredeydi?"

"O bir asker bana ahlak dersleri vermeden önce buradaydı."
Dedim parmağımla başımı işaret ederek.
"İyi o zaman sana bol şans. Hastaneden iyi çıkışlar. Erdem albaya şikayet edersen, selamımı da söyle." Bütün bir heybetiyle dışarı ağır adımlarla çıktı.

Beni hastaneden çıkarmak için gelmişlerdi. Şimdi ise yaralı bir şekilde almadan gidiyorlardı. Boku yedin mi aheste?
Yatağa geri geçip oturdum.
Boş boş yere baktım. Hastaneden tek başıma nasıl çıkacaktım? Umarım Kübra gitmemiştir diyeceğim de, köye nasıl gideceğim? Dediğim sırada kapı birden açıldı. Giren kişi oydu.

Yüzüme bakıyordu ve ben yine bakışlarımı kaçırmıştım.
"Noldu, niye geldin?" Diye sordum.

"Çok konuşmada giyin. Seni kapının önünde bekliyorum. Sadece 5 dakikan var."
Demiş ve çıkmıştı. Afalladım sadece.
Neydi bu şimdi. Merhamet gösterisi mi?
İyide kıyafet yok dediğim sırada, kapıyı açıp elini yüzüne tutmuştu.
Bakmamaya çalışarak, "Kıyafetlerin. Ne giyeceğini bilemedim. Bunlarla idare et."

Daha soyunmama rağmen gözlerini kapatmıştı.
"Çok namuslusun. Seni alan kız yaşadı. Gözlerini aç soyunmadım daha." Yavaş yavaş ellerini gözlerinden çekip bana göz ucuyla baktı. Emin olunca tamamen açtı.
Çantayı alıp kapının kolunu tuttum.
"Yine de sağolun." Dedim.

"Eyvallah." Dedi. Ve kapıyı kapattı. Kalbim de ister istemez oluşan bu hızlı çarpıntı, onu görünce ciddi bir ağrıya sebep oluyordu. Topallayarak çantayı yere bıraktım. Fermuarını açıp baktığımda, içinde çiçekli bir elbise vardı. Kadın diyince niye aklınıza ilk elbise geliyor anlamıyordum.

Uzun çiçekli bir elbiseydi. Umarım bedeni olurdu. Üstümdekileri çıkarıp çiçekli elbiseyi tek seferde üstüme geçirdim. İpli değildir umarım.
Yok deve... Kader niye beni bu adama muhtaç bırakmak için herşeyi yapıyordu. Ama ben inatla muhtaç kalmamaya yemin ettim. İpleri bir şekilde bağlamaya çalıştım ama sırtım açıkta kalıyordu. Spor ayakkabıları da giyip üstümdeki hastane kıyafetlerini dolaba koydum. Üstüne giyebileceğim bir cekette yoktu. Onunda üstünde ceket yoktu. Aha yine muhtaç kaldın mı ona Aheste?

Kaldın...

Kapıyı çekingen bir tavırla açıp, nerede olduğuna baktım. Hemen kapının eşiğinde, kolları önünde bağlı etrafı inceliyordu.
"Bakar mısın?" Dediğimde, bana baktı.
"Hanginiz hangi akla hizmet bu elbiseyi aldı? Yani odunsunda bu kadar da olmaz yani." Gözlerini devirdi.

"Sorun ne? Onu söyle." Dedi pişkin pişkin.
"Sorun hastaneden yeni çıkan bir kadına çiçekli bir elbise alman. Odunsun bas bayağı bildiğin odun..."

"Ne alsaydım, gelinlik mi? Ya da sünnet elbisesi mi? Sen bunu aldığıma dua et."

"İçeri gelir misin?" Kaşları çatıldığında, tereddütte kaldı.
"Gelsene. Valla yemeyeceğim seni. Emin olabilirsin..." Dediğimde, odaya ağır adımlarla girdi. Kapıyı kapattığımda, benden başka her yerde gezindi gözleri.

"Bak gerçekten bu kadar namuslu olduğunu bilseydim Çakır'a söylerdim."
Gözleri birden gözlerimi bulunca,
"Şansını zorluyorsun." Dedi sert bir sesle.
"Şu ipleri bağlar mısın?" Diyip arkamı döndüm. Ne tepki verdiğini bilmiyordum. Beklemeye başladım.
"Tövbe tövbe." Dediğini duydum önce. Kahkaha atmaya başladığımda, önüme döndüm. Ne olduğunu anlamamış bir şekilde bana bakıyordu.

