Yeni Üyelik
9.
Bölüm

BÖLÜM 7(KÜÇÜK SAVAŞÇI)

@nefelicalliope

Atları yerlerine yerleştirirken ikisi de sessizdi... Eve dönmek günün de biteceğinin habercisiydi Emirhan için Emirhan ertesi gün İstanbul' a dönecek oradan da Mardin' e geçecekti. Kalbi içine sığmıyor gürül gürül akan bir çağlayan gibi atıyordu. Gitmesi demek Gelincik' ten uzak kalması demekti ama o henüz buna kendini hazır hissetmiyordu. Uzak kalması demek onu ilk gördüğü anda gerçekten nefes aldığını hissettiği ciğerlerinin nefesinin kesileceği demekti. Emirhan' ın içi kıpır kıpırdı.

İlk defa gitmekle kalmak arasında kalan yüreğinin sesine kulak veriyordu. Huzurunu bulduğu yerden nasıl gidecekti ki? Nasıl dayanacaktı bu ayrılığa ve nasıl onunla yeniden bir araya gelecekti? Biliyordu Gelincik' i gördüğü ilk an anlamıştı o evleneceği kadındı. Bir yol bulması gerekiyordu. Ailesini Gelincik' in ailesini, Atlas' ı Çınar' ı işini hepsini her şeyi düşünüyordu.

Gelincik o sırada Beyaz'ı bir bebeği sever gibi ilgiyle yelelerini okşayıp onunla konuşurken o tüm bu olanları düşünüyordu. Emirhan' ın bu hayatta en istemediği şey en nefret ettiği şey olan çaresizlik hissi ile karşılaşması rahatsız ediyordu şu an... Bir an bile yanından ayrılmak istemezken bir an bile onsuz kalmaya tahammülü yokken buradan onsuz gidecek olması neredeyse aklını kaybedecek derecede asabını bozuyordu. İçindeki mutluluk ve huzur usulca huzursuzluğa dönmeye başladı. Önce tebessüm eden yüzü solmaya başladı. Sonra içinde ki sıcaklık soğumaya başladı. Acilen bir çaresini bulmalıydı. Hem Gelincik hep burada mı yaşıyordu yoksa İstanbul' da mı henüz onu ve ona dair hiçbir şeyi bilmiyordu. Düşün Emirhan dedi kendi kendine düşün... Ne iş yapıyordu? Hayatı nasıldı? Bu denyo Ateş'le nereden nasıl tanışıyorlardı? Bağlantıları neydi? Solan yüzü, giderek düştü. Çenesi kasıldı.

Güneş batmış evin çevresi ve bahçe ışıklarla aydınlanıyordu. Gelincik bahçeden gelen gülme sesleri ile ne kadar süre orada kaldığının farkına bile varmamıştı. Hem göz ucuyla baktığı Emirhan' ın yüzünde yaşadığı ani değişim de neyin nesiydi. Neden birden bire yüzü asılmış solmuştu ki? Yanlış bir şey mi yapmıştı? Emin olamadı önce sonra kendi kendine canı sıkıldı. Az önce gülümsemiyor muydu? İçten içe bu ani ruh değişiminin sebebini çok merak etse de bir şey sormaya cesaret edemedi ama onun da canının sıkıldığını belli edercesine gelen kahkahalara söylendi.

"Bahçede sirk çadırı kuruldu herhalde biz yokken." dedi, elini belli belirsiz havada sallayıp, bir yandan da yönünü Emirhan' a doğru çevirdi.

Bu sözleriyle Emirhan' ın dalgın düşünceli halini de böldü. Sesinin tınısında Emirhan ın anlayamadığı bir sıkıntı vardı. "Efendim?"

"Yok bir şey!" dedi sesinin tınısı şimdi öfkeliydi. Öne doğru adım attı. Amacı Emirhan' ın yanından hızla geçip gitmekti. Ama Emirhan buna müsaade etmedi. Yanından geçerken bileğinden yakalayıp kendine çevirdi.

"Nereye? Hem sana bir soru sordum?" dedi tek kaşını havaya dikerek.

"Bırak kolumu Emirhan. Ne o? Hayırdır? O kaş niye havada?"

"Bırakmam. Ne kaşı?"

"Süt dökmüş kedi gibi ne diye astın yüzünü diyorum! Az önce gülüyordun. O kısacık zamanda ne oldu da döktün yüzünü?"

"Hım sen onu diyorsun. Bir şey olmadı." Emirhan kendi yüzünün farkında değildi ama karşısında ay ışığında gözleri çakmak çakmak ona bakan hırçın yüzü çok net görebiliyordu.

"Bana yüzünün düşmesine sebep ben miyim diye soruyorsan o başka tabii." dedi aniden içindeki yaramaz çocuğun sesine kulak verip, onunla uğraşmak hoşuna gidiyordu. Tabii buna Gelincik' in inatçı laz damarı da baya bir katkıda bulunuyordu. Dudağının kenarı yukarı kıvrılırken bir önceki ruh halinden de sıyrılmaya başladı.

Yüzü şaşkınla dolarken gözleri irileşti Gelincik'in, hırsla kolunu çekiştirdi. Buna rağmen milim kıpırdamadığını görünce tepesi iyice attı. "Mengene misin sen?"

Emirhan' ın dudaklarının arasından sesli bir gülüş çıktığında Gelincik sinirden kendi dudaklarını kemirmeye başladı. Kalbi ise tam tersiydi. Atışları yine engel olamadığı bir şekilde ritim değiştiriyordu. O gülüşün içine dalıp o sesin kulaklarında uzun bir süre çınlamasına izin verebilirdi. Güzel gülen bir adamdı Emirhan, sert yüz hatlarına rağmen güldüğünde ortaya çıkan esmer tenine tezat o beyaz dişleri anlık sinirini bozsa da çok güzel gülüyordu. Ne diyeceğini bilemedi önce kararlı kararsız kaçamak bakışlarını bir bileğine yapışan ele bir de sahibinin yüzüne baktı.

"Mengene? Aslında iyi fikir." dedi aniden hareket ederek Gelincik' i kollarının arasında sırtını göğsüne yaslayacak şekilde çevirdi. O kadar hızlı hareket etmişti ki Gelincik' in ne itiraz edecek ne de kaçabilecek vakti olmamıştı. O sırada yüzü öfke ve sevgi karışımından pembeleşmeye başlayan Gelincik panikle "Ne yapıyorsun?" diyebildi.

