Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2- Çiçekler, çocuklar ve kediler

@neredeyseyok

Hayatımın en uzun bir haftasını yaşamıştım diğer cumartesiye kadar. Okula gidip geliyor ama derslerimden bir şey anlamıyordum. Ne zaman elime kalem alsam bir köşeye onun resmini çizerken buluyordum kendimi.

Güzel yüzü aklımda canlansa da resime aktardığımda asla gerçeğine benzemiyordu.

Cuma günü akşam eve gelir gelmez ertesi gün giyeceklerimi ayarlamaya başladım.

Her parça kendi başına güzel olsa da kombin olarak güzel durmuyordu.

Nihayet en içime sinen kombini bir kenara ayırabildim. Sıra yarın yiyeceğimiz şeylere geldiğinde o gün yaptığım damla çikolatalı kurabiyeyi beğendiğine karar vererek yeniden aynısını yaptım.

Şeftali ve üzümleri yıkayıp dolabın bir köşesine koyarken dolgun kirazları seçip buzluğa attım.

İnanılmaz bir heyecan vardı içimde. İlk defa bu kadar mutlu hissediyor, içim kıpır kıpır oluyordu.

Belki de yeni bir arkadaş edinmenin mutluluğuydu bu içimdeki.

Akşam heyecandan biraz uyuyamamış olsamda sabah erkenden kalkmıştım. Bu enerjim ailemi de şaşırtmışa benziyordu.

Neredeyse her haftasonu bisiklete binmeye çıksam da hiçbiri için bu kadar erken kalkmamıştım sonuçta.

Birde genelde günün 15 saatini uyuyarak geçirdiğim düşünülürse bu şaşkınlıkları oldukça normaldi.

Kahvaltının sonunda erkek kardeşim "Buzluktaki kirazları sen mi koymuştun?" diye sorduğunda olacakları ön görerek dehşete düştüm bir an.

"Yedin mi?" Her ne kadar ses tonum sakin olsa da hiç sakin değildim.

"Akşam fenalık basmıştı, iyi geldi."

"Niye sormadan yiyorsun!"

Sinirlendiği zaman gözleri dolan insanlardan olduğum için hemen gözlerim buğulanmaya başladı.

Daha kavga bile etmiyorduk halbuki!

"İki tane kiraz. Ne olacak? Koyarım ben yenisini."

Onun geniş geniş cevap vermesi daha da öfkelenmeme sebep oluyordu.

"Ben birazdan dışarı çıkacağım, ne zaman koyacaksın da donacak o! Niye sormuyorsun bana!"

Yükselen seslerimiz annemin "Deniz, keşke ablana sorsaydın yemeden önce." müdahalesi ile biraz alçalmak zorunda kaldı. "Ama şuan denize bağırman kirazları geri getirmeyecek. O yüzden çözüm bulmamız daha mantıklı olacak sanırım."

"Anne hep böyle yapıyor, yesin ben yemesin demiyorum ama söyleseydi bana ben yenisini koyardım. Şimdi bu saatten sonra ne yapacağım?"

Artık gerçekten ağlamaya başlamıştım. Bu kadar küçük bir şey için ağlanır mı diye düşünenleriniz eminim ki öfkesini bağırarak gösteren insanlardır. İnanın bende sesimin titremesini, gözümün dolmasını istemiyorum ama buna engel olamıyorum.

"İki kiraz için ağlıyor, salak!"

Artık bir yandan ağlıyor bir yandan bağırıyordum "Kiraz için ağlamıyorum gerizekalı! Senin aptallığına ağlıyorum!"

Babamın attığı bakış, ikimizin de birbirinden özür dilemesine sebep olmuştu.

Sofradan sinirle kalkıp odama gittim. En küçük aksilik bile moralimi bozuyor, tüm hevesimi kırıyordu.

Duygularımı en uç seviyede yaşayan bir insan olmuştum her zaman. Bir şeye seviniyorsam o an dünyanın en mutlu insanıyken bir şeye üzülüyorsam ki bu ufacık bir şey bile olsa dünyanın en mutsuz insanına dönüşüyorum.

Ben bunu duygusal biri olmama bağlarken çevremdeki insanlar bunu şımarıklık olarak adlandırıyor.

İçimden kardeşime söverek hazırlandım.

Üzerime örme, asker yeşili bir crop atlet giyerken altıma siyah bir eşofman geçirmiştim.

Annemin yanına tarağım, tokalarım ve saç spreyim ile gittim. Masayı denizle birlikte toplamış ve muhtemelen bu esnada onunla uzun bir konuşma yapmıştı.

