🎀
*15 Şubat/ yazar*
Kadir sabah erkenden açtığı bakkalda kasanın başındaydı. Yüzünde dünden beri eksilmeyen bir gülümseme vardı. Eh, mutluydu tabii. Her ne kadar canı kızının evden gidiyor olduğunu duyduğunda sıkılmış olsa da kızına hak verdiğinden bir şey diyememişti.
Canı sıkkındı, suratı asıktı ve derin derin düşünüyordu. Çünkü yıllarını beraber geçirdiği Manav İbrahim derdini paylaşmıştı onunla. Bir hâl çare arıyordu kendince. Bulamıyordu ama. Elinden geldiğini yapsa da yetmiyordu.
Naz ise bu surat asıklığını yanlış anlamıştı. Ayrıca kendisi için geri döndüğünü söylemesi ise her şeyi unutturmuş ve çocuk masumiyetiyle gülücükler saçıyordu etrafa.
"Günaydın Kadir Bey!" diyerek seslenen oğluna bakarken bile keyifliydi. "Annem demişti de inanmamıştım, bu ne keyif böyle?"
"Valla senin bu suratın bile bozmadı moralimi," derken ayaklandı Kadir. "Torunlarım nerede?"
"Aşk olsun baba," alınmamıştı Mahir. Tanıyordu sonuçta babasını. "Evdeler, Selen yemek yediriyor."
"Oh oh, yesinler." Başını salladı Kadir. Raflar arasından elinde iki küçük çikolatayla döndü. "Ver ikizlerime çikolatalarını."
"Baba Selen kızıyor," diyen Mahir eşinin gazabından korkuyordu. "Çikolatanın kokusunu alsalar yemek yemiyor çocuklar."
"Bir şey olmaz, yemekten sonra ver sende." diye homurdandı. Gözleri duvara astığı saate kaydı. Naz ve Baran okuldan çıkmamışlardı daha. Naz geldiğinden beri çok da fazla bakmadığı saatten zaman hızlı geçer umuduyla gözlerini ayırmamıştı Kadir.
Bunun farkında olan Mahir, "Alıştı sana." dedi yüzünde oluşan belli belirsiz gülümsemesiyle. "Bunu nasıl başardın anlamadım ama sana hepimizden önce alıştı."
"Biliyorum," derken yüzünde kendiyle gurur duyduğunu gösteren bir gülümseme vardı. "İnan bende nasıl olduğunu anlamadım ama memnun olmadığımı söyleyemem."
Gülümsedi Mahir ancak bu gülümseme aklına doluşanlarla silindi. "Baba," diye seslendi yerine geri oturan adama karşı. "Nazlı aradı beni."
Kadir'in dünden beri devam eden gülümsemesi oğlunu duyar duymaz solmuştu. Biliyordu, aynı arama kendisine de gelmişti. "Ee?" kaşlarını kaldırdı merakla. "Hal hatır sormadı herhalde?"
"Yok," sıkıntılı bir nefes verdi Mahir. "Bir şeyler anlattı. Baba, Nazlı konu sağlık olduğunda yalan söylemez."
"Beni de aradı," ikisini birden ne diye aramıştı anlamadı Kadir. "Ne yapalım şimdi Mahir?"
"Eğer anlattıkları doğruysa..." Söyleyip söylememekte kararsız kaldı Mahir. Yine de söylemeyi doğru bularak dudaklarını araladı. "Naz için bir psikolojik destek sağlamamız gerekmez mi?"
Bir saniye de olsun düşünmedi Kadir. "Hayır." Oğlu kendisine seslenirken sözünü kesti. "Geldiği günden beri gözüm üstünde. Dedikleri gibi bir şey olsaydı bu iki haftada çok kez görürdük Mahir. Evet çok hızlı değişen duygu durumları var, hal ve hareketleri evet endişelendiriyor beni ancak psikolojik destek alacak kadar bir sorun olduğunu sanmıyorum şu an."
"Baba Nazlı'nın anlattıklarını yok saysak bile yaşadığımız durum bile psikolojik destek alması için yeterli."
"Evet ama şu an bunu yapamam Mahir. Bir psikologla görüşme ihtimaliyle bile kriz geçiriyor, ona zaman tanımamız gerek." Sıkıntılı bir nefes verdi. "Baran okuldan dönünce bakkalda duracak, ben Yaman ile araştıracağım."