Elimi refleks olarak göğsüne çarptığımda, bakışları göğsünde olan elime odaklandı. Yerinden çıkacak olan kalbim biraz daha temasa maruz kalırsa önüme düşecekti. Benim nasıl bir çekim alanım olduğu hakkında ki fikirlerini bilmem ama bu adamın öyle kuvvetli bir tesiri vardı ki üstümde, yanında nefes almaktan bile çekinir hale gelmiştim.
Elimi yavaşça çekip arkama sakladım.

"Tamam sıkıntı yok. Çıkabilirsin. Ben hallederim." Dediğimde, durdu. İki eli belinde bana bakıyordu.
"Dön." Dedi kısık sesle.
"Efendim?"

"Arkanı dön, bağlayayım." Dedi tekrardan. Sanki bunu az önce ben istememişim gibi afalladım.
Arkamı büyük bir utançla yavaşça döndüm. Kıvırcık saçlarımı gelişigüzel toparlayıp ensemde elimle tuttum. Tenime değen soğuk parmakları ürpermeme sebep olmuştu. İpleri gevşek bırakak, fazla sıkmadan bağladı.

Parmakları her tenime değdiğinde ürpermeye devam ediyordum.
"Parmaklıkların soğuk." Dediğimde, hiçbir cevap vermedi.
Elbisenin bir kenarının kıvrıldığını hissettim. Parmağı sırtımda çıkıntılı bir yara da gezinirken,
"Bunu... Kim yaptı?" Diye sordu.

Cevap vermedim. Çünkü bende bilmiyordum. Bir yerlere çarpmış olabilirdim. Farketmemişim.
"B-bilmiyorum." Dedim.
"Nasıl bilmiyorsun?"
"Bilmiyorum. Bir yerlere çarpmış, farketmemiş olabilirim."

"Nişanlın... O mu yaptı?"
Beni önüme dönmeme neden olan cümlesi şaşırtmıştı.
"Sana nişanlın mı diye sorduklarında... Cevabın garipti. O adam sana zorla birşey mi yaptırıyor?" Böyle birşeyi sezmesi beni hayretler içerisinde bırakmıştı. Nasıl anlamıştı?

"H-hayır. Kimse bana zorla birşey yaptıramaz. Dokunamazda..."

"O hâlde neden cevap verirken tereddüt ediyorsun?"

"Ne alakası var?"

"Dön. Bitireyim şunu. Gitmemiz lazım." Dediğinde, arkamı döndüm. Saçlarımı yeniden ensemde tutturdum. İpleri bağlamayı bitirmişti. Önüme döndüğümde, gözlerine bakmamaya çalışarak, "Teşekkür ederim." Dedim.
"Eyvallah..." Dediğinde,
"Rica ederim olacak, yalnız." Dedim.

"Süslü püslü kelimelerden hazetmem."

"Çok pardon. Odun olduğunu unutmuşum." Dedim alaycı bir sesle.
"Öyle olduğumu düşündüren ne?"
"Sen timde de böyle çok konuşur musun?"

"Ne yapacaksın?"
"Merakımdan sordum."
Seslice bir nefes verdiğinde, daha da yakından gördüğüm yüzü anlamadığım bir şeyler uyandırıyordu içimde. Kokusu zaten başlı başına bir felaket. Her bir özelliği ayrı bir his yaşatıyordu içimde. Kendimin bile bunca zaman dobra olan dilimin onun karşısında mühürlenmesi, hayralamet değildi.

"Çok konuşmuyorum. Sen çok konuşuyorsun ve bende başım ağrımasın diye cevap vermek zorunda kalıyorum. Fazla gevezesin. Bu kadarına alışkın değilim."

"Ben miyim geveze?"

"Ta kendisi."

"Öyle olsun çekik gözlü odun. Çıt kırıldım..."

"Bana sürekli çekik gözlü diyip durma. Ayrıca odun da değiliz. EvvelAllah bir yerde vicdan ve merhamete sahibiz."