Beni görünce ellerini yıkayıp mutfak havlusunda kuruladı ve birlikte salona geçtik.

"İki balık sırtı." diyerek isteğimi belirttiğimde elimdeki tarağı alarak saçlarımı taramaya başladı.

"Az önce ki mevzuda yüksek oranda haklı olan sensin nehir. Ama yine de normalde bu kadar öfkeleneceğin bir mevzu değildi."

Zaten zar zor durdurduğum ağlamam yeniden baş gösterdiğinde kendimi tuttum. Çenemi sıktığım için dişlerim tıkırdıyordu.

"Normalde kızmazdım ama bugün için dün akşamdan hazırlık yaptım. Parkta yerim diye kafamdan planladım. En azından bir pişmanlık belirtisi göstereceği yerde bir de geniş geniş iki kiraz diyor."

Sesim sonlara doğru yine incelmişti. Şimdi gelip haklı çıkmak için ağlama demesin diye kendimi tutuyordum.

Örgülerimden birine tokayı takarken "Ne zaman aldın bu tokayı? Çok sevimliymiş." diye sordu annem.

Elimin tersi ile gözlerimi silerken "Geçen ay Nurla teyzemin yanına gittiğimizde almıştık bir bijuteriden. Onda da var aynısı."

Ağlamam durmuş iç çekişlere dönmüştü.

"Bu tokayı almak için mi girdiniz bijuteriye?"

Neden sorduğunu anlamasam da cevapladım. "Yok. Tokam kopmuştu. Denk gelince girdik. Bunları da beğenince aldık işte."

"Hayatta herşey planladığımız gibi gitmeye bilir Nehir. Sen kirazları piknikte yemeyi planlamışsın ve Deniz'in sana söylemeden yemesi de yanlış. Evet. Ama tokan kopmasaydı bu toka senin değil bir başkasının olacaktı."

Ne demek istediğini anlamıştım ve az önceki kadar öfkeli de değildim. Ama yinede bir şey söylemek gelmedi içimden.

Diğer örgüme de tokayı takıp kokusuna bayıldığım spreyi bir kaç kez saçıma sıktı.

Anneme teşekkür edip kurabiyeleri ve meyveleri çantama koydum. Bilerek fazla demlediğim çayı termusa doldurup onu da aldığımda bir eksiğim kalmamıştı.

Converselerimi ayağıma geçirip yıkadığım ceketi de alarak evden çıktım.

Kahvaltıydı, kavgaydı derken saat 12 olmuştu zaten.

Biraz erken gidip beklerken kitap okurum diye düşünüyordum. Belki şans da bizi beklemiştir de onu da severim diye düşünürken parka gelmiştim.

Bu sefer etrafta birkaç çocuk da vardı.

Bisikleti banka yakın bir noktaya bırakıp şemsiyenin altında oturduğumuz banka güzel bir ortam hazırladım. Sarı pötikareli sofra bezini bankın üzerine serip yıkanmış meyveleri ve kurabiyeleri yerleştirdim. İki süngeri oturacağımız yerlere koyup şöyle bir baktım. Gayet güzel görünüyordu. Eşyalarımı da bırakıp şans'ı aramaya başladım.

Parkın etrafında dolandım biraz. Seslendim, ilk gördüğüm dut ağacının altına da baktım ama hiç bir yerde yoktu.

Bir yerlere gitmiştir diye düşünerek bankımıza geri geldim. Saat 1 olmuştu.

Daha vaktim olduğunu düşünerek kitabımı çıkardım ve okumaya başladım.

Kitaba o kadar dalmışım ki kafamı kaldırdığımda bir buçuk saat kadar olmuştu.

Etraftaki çocuklar yavaş yavaş azalmaya başlıyordu. Onlar için getirdiğim kurabiyeleri dağıttıktan sonra yerime geçip pizza siparişi verdim. Artık biraz canım sıkılmaya başlamıştı.

Biraz parkın içindeki çiçeklerden toplayarak bankımızı süsledim. Nerdeyse bitirmek üzere olduğum kitabı bitirdim. Pizza geldiğinde soğumaması için kutusunu hiç açmadan bir köşeye kaldırdım ama hala ne gelen vardı ne de giden.

Gelmeyeceğini düşünmek istemiyordum ama kendimi buna hazırlamaya başlamıştım.

Yavaş yavaş heyecanımı kaybetmeye başladığım esnada iki tane kız çocuğu yanıma yaklaştı. Yüzüme bakıyor ama hiç bir şey söylemiyorlardı. Ayaklarını yerde sürümeye başladıklarında bir şey isteyeceklerini anladım.

