Yeni Üyelik
10.
Bölüm

Ayrıklıklar

@nevansi

İlk defa bölüm atmam 48 saati geçti. O kadar alışmışım ki, günlük yazıp yüklemeye ama yarına yeni bölüm gelir deyip göz kırpıyorum.

iyi okumalar...

 

Kış kapıdaydı ama ondan önce bayramı karşılayacaktı Kavaklı köyü. Mübarek ayın son günleri, bayrama yaklaşmanın sevinci kaplamıştı dağları taşları, insanlar için de aynısını söylemek isterdi yeryüzü...ama değildi.

 

Kavaklı köyü, ne rahmet olan bu gecelerin farkındaydı ne de gelecek olan bayramın.Köy ahalisinin tek bir konusu vardı son on gündür, yılan diller zehir kelimelerini salıyordu, suya toprağa hatta havaya.

Hava bile kirlenmişti, kırdıkları kalplerin sesleriyle.

Susmuyorlardı...durmuyorlardı.

Ne oruç engeldi onlara, ne de vicdanları.

 

"Yaa Zehra gidiveriyormuş Fatmagilin eve, yalnız bile bırakmış oğluyla" eliyle yazmasının ucunu tutup, ağzını kapattı kadın, gözleri açılmış kınıyordu bakışlarıyla

 

"Ben dedim başına gelecek var diye, oğlu ölüyordu ama akıllanmadı, bak hele hâlâ Zehra ile görüştürüyor" İki eliyle 'vah vah' der gibi vurdu dizlerine, yaşıyla yarım asrı devirmiş diğer kadın

 

"Olan o üç sâbiye olacak"

"Yok bacım yok, onlar da pek severlermiş, abla abla diye pervanelermiş etraflarında"

"Akıl yok akıl"

"Hastanede yanında bile kalmış bu uğursuz" Daha kısık sesle konuştu bu sefer daha genç olanı

"Karı koca gibilermiş, hem hastanede hem evde, pek yakınlarmış" hih diye bir ses çıkmıştı dinleyenlerden

"Ar namus kalmamış bunlarda, başımıza taş yağacak taş" bilseler asıl taş onların bu sözleri yüzünden dağlardan başlarına düşecekti.

 

Sözler büyüyor, hastalıklı kelimeler yalanlar katılarak yayılıyordu. Bazen sesli bazen sessiz, bazen sokakta, bazen kahvede, erkek kadın yaşlı genç demeden, tüm köy ahalisinin konuştuğu iki kişi vardı.

İftar sofrası, teravih çıkışı, sahurda dua etmeleri gereken zamanda, farketmeksizin her an, dillerinden düşmeyen iki isim

 

Zehra ile Seyyid

 

İki temiz yürek

İki sevdalı genç

İki masum beden

 

Sayısız yalan ve iftiralara rağmen, köşelerinde sessizce duruyor, kendi hayalleri ve kederleri ile yaşama savaşındalardı. Çoğundan habersiz, azını ise umursamadan, tek dertleri sevdikleri.

 

Zehra, şekerpareleri tek tek tabağa dizmeye devam ediyordu. Tepsiye baktı tekrar, en güzel duranları seçmeye çalışıyordu. En güzel kızaranı, şerbeti en iyi çekeni, şekli kusursuz görüneni. Zeytin gözleriyle tekrar baktı, tabağa dizdiklerine. Sonra Fatma annesinin sesi canlandı tekrar kulağında "Seyyid tatlıyı çok sever" yüzünde ki gülümsemesi büyüdü, gamzeleri gül açtı. 'Gerçekten de tatlıyı çok seviyor' diye geçirdi içinden, iftara giderken yaptığı tatlıyı yerken görmemişti ama Mehmet abisi gülerek anlatmıştı "Görseydin bacım halini, çekti önüne senin gül tatlısını, haa ona sorsan çaktırmadan yaptı ama benden kaçar mı" işaret parmağı ile kendini göstererek devam etmişti "ikişer ikişer götürdü valla, zar zor birer tadımlık aldık. Bitirdi tabağı baktım mutfağa geçmiş, kesin gerisi var mı diye baktı" ufak bir kahkaha bile atmıştı abisi kendi sözlerine, o gün Zehra da çok mutlu olmuştu. Tabi sonra olanlar...neyse iyi olsun da diye geçirdi yine yüreği.