"E gözlerin çekik... Ve odunsun. Buna da saçımı kestiğin zaman karar verdim. Ama birşey diyeyim mi?"

"Ne?"

"Kaşların mükemmel. Asimetrik duruyorlar. Valla kıskandım. Hangi güzellik merkezi?"
Gözleri şaşkınca bir tavırla bana bakarken, ben kaşlarını incelemeye başladım. Gerçekten kıskanmıştım. Şekli daha çok bakma isteği uyandırıyordu bende.
Kollarını arkada birleştirmiş, askeri künyesi gözümün önündeydi.
"Soyadın Karakum mu?"

"Evet."

"Çok sıkıcısın."

"Yürü."

"Anlamadım?"

"Çok konuştun, yürü gidiyoruz."
Yerdeki çantayı alıp, kapıyı açtım. Ondan önce davranıp dışarı çıktığımda hemen peşimden gelip kapıyı kapattı. Dışarı çıktığım an Kübra bize doğru geliyordu.

"Aheste, gidiyor musun?"

"Evet." Dedim düz bir sesle.

"Geçmiş olsun o zaman. Tanıştığıma memnun oldum."

"Bende." Dedim ve az ötede beni bekleyen Aytekin'e yetişmeye çalıştım.
Kübra arkamızda kalmıştı. Yine yanımda uzun bedeniyle sessiz sıfatıyla, düz ve boş bakan gözleriyle yürüyordu. Ben ise sessizdim. Topallayarak ona yetişmeye çalışsam da zorlanmadan edemiyordum.
"Biraz yavaş yürüyebilir misin? Yetişemiyorum." Dediğime omzunun üzerinden bana baktı. Olduğu yerde durunca, ben ayağımda hissettiğim acının ağrısını iliklerime kadar hissetmiştim.

Yanıma geldiğinde, kucağına almak üzere eğilmişti.
"Ne yapıyorsun ya?!"
"Yardım ediyorum." Dedi çok normalmiş gibi.
"Nişanlıyım ben. Zart zurt beni böyle taşıyamazsın."

"İyi o zaman yürü."

"Niye böylesin?" Nasılım dercesine bakarken, "Kadınlara, timinde ki askerlere yaptığın muameleyi gösteriyorsun."

"Bak sana bunu son kez söyleyeceğim ve bir daha söylemeyeceğim. Bu aralar sürekli bana soru soruyorsun, lakaplar takıyorsun. Etrafımda bunca zaman kadına dair kimse bulunmadı. Sana sadece yardım amaçlı temasta bulunuyorum. Erdem albayın kızısın diye birşey demiyorum. Bu sana son yardımım olacak. Ve mümkünse artık etrafımda dolaşma. Adın herneyse bilmiyorum. Hastaneden çıktıktan sonra köyde sana yardım edecek, seni taşıyacak birilerini bulursun. Nişanlısın ve ben senin gibi biriyle sürekli görülmek istemiyorum..."

Kaşlarım çatık bir şekilde şuana kadar kurduğu en uzun cümleyi kurarken, söylediklerinin ima ettiği şeyler benim bunca zaman yaptıklarımmış gibi anlamıştım. Suskundum. Onu pür dikkat izlerken, haklı bulmuştum. Çantayı yerden alıp, yüzüne baktım. Bunca zamandır utançtan bakamadığım yüzüne dikkatlice baktım.

"Şuana kadar olan yardımların için teşekkür ederim. Senden son birşey isteyeceğim. Lütfen bana sırf komutanınızın kızıyım diye yardım etmek zorunda hissetmeyin."

Topallayarak giderken merdivenlerin eşiğine gelmiştim. Arkamı dönüp ona baktığımda, "Bu arada... Adım Aheste. Bir dahakine bana adımla hitap ederseniz sevinirim."
Resmiyetimi ortaya koymuştum. Sonuçta bana benim etrafımda dolanma diyen bir adama, can ciğer kuzu sarması gibi davranacak değildim. Madem şuana kadar etrafında hiçbir kadına yer vermemişti. Ona ilki yaşatacak kişi ben olmayacaktım.
Babamın, onlara artık benim hakkımda ki işleri yaptırmamasını isteyeceğim.