"Görevimi icra ediyorum." dedi Emirhan kulağına eğilip neredeyse fısıldar gibi konuştu. Ardından da dayanamayıp Gelincik' in narin boynuna gömülerek kokusunu içine çekti. Kollarının arasında kaskatı kesilen Gelincik bu denli yakın olmanın verdiği ızdırap ve mutluluk karışımı ile başının döndüğünü hissetti.

Emirhan' ın ise içine çektiği kokudan mest olan başı döndü. "Baş döndürücü bir kokun var ve beni kör edecek derecede şahane." dedi yine fısıldayarak, "az önce bu baş döndürücü kokundan ve senden nasıl uzaklaşacağımı düşündüğüm için yüzüm düştü." dedi gayet açık ve netti. Sesinin tınısında kontrol edemediği bir hüzün kırıntısı havada sözleri ile beraber süzülerek Gelincik' in kulağından önce kalbine işlemişti.

Sesinin titremesine engel olamayacağını bildiğinden anlık sustu Gelincik. Yutkunması gerekti önce boğazına yumru gibi takılan Emirhan' ın içtenlikle söylediği sözlerine sevinmeli mi üzülmeli mi kestiremezken kalbi verdi cevabını üzülüyordu hem de deli gibi öfkelenerek üzülüyordu. O da biliyordu gideceğini zaten daha bugün gitti zannedip dellenen de o değil miydi? Sonra ağzını açıp kıpırdandı Tam nereye gidiyorsun sen beni bırakıp diye haykıracaktı ki yangın alarmı gibi acele ile çalan telefonun sesi düşüncelerini de aksiliğini de kesip attı.

Acele ile olduğu yerde kıpırdandı. Emirhan' ın ise onu bırakmaya hiç niyeti yoktu. Ona kalsa sabaha kadar hatta daha uzun bir süre onunla böyle sarmaş dolaş kalabilirdi. Gelincik tekrar hamle yaptığında telefon ısrarla çalmaya devam ediyordu. Bu sırada Atlas' ın atının da huysuzlanarak ses çıkarması daha da telaşlanmasına yol açtı. "Emirhan bırak lütfen sesleri duyup gelecekler."

"Sence umurumda mı?" dedi onu kendisine doğru çevirip delici ama bir yanı hüzünle bakan gözlerini Gelincik' in gözlerine dikerek. Ondan başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin umurunda olmadığını anlasın istiyordu. Bakışlarındaki sevgi ve özlem dolu yoğunluk içi içe geçmiş sarmal olmuş dönüyordu. Ve doğrudan adresine bakıyordu.

Gelincik içinden küfretti. Bu kadar net görebilip anlayabilmesi normal miydi? Onun duyguları sel olmuş her şeyi yakıp yıkmak istercesine üzerine gelirken dünya yansa umurunda olur muydu ki? Olmazdı. Olmayacaktı da! Tüm sevgisini o kuyulara salıp oradan da Gelincik' e yönelten karşısında ki adama baktı. Acaba benim bakışlarımdan da anlaşılıyor mu dedi içinden ardından Emirhan' dan pes derin bir nefes geldi. "Bana öyle bakmaya devam edersen seni şimdi elinden tutup götüreceğim." diyen Emirhan' ın sanki sorusunu duymuş gibi cevabı geldi. İçimi de görebiliyor dedi hala ona dikkat kesilip bakarken aklımdan geçenleri de mi duyabiliyor dedi kendi kendine şaşırdı. Varsın anlasındı varsın duysundu herkes duyabilirdi hatta içinde yaşadığı bu yoğun ve güzel duyguların nesi yanlıştı ki hem o hep içtenlikle söylemiyor muydu her şeyi peki ben niye susuyorum ki dedi ve aniden bir elini kaldırıp Emirhan' ın yüzüne uzandı Emirhan ilk anda afallasa da sonra anlayışla bekledi. Gelincik Emirhan' ın yanağını avucunun içine aldı. Telefonun sesi sanki uzaktan bir yerden geliyordu artık ya da o öyle olsun istiyordu. Umurunda değildi. Ona bakan bir çift kuyuya atlamaya hazırdı. Derin dipsiz kuyu onu korkutmuyordu o an... Elini ürkek sakin bir hareketle Emirhan' ın yanağına yerleştirdi. Şimdi avuçlarının arasında olan yüze daha da yaklaştı. Parmak uçlarında yükseldi. Bakışları şimdi selin altında ezilmekten korkar gibi değildi. Biliyordu kendinden emindi. İki dudağını hafifçe aralayıp ona kilitlenen bakışlara aynı netlikle bakarak, " Tamam." dedi.

Emirhan önce yüzüne değen ve yanağını avuçlarıyla tutan o küçük elim sıcaklığını hissetti. Sonra hafifçe aralanan o iki dudağın arasından çıkıp yüzüne değen ılık nefesi ardından gelen o tek kelime ise dünyalara bedeldi. Onun dünyası artık Gelincik' ti. O tek kelime sözcük o iki dünyayı birleştirmişti. Tamam demişti itiraz etmeden soru sormadan sadece tamam. Şaşkınlığın büyüsünden çıkıp ona hala aynı kararlılıkla ve sımsıcak bakan gözlerden bakışlarını bir an olsun ayırmadı. Aklından geçen delilikti ama yapacaktı. Gelincik tamam demişti. Demek ki o da ondan ayrılmak zorunda olacağı için üzülüyordu. İçinde patlayan havai fişeklere bir yenisini daha ekledi Emirhan. Heyecanı doruk noktasındaydı. Hiç düşünmedi onu saran eli eline alıp avucunun içini öptü önce ardından da ona hayretle bakan Gelincik' in yüzüne eğildi. Dudaklarının bir kenarını öptü bu sırada gelincik heyecandan titremeye başladı. Ardından diğer kenarını öptü. Gelincik tebessüm edince dudağının kenarı kıvrıldı. Kıvrılan yerden bir daha öptü Emirhan sonra dudaklarını zahmetsizce ona takdim eden Gelincik' in yüzüne baktı. Ardından aralanan dudakları birleşti. Hiç acelesi olmayan ama kavurucu bir şekilde öpüşmeye başladılar. Kim nerede başlayıp nerede bittiğini artık unutmuştu ayıldıklarında. Emirhan yüzünü ellerinin arasına alıp tebessüm ederek alnından öptü. Ardından da Tamam dedin dedi emin olmak istercesine dedim dedi Gelincik hiç tereddüt etmeden onun dünyasına atlamaya hazırdı. Onu kendi dünyasına almaya hazırdı.