"Bir şey ister misiniz kızlar? Kurabiye var, meyve var..." ben saymaya devam edecektim ki kızlardan birisi sözümü keserek istekleri konusunda beni aydınlattı.

"Yok biz yemek istemiyoruz da... Şey... Sen taç yapmayı biliyor musun abla?"

O kadar tatlılardı ki...

Biri soruyu sorarken diğeri arkada gözlerini üzerime dikmiş tatlı tatlı bana bakıyordu.

"Evet biliyorum."

Arkadaki sevinecek gibi oldu ama diğeri hemen onu bastırdı. "Bize taç yapar mısın peki?"

Bu sefer ikisi de aynı bakışı bana atarken hayır demek imkansız gibiydi.

"Size taç yapamam..." İkisinin de yüzleri anında düştü "...Ama bana yardım ederseniz birlikte yapabiliriz."

Çocukların öyle bir görev bilinçleri vardı ki. O an onlara ne dersem yapacaklarından emindim.

Başladık birlikte papatya toplamaya.

Tam olarak ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sonunda iki taç bitmiş, ikisi de taç yapmayı öğrenmişti. Kafalarına takıp fotoğraflarını çektikten sonra teşekkür ettiler ve gülerek uzaklaştılar.

Bizim de küçükken böyle göründüğümüzü düşünürken kafamda bir şey hissettim. Anında elim başıma giderken korktuğum için ağzımdan küçük bir nida çıksa da elime değen çiçekler ile kafamı yukarı kaldırdım.

Gelmişti.

"Hoş geldin!"

"Hoş buldum, sen kızlara öğretirken ben de sana bir tane yapayım dedim."

Umut bana bir çiçek tacı yapmıştı...

Kafamdaki tacı elime aldım hemen. Benim çocuklara yaptığım gibi sadece papatyalardan oluşmuyordu. Ortasında büyük mor, yanlarında sarı ve aralarında mavi küçük çiçekler vardı. Çok fazla çiçek kullanıldığı belli oluyordu. Neredeyse hiç boşluk yoktu çiçeklerin arasında.

Ve söylemem gerekiyor ki benim yaptıklarım gibi dandik durmuyordu.

"Çok güzel olmuş. Çok teşekkür ederim."

"Beğenmene sevindim."

Beğenmek değil hayran olmaktı benimki. Hayatım boyunca saklayacağıma emindim.

Tacımı incelemeyi bıraktığımda umud'u incelemeye başladım. Üzerinde yine uzun kollu bir kazak vardı. Yaz kış giyilebilir bir kumaşı vardı muhtemelen. Kazağın renginin benim atletimin renginde olması ise hayatın bize yaptığı bir jest falandı herhalde. Altında benim ki gibi siyah bir eşofman altı vardı. Sağ bileğinde iki tane ince ip varken sol bileğinde şemsiyem asılıydı.

Ben onu incelerken o da beni inceleme fırsatı bulmuştu sanırım ki gözlerim yüzüne çıktığında onunda gözleri yüzüme tırmanıyordu. Göz göze gelince gülümsedim.

"Pişti olmuşuz."

Gülümsedi.

"Güzel olmuşuz."

Utandım hemen. Yanaklarımın kızardığını tahmin ederek alelacele tacımı kafama kondurup ayaklandım.

"Oturalım mı?"

Kurduğum sofrayı gördüğünde "Bayağı uğraşmışsın." dedi.

"Çok uğraşmadım, her şey hazır neredeyse."

Biz daha oturamadan her yerde aradığım kedi koştur koştur yanımıza geldi.

"Neredesin sen?" dedim biraz da kızarak "her yerde aradım seni!"

Çantamdan çıkardığım mamayı bankın köşesine dökerek onunda sofrasını kurmuş oldum.

"Biraz geç kalmışım sanırım."

"Yok ben erken geldim biraz."

Hala utanıyordum o yüzden bir süre sessiz kalmaya karar verdim. Çaylarımızı doldurup yerime oturdum.

Nihayet biraz daha sakinleştiğimde olağan bir muhabbet açmaya çalıştım.

"Sana da öyle geldi mi bilmiyorum ama çok uzun geldi bana bu hafta. Dersler ekstra zordu sanki. Sende öyle hissettin mi? Okuyorsun değil mi? Yaşıt görünüyoruz ama belki büyük de olabilirsin. Son senem benim."

"Evet okuyorum. Son senem benimde. Bana da uzun geldi dediğin gibi. Zor geçti biraz da."

Bir yandan atıştırıyor bir yandan konuşuyorduk. Yani daha çok ben konuşuyordum o da soru sorarsam cevap veriyordu. Geçen seferden bildiğim için ilk başlarda biraz çekindiğini sonra açıldığını düşünüyordum.

"Kurabiye nasıl olmuş?"

"Çok güzel olmuş, ellerine sağlık. Bilseydim ben de bir şeyler getirirdim."

Üzümden daha çok yediğini farkederek onun önüne doğru ittim.

"Gerek yok ki, ben zaten hep getiriyorum. Hepimize yeter benim getirdiklerim."

Pizza kutusunu açtığımda "Diğer hafta benim de bir şeyler getirmem şart oldu." diye mırıldandı.

"Diğer hafta da mı bulaşacağız" diye soruverdim birden.

Sessizlik oldu bir kaç dakika.

"Buluşmayalım mı?"

Hemen cevap verdim tabiki "Buluşalım."

Tepkilerim komiğine gitmiş olmalı ki güldü. Bana da yeniden utanmak düştü.

Onunla muhabbet etmek çok kolaydı. Konuşmadığı için diye düşünebilirsiniz ama öyle değil. Dünyanın en saçma şeyini bile anlatsanız dinliyor ve konu hakkındaki kendi fikrini söylüyordu.

Muhabbeti devam ettirmek için çabalamama gerek kalmıyordu çünkü bir şekilde sohbetimiz akıyordu.

Çok fazla şey konuştuk. Okuldan, havalardan, hayvanlardan hatta okuduğumuz kitaplardan ve filmlerden bile bahsettik.

Tarihi filmleri çok sevdiğini öğrendim mesela. İlk söylediğinde 'Diriliş Ertuğrul gibi mi?' diye sorsam da bahsettiği tarihi filmlerin eski dönem filmleri olduğunu öğrenmiş oldum.

Bir ara ağzımdan "Seni o filmlerden birine prens olarak koysalar hiç sırıtmaz." gibi bir yorum kaçtı.

"Nasıl yani?" diye sorduğunda toparlama endişesi ile daha da batırdım.

"Yani o filmlerde prens senin gibi oluyor ya. Yakışıklı yani. Yakışıklı derken objektif olarak söylüyorum yani. Dışardan bir göz olarak. Mesela bu parkta güzel, bu kedi de güzel. Sende güzelsin. Yani hani derler ya güzel anlamında. Öyle işte. Anladın sen beni."

Tüm bu çabamı keyifli keyifli dinledikten sonra "Sende prenses olabilirmişsin. Tacın da var. Güzelsin de. Tabi bu benim objektif yorumum." dedi.

Konuyu çevirmek için "Kardeş mi olurduk yani?" dediğimde ise "Yok, sen başka bir yerin prensesi olurdun." dedi.

Muhtemelen benim renk değiştirmekte seviye atladığımı farkederek "Benzemiyoruz ya, ondan." diye de ekledi.

Konu değişti ve ben utancımı akşam uyumadan önce yaşamak üzere bir kenara kaldırdım. En sevdiğim animasyon filmini anlatıyor ve kesinlikle izlemesi gerektiğinden bahsediyordum.

"Animasyonlar da hep arka planda bir mesaj oluyor. Aslında ejderha ve insanları anlatıyor gibi görünüyor ama ben seriyi izledikten sonra dünyadaki tüm savaşların ne kadar benzer olduğunu farkettim. İki ülke birbirine girdiğinde her iki taraf da diğeri için işgalci konumunda oluyor. Düşünsene iki asker savaşıyor ama ikisinin de evde bekleyeni var. İkisinin de tek amacı vatanını savunmak. Hangisi ölürse ölsün... Niye çok dikkatli bakıyorsun?"

Anlatmaya o kadar dalmışım ki yüzüme yaklaştığının ve dikkatli bir şekilde bana baktığının çok sonra farkına vardım.

"Gözlerin kızarmış gibi geldi de, güneş gözüne geliyor sandım."

Güneş bana gelmesin diye önüme geçecek kadar düşünceli biriydi işte.

Elim gözüme gitti hemen. "Güneşten değil. Ağladıktan sonra öyle oluyor benim."

Gözlerimi ovuşturmayı bıraktığımda rahatlayacağını sandığım yüzün gerildiğini gördüm.

"Neden ağladın?"

Sorduğu soruyla bu gerginliğin sebebini anlamış oldum.

"Ben sinirlenince ağlayanlardanım. Önemli bir şey yok. Sadece kardeşimle tartıştık."

Kaşlarının hala çatık olduğunu görünce elimi dizinin üzerine koydum.

"Endişelenmene gerek yok gerçekten. İçin rahatlayacaksa söyleyeyim, sana getirmek için hazırladığım meyveleri yemiş. O yüzden kızdım ona. Büyük bir şey değildi."

Kaşları normale dönerken "Kızma kardeşine." dedi.

Bu kez kaşları çatılan bendim. "Senin küçük kardeşin yok sanırım. Yoksa ne kadar sinir bozucu olduklarını bilirdin."

"Kardeşim yok evet. Küçük kardeş benim. Umarım ablam da benim hakkımda böyle düşünmüyordur."

Yeni gelen utanç dalgasını bastırabildim.

"Deniz kadar sinir bozucuysan eminim o da böyle düşünüyordur."

"Kardeşinin ismi Deniz mi? İsimleriniz çok güzel gerçekten."

"Hikayesini anlatmamı ister misin?"

Kafasını salladığında hemen başladım anlatmayı en sevdiğim hikayeme.

"Annem üniversite okumak için buraya gelmiş. Aslında buralı değilmiş. Babamla da okulda tanışmışlar ama annem babamı arkadaşı olarak görüyormuş. Sonra babam anneme onu sevdiğini söylemiş ve annem aralarında asla böyle bir şey olmayacağını söylemiş. Hatta demiş ki 'Ankaraya deniz gelse ben sana gelmem.' Tabi sonra annemde aşık oluyor ve evleniyorlar. Ben doğduğumda babam annemi ikna edemiyor. Annem çok inatçı biri ve asla lafını yutmaz. Babam da demiş ki tamam deniz koymayalım Nehir veya Okyanus koyalım. Nehir olmuşum. Deniz de ikna edebilmiş sonra. Böylece hem annem babama gelmiş hemde Ankara'ya deniz."

Aklıma gelenle kıkır kıkır güldüm.

"Hatta bazen kardeşime kızınca 'babam annemi ikna edip ismimi Deniz koysaymış senin ismin de balçık olurdu.' diyerek onu kızdırıyorum. Çok kızıyor bunu söylediğimde."

Kardeşime yaptıklarıma gülmek ile yetindi.

"İsimlerinizin hikayesi çok güzelmiş. Şimdi belli oldu senin isim takıntının nereden geldiği."

Tepkisi çok komiğime gitti. Gülmem bittiğinde "Ama çok tatlı değil mi? Bende çocuklarıma böyle bir şey anlatmak isterim hep. Sen istemez misin böyle bir anın olsun?" diye sordum.

Güldü.

"İsterim." dedi sadece. Neden güldüğünü anlamasam da üzerinde çok durmadım.

"Senin isminin bir anısı yok mu?"

Gülümsemesi yavaş yavaş soldu. Yanlış bir şey söylediğimi düşünmeye başlamıştım ki "Yok" dedi. "Varsa da bilmiyorum. Ablamın ismi özlem. Hoşlarına gitmiş koymuşlar sanırım."

Üzüldüğünü hissettim. Biraz neşelenmesi için "Benim de çok hoşuma gidiyor ismin. Güzel bir isim. Hem başka kimse de yok." dedim.

Dikkati dağıldı ne düşünüyorsa. "Umut ismi çok yaygın aslında." dedi.

"Ama Umud bir tane."

Kendi espirime gülmeye başladığımda ne dediğimi anladı ve oda benim gibi bir kahkaha patlattı.

"Eline bu kozu ben verdim." dedi yapmacık bir pişmanlıkla.

"Aynen öyle."

Birlikte eşyalarımı topladık. Çöpleri bu sefer o attı. O esnada ben ceketini çıkarmıştım. Geri geldiğinde elimdeki ceketi gördü.

"Diğer buluşmamıza kadar ben rehin veriyorum bu sefer." Elindeki şemsiyemi salladı. "Bu da bende kalıyor tabi ki."

O görüyor muydu bilmiyorum ama ben gülümsememin gözlerime değil kalbime bile ulaştığının çok net farkındaydım.

Bisikletime binip gitmeden önce "Cumartesi görüşürüz." dedim.

"Görüşürüz."

Eve döndüğümde evden çıkarken sahip olduğum tüm öfke yerini mutluluğa bırakmıştı. Odamda bulduğum dondurulmuş kirazlar mutluluğumu katlarken yatağıma uzandım.

Umut'u düşünürken kirazlar bitti ama hissettiğim heyecan cumartesiye kadar bitmeyecek gibiydi.

 

 

 

Loading...
0%