Kaşları çatıldı Mahir'in. "Neyi araştıracaksın?"
"Daha önce bir psikologa gitmiş mi? Gittiyse kime gitmiş? Neden bu halde? İlaç kullanmış mı? Hepsi. Tüm sorularıma cevap bulmam gerek. Kafayı yiyecek gibi oluyorum o halini hatırladıkça Mahir. Onu bu hale getiren bir şeyler olmuş olmalı." Canı daha fazla sıkılsın istemedi, bir şey yokmuşçasına ters ters baktı oğluna. "Hadi git sen işine."
O ne kadar bir şey yokmuş gibi davranmaya çalışsa da Mahir öyle değildi. Durgun olan yüz ifadesiyle başını salladı, arabasına bindi. Çikolataları torpidoya attı, arabayı çalıştırdı. Sırf ses olsun diye radyoyu açtı ancak çalan şarkıları takip edemedi. Naz ve Nazlı ikilisi kafasını çok karıştırıyordu.
Nazlı'yı özlemişti, Nazlı'ya kızgındı. Söylediklerini ciddiye alma sebebi sadece Naz'dı. Ailesine kimse zarar veremezdi, babasıda kendiside buna engel olurdu ancak Naz'ın iyi olmasını istiyordu. Tek derdi buydu.
Arabayı sürerken bakışları mahallenin çıkışında siyah Passat'a takıldı. Başında bir adam dikiliyordu, kaputu açmış sorunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Arabayı durdurdu, emniyet kemerini çıkararak arabadan indi. Adam hâlâ kendisini fark etmemişti.
"Kolay gelsin," diyerek girdi konuşmaya. "Bir sorun mu var?"
"Araba çalışmıyor," dedi adam ona kısa bir süre bakarak. Baktığı yüzün sahibini zihninde oturtunca tekrar döndü yanına gelen adama. "Çekici çağırdım ancak ne zaman gelecek bir fikrim yok."
"Buradaki herkesi tanırım, buralı değilsiniz sanırım," diyen Mahir mahalledeki tüm insanları bilir ve severdi. Hepsini tanıması biraz zor olsa da beraber büyüdüğü insanları zamanla tanımış, sevmişti. "Misafirliğe mi geldiniz?" Araba çok güzeldi. Durdu Mahir, mahalledeki çocukların bu arabaya verebileceği zararı düşündü.
"Öyle," dedi boyu neredeyse Mahir'den birkaç santim yüksek, kumral olan adam. "Siz peki? Buralı mısınız?" Başını salladı Mahir.
O sırada arabanın camından bir kafa çıktı. "Baba!" diye kızgın bir ses tonuyla bağırdı bir de. "Hani acelemiz vardı? Bu yüzden ablamı göremedik bile!" Kızın bakışları babasının yanında dikilen adama kaydı. Ağzı kocaman açıldı şaşkınlıkla. Bu adamı görmüştü! İki küçük çocukla oyun oynuyordu, bakkaldaki yaşlı adamla konuşuyordu, bir tane kadınla bahçede kahve içiyordu.
O Naz ablasının abisiydi!
Tuğrul gelecek olanı anladığında, "Balın," diye seslendi kızına. "Çizgi filmini izle babacığım."
Balın dudak büktü babasına. Konuşmaması mı gerekiyordu? Neden bu adamla beraber Naz ablasının yanına gitmiyorlardı? Uslu bir kız olmayı tercih ederek başını salladı babasına. Buna rağmen trip atmayı da ihmal etmedi.
"Tanıdığın bir çekici var mı?" dedi Tuğrul yanındaki adama dönerken. "Ben aradım ama arayalı yarım saati epey geçti. Gelen olmayacak herhalde." Mahir başını salladı, arkadaşlarından birini aradı hemen. Yarım saat dolmadan orada olacağını söyleyen arkadaşını onayladı ve telefonu kapattı.
"Konumu attım gelir birazdan." diyerek bilgilendirdi Tuğrul'u. "Acelen varsa gideceğiniz yere kadar sizi ben bırakırım."
"Yok eyvallah," başını iki yana salladı Tuğrul. "Oyaladım seni de, kusura bakma."
Oyalanmamıştı Mahir, aklı dağılmıştı en azından. Bu yüzden bir süre burada kalıp adamla sohbet etmekte sorun görmedi. Hem gelen arkadaşına da selam verir öyle giderdi.