 

Hazırladığı tatlı tabağını, Fatma annesi seviyor diye yaptığı kuru patlıcan dolmasının yanına koydu. Sıra kuzucuklara gelmişti, onlar için tatlı poğaçalar yapmıştı. Avuç içi büyüklüğünde, yuvarlak ve kabarık. Hamurun içine şeker koymuştu birazcık, üstüne ise havanda dövdüğü şekerden serpmişti. 'Sevsinler çok sevsinler' sözleriyle öyle bir özenmişti ki yaparken. Babalı, uşaklı pek seviyorlar tatlıyı diye de kıkırdamıştı. Sevsinler yeter ki, hep yapardı Zehra.

 

Hasır sepetin içine yerleştirdi, her birini. Günlerdir ilk defa yüzünden gülücükler eksik olmamıştı. On gün oluyordu Seyyid hastaneden çıkalı, beş gün önce ailecek bi geçmiş olsuna gitmişler ve kapıdan zar zor görmüştü yüzünü. Günlerdir annesinden izin alamamıştı ama sürekli ağlaması durmayınca tamam demişti annesi. Güneş doğmadan başlamıştı götüreceklerini hazırlamaya. En fazla bir saat kalması konusunda söz bile vermişti. Olsun diyordu yüreği, beş dakika bile deseler koşarak giderdi kilometrelerce yolu. Hastane de saatlerce beklerken başında, alışmıştı bir kere varlığına, onsuzlukla baş edemiyordu artık. O kuyu misali gözlerini göremezse eğer, keseceklerdi nefesini sanki. Parmakları bir kerecik daha dolanmazsa saçlarına, işlevini yitirecekti. Hasretlik zordu...hasretlik ölümdü. Bir ayrılık bir yoksuzluk bir de ölüm diyordu bir yerde, tam da o haldeydi. Göğüs kafesi, ondan çıkacak tek bir kelimeyi bekliyordu, içinde sakladığının varlığını hissetmek için.

 

Hızlıca odasına gitmiş, yeşil elbisesini giymişti, günlerce boğazından yemek geçmeyince zayıflamıştı. Kuşak bağlıyordu artık beline, elbiseleri emanet gibi durmasın diye.

 

'Acaba acaba Seyyid böyle de beğenir mi beni' endişeli bir bakışla süzdü kendini, önceden etli butlu dedikleri bir kızdı. Çok düşünmezdi görünüşü hakkında ama şimdi 'ya beğenmezse' düşüncesi ile titredi. Küçük aynasını aldı eline, başladı yüzünü incelemeye 'göz altlarımı çökmüştü' tabi gecelerce uyuyamamıştı ki 'yanakları çok mu solgun, dudakları fazla mı kurumuş' 21 olacaktı neredeyse genç kız ama bu kadar incelememişti kendini şimdiye kadar. Güzel derlerdi, akça pakça, zeytin gözlü, biraz balık etli sıradan bir kızdı. Ama şimdi, 'ya..ya beğenmezse onu, kuyu gözleriyle bakar da güzel görünmezse' içine işleyen bu yeni duyguyu sindirmeye çalıştı. Beğenilme arzusu, sevdiğinin gözünde şenlik olma isteği.

Yazmasını düzeltti, sürme çekti gözlerine ve gülümsedi aynadaki kendine. Bilse, onun tek bir gülüşünü, adamın dünyadaki hiçbir nimete değişmeyeceğini, yine de endişelenir miydi bu kadar?

 

Bir heyecanla mutfağa gidip aldı eline sepeti ve dış kapıya yöneldi. Yüzünden silemediği gülüşle kapıyı açmıştı ki, büyük abisi Murat ile karşılıklı kaldılar. Mecbur geriye doğru çekilip, abisinin girmesi için yol açtı. Gülümsemesi çoktan sönmüş, tedirginlik barındıran gözleri ile izliyordu adamı

 

"Nereye Zehra?"cevabını bildiği soruyu soruyordu aslında, sabah annesi demişti ama köyde ki söylentiler o kadar sıkmıştı ki canını, konuşmak için gelmişti

"Annemin haberi var abi, hasta diye...yani hastaneden çıktı diye şey yaptım...çocuklarda beni sormuşlar ondan yani" kesik kesik çıkan kelimeleri, utangaç ses tonu ile anlatmaya çalışıyordu genç kız.

