Iyi okumalar
Günler birbirini devirmiş, haftalar durmaksızın geçip durmuştu.
Bekler miydi zaman,
'Acın var hızlı mı akayım?' derdi
'Sevincin var yavaş mı geçeyim?'
Kavaklı köyü genç bir yiğidin ölümü ile sarsılmış, çokça konuşulmuştu. Şimdi aylar geçmiş, ateş düştüğü yeri hâlâ yakarken gerisi için bir hikayeye dönüşmüştü.
Ölen damadın ailesi bu acıyla yerlerinde duramamış, ilçedeki büyük oğullarının evine taşınmıştı, arkalarında bıraktıkları dedikodudan da, yaşattıkları yıkımdan da oldukça uzaklaşmışlardı. Ölen gencin annesi Nezihe kadının, zaten en başından beri istemediği gelin kızı Zehra'yı, cenaze evinden kovması yeni bir dedikodu malzemesi olmuştu köy hatunları arasında. Kocası, abisinin kızıyla evlendirmek istemişti oğlunu, ama Nezihe hiç istememişti. Lâkin oğlu da onay verince sesi çıkmamıştı, ölüm gelipte kapılarını çalınca, yaralı ana yüreği bir suçlu aramış ve en yakınında o genç kızı görmüştü. Zehra'nın utangaçlığını, en başından itibaren soğuk olmasına yormuş, sessizliğine, sinsilik demişti. Eltisine olan hasetliğini, genç kıza yöneltmiş, her buluşmalarında, zeytin gözlerini dolduracak cümleler sarfetmişti karşısında. Ne karşılık görmüş ne saygısızlık edilmişti ona, ama buna rağmen devam etmişti her defasında. Hatta buna da bir kulp bulmuş, 'pek bir oyunlu, evlenince çıkacak asıl yüzü' demişti kendi kendine. Oğlunun acısı düşünce yüreğine, içindekiler dışına taşmış, taziye zamanındaki kalabalıklığı önemsemeden, bağırmıştı "senin yüzünden" "yaktın oğlumun başını" daha niceleri dökülmüştü dudaklarından. Ne karşısında ağlayan kızı umursamış, ne de onu susturmaya çalışan diğer yakınları. İlk zamanlar herkes 'acıyla konuştu' demişti de, zaman geçtikçe değişmişti konu...bir uğursuzluk vardı bu işte. Nezihe kadın çoktan kapısını bacasını kapatmış ilçeye taşınmıştı, arkasında bıraktığı yıkımdan habersiz. Ancak kul unutsa da unutmayan vardı, adalet sadece ahirete kalmazdı.
Seyyid bir iş dönüşü cenaze evine gitmiş, kafası yerde girip çıkmıştı, öyle bir ortamda kendi kalbinin derdine düşmekten utanmış, sevdiğini uzaktan da olsa yaralı görmekten çokça korkmuştu.Yüreği "Zehra" çığlıkları atsa da, biraz dizginlemiş, zamanı değil diye kesmişti çığlıkların nefesini.
Bilse...sevdası orada bile değil
Bilse...sevdası ayrı ateşlerde yanıyor, ona bir damla su bile olsa taşır söndürmeye çalışırdı. Ama bilmiyordu, yıllarca da bilmeyecekti.
Bir garip ana, bir çalışkan adam, üç anasız yavru. O kadar kendi dünyalarına dönük, dışarıya kapalı bir hayattı ki onların ki, dedikoduyu sevmeyen yapıları, görüştükleri az insanla, fazlasıyla huzurlu ve sessiz bir yaşam sürüyorlardı. Köyün dedikoduları onlara gelmeden, sokağın duvarlarına çarpıp kayboluyordu.
Ölümün ardından aylar geçmiş, köşe başlarında, çeşme yanlarında, kahve masalarında yapılan dedikodular almış başını gitmişti. Seyyid ile Fatma kadını sorsanız, çocukların arka arkaya çıkardığı kızamıklarla uğraşıp durmuşlardı. Hastane ile ev arasında geçen haftaların sonunda, üçüzler yavaş yavaş kendilerine gelip, neşelerini bulmuştu. Evlatlarının hastalığı o kadar meşgul etmişti ki Seyyid'i, Zehra aklının bir köşesini işgal etse de, oturup da ne yapacağını düşünmeye fırsat bulamamıştı. Kahvaltı esnasında, yine eskisi gibi konuşup, bıcır bıcır seslerini duyduğu yavruları ile şükürler etmişti ana oğul.
Hava mı güzeldi bugün, serçelerin sesi ne kadar neşeli çınlıyor, kavakların uğultusu fazla mutlu geliyordu kulağına. Minibüse yetişmek için hızlıca evden çıkarken, bir deli cesareti mutluluk sarhoşluğu ile dönüp anasına "akşam seninle önemli bir konu konuşacağım ana" bile demişti. Evladının hastalıktan sağlığa geçtiğini gören her ana baba gibi sevinci taşıvermişti işte ve ileride 'keşke' dememek için, anasıyla konuşacak en azından görücü gitmesini sağlayacaktı. Olmazsa 'nasip' der, saklardı sevdasını yüreğine...'adım atmıştım ama kaderde yoktu' diye sarardı sevdalı yanlarını. Zehra dan başkası giremezdi artık, kalbinin her karışına onu ekmişti, istese de sökemezdi. Yâr diye alamasa da kollarının arasına, dökülemese de iki dudağın arasından ismi, bir ömür her bir zerresinde saklamaya razıydı. Bir de diğer ihtimal vardı...ya olursa. İşte o gün kuş olup uçabilir, yaprak olup karışabilirdi, bir meltem esintisine. Bir kere bile baksa gözlerine, ölüm fermanını yazabilirdi.
İhtimaller...olmazlar...ya olursalar.
Düşüncelerle yürüdü, farketmediği ama yüzünde yer edinen ufak bir tebessümle bindi minibüse. Bir ara kapatıp gözlerini hayal bile kurdu, özenle yetiştirdiği çiçeklerinden yaptığı buketleri sevdiğine verdiğini düşündü.
Mutlu olur muydu...sever miydi?
Minibüsün yavaşlaması ile içerde başlayan uğultu, açtırdı gözlerini, sıyrıldı hayal aleminden. Karşı yoldan gelen 7-8 kişi vardı, bir ikisi ata bir ikisi eşeğe binmiş, aracın yanından Kavaklıya doğru gidiyorlardı.
"Bunlar Kızılca'dan geliyorlar" şoför sesli söylese de, kendi kendine konuşur gibiydi
"Sabah sabah ne işleri var bizim köyde"
Hemen arkasında ki adam da ayak uydurmuştu ona.
"Önemli olduğu belli baksana"
En arkadaki genç atlamıştı konuya,
"Benim hanım söylediydi, şerbet içmeye gelecekler aşağı köyden diye" orta yaşlarındaki adam, bir yandan küçük pencereden bakıyor bir yandan bilmiş edasıyla cevap veriyordu.
"Sabah sabah ne şerbeti be Orhan" bir gülüş peydah olmuştu adamların arasında
"Ne bileyim ben" bu sefer daha da yükselmişti gülme sesleri.
"Benim kız diyordu, Ibrahimin kızı aşağı köydeki bey oğlu ile evlenecek diye, bu iş o iş olmalı" Minibüs tekrar hızlanmıştı da, Seyyid'in kalbi yavaşlamıştı. 'Hangi İbrahim?' diye bağırmak istiyor, ama taş kesilmiş bedenini hareket ettiremiyordu. Şoförün yanındaki genç duramadı sordu, "Hangi İbrahim, Asım amca"
Orta yaşlarının sonunda olsa da, ekmek derdiyle hâlâ fabrikada çalışan adam, umursamaz tavrıyla cevap verdi.
"Hani aylar önce, nişanlısı ölen bir kız vardı ya" minibüste onu dinleyenler başını salladı aşağı yukarı "he işte o" onaylayan mırıltılar eşliğinde başka bir sohbet konusu açılmış ve devam etmişti adamlar. Tek biri dışında, yine geç kaldığını farketmenin acısını yaşayan biri. 'Nasipte yokmuş demek ki' diye düşündü. Yoksa herşeyi böylesine arka arkaya yaşamaları, tesadüf olamazdı.
Zamanı gelmemişti oysa...herşeyin bir zamanı vardı ve akrep ile yelkovan onlar için dönmeye başlamamıştı daha.
Fabrikaya gidene kadar kapattı gözlerini, bulunduğu yerden sıyırdı ruhunu. Bedeni indi araçtan, ekmek teknesi olarak düşündüğü binaya girdi, üstüne iş tulumlarını geçirdi, makinenin önüne geçti ama ruhu çoktan çiçek tarlasının önünde diz çökmüş, kaderine boyun eğmiş, geç kalmışlığının pişmanlığı için gözyaşı döküyordu.
Öğlene kadar durmaksızın çalıştı, molaya çıkınca aldı eline yemek tepsisini, burada tanıyıp da, muhabbet ettiği Sefa'nın yanına oturdu.
"Hayrolsun Seyyid, pek bir durgunsun bugün. Bugün dertli olan tek ben değilim anlaşılan" arkadaşının buruk bir sesle başlayıp, mırıldanmaya dönen konuşmasıyla, kafasını tepsiden kaldırıp baktı Seyyid "asıl sana hayr olsun Sefa, ne derdin var?" Sanki bunun sorulmasını bekler gibi, derin bir 'of' çekti adam.
"Sorma hiç sorma" devam edeceğini bildirir gibi, çekti önünden yemek tepsisini
"Hani geçen hafta, yetiştirilmesi gereken iş var diye, şu uzaktaki şehre buradan eleman istemişlerdi ya bir aylığına, bende kabul etmiştim" yaptığı hatanın pişmanlığı ama mecbur kalmanın mahcupluğu ile "malum yeni evlendim, düğün borçları çok. Bir ay içinde burada kazandığımızın iki katı teklif edildi, iyi olur diye düşündüydüm. Ama benim hanım şeymiş-" konuşmanın başından beri morali bozuk olan yüzü aydınlanmış, hafif bir tebessüm bile yer etmişti. Seyyid arkadaşının sözünü kesmeden devam etmesini bekliyordu "-şeymiş yani hamileymiş" İki adam da gülmeye başlamış, Seyyid, yeni baba adayının omzuna vurarak mutluluğuna eşlik etmişti "bu ne güzel haber böyle, kucağınıza almak da nasip olsun" deyip içinde bulunduğu buhrandan uzaklaşmıştı. Evlat onun tek kaçış noktasıydı.
"Öyle öyle ama işte işler karıştı. Diğer fabrikaya bugün gidilecek, usta başına söyledim kızdı 'olmaz ille de geleceksin, herşey ayarlandı' diyor. Evde hatun, 'ben böyleyken hiçbir yere gidemezsin' diyor. Kaldım öyle iki tarafı- neyse işte anladın beni" Seyyid hiç düşünmedi, acaba nasıl olur demedi, içinde uzaklaşmak isteyen benliğine ayak uydurdu
"Ben giderim senin yerine" dört kelime döküldü dilinden, gidemezdi, asla bırakamazdı çocuklarını hem de bir ay gibi uzun bir zaman dilimi için ama durduramıyordu iç sesini.
Sefa şaşkınlığını gizleyemedi "sen mi?" Kafasını onaylama niyetine sallayan adamı görünce tekrar sordu "Abi sen, 'çocuklarımı bırakıp gidemem' demedin mi önceden"
Seyyid gözlerini yemekhanenin duvarlarında gezdirdi önce, aklında olan iki niyetten birini söyledi hemen "haftalardır hastalıkla uğraşıyoruz malum, hastane ilaç derken çok açıldık. Aldığımızın iki katı, buna ihtiyacım var" mahcubiyetin sesi ile fısıldadı son cümlelerini, Sefa işte şimdi anlıyordu karşısındaki adamı "hayde o zaman usta başı ile konuşalım hemen" İki adam da aynı anda kalktı ayağa "ama bugün gidilecek, köye gitmeye fırsatın olmaz, ben sana birkaç kıyafet ayarlarım ama haber etmen gerekiyor evdekilere" Ne yaptığının farkında değildi Seyyid, arkasına sığındığı geçim derdi, gerçekti. Ama onun da yanında olan yürek yarası daha derindi. Ancak baba tarafının, evlatlarından o kadar zaman, uzak kalmaya dayanamayacağını bilmiyordu.
Ustabaşı ile konuşulmuş, fabrikada ki telefondan köyün muhtarın aramış annesini telefona çağırmıştı.
Fatma kadın muhtarın eve gönderdiği çocukla, arandığını öğrenmiş, içinde peydah olan korku ile üçüzleri ahretliğine bırakıp gitmişti köy odasına. Bir saat kadar sonra arayan oğluyla, yüzü iyice düşmüş hüzünlü bulutlar yerleşmişti gözlerine. "Gidecem ana" demişti. Bir aylığına bilmediği bir şehre, ekmek derdine düşüp gidecekti. "Evlatlarım sana emanet, eve gelip de vedalaşmaya vaktim yok" içine giren kaygıyla onaylamıştı oğlunu. Köy odasının kalabalıklığı, sözlerini yutmasını sağlamıştı kadının. Allah izin verirde geri dönerse, fırçalayacaktı ama, koca adam demeyecek kızacaktı. Anasını, yavrularını böyle bırakıp gittiği için söylenecekti. Telefonu kapatınca, gözünden düşen yaşları sildi yazmasının ucuyla, anlıyordu elbet onu da, ekmek aslanın ağzında, geçim derdi yakalarındaydı.
Bir teşekkür mırıldandı çıktı köy odasından, meydandaki kalabalık dikkatini çekti. Çocuklardan fırsat bulup da gelmezdi buralara, kadın oturmaları desen senede bir ancak uğrardı. Yavaş yavaş yaklaştı kalabalıklığa "bu kalabalık niye toplanmış Emine" diye sordu uzaktan akrabasına
"Hiç sorma Fatma abla, aşağı köyden bizim köye şerbet içmeye geliyormuş bey tarafından birileri. Damat olan oğlun ölüvermiş yolda, akın akın aşağı köyden adam geliyor" eliyle ağzını kapatıverdi yaşlı kadın, pek acı bir olaydı bu. Oğlunun mürüveti diye çıkılan yol, cenaze yolu olmuştu demek ki. Durup dinlemedi edilen dedikoduları Fatma kadın, aklında ona emanet edilen torunları olunca hızlıca çıkıverdi kalabalıktan. Oysa birkaç dakika daha kalsa, kime görücü geldiklerini duyacaktı, bir beş dakika daha dinlese 'uğursuz gelin' lakırtılarını bilecekti.
Bir diger tarafta Seyyid, anasıyla konuşurken pişmanlık deryasına girmişti bile. Hasretlik zordu, kısa da olsa gurbetlik akıl işi değildi, ama bir kere 'giderim' demişti, dönmesi ona yakışmazdı.
Gitti Seyyid
Duygularım körelir, sevdamın ateşi biraz olsun söner diye.
Görmezsem duymazsam aynı havayı solumazsam diner Zehra'lı taraflarım diye.
Gelin olduğunu bilmesem, devam edebilirim yaşamaya diye.
İçinde çokça evlat hasreti, annesine duyduğu vicdan yüküyle...bilmediği şehre gitti.
Bir ay, bir sene gibi geçti adama.
Evlat kokusu, burnunun direğini sızlattı.
Kolları bile, özlemden kavruldu. Minibüsten nasıl indi, eve nasıl koşarak gitti bilemedi. Ne zamanki sardı kollarını yavrularına, kokladı saçlarından, bir nebze dindi hasreti. Ona küskün olan evlatlarının gönlünü alması çok uzun sürmedi de, sürekli laf söyleyen annesinin susması baya zor olmuştu. Haklılardı...
Ne deseler ne yapsalar, haklılardı. Bir anlık gaflet ile verdiği kararın ceremesini çekmişti Seyyid de. Tek bir iyi tarafı vardı, o da aldığı iki kat yevmiyesi. Onun dışında ne sevdası dinmişti, ne ateşi sönmüştü, üstüne bir de hasretlik gurbetlik çökünce, yüreği kaldıramamıştı adamı. Bir ay boyunca, acılarla boğuşmuştu.
Fabrikanın verdiği izin ile bir hafta boyunca evden çıkmadan vakit geçirdi evlatlarıyla, iznin son günü çıktılar yayla tarafına. Saatlerce yürüyüp sohbet ettiler, köyün iç taraflarından gelen davul zurna sesleri dikkatlerini çekti. Henüz altı yaşına yeni giren üçüzler, merakla koşarak gittiler, tabi arkalarında babaları hızlıca takip etti onları. Sevdasının ezbere bildiği yollara gelince, tökezledi ayakları, durdurmak istedi yavrularını ama yapamadı. Korktu görme ihtimali olan şeyden, aklına düşen acaba mı sorusu, yakmaya başladı yüreğini. Köşeye dönen çocukların arkasından hızlıca döndü ve durdu. Kalabalıktan korkup duvar önüne sinen yavruların yanında öylece kaldı. Günlerce önünden geçip acaba görür müyüm diye bakındığı evin kapısı açıktı bugün. Mehmet'in koluna girmiş gelinlikli, yüzü kırmızı duvakla kapatılmış bir gelin vardı. Kapının önü araba doluydu, köyde bu kadar araç yoktu oysa. Bunun tek bir cevabı olurdu, şehirden gelmişlerdi. Köyden şehre gelin giderken olurdu hep, damat akrabaları ile gelir, gelin evinden alınırdı. Mehmet kollarında ki gelinle yürüdü, damat olduğu belli olan birine teslim etti kızı, arabaya bindirildi gelin, imam elini açıp dua etti, davul zurna sesi tekrar başlatıldı sonra, gençler bir el döndü ortada, sonra arabalara binilip kornalar eşliğinde gidildi kız evinden.
Gözlerinin önüne çekilmiş bir perde ile izledi bunları Seyyid, dumanlar vardı sanki göz bebeklerinde. Biri taş almıştı eline de ezmişti yüreğini, çocuklar da anlamış gibi sessiz kaldılar yol boyu. Eve geldiler, yemek yediler, oyunlar oynadılar. Seyyid oturduğu pencere kenarından kalkmadı hiç, ne konuştu ne yedi ne oynadı...oturdu ona yıllar gibi gelen bir süre boyu bekledi. Çıktı dolaştı, yürüdü ama bir damla bile akmadı gözünden. Ne zaman ki gece oldu, evlatları ondan bir daha çiçek masalı dinlemek istedi, işte o vakit tutamadı kendini.
Babalarının gözündeki kedere şahit olan küçükler sustular, o geceden sonra anmadılar bir daha, Ahsen sabaha kadar gözyaşı döken babasına bakıp üzüldü ve o günden sonra başladı küçücük avuçları ile büyük dualar etmeye. Bir masumun dilinden dökülen dua, zaman çarkına işledi.
#######
Günümüz
Bir kez daha şükretti, karşısındaki manzara karşısında adam. Evlatları bir tarafta, sevdiği helali olan çiçeği bir tarafta oturmuş, kahvaltı ediyordu. Anası evliliğiniz ilk günü demiş gitmişti evden. Gözleri görmese karşısında Zehra'sını, inanmazdı dün onunla evlendiğine.
Olmazlar o kadar çoktu ki kalbinin odacaklarında, şu an ki hâlleri rüya gibi geliyordu. Öyle yanmıştı ki ateşlerde, hayal gördüğünü bile düşünmüştü bir ara.
Uzun zamandır aklında olan bir soru için döndü karısına başını, çocukların kendi aralarında muhabette daldığını fark edince, biraz daha kıstı sesini
"Zehra'm, yıllar önce sizin evden bir gelin çıkmıştı, çocuklarla oradan geçmiştik de görmüştük düğün alayını"
Zehra, mutluluk denizlerinde yüzdüğü evliliğinin ilk sabahında, gelen soruyla önce çattı hilal kaşlarını, evin tek kızı kendisiydi ama gelin çıkan ilk değildi
"Musa dayımı bilir misin, hani genç yaşta tarlada vefat etmişti. Onun kızı Selma Ablam gelin çıkmıştı bizim evden, Mehmet abimin de süt kardeşi olur hatta. Babamın içi rahat etmediydi o zaman, bizim ev de geniş olunca öyle karar verilmişti. Damat tarafı da şehirden gelecek olunca en iyisi bu diye düşünülmüştü. Yılda bir bayramlarda gelir eniştemle" zeytin gözlerini, sevdiği kuyulara çevirip baktı uzun uzun "sen niye sordun ki?"
Seyyid, yaşadığı acıya gülmek istedi, kendi sessizliğinin verdiği kederi ezip geçmek istedi ama ona pırıl pırıl bakan gözlere dalıp gitmek üzereyken hepsi boş diye geçirdi içinden
"Hiç...öylesine çiçeğim, öylesine"
Okur Yorumları | Yorum Ekle |