"Adın neydi?" diye sordu bu yüzden karşısındaki adama.
"Tuğrul." En sonunda akıl ederek elini uzattı Tuğrul. Uzatılan eli sıkan Mahir ise kendisini tanıttı. "Mahir."
"Memleket neresi Tuğrul?" Sohbet böylece başlamışken iki adam çekici gelene kadar konuştular. Kendilerini futbol muhabbetinin ortasında da bulmuşlardı, memleket meselesinin içinde de. Öyle ya da böyle kafası dağılmıştı Mahir'in.
Tuğrul ise karşısındaki adamın kim olduğunu bildiğinden inceliyordu her hareketini. En sonunda tüm konuşmaların sonunda daha yarım saat geçmemişken çekici gelmiş ve arabayı götürmüştü.
Artık iki taraf da konuşmayı bitirip kendi yollarına gidecekken Mahir ve Tuğrul'un arasına yine küçük beden girdi. "Baba! Baba! Baba!"
Derin bir nefes verdi Tuğrul. "Efendim babam? Efendim güzelim?"
"Bartu Akça arıyor!" diyerek ekranda gördüğü ismi tekrarladı Balın. Elindeki telefonu babasının yüzüne tutmaya çalışıyordu. Tuğrul telefonunu kızından alarak aramayı yanıtladığında gidecek olan Mahir duraksadı.
Akça mı demişti o? Bartu Akça, Naz'ın diğer ailesinde olan Bartu Akça mıydı? Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? İhtimali değerlendirdi kendisince, durdu bu yüzden. Tuğrul'un konuşmasını bitirmesini bekledi.
Tuğrul ise arkasını döndüğü adamın onu beklediğinden habersizce Bartu ile konuşuyor, yanına gelmeyeceğini söylüyordu. Kızgındı kuzenine, onu defalarca kez kızının olduğu ortamda sözlerine dikkat etmesi gerektiği hakkında uyarmıştı. Bu yüzden bir süre onunla konuşmak veya görüşmek istemiyordu. "Her neyse," diyerek Bartu'nun sözlerini böldü. "Kusura bakmasın amcamlar, biz bu akşam gelemeyiz. İşlerim var, akşama geç bile geçebilirim eve."
"Simay'ın peşinde koşturduğundan yoruluyorsundur tabi," diyen Bartu'nun sesi iğnelerle doluydu. "Uzatma Tuğrul, babam bu konu hakkında konuşacak, gelsen iyi edersin."
Tuğrul onun bunu nereden öğrendiğini bilmiyor olsa da umursamadı. "Gelemeyeceğimi ilet amcama, kendi bildiğimi yapmaya başlayalı on beş yılı geçiyor." Bartu'nun uzatacağını bilerek telefonu kapadı ve paçalarını çekiştiren kızına geri verdi telefonu.
Arkasını döndüğünde onu bekleyen adamla karşılaştı. "Bir sorun mu var?" demeden edemedi adamın yüz ifadesini gördüğünde.
"İsim tanıdık geldi," diye homurdandı Mahir. "Bartu Akça dediniz, bu hepimizin bildiği Bartu Akça mı?"
Gülümsedi Tuğrul, başını salladı. Asıl tanışma anının yaklaştığını hissediyordu. "Evet."
Kaşları çatıldı Mahir'in. Bartu Akça ile alakası olan bir insanın burada ne işi vardı? Naz buradaydı ve... Duraksadı Mahir. Bugün çok fazla aydınlanma yaşıyordu ancak şüphesiz şimdi ki aydınlanması içinde öfkeyi doğurmuştu. "Kimsin sen?"
Tuğrul yüzünde oluşan gülümsemeyi hiç bozmadan elini uzattı karşısındaki adama. "Tekrar tanışalım, ben Tuğrul Akça." Sende Simay Naz'ın öz abisi Mahir diye tamamladı cümlesini içten içe. Şimdi birkaç gündür içinde tuttuklarını karşısındaki adama rahatça yansıtabilirdi. Gerçekler rahatça konuşulabilirdi.
🎀
*16 Şubat*
Yüzünde kocaman bir gülümseme varken, arkanda seni desteklediğini bildiğin insanlar varken var gücünle koşuyorsun. Koşuyor, nefes nefese kalıyor ama bırakmıyorsun ilerlemeyi. Ta ki ufacık bir çakıl taşını görene kadar.