Abisi tekrar konuşmaya başladığında ise, utangaçlığın yerini kedere ve gözyaşına bırakmıştı

 

"Gitmeyeceksin bacım, artık oraya gitmeyeceksin" zaten gitmiyordu ki, hastaneden geldikten sonra bir kere, onda da ailecek gitmişlerdi, kapıdan bir anlık göz göze gelmişlerdi sadece...ama diyemedi bunların hiçbirini

 

"Köy sizin isimlerinizle kalkıp oturuyor, sen bir duyduysan biz beş duyuyoruz, artık ne benim ne de babamın bu söylenenleri dinleyecek gücümüz yok. Yakında evi de taşlayacaklar bu gidişle" derin bir nefes çekti, elini saçlarını götürüp sakinliğini korumaya çalıştı ama nafileydi

 

"Bak biz de sizi evlenin istedik, verdik. Kenan konusunda hata yaptık o yüzden Seyyid ile bu hatamızı kapatırız sandık. Ama şimdi durumlar değişti, düğün, bayram sonu zor artık" Zehra'nın çöken omuzları, gülen yüzünden geri kalan solgun çehresi ile bir off çekti ve devam etti abisi

 

"Evlenmeyin demiyoruz ama zor be kızım. Ayağı bir ay, kolu iki ay alçıda kalacakmış. Hadi onlar sorun değil desek bu sefer" iyice kıstı sesini, fısıltılı ama daha keskin sesi ile "bu sefer iş sorun, çalışmayacak bu sürede. Sonra tekrar iş bulması derken çok zor Zehra. Çocukları var, önceliği onlar tabi, iş de, aş da, evlat da, eşten önce gelir. Belli etmez ama o da sorun ediyordur. Şimdi bunların üstüne hadi düğün yapalım evlenin mi diyeceğiz. Bu sürede görüşmeyin, altı ay, bir sene her ne ise beklersin. İşini yoluna koyar sonra konuşulur yine" yüreğinin üstüne konulan taşlarla, gözleri yerde tüm konuşma boyunca bekledi kızcağız.

 

"Ben şimdi gidip, onunla da konuşacağım" abisinin son cümlesi ile kaldırdı başını, elinde tuttuğu sepeti uzattı hemen

 

"Bunu sen götür o halde abi, çocuklara tatlı poğaca yaptım ama söyle okula da götürsünler beslenme için, yuvarlak olanlar oğlanlara, çiçek şekli gibi olanlar Ahsen'e . Dolmalara ekşiyi az koydum, rahat rahat yiyebilir Fatma annem. Şekerpare ise..." kızaran yanakları ile eğdi başını tekrar

 

"Tamam tamam anladım meraklanma" kardeşinin haline derin bi iç çekip geldiği kapıdan geri çıktı. Arkasında hasretlikten yanan yüreği ile bakan bir çift zeytin göz bıraktığını bilerek.

 

"Vuslat" dedi genç kız

"Vuslat başka bahara kaldı canözüm" ve bir damla süzüldü sol gözünden, kalbinden gelir gibi

 

🌱🌱🌱🌱🌱🌱🌱🌱🌱🌱🌱

 

On gündür yattığı yerde, gözleri kapalı uzanıyordu adam. Her gözünü kapattığında olduğu gibi, yine aynı hayale kaptırdı kendini. Yüzünü okşayan o narin eller, saçlarında hissettiği yumuşak parmak uçları, nefesine karışan o sıcak nefes ve karanlığa inat açtığı gözlerinin tam karşısında bir çift zeytin. Onun için hayalden öte, gerçek olamayacak bir rüyaydı. Ama hepsini yaşamıştı, o bitmesin istediği dakikalar, doktorların gelişi ile son bulmuş. Bir daha hiç o kadar yaklaşmamıştı sevdiceği ona, ama önemli miydi? Asla...asla değildi, ona 'canözüm' demişti çiçeği, hiç birşey önemli değildi.

 

Onu bütün bu duygu yoğunluğundan çıkaran şey, eve gelen Murattı.

Bir selam verip oturmuştu karşısına, önce hal hatır sorup esas geliş sebebini açıklamıştı.

 

Konuşmuştu, Seyyid'in bildiği, günlerdir düşündükçe daha da battığı, çıkışını bulamadığı, çıkmaz sokaklarından kurtulamadığı her bir derdini sakince yüzüne söylemişti. En sonunda erteleyelim düğünü, seneye nasip kısmet ama bu sırada 'sakın ha görüşmeyesiniz' deyip bitirmişti sözlerini. Yorgun gözlerle tek kelime etmişti Seyyid

 

"Haklısınız"

 

Murat ne zaman gitti, cocuklar yanına mı geldi, onlarla nasıl sohbet etti, annesi yemesi için birşeyler mi getirdi?