Sadece ahalisinin bile bana bilendiği bi köyde belki beni olduğum gibi görecek, ve bana yardım edecek birkaç kişi olur sanıp askerlerinin iyi niyetine güvenmiştim. Güvenmekte hata yapmamışım. Ama onların bana karşı olan duygu ve düşüncelerini bilmeden kendimi onlara yakın hissetmiştim. Belki de kimseye böyle yakın davranmamam gerekiyordu. Ve parmağımda bu yüzük olduktan sonra etrafımda herkesin benden nefret ettiği ve dışladığı bir kadından farksız olacağım.

Merdivenleri aklımda bu düşüncelerle bitirirken, son basamağı da inip topallayarak çıkışa doğru ilerledim. Koltuklarda oturmuş birkaç kişinin bakışları beni izlerken, bir an önce çıkışa varıp girmeyi umut ettim. Otomatik kapıdan çıktığımda, hemen ardımdan çıkan oydu.
Şahin yanıma gelip, kolumdan tutmaya çalışırken, "Gerek yok." Dedim. "Topallıyorsun. Yardım edeyim." Dediğinde, ısrarla, "Gerçekten gerek yok. Ben kendim hallederim." Dedim. Şahin'in bakışları ona bakarken, o ise bana bakıyordu. Öyle hissediyordum.

Rüzgarın savurduğu koku ona aitti.
Dışarda şiddetli bir rüzgar vardı. Kıvırcık saçlarım uçuşurken, elimde ki çantayı bile şahin'e taşıtmamaya çalıştım. Şahin'in önünde durduğu arabaya doğru yürüdüm ve vardığımda açık olan kapıdan bindim. Hemen yanımda oturan kişi Cengiz abiydi. Araba büyüktü. Arkada oturan kişi o ve Çakır'dı. Pencere tarafına oturmuştum. Şahin sürücü koltuğuna geçip oturduğunda, arabayı çalıştırdı ve sürmeye başladı. Yavaşça hastanenin çıkışına sürerken, pencere kenarından yolu izliyordum.

"Erdem albayım ve diğerleri bayırlı'ya gitmişler." Diyen Şahin'di.
"İyi sende oraya sür." Demişti Cengiz abi. Bakışlarım sadece ortalıkta gezinip dururken, pencerenin yansımasından onun yüzü görünmüştü. Bakışlarım birkaç saniye gözlerinde oyalanırken, yola geri bakmıştım. İçimde artık Bayırlı'ya geldiğim ilk günün heyecanı yoktu. Çocuklarla daha ders bile işlememişken bu kadar çabuk beni boğan insanlar bende heveste bırakmamıştı.

Annemi özlediğimi farkettim. Çantamda kalmıştı fotoğrafı. Patlama sırasında neredeyse bilmiyordum. Kapkaranlık gökyüzüne baktım. Gökyüzünde beliren ay bu gece yine hilaldi. Keskin çehresi ve parlaklığıyla aydınlatıyordu Diyarbakır dağlarını.

Cengiz abinin, "Dağlar... Kıtaları, ülkeleri, şehirleri, köyleri kimi zaman ise aşıkları ayırır..." Demişti. Ne dediğini anlamamıştım.
Bakışlarım onu bulduğunda, Çakır,
"Dağ işte, Cengiz abi. Allah'ın dağı niye ayırsın iki aşığı?"

"Ayırır. Hemde öyle bir ayırır ki, mahşerde bile arasın yüzünü. Sen siyabend ile xece'nin hikayesini bilir misin?"

"Onlar kim?" Diye sordum merakla. Bana bakıp, "Yine böylesi bir günde Süphan Dağı dolaylarında dolaşırken, gözden uzak bir yerde kurulan derme çatma bir çadıra denk gelirler.

Çadırın hangi amaçla dağların arasında bulunduğunu öğrenmek için ziyaret eder. Siyabend çadırda yedi kardeşiyle yaşayan Xecê'yi görür görmez vurulur, kalbi yerinden sökülecekmiş gibi çarpmaya başlar.

Kimsiniz, nereden gelirsiniz diye sorduğunda Xecê hikayesini anlatır. Köyün ağasının kendisini zorla almak istediğini, bunu kabul etmediği için de köyden yedi kardeşiyle birlikte sürüldüğünü anlatır.

Bunun üzerine Siyabend de amcasının kendisini döverek köyden kaçmasını sağladığını ve böylelikle tek başında dağlara sığındığını söyler. Kardeşleriyle tanışır ve ortak bir yaşamları oluşur zamanla.

Xecê de daha ilk günde Siyabend'i beğenmiş, gözlerinde ki sevgiyi, aşkı görmüş, karşılık vermiştir. İlerleyen zamanda Siyabend, Xecê'ye aşkını ilan eder, kardeşlerine söyler. Xecê ve kardeşleri beraberliğe onay verince Siyabend evlilik hazırlığı yapar.

Ancak Xecê'yi sürgün eden ağa olanları duyar, adamlarıyla çadırlarını basıp, Xecê'yi kaçırır, Siyabend'in arkadaşını da yaralar.
Akşam çadıra dönen Siyabend olanları görünce çılgına döner, arkadaşı son sözlerini söylerken hayatını kaybeder. Bunun üzerine Xecê'nin kaçırıldığı köye gizlice girer, yaşlı bir çiftin evine misafir olur.

Davul sesi,müzik köyde yankılanırken, Siyabend yaşlı çifte sorar :

Bu davul sesleri de neyin, nesi?

Yaşlı çift "Köyün ağası Xecê diye bilinen dünyalar güzeli kızla evlenecek" deyince Siyabend parmağındaki yüzüğü çıkarıp, yaşlı kadına verir, bunu hemen ağanın evindeki rehin olan Xecê'ye götürmesini söyler.

Sen yüzüğü ver, o benim burada olduğumu bilsin ve kendisini kurtaracağıma emin olsun.

Düğün dernek sürerken, Siyabend bir yolunu bulur, ağayı can evinden, kalbinden okla vurur ve Xecê'yi tutulduğu yerden alıp, yine dağların yolunu tutar.

Xecê'yle birlikte dağlarda bir yaşam sürdürmeye başlarlar. Günün birinde Siyabend, sevdiğinin dizlerinde uyurken, Xecê yanından geçen bir ceylan sürüsüne görünce, ağlamaya başlar.

Ağlayınca göz yaşlarından bir damla Siyabend'in kapalı göz kapaklarına denk gelir ve aniden uykusundan sıçrar. Xecê'nin göz yaşları içinde görünce "Bir şey mi oldu, niye ağlıyorsun?" diye sorar.

Xecê "Bir şey yok, öylesine içim doldu ağladım, demin buradan bir ceylan sürüsü geçti, onları görünce ağladım işte" der.

Siyabend, sevdiğinin üzülmesine neden olan olayın açlık olduğunu anlayınca:

"Nereye doğru gittiler, bana tarif et" deyip, peşlerine takılır.

Dağların arasında, uçurum kenarlarında sürüye denk gelir, en yaşlısını nişan alarak okuyla vurur, üzerine gittiğinde yaşlı ceylan son bir hamle ile Siyabend'i boynuzlarıyla iter.

Uçurumdan yuvarlanan Siyanbend bir ağaç dalının göğsüne saplanmasıyla ağaçta asılı kalır.

Siyabend'in geri gelmediğini görünce kaygılanan Xecê de kendisinin peşinden gider, uçurumdan bir inleme sesi geldiğini duyar, yaklaştığında bunun Siyabend olduğunu görür.

Ne yapar, ne eder sevdiğini uçurum dibinden çıkaramaz. Ağlar, dövünür, çığlık çığlığa kalır. Siyabend kendisini bırakmasını, yoluna devam etmesini istese de, Xecê kabul etmez, oda sevdiğinin peşinden kendisini boşluğa bırakır, aynı dalda, göğsünden yaralı olarak asılı kalır.

Hikaye burada biter ve denilir ki Siyabend û Xecê'nin mezarları başında her bahar iki gül biter, gülün arasında ise siyah dikenleri olan bir deve dikeni boy atar."

"Ciğerimizi dağladın be cengiz abi." Şahin'in sözü üzerine, Cengiz abi,
"Dağlar... Benim sevdiğimi benden almadı ama ciğerimi aldı. Tekir'imi söküp aldı bizden. Değil sadece Süphan Dağı, bütün dağlar kalleştir. Bağrında hem yiğit öldürür hem çakal barındırır. Belki de onun gibi kalleş olamadık diye bağrında öldürür bizi. Alır sevdiğimizi bizden..."