Ufacık ya deyip görmezden geliyorsun. Ne olabilir ki? Oluyordu ama. O ufacık çakıl taşının üstüne basıyor, kapaklanıyordun yere.
Koşuyordum ve arkamda beni desteklediğini sandığım Akça'lar vardı. Yüzümde gülümseme vardı, bırakmazlar ki beni düşüncesiyle koşmaya devam ediyordum. Belki de onlardan kaçıyordum. Yolun sonunda ise bir şey olmaz sandığım kavga yüzünden yere düşüyordum. Yanımda olan tek bir kişi bile yok sanıyorken.
Yere düştüğünde sana elini uzatan her daim tanıdığın insan değildir. Nitekim yere düşmene neden olan tanıdığın çıkabilir, seni kaldıranın yedi kat yabancı olduğunu görebilirsin.
Öyle oluyor ya, bak bana, beni öylece bırakan ailem dediğim insanlar değil miydi? Elimden tutan da, beni sevmek için çaba harcayan da yedi kat el değil miydi? Değildi. Artık değildi. Kan bağı seni herhangi biriyle aile yapmazdı ancak aranızdaki duygular gelişirse aile olurdun. Onlar seni kardeş, evlat bilirse; sen onları abi, anne, baba, yenge bilirsen aile olurdun.
Ailem miydi onlar? İnsan ailesini bırakmak için gün sayar mı?
13 gün kalmıştı. İki hafta bile değil artık. İkizler oyun oynuyor karşımda. Ömer yine Defne'ye sataşıyor, anneleri ikisini de azarlıyor tabii. Baran bakkaldaydı, okuldan döndüğümüzde benimle evde kalmamak için yaptığı bir şeydi son birkaç gündür. Kadir Bey eşini dizginlemeye çalışmış, başaramayınca salonda telefonunda oyun oynamaya başlamıştı. Seher Hanım bir şeyler için hazırlık yapıyordu ama bu hazırlığın ne için olduğunu öğrenememiştim bir türlü. Selen yenge ona yardım ediyor, Mahir ise tüm bu hazırlığı kaşları çatık izliyordu. Yaman da ondan hallice bir şekilde onun yanında oturuyor, arada bana ters ters bakarak homurdanıyordu.
Yine ve yine gözleri üzerimdeyken homurdanmaya başladığında oturduğum yerden kollarımı göğsüme yasladım ve ona baktım çatık kaşlarla. "Ne homurdanıyorsun?"
"Demedim bir şey," dedi çocuk gibi o da kollarını göğsünde birleştirerek. "Önüne dön sen."
"Önüm burası."
"Arkana dön o zaman."
"Dönmüyorum, rahatsızsan sen dön."
Saçlarımda gezindi gözleri. "Hiç güzel olmamış bugün." At kuyruğu yapmıştım. Kahküllerim ise Allah yolundaydı şu an, elim ile düzeltsem de düzgün değildi işte. On saat yapmakla uğraşamazdım, olduğu kadardı artık.
"Beğenmeyen küçük oğluna almasın," derken saçlarımı savurmuştum. "Ayrıca çok da güzelim, sen ne anlarsın güzellikten?"
"Allah Allah ya!" diye homurdandı en ters bakışlarından atarak. "Anlarım ben güzelden, sen bugün ayrı bir çirkinsin."
"Çirkin bakan gözlerinden öpüyorum canım," dedim hiç kale almadan. Ancak o söylediğim cümleyi ciddiye almış olmalı ki ifadesi dağıldı.
"Öpme," diye homurdanması birkaç saniye sürdü. "Gözden öpmek ayrılık getirir."
"Ay ne saçma saçma inançlar var," diye homurdanmadan edemedim. En başından beri bizi izleyen Mahir kaşlarını kaldırdı, telefonuna odaklanan Kadir Bey başını kaldırıp bize baktı. Yaman'ın da kaşları çatıldığında, "bakmayın öyle," dedim omuz silkerek. "Saçma geliyor bunlar."
"Yani," diyen Kadir Bey ile oğulları şaşkınca baktı ona. "Bence de saçma. Ama illa öpeceksen benim gözlerimden öpebilirsin bak."
"Fırsatçılıkta son nokta," diye homurdandı Yaman abisine doğru. "Kaç yaşındaki adama bak, utanmasa n'olur sarılalım diye de ağlayacak. Ayrıca babam değil miydi gözden öpmek ayrılık getirir diyen?" Mahir alaylı bir mırıltıyla onayladı kardeşini. En az mırıltısı kadar alayla bakan gözleri babasındaydı.