 

Kayboldu herşey birer birer

Daha sabah gözünü her kapattığında gelen çiçeğinin hayali bile buhar olup karışmıştı havaya

Beklemek sorun değildi, en çok beklemelere alışıktı lakin Murat'ın cümlelerinde ki bazı sözler yıkmıştı dünyasını. Farkında olduğu ama iteklediği düşüncelerde boğulmaya başlamıştı.

Rızık derdi yoktu, asla da olamazdı.

'Rızkı veren Yaradandı' bu inancı, babası işlemişti zihnine, yüreğine, şah damarı üzerindeki imanına. Yıllardır fabrikayı ekmek kapısı vesile kılmıştı Rabbi, o da canını dişine takmış, hakkı olanı helal yoldan kazanmak için çabalamıştı. Şimdi elbet başka bir yer gösterecekti, o da yine helalinden tüm gücüyle çalışacaktı en baştan.

 

Alçıda ki ayağı, kolu...öylece baktı onlara. Ümitsizlik yok dedi kendine, Yaradan yol gösterecekti.

 

Üç evladı...anası...yâri

Onları zorda bırakmazdı ama...

Çok istemişti Zehra'ya düğün yapmayı, kenara ayırmaya başlamıştı bile. Çiçeğini, onun hakkettiği gibi getirecekti yamacına, hayali hevesi kalmasın, her istediği olsun diyordu kendince. Ama şimdi...düğün için kenara koyduğu o birazcık para, evinin rızkı olacaktı, bir süre idare ederdi onları. Sonra bir kalksın ayağa bulurdu, helalinden olsun da her işi yapardı.

 

İçine çoraklanmaya başlayan derdi başkaydı, abisinin dediklerinde anladığı başka bir gerçek. Çiçeği gidiyordu ondan, böyle böyle koparacaklardı yüreğinden.

 

Kaç gündür görmemişti

Bir kere daha izlese gülüşünü, bıraksa kalbini o sağ yanağında çıkan gül çukuruna.

Seslense ona, duysa kuş cıvıltılarını kıskandıracak melodisini. Özlem, yayılmıştı tüm hücrelerine. İlk defa o kadar yakınlaşmışlardı hastanede, sıcak nefesi bedeninde deprem etkisi yaratmıştı. Ama en çok kokusu...dünyanın tüm çiçekleri toplanmış, kokularını bu kız için feda etmişlerdi. Ne reyhan, ne lavanta, ne gül ne karanfil başkaydı bu koku, fazla güzel, tahminlerininin ötesinde. Bir kere çekmişti ciğerine, nasıl duracaktı artık. Görmeden kolaydı, duymadan dayanabiliyordu, onu bilmeyen bir kıza sevdalı olmak katlanılırdı.

 

Yanındaki masanın üstünde, bir tabak şekerpare öylece duruyordu. Onun için yapılmış, yapanın narin elleri ile sevgisi işlenmiş bekliyorlardı.

Peki ya o nasıl bekleyecekti.

Onun da aynı hisleri paylaştığını düşünürken, uzak kalmak.

 

Hava kararmış ay yıldız bile kavuşmuşken, derin düşüncelerde bulamıyordu kendini adam. Kapıda onun bu halini gören annesi, öylece izliyordu bu hâli. Ne sordu ne konuştu, isterse anlatırdı diye düşündü yine. Bugün ki, konuşulanları o da duymuştu, ki Fatma kadında artık düğünün ertelenmesi taraftarıydı. Ama oğlunun hâli...

 

Annesinin varlığını hissetmiş, gözyaşları ile dolan kuyularını çevirmişti

 

"Yapamam ana, artık olmaz. Onun da benim için atan yüreğini gördükten sonra olmaz. Dört yıl ana dört yıl.." oğlunu en son yavrularını kucağına aldığı o gün görmüştü bu kadar gözü yaşlı, şaşkınlıkla dinledi kapının önünden.

 

"Dört yıldır yanıyor burası ana" yumruk yaptığı elini kalbine götürdü adam, vurdu defalarca "örgülü bir saça vuruldum, bir çift zeytinle öldüm sonra bir gülüşü ile tekrar döndüm hayata, bir adım uzağında bile onsuzluktan nefesim kesilirken, aylarca onu görmeden ne yaparım ben ana"

Loading...
0%