"Emirhan emin misin?" Dediğinde, "eminim." dedi, yine aynı kararlılıkla "ne olacağından? Nasıl olacağından emin değilim ama senden ve aşkından eminim." dedi Gelincik Emirhan'ı şaşırtacak derecede hızlı ve akıcı sevgi ve şefkat dolu bir sesle...

Emirhan elini uzatıp Gelincik' in elini tuttu.

"Öyleyse gidiyoruz." dedi, yüzüne yayılan huzur kalbini patlatmak üzereydi. Sözleri hala kalbinin duvarlarında çarparak, aynı zamanda zihnine hücum ediyordu.

Gelincik ellerine baktı arlarındaki o tuttuğu elden de emindi sanki görünmez bir bağla bağlanmıştı elleri tıpkı kalpleri gibi çünkü şu an ritimlerinin de aynı attığını duyabiliyordu. El ele bahçeye, konuşma ve gülme seslerine doğru yürümeye başladılar. Gelincik o an içindeki küçük savaşçıyı anımsadı ve güçlü bir tebessüm yüzüne yayıldı.

...

 

Dünyanın sadece benim etrafımda döndüğü zamanlar;

Annesi, her zamanki gibi sabah erken kalkıp hazırlık yapıyordu. Kızı yatakta öylece yatıyor, gözlerini tavana dikmişti. Sessizlikte nefes alışverişleri duyuluyordu. Bu, hastane kontrolü için hazırlanacakları sabahlardan biriydi, ama o gün kızının gözlerinde farklı bir yorgunluk vardı. Annesi, içindeki kaygıyı saklamaya çalışarak yanına oturdu.

"Hadi tatlım, geç kalmayalım. Bugün sadece kısa bir kontrol. Sonra istediğin gibi dinleniriz, söz."

Gelincik başını yavaşça yana çevirdi. Gözleri dalgın, sesi kısık ve kırgındı. "Anne... Artık gitmek istemiyorum." Bu cümleyle annesinin kalbi sıkıştı. Kızının yaşadığı onca zorluk, hastane odalarında geçen günler, iğneler, ilaçlar... Hepsi bir bir gözlerinin önüne geldi. Elini kızının saçlarına götürdü, yumuşakça okşadı.

"Biliyorum, canım... Çok yoruldun. Ama bu kontroller önemli. Daha iyi olman için..."

Gelincik sesi titreyerek, "Ama ben daha iyi hissetmiyorum. Hep aynı şey... Her seferinde bir umut veriyorlar ama sonra yine hastaneye dönüyoruz. Yoruldum, anne. Artık yeter."

Bu sözler annesinin gözlerini yaşarttı. Onun gücü, sabrı, her şeye rağmen kızını motive etme çabası... Hepsi bir anda çaresizliğe dönüşüyordu. Derin bir nefes aldı, güçlü görünmeye çalıştı.

"Seni çok iyi anlıyorum, kızım. Gerçekten... Ama pes edemeyiz. O kadar yol kat ettik ki... Her adım bizi biraz daha iyileşmeye yaklaştırıyor. Birlikteyiz, her şeyin üstesinden geleceğiz."

Gelincik gözlerini kapatarak, "Ama bu sürekli tekrarlayan bir kabus gibi... Ben artık sadece normal olmak istiyorum. Arkadaşlarım gibi, okulda, dışarıda... Yatakta uzanıp hasta olmak istemiyorum."

Annesi bir an sessiz kaldı. Kızı haklıydı, bu mücadele çok uzundu ve çok yorucuydu. Ama başka seçenekleri yoktu. Kızını kucakladı, başını göğsüne yasladı. Gözyaşlarını tutamayarak,

"Biliyorum, her şeyin normale dönmesini sen de ben de çok istiyoruz. Ama senin gücün, benim umudum. Sen vazgeçersen ben de dayanamaz hale gelirim. Birlikte devam etmek zorundayız. Her seferinde biraz daha yaklaşacağız normale, sana söz veriyorum." Gelincik annesine sarılarak, fısıldar gibi konuştu. "Sadece çok yoruldum..."

Annesi, kızının saçlarına tekrar dokunup ona sarıldı. Yorgunluğu, korkuları paylaşan iki insan... O an birbirlerine sadece sevgileri ve umutları kalmıştı.

Annesi gözyaşlarını silip derin bir nefes aldı. Kızının bu inatçı ve yorgun hali, kalbine ağır geliyordu ama bir yandan da onu çok iyi anlıyordu. Küçük kızları için yaptıkları fedakârlıklar, tüm aileyi derinden etkilemişti. Üç abisi de bu süreçte olgunlaşmak zorunda kalmış, çocukluklarını tam anlamıyla yaşayamaz olmuşlardı. Hepsi kardeşlerini çok seviyordu ama bu sevgi bile bazen hayatın ağırlığını hafifletemiyordu.

Annesi yumuşak bir sesle, "Biliyorum, kızım... Bu hastalık sadece seni değil, hepimizi etkiledi. Abilerin, baban... Hepimiz seni çok seviyoruz. Onlar da senin için endişeleniyor, senin yanında olmak istiyor."

Gelincik hırçınca, "Ama onların da hayatı mahvoldu! Okula bile doğru düzgün gidemiyorlar. Hep hastaneye gitmek zorundalar, evde sürekli sessiz olmaları gerekiyor. Onlar da benim yüzümden mutlu değil!"

Annesi derin bir iç çekti. Kızı hep abileri için endişeleniyordu, onlara yük olduğunu hissediyordu. Gerçekte ise abileri, küçük kardeşleri için ellerinden gelen her şeyi yapıyordu. Ama elbette bu süreçte istemeden de olsa bazı gerginlikler, sorunlar yaşanmıştı. Oğulları, arkadaşlarıyla vakit geçirmekte zorlanmış, bazı şeylerden geri kalmışlardı. Anne ile baba, her ne kadar hepsine eşit ilgi göstermeye çalışsa da, küçük kızlarının durumu çoğu kez onları daha çok meşgul ediyordu. Bu da, aile içinde zaman zaman sessiz kırgınlıklara neden oluyordu.

Annesi kızının elini tutarak, "Hiçbirinin hayatı mahvolmadı, tatlım. Abilerin seni çok seviyor, senin yanında olmak istiyorlar. Sen onların yükü değilsin. Aile olmak böyle bir şey... Hepimiz birbirimize destek oluyoruz."

Gelincik gözyaşlarıyla birlikte konuşmaya devam etti. "Ama hissediyorum, anne... Bazen onlar da sıkılıyor. Birlikte dışarı çıkamıyorlar, eğlenemiyorlar. Herkesin hayatı bu hastalık yüzünden durdu."