"Ay nerede kaldılar?" diye homurdanan kadının sesi buraya kadar geliyordu. Bakışlarım telefonunu kapatan adama döndü.
"Sanki padişah soyundan insanlar gelecek, bu ne heyecandır arkadaş?" diye homurdandım kısık sesle. "Mutfakta hazırlık yapıyorum diye on kere azarladı yengemle beni. O da yetmedi iki kez birbirimize girdik neredeyse ve en sonunda kovdu beni! O kovduğundan beri burada oturuyorum, bir nevi grev yapıyorum." Dudaklarımı büktüm. "Ama o bunun farkında bile değil!"
"Kıyamam Naz'ım benim," derken bahane ile beni kendine çekti, sıkıca sarıldı. "Alışırsın babam, annen misafir gelecek diye beni evden kovmuş kadın."
"Evet," dedi Yaman babasını onaylayarak. "Her cumartesi bize misafir gelirdi, annem biz ayak altında dolaşmayalım diye okulun hafta sonu kursuna yazdırmıştı abimle beni."
Misafir demek Seher Akgül için büyük bir sınav demekti. Kadın şaka gibiydi.
"Hatırlıyor musun abi bir kere kaçtık diye tüm mahallede utanmadan kovaladı bizi?" Mahir başını salladı.
"Yine de sen bunu Selen'in yanında anlatma."
"Kadın daha beterlerini gördü yanında, bunu mu anlatmayayım?" diyen Yaman dalga geçer gibi bakıyordu abisine. Yanındaki yastığı aldığı gibi abisinin suratına çarptı.
Mahir'in ona karşılık vermemesinin sebebi zil sesinin evde yankılanmasıydı. Seher Hanım'ın içeriden heyecanlı sesini duymuştum. "Sonunda geldiler!" diye homurdandığımda garip bir şekilde üçlü beni izliyordu. "Ne bakıyorsunuz? Acıkmıştım artık!"
"Naz abla!" Evin için yankılanan anımsayamadığım sesin sahibi kaşlarımın çatılmasına neden olduğunda gelen adım seslerini duyuyordum. Birisi evin içinde koşuşturuyordu. "Naz abla!"
Sesin sahibi kapıda görünene dek kaşlarım çatık beklemiş ve yerimden merakla doğrulmuştum. Salonda olan üç bedeninde gözlerinin hâlâ bende olduğunu hissediyorken kapıda onu gördüm.
Balın'ı.
"Balın!" derken ayaklanmış ve ona adımlamıştım. Kıkırdayarak bacaklarıma sarılan kız çocuğunun boyuna eğilip ona sarıldığımda hâlâ şaşkındım. "Balın sen nasıl geldin?" Onu kendimden uzaklaştırdım. "Senin burada ne işin var ablacım? Nasıl geldin sen? Tek başına mısın?"
"Hım," diyen sesi duymamla kafamı kaldırmam bir oldu. "Ne kadar iyi yetiştirmişim değil mi Simay? Çocuk navigasyon gibi maşallah."
"Abi? Sen..." Duraksadım. Olduğum yerden ayaklandım ama ona karşı bir harekette bulunmadım. "Nasıl? Abi sen nasıl geldin buraya? Nereden öğrendin? Abi-"
"Simay," dedi her zamanki gülümsemesi ile adımı bastırarak söylerken. Bu yine her zamanki gibi beni susturduğunda, "sonra kızım," dedi babacan bir tavırla. Kollarını açtığında uzun zaman sonra bir tanıdık görmenin heyecanıyla boynuna sarıldım sıkıca.
"Hoş geldin!" dedim sesime de yansıyan neşeyle. "İyi ki geldin!"
"Hoş buldum abim," derken ardımızdan gelen küçük hanımın küskün sesi ayırdı bizi. "Naz abla bana bu kadar sarılmadın ki!"
Tuğrul abi, Kadir Bey'in ve Seher Hanım'ın ellerini öptüğünde Yaman ve Mahir ile tokalaşmıştı. Selen yenge ile uzaktan selamlaştıklarında karşımdaki koltuğa oturmuştu Tuğrul abi.