"Ülkenin dağı bile bağrında bizi istemiyorsa neyleyim ben vatanı."
Demişti çakır.
"Belki de senin kanınla şanı yükselsin istiyordur. O canı hainlerin adım bastığı bağrını senin kanınla temizleyip örtmek istiyordur. Şehidin kanı şendir. Döküldüğü toprak bereketlidir derdi dedem. Belki de bu yüzden bu kadar azizdir bu vatan. Belki de sizler bu yüzden canınızı feda ediyorsunuzdur. Bayrağı bile senin kanınla almışsa o al rengi, sen neylemeyipte ne yapacaksın bu vatanı." Dediğimde, Cengiz abi tebessümle baktı bana.

"Ağzına sağlık bacım. Bu vatan uğruna kanını döküpte, canını feda etmeyen basmasın şehit kanının sindiği toprağa." Demişti.
Gülümsemiştim. "Siyabend'in aklı neredeydi, merak ediyorum." Demişti o. Bana adımla hitap etmediği sürece ona bir zamirle hitap etmekten kaçınmayacağım.

"Niye?" Diye sordu cengiz abi.
"Bir kadına sadece kan pompalasın diye sol göğsüne konulan kalbi canını bile verecek kadar vermiş bir kadına. Sonra da canını vermiş. Değmiş mi bari bir kadın uğruna canını vermeye?"

Cengiz abi güldüğünde, "Bilmem onu siyabend'e sormak lazım, Karakum." Demişti. "Bence değmemiş." Dedi çakır. "Xece eğer peşinden atlayıp ölmeseydi, başka birini bulur unuturdu siyabend'i. Siyabend ise öldüğüyle kalırdı." Dediğinde, aşktan asla anlamayan iki odun yan yana gelince ortaya bu cümleler çıkıyordu.

"Kendi ağzınla söylüyorsun, xece arkasından atlamasaydı diye. Aşk işte budur; sevdiğini ölümde bile yalnız bırakmamaktır." Dedim kendimden emin bir sesle.

"O öldükten sonra başka birini bulurda siyabend'i unutur, ihanet eder diye vicdan azabı çekmemek için atlamış peşinden. Söz konusu yalnız bırakmamak değil." Dediğinde, sesi boğuktu. Bana karşı konuşmuştu. Belliydi...

"Yine aşık. Ona ihanet etmemek için. Sen sevdiğin kadın gözlerinin önünde ölse, xece gibi peşinden atlamaz mısın ölüme?" Diye sordum.

"Atlamam. Ben askerim... Sevdiğim kadın asla olmaz benim. Benim bir canım var onu da vatanıma feda ederim." Dediğinde sanki ezberlemiş gibi tek nefeste söyledi cümlesini.
"Niye, senin bir kalbin yok mu?" Diye sordum.

"Yok."

"O hâlde sen nasıl askersin? Vatanına bile aşık değilsin."

"Vatanıma aşık olabilmem için bir kalbe ihtiyacım yok. Ben vatanıma canımla aşığım. Her gün elime silahımı alıp gözümü bile kırpmadan ölüme koşuyorsam, vatanıma aşığım ve canımı sadece ona feda etmişim diyedir. Bize küçük yaşta kafamıza vura vura anlattılar hayatımıza asla bir kadının yer alamayacağını. Hemde bunu bir kadın yapmışken..." Ne ima etmeye çalışıyordu?

Hayatında bir kadının yerinin asla olamayacağını anlamıştım. Bunu ona anlatanın bir kadın olması garipti. Sevdiği kadın mı ona ihanet etti acaba? Çünkü başka hiçbir kadın senin hayatına başka bir kadının girişini engellemez yokluğuyla ya da ihanetiyle.

"Kadınlar senin için sadece bir varlık sanırım. Ya da bir cisim... Sanki odanın içinde ki fazlalık bir eşya gibi görüyorsun. Ya bir gün bir kadın senin odanın ta kendisi olursa?"

"O zaman ben o odadan çıkarım. Bizim bir odamız bile olmaz. Bizim evimiz dağlardır. Ya orda ölürsün ya da geri gelmeyi başarırsın. Oklar sadece bir şeyi gösterir; bizim için hiçbir şey kalıcı değildir. Herşey geçicidir. Vatan dışında..." Sesi vatan kelimesi için yumuşak çıkmıştı. Hayatına bir kadının girişi asla olmayacaktı. Sözde yok saydığı kalbinin kapılarını sonsuza dek mühürlemişti. Ne birini almaya ne de o kapıları açmaya niyetliydi.

"Son bir soru soracağım ve susacağım. İstersen cevap bile verme." Dediğimde, ortamda ki herkes benim ona soracağım soruyu bekliyordu.

Arkamı döndüm. Karanlık Arabanın içinde zar zor görebildiğim gözlerine baktım, "Ya bir gün bir kadın, o canını feda ettiğin vatanından farksız olursa? O zamanda terk eder misin onu? Ya da şöyle sorayım, sen vatanım dediğin yeri terkedebilir misin?"

"Ooo! Komutanım soru zor yerden geldi. Valla siz buna cevap verin, ben kırk yıl köleniz olurum."

Şahin'in dikiz aynasından bakıp, söylediği cümlesine gülmüştüm. Önüme döndüğümde, ondan gelecek cevabı bekledim. Veremeyeceği bir soruydu. Susmasını sağlayacağım bir soruydu.

"Onu günü gelince yüzüne karşı bizzat kendim cevabını vereceğim. İşte bizde günler sayılı. Bugün varız yarın yokuz. Sen sana vatanım diyen, seni vatanından farksız tutan, senin için canını bile verecek birini bırakıp gider misin?" Soru üzerine soru sorması şaşırmıştı.

"Bir asker değilim ama bende bu ülke için canını verecek vaziyetteyim. Benim elimden belki nice askerler yetişecek. Bu benim vatanıma borcumdur. Ama eğer birgün biri bana vatanım gibi bakarsa, ben onu terketmem, edemem. Bu da benim ona borcumdur."

Birgün öyle biri çıkarsa karşıma, ona bu sorunun cevabını bende onun gibi bizzat kendim vereceğim. Gözlerine bakacağım, elimi sol göğsüne koyup, nasırlı ellerini tutacağım ve şöyle diyeceğim; benim şu deli gönlüm bir sana yaraşır, bırakta gözlerine bakıp, vatanımda huzur bulayım...

"Senin zaten nişanlın yok mu? Ona niye söylemiyorsun?" Dedi Çakır.
Afalladım. Parmağına sadece bir yüzük takmakla nişanlı olunmuyordu. Bunuda en iyi ben bilirdim.
"Sana vatanın gibi bakmayan birine bunları söylesen ne olur? O senin vatanına zarar veriyorken üstelik..."

Cengiz abinin bakışları beni bulunca ne dediğimi anlamak ister gibi baktı bana. "Nişanlın... Sana bir zarar mı veriyor?" Diye sorunca ne cevap vereceğimi bilemedim. Çınar'ı tanımaları mümkündü. Çünkü her gün televizyonda magazinde olan, gazetelerde boy boy fotoğrafı olan üstelik soyadı Erkuran olan birinin nişanlısı olduğunu bilmemeleri imkansızdı.

"H-hayır. Öyle demek istemedim."

"Ya ne peki?" Dedi. Onun sesiydi. Hastanede de sordu. Tatmin olamadığı bir cevap alınca daha çok meraklandı. Bu işin peşini bırakmazsa Çınar gibi bir adamın ona zarar vermesinden korkuyordum.
Hoş, bir Türk askerine ne yapabilir ki.
Ama Çınar'a yapacağı herhangi bir zararda onun mesleği yanardı. İşte bu beni vicdan azabından asla kurtaramazdı.

"Konuyu kapatabilir miyiz lütfen?" Dediğimde herkes derin bir sessizliğe büründü. Bakışlar üstümdeydi. Ben ise pencere kenarından dağları izliyor, birgün önce ölümüne yürüdüğüm uçurumun eşiğine bakıyordum. Ay ışığını dağlara vermişti. Gözlerim bir tek onu izliyordu. Sonra radyoda bir ses...

Gönül Dağı... Çalıyordu. Ve ben sadece uyuyordum...

______________________________________
Uzun bir bölüm oldu. Tekir gibi olan bütün şehitlerimizin mekanı cennet olsun. Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın!!!!!

🎵🔥...

Loading...
0%