Annesi kızının içindeki bu ağır suçluluk duygusunu görmekten içten içe kırılıyordu. Gelincik, abilerine yük olduğunu düşünüyordu, ama gerçekte hepsi onun yanında olmak için ellerinden geleni yapıyordu. Kızı kalbini rahatsız eden bu düşünceleri dile getirdikçe, annesinin gözleri doldu. Kızının nasıl hissettiğini anlamıştı ama ona bunun gerçek olmadığını anlatmak için güçlü durması gerekiyordu.

Kendi gözyaşlarını saklayarak, "Canım, bak... Herkes zorlanıyor, evet. Ama abilerin için de senin sağlığın her şeyden önemli. Onlar kardeşlerini kaybetmekten çok korkuyorlar, seni korumak istiyorlar. Senin yüzünden değil, senin için hayatlarını biraz değiştirdiler. Onların da zorluklar yaşadığını biliyorum ama bu süreçte birbirimize daha da yaklaştık, güçlü olduk."

Bir anlık sessizlikte, küçük Gelincik gözlerini yere dikti. Kalbi sıkışıyordu, hem kendi acısı hem de abilerine yük olma düşüncesi onu derinden etkiliyordu. Annesi, onu daha da fazla sıkmadan başını göğsüne yasladı.

Gelincik' in sessizce, gözleri dolu bir şekilde çıktı dudaklarının arasından keşkeleri, "Keşke böyle olmasaydı. Keşke herkes normal olsaydı. Onlar için de... Senin için de."

Annesi, kızının omuzlarını sıkarak ona sarıldı. Bir an başını kaldırdı ve odanın kapısında duran üç oğluna gözleri takıldı. Üçü de sessizce konuşmaları dinlemiş, kapının ardında durmuşlardı. Küçük kardeşlerinin bu sözlerini duymuşlardı. Gözlerinde yaşlarla içeri girdiler.

Toprak sıcak bir gülümsemeyle, kardeşinin başucuna oturarak, "Kardeşim, senin yüzünden hiçbir şey mahvolmadı. Sen bizim en değerli şeyimizsin. Biz senin için buradayız ve her zaman da olacağız."

Ortanca olan Atlas, küçük kardeşinin elini tutarak ekledi.

"Sen bizim yükümüz değil, bizim kahramanımızsın. Biz seni böyle seviyoruz ve hep yanında olacağız. Hayatımızda ne değişirse değişsin, önemli olan senin sağlığın."

En küçük olan Çınar da onların yanına oturup küçük kardeşine sımsıkı sarıldı. "Seninle birlikte olmak, bizim için en önemli şey. Hiçbir şey senden daha önemli değil."

Bu sözler, küçük Gelincik' in gözyaşlarını akıtırken içindeki ağırlığı biraz olsun hafifletti. Kardeşlerinin ona duyduğu sevgi, suçluluk duygusunu biraz olsun dağıtıyordu. Hepsi birbirine sarıldı. Annesi, bu anı izlerken gözyaşlarını tutamıyordu ama bu kez gözyaşları, biraz da olsa umutla karışıyordu.

Annesi, "Birlikteyiz... Her ne olursa olsun, her zaman birlikteyiz." diyerek mırıldandı.

Gelincik, uzun süredir yatakta uzanmış, tavana bakarken içindeki duygularla boğuşuyordu. Aklında sürekli dönen bir düşünce vardı: "Neden ben?" Küçük yaşına rağmen, hastalığı ona yaşıtlarından çok daha fazla olgunlaştırmıştı. Sadece kendi bedenindeki acıları değil, etrafındaki herkesin ona nasıl davrandığını da derin bir şekilde hissediyordu.

Hastalığın ilk zamanlarında her şey farklıydı. O dönemlerde sadece biraz halsizdi ve ne olup bittiğini anlamıyordu. Ama zaman geçtikçe, sürekli hastaneye gitmeler, tedaviler ve evdeki gerginlikler arttıkça, bu durumun sadece onun bedenini değil, tüm ailesini etkilediğini fark etmeye başlamıştı. Oyun oynaması gereken yaşta, kendi hastalığının ailesi üzerindeki etkilerini düşünüyordu. Bu, ona tarifsiz bir yük gibi geliyordu.

Abilerini düşünüyordu. Onları çok seviyordu ama her seferinde kendi hastalığının onların hayatını da değiştirdiğini görüyordu. Eskiden abileriyle dışarıda oyun oynarlardı, futbol maçlarına giderlerdi. Şimdi ise hep evdeydi, sessizdi. Abileri de onun yüzünden sürekli evde kalmak zorunda kalıyor, arkadaşlarıyla geçirecekleri zamanlardan feragat ediyorlardı. İçinde derin bir suçluluk hissediyordu. Onlara yük olduğunu, hayatlarını aksattığını düşünüyordu.

Her ne kadar ailesi ona sürekli "Sen bizim her şeyimizsin, bu durumdan dolayı asla suçlu değilsin" dese de, Gelincik çocuk aklıyla bile bu sevginin arkasındaki yorgunluğu fark edebiliyordu. Annesinin gözlerinde gizlediği o endişeyi, babasının sessizleşen tavırlarını görüyordu. Oysa çocuklar bu kadar şeyi hissetmemeliydi, değil mi? Ama hissediyordu... Hem de her şeyin farkındaydı.

"Abilerim benden nefret ediyor olabilir mi?" Bu düşünce sık sık zihninde dolaşıyordu, çünkü hayatlarını istemeden de olsa mahvettiğini düşünüyordu. Belki de arkadaşları onlara "neden hep evdesiniz?" diye soruyordu. Belki de abileri onun yüzünden kaçırdıkları eğlencelerden dolayı içten içe ona kızıyorlardı. Bu düşünce, onun ruhunu derin bir yalnızlığa sürüklüyordu. Gerçekten de hiçbir şey eskisi gibi değildi.

Ama o da bir yandan güçlü olmaya çalışıyordu. Annesi ona her zaman dayanıklı olduğunu söylerdi. "Sen bir savaşçısın" derdi annesi, ama bu savaşçı olmak bazen sadece bir çocuğun kaldırabileceğinden fazlasıydı. Sadece bedeniyle değil, ruhuyla da savaşmak zorundaydı. Hem kendisi için hem de ailesi için. Bazen hasta olduğunu bile unutmak isterdi. Oda dolusu ilaçlar, sürekli iğneler ve doktorların yüzüne her baktığında gördüğü o "gizli" acı... Hepsi sanki her an peşindeydi.

Bir yandan da ailesinin ona duyduğu sevgiyi derinden hissetse de, o sevginin ağırlığını taşıyamıyordu. Bu sevgi, bir çocuğa verilmesi gerekenden çok daha büyük bir sorumluluk gibi geliyordu. Çünkü onun iyiliği için herkes fedakârlık yapıyordu. Abileri, babası, annesi... Herkes onun iyileşmesi için kendi hayatlarından ödün veriyordu. Elinde değildi. İçten içe, "Onlara layık olamıyorum" diye düşünüyordu.

Ailesinin sevgisi ona güç veriyordu, evet, ama bazen bu sevgi aynı zamanda bir baskıya da dönüşüyordu. Hastalığını yeneceğini söyleyerek onu cesaretlendirmeye çalışıyorlardı ama her zaman hastane dönüşlerinde gözlerinde saklanamayan bir hüzün görüyordu. Kendi zayıflığı onların umutlarını söndürüyor olabilir miydi? "Onları hayal kırıklığına uğratmak istemiyorum" diye düşünürdü. Ama hastalığı yüzünden bunu engelleyemiyordu.

Bazen abileri onun yüzünden kavga ederdi. Ufak tefek şeylerdi ama çocuk her zaman bu tartışmaların altında yatan asıl sebebin kendisi olduğunu düşünürdü. "Keşke normal bir çocuk olsaydım" diye içinden geçirirdi. "Keşke abilerimle dışarıda oynayabilseydim, onlarla okula gidebilseydim, her şey eskisi gibi olsaydı..." Ama her şey değişmişti ve bu değişimin ortasında kendini bazen tamamen yalnız hissediyordu.

Ama bir yandan, yaşadığı bu hastalığın ona kazandırdığı bir olgunluk da vardı. Normal çocuklar gibi düşünmüyordu artık. O, kendini ve çevresini izleyen biriydi. Ailesini her zamankinden daha çok anlamaya başlamıştı. Babasının sessizliğinin altında ne kadar büyük bir güç olduğunu, annesinin gözlerindeki sevgiyi ve yorgunluğu, abilerinin ona duyduğu derin bağlılığı biliyordu. Ama bu bilgiler de onun içinde daha büyük bir sorumluluk yaratıyordu.

"Ben iyileşmeliyim," diye düşünürdü sık sık. "Sadece kendim için değil, onlar için de... Annem, babam, abilerim için..." Kendisine yüklenen bu görevi, küçük bedeni ve ruhu kaldırmaya çalışıyordu, ama bazen bu ağırlık dayanılmaz hale geliyordu. "Ya iyileşemezsem? Ya onları hayal kırıklığına uğratırsam?" Bu korkular, geceleri ona uyku vermezdi. Gözlerini kapattığında, her şeyin daha da kötüleşebileceği ihtimali zihnini kemirirdi.

Sonunda, içten içe hep şu düşünceyle baş başa kalırdı: "Onlar için güçlü olmalıyım, ama ya bu gücü kaybedersem?"

Gelincik, tavana bakarken eski güzel günlerden bir anı aklına geldi. Henüz hastalanmadan önce, abileriyle birlikte okula gittiği zamanlardan biriydi. Abileriyle beraber sabah evden çıkarken hissettiği o heyecanı hatırladı. Her sabah üç abisiyle aynı sıralarda yürür, sırtındaki çantasıyla onlara ayak uydurmaya çalışırdı. Aralarındaki yaş farkına rağmen, abileri ona her zaman büyük bir özenle yaklaşırdı. Özellikle en büyük abisi Toprak... O, her zaman bir koruyucu gibi onun yanındaydı.

Bir gün okul bahçesinde yaşanan o anı hatırladı. İlkokulun o gürültülü, kalabalık günlerinden biriydi. Bahçede herkes koşuyor, gülüyor, oyunlar oynuyordu. Kendisi de o gün abilerinden biraz uzaklaşarak arkadaşlarıyla oyun oynamak istemişti. Ama işler düşündüğü gibi gitmemişti. Daha büyük bir çocuk, oyun sırasında ona çarpıp yere düşürmüştü. Küçük bedeni yere sert bir şekilde düşmüş, canı yanmıştı. Etrafına bakmış, gözleri dolmuştu ama o sırada abileri ortalıkta görünmüyordu.

Çok korkmuştu, ama ağlamak istemiyordu. O an Toprak'ı görememek ona sanki daha büyük bir korku vermişti. Ne yapacağını bilemediği bir anda, o büyük çocuk ona doğru yaklaşıp bir kez daha üstüne doğru gelmişti, sanki onu daha da zorlamak ister gibi. İşte tam o anda, bir gölge belirdi. Başını kaldırdığında, abisi Toprak'ın hızla yanına geldiğini gördü. Toprak'ın sesi sertti ama bir o kadar da koruyucuydu.

"Ne yapıyorsun? Kardeşimden uzak dur!"

Toprak'ın gözlerindeki kararlılığı gören o büyük çocuk, geri adım atmıştı. Kardeşinin bu halini gören Toprak, bir an bile tereddüt etmeden ona elini uzattı, küçük kardeşini yerden kaldırdı. Eliyle tozlanmış dizlerini silerken, gözlerinde sadece öfke değil, sevgi de vardı.

Toprak yumuşak bir sesle, "Bir daha kimse sana bulaşamayacak, tamam mı? Hep yanındayım."

O an, o küçücük yaşına rağmen Toprak'ın ona nasıl bir güven verdiğini hissetmişti. O zamanlar daha çocuktu, ama Toprak'ın yanında her zaman güvende olduğunu bilirdi. Olayın ardından, Toprak onu alıp arkadaşlarının yanına götürmüş, o gün boyunca gözünü ondan ayırmamıştı. Kardeşinin güvenliğini sağlamak, onun için bir sorumluluk değil, içten gelen bir sevgi hareketiydi.

Bu anıyı düşündükçe, küçük Gelincik yüreğinde bir sıcaklık hissetti. Abilerinin onu her zaman koruduğunu ve kolladığını hatırladı. Hastalanmadan önce, onlarla birlikte her şeyi yapabiliyordu; okula gitmek, oyunlar oynamak, her anlarını paylaşmak. Şimdi ise bu bağ, hastalığı yüzünden eskisi gibi olmasa da, hala güçlüydü. Abileri ona hala aynı sevgiyi veriyorlardı, ama artık daha çok koruma gereksinimi duydukları için bazen mesafeli görünüyorlardı.

Ama Toprak'ın o günkü koruyucu tavrını hatırlamak, ona içten içe bir güven veriyordu. "Abilerim hep yanımda olacak," diye düşündü. "Ben hastalansam da, güçsüz hissetsem de, onlar hep benimle."

Annesi ve abileriyle konuştuktan sonra küçük Gelincik hala gitmek istemiyordu. İçindeki yorgunluk ve hastaneye gitme düşüncesi onu zorlamaya devam ediyordu, ama bir yandan da abileriyle yaşadığı o eski, güzel anılar aklına geliyordu. O gün Toprak'ın onu nasıl koruduğunu, abilerinin ona hep nasıl sahip çıktığını hatırlamak, biraz olsun içindeki inadı yumuşatmıştı.

En büyük abisi Toprak, onun yatağının kenarına oturdu. Gözlerinde her zamanki gibi sevgi ve sabır vardı.

Toprak yumuşakça gülümseyerek, "Hani o gün okulda seni nasıl korumuştum, hatırlıyor musun? Bir daha kimse sana bulaşmamıştı."

Küçük Gelincik, gözlerini abisine çevirdi ve başını hafifçe salladı. O gün hissettiği güven duygusu hâlâ içindeydi.

"İşte, şimdi de seni korumak için buradayız. Ama bu sefer hastalığı yenmemiz lazım. Sen güçlü ol, biz de senin yanında olacağız. Ne olursa olsun, yalnız değilsin."

Toprak'ın bu sözleri, küçük kardeşinin kalbindeki o büyük ağırlığı biraz hafifletmişti. Gözlerini tavandan çekip abisine baktı. Diğer abileri de odadaydı, hepsi sessizce kardeşlerine bakıyordu. Bu bakışlarda bir baskı ya da zorlama yoktu, sadece sevgi ve destek vardı. Abileri onu asla yalnız bırakmazdı, bunu biliyordu.

Atlas hafif bir gülümsemeyle, "Bizim kahramanımızsın, unuttun mu? Sadece bir kontrol... Sonra hep birlikte eve döneriz. Belki eve dönerken bir dondurma bile alırız, ne dersin?"

En küçük abi, hala suskundu ama gözlerinde bir umut ışığı vardı. O da abisinin elini tuttu ve sessizce onayladı. Gelincik, abilerinin bu kadar yanında oluşunun, ona nasıl bir güven verdiğini yeniden hissetti. Bir yandan hala gitmek istemese de, içindeki suçluluk duygusunu yenmeye başlıyordu. Onlar onun için burada olduğuna göre, kendisinin de biraz çaba göstermesi gerekiyordu.

Annesi de onun yanına oturup elini tuttu.

Yumuşak bir sesle, "Senin ne kadar zorlandığını biliyorum, tatlım. Ama bu kontrol senin sağlığın için çok önemli. Hepimiz senin için buradayız. Birlikte bu süreci atlatacağız. Sen iyileştikçe biz de iyileşeceğiz."

Gelincik annesinin gözlerine baktı. Gözlerindeki sevgi, yorgunluğun izlerini taşısa da, her zamanki gibi ona huzur veriyordu. Onun için ne kadar çabaladıklarını, ne kadar fedakarlık yaptıklarını anlamıştı. Abileri de, annesi de, babası da onun için burada, yanındaydı. O zaman, kendisi de bir adım atmalıydı. Gözlerini yavaşça kapatıp derin bir nefes aldı.

Yorgun ama kararlı bir sesle, "Tamam... Gidelim."

Bu sözü söylemek ona çok zor gelse de, kendini biraz daha güçlü hissetti. Annesi ve abileri, onun kararını duyunca hafifçe rahatladılar. Herkesin yüzünde bir tebessüm belirdi. Toprak, kardeşinin omzuna dokunup gülümsedi.

"Aferin sana, küçük savaşçı."

Herkes hazırlandı ve hastaneye gitmek için evden çıkmaya başladılar. Yolda giderken, Gelincik arabada abilerine bakıyordu. İçindeki korkular hâlâ tam olarak geçmiş değildi, ama en azından onların yanında olduğunu bilmek biraz olsun içini rahatlatmıştı. Ne kadar zorlansa da, ailesi sayesinde bir adım daha atabilmişti.

Hastaneye vardıklarında, Gelincik derin bir nefes alıp başını dik tuttu. Bu savaşı tek başına vermiyordu, yanında onu her daim koruyan abileri, ona her koşulda sevgi veren annesi ve babası vardı.

Kendi kendine, "Birlikteyiz... Hep birlikte." diyerek mırıldandı.

Hastaneden içeriye adım attıklarında, yeniden o tanıdık kokuyu aldı; hastanenin o soğuk ama bir yandan umut veren havası. İçindeki endişeye rağmen, annesi, Toprak ve diğer abileri ona moral vermek için sürekli yanında duruyorlardı. Ellerini sıkı sıkı tutuyor, sürekli güvende olduğunu hissettiriyorlardı. Koridorda beklerken, doktorun odasına girme zamanı gelmişti.

Doktor onları her zamanki güler yüzüyle karşıladı. Odaya girdiklerinde herkesin yüzünde hafif bir gerginlik olsa da, doktorun sıcak tavrı, ortamı biraz olsun yumuşatıyordu.

Doktor yumuşak bir sesle, "Merhaba, Gelincik! Seni görmek her zamanki gibi çok güzel. Nasıl hissediyorsun bakalım?"

Gelincik hafifçe omuz silkti. Hala içindeki kararsızlıkla boğuşuyordu ama doktorun yüzünde bir tuhaflık ya da kötü haber verecekmiş gibi bir ifade yoktu. Bu biraz içini rahatlatmıştı.

Doktor, Gelincik' e birkaç temel sorular sorarak kontrole başladı. Ardından, önceden yapılan test sonuçlarını ve tetkikleri incelemeye koyuldu. O esnada annesi, doktorun yüzündeki her ifadeyi dikkatle izliyordu. Bir yandan da küçük çocuk abilerinin elini sımsıkı tutmuştu. Odaya sessizlik hâkim olmuştu, herkes doktorun söyleyeceği sözlere odaklanmıştı.

Bir süre sonra doktor, gözlüğünü çıkarıp yavaşça gülümsedi. Herkes biraz daha dikkat kesildi.

"Sonuçlar gayet iyi. Tedavi çok olumlu ilerliyor. Vücudun tedaviye yanıt veriyor, bu da oldukça güzel bir haber. Şimdilik büyük bir problem yok gibi görünüyor."

Bu sözleri duyan Gelincik, önce anlamlandıramadı. Hastalığı yenmeye mi başlıyordu? Sonunda içindeki korku, biraz da olsa hafifliyordu. Abileri ve annesi de rahatlamıştı, annesinin gözlerinde hafif bir yaş birikmişti ama bu seferki gözyaşları endişeden değil, sevinçten geliyordu.

Annesi heyecanla, "Gerçekten mi? Yani iyiye mi gidiyoruz?"

Doktor başını sallayarak, "Evet, şu an her şey yolunda gidiyor. Ama tabi ki dikkatli olmaya devam edeceğiz. Tedavi süreci hala devam ediyor, ama iyileşme sürecindeyiz. Bundan sonra daha seyrek kontrol yapacağız. Bir sonraki kontrol için üç ay sonra tekrar buluşacağız. Ancak bu süreçte evde dikkat etmeniz gereken birkaç şey var. Tedaviyi aksatmadan sürdürmeliyiz."

Doktor, tedavinin detaylarını anlattıkça, Gelincik bir yandan duyduklarını sindirmeye çalışıyordu. İçindeki korkular tam olarak geçmiş değildi, ama bu haberi almak ona yeniden umut vermişti. Uzun zamandır böyle iyi bir haber almamıştı. Abilerinin yanında olduğunu hissetmek, doktorun söylediklerini duyunca rahatlaması, ona içten içe bir güç vermişti.

Doktor çocuğa bakarak, "Sen gerçekten çok güçlüsün. Bugüne kadar nasıl dayandıysan, bundan sonra da aynı şekilde güçlü olman gerekiyor. Ama merak etme, her şey daha iyi olacak."

Gelincik doktorun gözlerine bakıp hafifçe gülümsedi. Bu sefer belki de gerçekten iyileşiyordu. Belki bir gün, tekrar abileriyle birlikte dışarıda koşup oynayabilecekti. Belki de o eski neşeli günlere geri dönecekti.

Toprak gözleri parlayarak ilk konuşan oldu. "Duydun mu küçük savaşçı? İyileşiyorsun!"

Abileri sevinçle ona sarılırken, Gelincik artık daha fazla direnmenin anlamsız olduğunu biliyordu. Kendisi için, ailesi için bu savaşı sürdürmeye kararlıydı. Bir sonraki kontrole kadar evde tedaviye devam edeceklerdi, ama bu sefer içlerinde çok daha büyük bir umut vardı.

Hastaneden çıkarken, abileri ve annesi onun etrafında dönüp moral vermeye devam ediyorlardı. Gelincik ise artık geleceğe daha umutlu bakıyordu. Her şey tam olarak bitmemişti, ama düzeliyordu. Ve en önemlisi, ailesi onun yanındaydı.

Hastane ziyareti sona erdiğinde, abilerinin yüzündeki gerginlik biraz olsun dağılmıştı. Onlar için küçük kardeşlerinin iyileşmeye başladığını duymak, büyük bir rahatlama getirmişti. Ancak bu, onların hayatındaki zorlukların tamamen bittiği anlamına gelmiyordu. Kardeşleriyle hastaneye gidip geldikten sonra okula dönmeleri gerekiyordu. Normalde bu, onların yaşıtları için sıradan bir gündü ama onlar için her şey artık farklıydı.

Toprak ve kardeşleri okul yolunda ilerlerken, üçü de birbirine derin bir sessizlik içinde eşlik ediyordu. En büyük abi olarak Toprak, her zaman kardeşlerinin koruyucusu olmuştu ama bu hastalık ortaya çıktığından beri sorumluluğu iki kat artmıştı. Küçük kardeşlerinin acı çektiğini görmek, onun içindeki güçsüzlük duygusunu tetikliyordu. Hastaneden gelen iyi haberler bile onu tam olarak rahatlatmıyordu çünkü Toprak, bu savaşın henüz bitmediğinin farkındaydı.

Okulun kapısına yaklaştıklarında Toprak'ın aklı, hastanedeki o küçük anıya takıldı. Kardeşinin yüzündeki korku, inatla kontrol olmak istememesi... Bunlar onun yüreğini sürekli sıkıştırıyordu. Kardeşinin her doktor ziyaretinde yaşadığı o sessiz korkuyu, çaresizliği görmek zor geliyordu. En büyük abi olarak, her zaman güçlü görünmesi gerekiyordu ama içten içe kendini suçluyordu.

"Keşke onun yerine ben hasta olsaydım. O daha çok küçük... Bütün bunları yaşamayı hak etmiyor." diye içinden geçirdi.

Toprak, kardeşinin yükünü hafifletmek için elinden geleni yapıyordu ama bazen bu yeterli gelmiyordu. Hastalık, sadece küçük kardeşinin bedenini değil, onların hayatını da değiştirmişti. Arkadaşlarıyla dışarıda vakit geçirmek yerine çoğu zaman evde kardeşlerine moral vermekle, hastaneye gidip gelmekle geçiyordu. Abileri de aynı sorumlulukları taşıyordu ama en büyük olmanın yükü bir başkaydı. Toprak, anne ve babasına destek olmak, kardeşlerine moral vermek zorundaydı. Her ne kadar kimse bunu doğrudan söylemese de, o bu sorumluluğu omuzlarında hissediyordu.

"Hastane iyi haberler verse bile, hala her şey belirsiz. Gerçekten iyileşecek mi? Yoksa yine kötüleşecek mi? Ona bir şey olursa, nasıl dayanırız?" Bu düşünceler, Toprak'ın aklından hiç çıkmıyordu. Kardeşine o gün okul bahçesinde nasıl sahip çıktıysa, şimdi de hastalıkla mücadele etmesi için onun yanında olmak zorundaydı. Ama bu kez düşman görünmezdi, çok daha zordu. Kardeşi için her şeyi yapardı, bunu biliyordu, ama bazen elinden hiçbir şey gelmemesi onu korkutuyordu.

Okul bahçesine girdiklerinde diğer çocukların neşeyle koşturduğunu gördü. Bir an için, herkesin ne kadar normal bir hayat sürdüğünü düşündü. Onlar için hastane, iğneler, tedaviler yoktu. Onlar, dertleri sadece sınavlar ve arkadaşlarıyla tartışmalar olan çocuklardı. Toprak ise artık çocuk gibi hissedemiyordu. Kardeşinin hastalığı onu çok erken yaşta olgunlaştırmıştı. Artık sorumluluklarını düşünen, ailesi için çabalayan bir gençti.

Diğer kardeşleri sınıflarına dağılırken, Toprak bir an durup gökyüzüne baktı. İçinde derin bir dua vardı. Küçük kardeşi için sürekli dua ediyordu. Her ne kadar güçlü görünmeye çalışsa da, içten içe korkuyordu. Hastalığın seyrini düşündükçe, kontrol altına alınsa bile her şeyin bir anlık bir değişimle kötüye gidebileceği korkusu içini kemiriyordu.

"Ya tekrar kötüleşirse? Ya onunla bir gün futbol oynayamayacak kadar hasta olursa? Onun gülüşünü yeniden duymazsak..." Gelincik abileri futbol oynarken onların arasına dalıp oynamaya bayılırdı. diğer kız çocuklarından hep biraz farklıydı.

Bu düşünceler Toprak'ın içini her geçen gün biraz daha karartsa da, dışarıya hiçbir şey yansıtmıyordu. Arkadaşları onun güçlü olduğunu düşünüyordu, ailede herkes ona güveniyordu. Ama Toprak, içindeki bu korkuyu kimseyle paylaşamıyordu. Her zaman kardeşlerinin ve ailesinin yanında dimdik duran o büyük abi olmalıydı. Korkularını bastırarak okulun içine doğru ilerledi. Bu savaşın daha bitmediğini biliyordu, ama ne olursa olsun kardeşi için sonuna kadar yanında olacaktı.

Okulda, derslerde aklı hep kardeşindeydi. Her soru, her konu ona bir şekilde kardeşinin durumunu hatırlatıyordu. Ama yine de güçlü görünmek zorundaydı. O, kardeşinin kahramanıydı ve bu rolü terk edemezdi.

Abileri okula gittikten sonra Gelincik hastanede, yatağında yatarken sessizce serumu beklemeye başladı. İğnenin koluna girmesinden hiç hoşlanmıyordu ama zamanla buna alışmıştı. Kolundaki damara bağlı ince boru boyunca yavaşça serum akarken gözlerini tavana dikti, düşüncelere daldı. Artık bu hastane ziyaretleri, serumlar, iğneler onun hayatının bir parçası olmuştu. Ne zaman hastaneye gelse, serum bittiğinde kolundaki o küçük yara bandı hep yanında oluyordu. Her seferinde bu yara bantlarını saklıyordu, çünkü onlar onun için sadece tedaviyi değil, aynı zamanda bir tür savaşı temsil ediyordu.

Serum bitip hemşire yanına geldiğinde, her zamanki gibi o küçük yapışkan yara bandını kolundan nazikçe çıkardı ve çocuğa uzattı. Küçük çocuk, dikkatlice onu alıp eline koydu. O yara bandı, sanki her bir tedavi seansının sonunda bir zafer madalyası gibi geliyordu ona. Her seferinde birini daha biriktiriyor, her bir yara bandıyla bu zorlu savaşı bir adım daha ilerletiyordu. Hastaneden eve dönerken yara bandını sıkıca tuttu. O, sadece bir yara bandı değil, onun hastalığıyla mücadelesinin sessiz tanığıydı.

Eve vardıklarında, abileri okuldayken odasına çekildi. Kapıyı kapatıp yatağının kenarına oturdu, elindeki yara bandına baktı. Yavaşça doğrulup odasının köşesine, kendisi için özel olarak ayırdığı o duvarın önüne geçti. Duvarın büyük bir kısmı, yapışmış onlarca yara bandıyla kaplıydı. İlk başta birkaç taneydi ama zamanla bu küçük serüven bir koleksiyona dönüşmüştü. Her bir yara bandı, bir tedavi seansını, bir iğne izini, bir hastane ziyaretini temsil ediyordu.

Yara bantlarını dikkatlice duvara yapıştırıyordu. Her biri farklı renkteydi, bazıları sade beyaz, bazıları çizgi film karakterli, bazılarıysa hastanenin verdiği sıradan yara bantlarıydı. Onları yapıştırırken hissettiği şey sadece biriken acılar değildi; her bant, onun savaşıydı, her bant bir galibiyetti.

Duvara baktı. Sessizce gülümsedi. Her ne kadar bu durum annesi için üzücü olsa da, o yara bantları ona umut veriyordu. Yara bandı duvarı onun için bir tür başarı tablosuydu. Çünkü her bir bant, onun bir gün daha dayanabildiğini gösteriyordu.

Annesi, odanın kapısından sessizce izliyordu onu. Her defasında kızının duvara bir yara bandı daha eklediğini gördüğünde, yüreğinde derin bir sızı hissediyordu. Onun için bu yara bantları zafer değil, kızının çektiği acının somut birer kanıtıydı. Her bir yara bandı, onun yaşadığı her zorlu tedaviyi ve mücadeleyi temsil ediyordu. Annesi, odadan içeri adım atmadan bir süre kapının eşiğinde durdu. Gözlerinde hem gurur hem de tarifsiz bir üzüntü vardı. Gelincik' in ne kadar güçlü olduğunu, nasıl büyük bir mücadele verdiğini görmek onu hem gururlandırıyor hem de çaresizlikle dolduruyordu.

Her ne kadar yara bantları kızının zafer sembolleri olsa da, bir annenin gözünde onlar, kızının çektiği acının, üstesinden gelmeye çalıştığı zorlu mücadelenin izleriydi. İçini çeken annesi, derin bir nefes alarak yavaşça kapıyı çaldı.

"Kızım, ne yapıyorsun? Yine yara bandını mı duvara yapıştırıyorsun?"

Küçük kız, annesine dönüp hafif bir gülümsemeyle başını salladı.

Gelincik sessiz ama gururla, "Her tedaviden sonra bir tane daha ekliyorum. Bu, benim iyileşme duvarım."

Annesi onun sözlerini duyunca gözleri doldu. Kendi acısını ve çaresizliğini bir kenara bırakmaya çalıştı. Kızı, bu bantları sadece acılarının değil, aynı zamanda hayata tutunma çabasının simgesi olarak görüyordu.

Kızının yanına gidip ona sarıldı, gözyaşlarını saklamaya çalışarak. Titrek bir sesle,

"Sen gerçekten çok güçlüsün, biliyor musun? Ben de seninle gurur duyuyorum."

Çocuğunun sırtına sarılırken, o yara bantlarının sembolize ettiği her şeyin altında yatan büyük savaşın farkındaydı. Her bant, sadece kızının mücadelesini değil, onların tüm ailesiyle birlikte yaşadıkları zorlu süreçleri temsil ediyordu. Ama o yara bantlarına her baktığında, kızının ne kadar büyük bir savaşçı olduğunu hatırlayacaktı.

 

Loading...
0%