"Abi," dedim merakla ondan gözlerimi çekmeden. Balın koca salonda yer yok gibi dizime oturmuştu ancak rahatsız da değildim. "Sen nasıl öğrendin burada olduğumu?" Akça'lar anlatmazdı, buna adım kadar emindim.
"Abin anlattı." Akça'lardan kastım Yusuf abim değildi desem R yapmış gibi gözükür müydüm acaba? "Hatta buraya da gelmiş, geri gitmiş."
Başımı salladım. "Göreve çıktı birkaç gün önce."
"Abili kardeşli bir şeyi olduğu anda anlatma gibi bir huyunuz yok ki," diye homurdandı kendi kendine ancak duydum yine de onu.
Uzun uzadıya konuşuldu, Yaman ve Mahir Tuğrul abiden pek hoşlanmamış gibi gözükseler de onu sevmişlerdi. Öyleydi Tuğrul abi, sevdirirdi kendini hemencecik. Balın, Defne ve Ömer üçlüsü arasında kısa bir kıskançlık krizi yaşansa da bu Mahir ve Tuğrul abinin çocuklarını yanımdan almasıyla son bulmuştu.
Çocuklara resmen kızı paylaşamıyorsanız üçünüzde yaklaşamazsınız demiş kadar olmuşlardı.
"İzninizle," dedi Tuğrul abi gözlerini Kadir Bey'e çevirerek. "Ben bir sigara içsem olur mu?"
"Elbette oğlum," dedi Kadir Bey babacan bir tavırla. "Seher evde içirmiyor, mutfakta içiver."
"Ben mutfağı gösteririm," diyerek ayaklandığımda bu sefer homurdanan yalnızca Yaman değil Mahir'di de. Bu beni istemsizce güldürse de bakmadım onlara. Yavaş adımlarla mutfağa girdiğimde koca cüssesi ile Tuğrul abi de gelmişti. Mutfağın kapısını kapatıp bahçe kapısını açtığımda içeriye soğuk hava girdiğinden titredim olduğum yerde.
"Çok açma, aralık bırak." dedi Tuğrul abi uyarırcasına. Oturmayı tercih etmemiş, kalçasını tezgaha yaslamıştı. "Hasta olursun."
"Tuğrul abi," dedim merakla. Aynı zamanda dediğini yapmış kapıyı aralık bırakmıştım. O ise zaman kaybetmeden sigarasını yakmıştı. "Neden geldin?"
Gülümsedi alttan alttan. Kendi huyunu benden daha iyi biliyordu çünkü.
Tuğrul abi ne kadar iyi olursa olsun her daim yanında olmazdı kimsenin. Çok gitmezdi insanların yanına, çok görünmezdi ortalıkta. Adını çokça duyurmuş bir savcıydı zaten, kızını korumak için olsa gerek fazla görüşmezdi kimseyle. Ona istediğin her an ulaşamazdın mesela. Şimdi buradaysa eğer ortada bir mesele var demekti.
"Abi," diye tekrarladım kendimi. Oturmak istemedim, karşısında kalan masaya kalçamı yasladım onun gibi. "Yusuf abimle ilgili bir şey mi oldu?"
Başını hayır dercesine kaldırdı. Sigarasını dudaklarından ayırdığında yerini öğrendiğim kül tablalarından birini verdim ona. "Abin iyi, sen iyi misin asıl onu söyle?"
"İyiyim," omuz silktim. "Belli olmuyor mu?"
"Oluyor abim," başını salladı. Sessiz kaldı bir süre ama sessizliği yine kendisi bozdu. "Amcamla en son ne zaman konuştun?"
Duraksadım. "En son DNA testinin sonuçlarını öğrenmeden önce sanırım," derken ondan sonra konuştuk mu hatırlamaya çalışıyordum. "Bir sorun mu var?"
"Sen söyle," sesini kıstı. "Seni ikinci kez mi psikologa götürdüler?" Yutkundum. O bunu nereden biliyordu? "Simay, abin bana son olanları anlattığında bir şeyler az çok oturdu kafamda ama seninle konuşmadan sonuca ulaşmak istemedim. Doğruyu söyle, ikinci kez götürdüler mi?"
Ellerim titremeye başladığında başımı eğdim dolan gözlerimi ondan kaçırmak adına. "Evet," diye mırıldandım kısık bir sesle. Sıkıntılı bir nefes verdi.
"Aynı doktora mı?" Başımı iki yana salladım. "Aynı şekilde mi?" Yatılı bir tedaviyi mi soruyordu? Başımı salladım yine. "Kabul etti mi psikolog?"
Gözyaşlarım benden bağımsızca akmaya başladığında sigarasını hızlıca söndürmüş ve başucumda dikilmişti. Eli omuzlarımı bulup kendine çektiğinde, "istemedim." diye mırıldandım ağlamaktan yarım yamalak konuşabiliyorken. "Ben o ilaçları içmek istemedim." Vücudu kasıldı. "Ben istemedim." derken bende ona sıkıca sarılmış, sığınak bilmiştim onu.
O ilaçlar beni çok daha kötü yapmıştı. Ağrılarım oluyordu, ne zaman o ilaçları içsem beynimin içinde bir ses sürekli konuşmaya başlıyor ve hiç susmuyordu. Susturamıyordum ne yaparsam yapayım. Zorla götürüldüğüm doktora bunu söylediğimde bir sorun olmadığını söylemişti, birkaç ilaç daha yazmıştı. O ilaçlar beni ruh gibi yapıyor, ayık kalmama engel oluyordu. Öyle kötüydüm ki odadan bile çıkamıyordum.
Sonrasında ilaçları içmeyi bırakmıştım. Sakin olduğumu söyleyen İso ilaçları bıraktıktan sonra hırçınlaştığımı söylemişti. Tabi onun ilaçlardan da doktordan da haberi yoktu. Bu yüzden tavırlarıma sinirlenip bir süre konuşmamıştı benimle.
Öyle ki buluttan bile nem kapar olmuş, a diyen Akça'lar ile evde kıyametler koparmıştım. Onlara karşı tek iyi bir niyet besleyemiyor, nefretten başka bir şey hissedemiyordum.
Arada konuştuğum Yusuf abim beni onlara karşı yumuşatan asıl kişiydi. Nasıl olmuştu bilmiyordum ama bir süre sonra onlara, daha doğrusu Mihrimah ve Mehmet Akça'ya yumuşamıştım. Diğerlerine karşı sert kalmamın sebebi ise sürekli damarıma basmalarıydı.
İlaçları bıraktığımı fark eden Barın Akça beni bir akıl hastanesinin önüne bıraktığında kötü bir haldeydim. Öyle ya, yaptığım her şey için akıl hastanesine yatmamı isteyen ailemi ikna etmeye çalışan hep bir yabancı olurdu. Bir doktor abi vardı mesela, sicilime işlenecek diye ne çok korkmuştu. Ayakta tedavi edelim demek için neredeyse Mehmet Akça'nın ayağına kapanacaktı sanki.
İlaç kutularını alıp tanımadığım bir doktora gitmiştim. Bana bunu verdiler demiştim ağladı ağlayacak vaziyette. İlaçları içince çok kötü oluyorum, inanmıyorlar bana. Bunun ne olduğunu öğrenebilir miyim? Belki de yanlış almışımdır.
Oysa yanlış alınmamıştı ilaçlar, biliyordum.
Muhtemelen yanlış almışsın ablacığım, demişti doktor abla. Bu ilacın dozu sana çok ağır. Ne tedavisi görüyordun sen?
Sahi ne tanısı koymuştu da bana vermişti o ilaçları? Bilmiyordum ki. Bildiğim tek şey o ilaçların beni delirttiğiydi. Aklı yerinde olan insanı bile delirttiğiydi.
"Abisi," Tuğrul abi beni kendinden uzaklaştırdığında masanın üzerinde duran peçetelikten peçete verdi birkaç tane. Başımı kaldırmadan yüzümü kuruladığımda, "hangi psikologa götürdüler seni?" sorusunu duymamış gibi sessiz kaldım. "Simay-"
"Önemi yok," diye mırıldandım başımı kaldırdığımda. "Neden soruyorsun abi? İyiyim ya işte, onların bir önemi var mı?"
"Yok mu?" diye sordu kaşlarını çatarak. "Önemi olmasa kriz geçirir miydin?"
"Abi-"
"Ortada gördüğün ya da hissettiğin bir usulsüzlük varsa, hele ki ailen bunu bilip sessiz kaldıysa, bundan zarar gördüysen bileceğim Simay. Bunu ne o adamın yanına bırakırım ne de amcamların. Anladın mı beni?" Başımı salladım. "Şimdi seni bir psikologtan kriz geçirtecek kadar korkutan nedeni söyle."
Derin bir nefes almaya çalıştım, sanki her denememde bir işe yaramıyordu bu, nefes ciğerlerime ulaşmıyordu. "Deliriyordum," sesim o kadar kısık çıktı ki ne yapacağımı bilemedim, kelimeyi tekrarlayamadım. Bakışlarım önümde duran ellerimdeydi. Ellerimi değil, delirmek olan Naz'ı görüyordum ama.
O da buradaydı sanki, bahçe kapısının hemen önünde o küçük aralıktan izliyordu bizi. İlaç içmiş olmalıydı, ruh gibiydi. Yüzünde tek bir mimik yoktu. Ayakta durmakta bile zorlanıyor gibiydi, çökmüştü. Kafasındaki sesi aldığı ilaçlar sayesinde yeni yeni susturmuştu muhtemelen.
Onu hissetmek bile kalbimin kasılmasına neden oldu. "Ağırdı ilaçlar, ben kaldıramıyordum. İçmek zorunda olduğumu söylüyordu, iyileşmem için şartmış bu. Hastaymışım ben." Başımı iki yana salladım. "Değilim, ilaç içmek istemiyorum, ben hasta değilim."
"Ailen haklı, hastasın ve seni dizginlemenin tek yolu bu ilaçlar. Bunları bırakmayı aklından bile geçirme."
"İstemiyorum!" kafama o kadar sert vurmuştum ki karşımdaki adam hayretler içerisinde bakakalmıştı bana. "İstemiyorum! Susmuyor o ses! Sen ilaçları vermeden önce yoktu, şimdi susmuyor!"
"Hastasın, senin akıl hastanesine yatman gerek!"
"Değilim," geri geri adımlar atmaya çalıştım ama nafileydi, masaya çarpmıştım. "Yemin ederim hasta falan değilim. O ilaç verdikten sonra oldu, o ses susmadı." Gözlerimi sıkıca kapatıp unutmaya çalıştım ama olmadı, o zamanlara ait kesitler beynimin içinde oynamaya başladı.
"Haklıydınız onun yatılı bir tedaviye ihtiyacı var. En son ki seansımızda kafasının içindeki seslerden bahsetti, korkarım bu bir şizofreni başlangıcı olabilir."
Dayanamadan olduğum yere çöktüğümde kendimi inandıramamanın kırıklığıyla ağlamaya başladım. "Hasta değilim, o ilaç verene kadar hiçbir şey yoktu. Yemin ederim." Benimle birlikte yere çöken adam bana sesleniyordu ancak onu duyamıyordum. "Hasta değilim, yemin ederim. Ben ilaçları bıraktım. İyiydim bıraktım. Değilim. içmeyince iyi oluyorum, gitmek istemiyorum. Delirtiyor, o beni delirtiyor ben deli değilim. O yapıyor, yemin ederim hasta değilim."
"Naz," yabancı ses zihnime sızdığında karşımda Tuğrul abi değil o vardı. "Değilsin," dedi kelimenin üstüne bastıra bastıra.
"Sen iyi falan değilsin, psikolojik destek alman gerek." Annemin sözü ona dönmeme neden olduğunda bana acıyor gibi bakması dişlerimi sıkmama neden oldu. "Hastasın resmen."
"Değilim," dedim karşımdaki kadının gözlerinin içine bakıyorken. "Hasta değilim."
Mihrimah Akça zihnimde bana tekrar fısıldadı: "Hastasın sen."
"Hasta değilsin," dedi tane tane, beni inandırmak istiyor gibi. O bana inanıyordu. "Sağlıklısın, iyisin bir tanem."
"İyiyim," diye mırıldandım. Gözlerimi ondan başka bir yere çeviremiyordum. Hipnoz olmuş gibi ona bakıyor, onu tekrarlıyordum. Başını salladı. "İyisin güzel kızım." dedi.
O konuşurken zihnimdeki Mihrimah Akça susmuştu. Kapı arasından bizi izleyen Naz ise gülümsüyordu. Yorgundu gülümsemesi ama gülümsüyordu. Bu ana inanamıyor gibiydi. Ama inanmalıydı.
Ona inanıyorlardı. Bir inat olsun diye geldiği yerdeki insanlar aile bildiği insanlardan daha çok inanıyorlardı ona.
Artık bir yabancı değil annesi ona inanıyordu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
29.27k Okunma |
3.71k Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |