Yeni Üyelik
7.
Bölüm

Güller

@nevansi

Dayanamadım

Daha en son attığım bölümün üstünden 12 saat geçmemişken, gün boyu, attığım adımda, yediğim yemekte bu bölüm dönerken kafamda...dayanamadım.

Medyada ki türkü Zehra'nın söylediği türkü

İyi okumalar

 

 

Onbir ayın sultanı gelmiş, kurulmuştu dünya semasına. Ramazan hep bir neşe sevinç hâli, umuttan geçen bir köprüydü Müslümanlar için.

 

Kavaklı köyü de, karşılamaştı mübarek ayı. Dün ilk teravihler kılınmış, gece sahurlar edilmişti.

 

Yürekler ramazan sevinci ile dolup taşıyordu ama bir yürek daha vardı ki içindeki sevinç taşmakla kalmamış, evin tüm odalarına dağılmıştı. Bir konuşsa hatta bir koşsa tüm köyün sokaklarında dağıtırdı neşesini dağa taşa, uçan kuşlar bile ondan nasibini alırdı.

 

Saçlarını savurarak çıksa şu takkeli dağa, kollarını açıp karşılasa rüzgarı sonra avazı çıktığı kadar bağırsa en tepede...belki o zaman içinde ki sevinç biraz olsun taşmayı bırakırdı da rahat bir nefes alırdı. Sahi ne diye bağıracaktı, neye seslenecekti daha doğrusu kime...dili söylemese bile kalbi seslendiriyordu bir haftadır o ismi. Emindi ki bir delilik yapıp çıksa dağın zirvesine tek isim dökülürdü dudaklarından

 

Seyyid

Seyyid

Seyyid

 

Yüreği böyle çarpar mıydı insanın

Karnında bir serçe kanat çırpıyordu sanki

Gözleri bir çift göz arıyor

Kulakları, duyduğu bir çift sözü tekrar duymak için çınlıyordu.

 

Ne güzel demişti öyle "İki gözümün çiçeği" diye. Zehra, çiçek demekti. "Ben onun çiçeği miyim?" diye soruyordu kendi kendine sürekli bir haftadır. O zaman o kuyu gözlü adam da "benim mi sayılıyor" diye düşünürken gülüyordu sürekli.

 

Kapılmıştı bu heybetli adama, bu kadar çabuk nasıl olmuştu bilmiyordu. Gerçi bu işler nasıl ne kadar zamanda olur onu bile bilmiyordu ki.

 

Ama her gece son gördüğü şey bir çift kara göz, her sabah uyanmadan kulağına dolan bir nida, onun "Zehra" diye seslenişi, gün boyunca yüreğinin onun ismini dillendirmesi. Sevda nedir bilmiyordu da, yaşadığı hislerin büyüklüğü ile Leyla olmuştu.

 

O leylaydı, Mecnunu görünce anlamıştı.

 

Ev ahalisi, kızın yıllar sonra gülen yüzü, yanaklarındaki gül gamzeleri ile bu işin içindeki hayrı görür olmuş, onun neşesine eşlik eder olmuşlardı.

 

Yengeler, sevdaya düştüğünü anladıklarından, onu gördükçe kıkır kıkır gülüp bir de damadın adını söyleyip utandırmakla meşgullerdi. Yemek yaparlar "senin ki sever mi" diye konu açar, kızın saçlarını tararken görüp "acaba seni böyle görse ne yapar" diye yanaklarının kızarmasına sebep olurlardı. Sanki yeterince utangaç değilmişcesine daha da üstüne giderlerdi.

 

Anne babası kızın gülen gözleri ile birer şükür namazı kılıp devamlı olması, Allah'ın tamama erdirmesi için dualara başlamışlardı.

 

Abileri bile kız kardeşlerin bu haline hem şaşırmış hem de içten içe mutlu olmuşlardı. Bir hata yapıp da Kenan'a verseler hali nice olur diye, pişmanlık kavuruyordu kalplerini. Ama gururdan bunu dışa vuracak cesaretleri de yoktu. Kendilerince haklı çıkarıyorlardı yaptıkları hataları, adı çıkmış bir bacıları vardı. Tüm köy onu konuşurken, ilk gelene vermek en mantıklısı idi onların nazarında. Oysa elinden de, dilinden de, kimseye bir zarar gelmemiş gül goncalarını, başkalarının sözleriyle soldurmak istemişlerdi.

 

Yeğenleri desen ayrı bir dünya. Daha bebek olan ikili için değişen birşey yoktu da, okula giden dörtlü için büyük bir olaydı bu durum. Halil, gözünün gördüğü en güzel gözlere sahip Ahsen ile halasının aynı evde yaşayacak olması ne zaman isterse onların evine gitme ihtimali ile coşuyordu günlerdir, Ayşegül desen halasının üçüzler hakkındaki tüm sorularına cevap veriyor. Bilmediği sorulara ise, ertesi gün okulda çocuklara sorup, gelip yine halasına anlatıyordu.

 

Mesela, en çok sevdikleri rengi sormuştu biricik halası. Gidip tek tek sormuş, bir heyecanla söylemişti akşam eve gelince.

 

Zehra çocuklar hakkında öğrendiği her bir bilgi ile katlıyordu merakını. En sevdikleri renkleri öğrendiği günün gecesi kaçmıştı uykusu. Bir hevesle mutfağa girip erişte hamuru yoğurmuş sonra da ayırmıştı üç bezeye.

 

Kırmızı seven Ahsen için, bezelerden birini pancar suyu ile

Yeşil seven Selim için, birini ıspanak suyu ile

Sarı seven Yiğit için ise, havuç suyu ile tekrar yoğurmustu hamurları.

 

Üç çeşit, üç renk beze, üç farklı erişte (makarna) ayrı ayrı pişirip özenle kesmişti.

Gördüklerinde mutlu olma ihtimalleri, yerken gülecek gözlerinin sevinci, hiç görmese de içine düşen sevgileri ile hiç yaşamadığı duygular kaplıyordu ruhunu.

 

Günler böyle geçmiş Ramazan gelmişti. İlk teravih kıldıkları dün akşam, cami çıkışı durdurmuştu Fatma kadın, yeni dünürü Gülsüm'ü.

 

İlk iftarı bizde açalım demişti. Adetti, şerbetten sonra gelinin ailesi damat tarafına iadeyi ziyaret yapardı. Belli ki bunu ilk iftar günü ile yapıp daha da önemli hale getiriyordu yaşlı kadın. Gerçi evde ki üç haytanın da katkısı vardı fazlaca, "Çiçek abla" diye bir söylenti dolaşıyordu sürekli. İlk zaman anlamamış, kendi oynadıkları bir oyun sanmıştı da büyük hayta olan oğlu da "Çiçek şöyle Çiçek böyle" diye konuştukça kavramıştı durumu.

 

Evde Zehra yolu gözleyen dört yürek vardı, o çiçeği eve getirmek farz olmuştu. Eee bu işi en iyi Fatma kadın ayarlardı. Gelin kızı bir salınsın evinde de, onu bekleyen gözler hasretliklerini gidersin istiyordu. En çok ta Seyyid için, biliyordu...kirpikleri bile titriyordu o ahu dilbere.

 

Gülsüm kadın biraz mahcupluk biraz da çekingenlikle "pek kalabalığız, zahmet etmeyesin" demişti ama, sözü nafile kalmıştı Fatma'nın çatılan kaşları ile

 

Zehra, içi kıpır kıpır dinliyordu yanlarında. Mavi yazmasının kenarındaki gül oyasını parmaklarıyla oynarken çıkıvermişti kelimeler dilinden

 

"Fatma Anne tatlıyı ben yapayım mı?" Gülsüm bile kızının bu çıkışına şaşkınlıkla bakmıştı. Fatma desen 'anne' dediğine mi sevinsin, teklifine mi bilemeden, avuç içleriyle sevmişti genç kızın al yanaklarını

 

"Olur güzel gelinim çok güzel olur. Hem biliyon mu Seyyid tatlıya bayılır" gerçi sen zehir versen de yer benim oğlan diye geçiriyordu içinden. Ama sesli söylese bu kızın gireceği hâli tahmin edip, başını salladı gülerek.

 

İşte böyle bir akşamın sabahı idi, Zehra'yı mutfakta düşüncelerde bırakan.

Elinin tersi yanaklarında, saatlerdir yapacağı tatlıyı düşünüyordu. Çocuklar için yaptığı erişteleri ayrı ayrı kavanozlara katmış, kapaklarına renklerine göre şerit ile fiyonk bile yapmıştı. Fatma annesi için, sandığı açıp işlediği en güzel gül desenli havlusunu çıkarıp, bir de güzel desenli kumaş ile bohça etmişti.

 

Bir Seyyid kalmıştı

Ona tatlı yapacaktı ama aklına gelen hiçbir tatlıyı ona yeterli bulmuyor, sevmez mi, yemez mi, sorularıyla dertleniyordu. Bir de akşam onunla göz göze gelme ihtimali vardı ki, kalbi çarparken duracak diye korkuyordu. İçinde yeni keşfettiği duygulardan, bir duygu daha vardı ki...onu göreceği an için saat dakika sayıyordu.

 

Gözlerini kapattı, bir meltem esti, burnuna bir gül kokusu geldi. Yapacağı tatlıya tam da o an karar verdi. Gül tatlısı...

 

Zehra bilmese de ona gelen gül kokusu çokta uzaktan değildi.

 

Çocuklar bugün evlerine gelecek misafirleri, büyük bir coşkuyla bekliyordu. Bir yandan babalarıyla evi temizlemis, bir yandan mutfakta yemek hazırlayan Fatma nineleri ile Ayşe ninelerine yardım etmişlerdi. Selim patatesleri getirmişti kilerden, Yiğit sarımsakları soymuş, Ahsen yumurtaları karıştırmıştı.

 

Kendilerine verilen görevleri yerine getirdikten sonra, aralarında konuşup çıkmışlardı çiçek tarlasına.

Çiçeğe en güzel çiçek verilir diye düşünmüş, gözlerine en güzel görünen güllerden toplamaya başlamışlardı.

 

Onların topladığı güllerin kokusu, başka bir evde yapılan gül tatlısına ekleniyordu. İkisi sevdalı, üçü sevgi yüklü yürekler birleşmek için hazırlanıyordu. Bir aile olmak için çırpınıyordu ruhları...

 

Yemekler yapılmış, çorbalar kaynatılmış, sofralar kurulmuştu. İki gelinin bebekleri küçük olduğundan ayrı ayrı iki odaya iki sofra kurmuştu Fatma kadın. Gelinler, bebekleri ile ilgilenmek için kalkmasınlar sofradan, çekinmeden yesinler diye. Seyyid bozulmuştu bu duruma da, ses etmedi annesinin diline düşmemek için. Zehrasını izleyebileceği tek zaman, herkesin yemeğe daldığı o vakit diye düşünmüştü oysa. Kendi yemese de olurdu, önce gönlümü doyurayım diye diye geceyi zor çevirmişti güne.

 

Kapı çaldığında Seyyid başta yanında üç yavrusu bekliyorlardı ayakta, Fatma hallerini görünce hem gülmüş hem söylenmişti.

 

Gelenler bir bir girdi buyur edildikleri eve, her gelene 'bu o mu?' diye bakınıyordu oğlanlar, her defasında bir 'cık' sesi geliyordu Ahsen'den.

 

Seyyid desen, her gelene bir 'hoşgeldiniz' sözü ile eliyle içeriye buyur ediyor. Bir sonra ki gelen 'o mu?' diyerek gözleri tekrar kapıyı buluyordu.

 

Anne, baba, abiler, yengeler, yeğenler derken bir ara "unuttular mı benim çiçeğimi" telaşı sardı yüreğini, ihtimali imkansız olan bu durum bile yıkmıştı çehresini. Ta ki kızı Ahsen'in heyecanlı ama fısıltılı çıkan sesine kadar

 

"İşte işte o, bakın çiçekli beyaz elbise giymiş. Aynı kendi gibi" üç kafa dönmüştü ilk kez görecekleri ama yıllarca her gece masalını dinledikleri Çiçek ablalarına

 

Seyyid yine uçurmuştu sevda kuşunu, konmuştu al yanakta ki bir çukura. Sahi orada yuva yapsa ya bu kuş, ayrılmasa gül yarinin gamzesinden.

 

"Çok güzelmiş"

"Aynı papatyalar gibi"

"Bence güllere de benziyor"

"Anlattığım kadar güzel değil mi?" Ahsen'in dediği ile onayladı iki oğlan da onu.

 

Seyyid duyuyor ama cevap veremiyordu yavrularına, zaten bir o duyuyordu onları.

 

Elinde bir tepsi, kolunda bir bez çanta ile girdi Zehra eve. Seyyid bir hamle ile geçti önüne, seslenmeden aldı elindeki tepsiyi, daha onu görür görmez elinin nasıl titrediğini görmüştü çünkü.

 

Seyyid elinde tepsi ile mutfağa giderken, eğildi Zehra üç meleğin önünde. İki dizi üzerinde durmuş, izliyordu yüzlerini. Ne dese söze nerden başlasa, kendini nasıl tanıtsa bilemedi. Çok düşünmüştü de, yol bulamamıştı.

 

Çok güzellerdi bir kere, birine baksa aklı diğerinde kalıyordu. Konuşamayacağını farkedince açtı kolundaki bez çantayı, çıkardı üç kavanozu.

 

Çocuklar onlara gözleri dolu dolu bakan bu genç kızdan alamamışlardı bakışlarını. Bu Çiçekti...Bu Çiçek ablaları idi. Ama başka birsey daha vardı sanki, kimsenin gözlerinde görmedikleri bir duygu bir sıcaklık...bilmiyorlardı bir anne şefkati nasıl olur, sıcaklığı nasıl hissettirir.

 

Elinde gördükleri içi renkli erişteler ile dolu kavanozlarla önce şaşırmış sonra sevinç nidaları atmışlardı

 

"Yeniyor mu bunlar?"

"Nasıl renkli yapabildin ki sen erişteyi?"

"Hihhh kırmızı en sevdiğim renk"

"Vaayy sarı da benim olsun"

" Hayır nasıl bu renk oluyor, yeşile yaprak mı kattı acaba"

"Ayy kavanozda kurdele de var"

 

Başlamışlardı aynı anda konuşmaya yine, Zehra kime ne diyeceğini bilmeden, kafasını çeviriyor, sorulara yetişemiyordu. Arkadan gelen kısık bir gülme sesi ile dizlerinin üstünde durduğu yerden kalktı ayağa ama dönmedi bakışları adamdan yana.

 

"Önce iftarı açalım, yemeklerimizi yiyelim eminim sonra Zehra ablanız sorularınızı eğer tek tek sorarsanız, cevaplayacaktır" çocuklar, babalarını onaylayıp, kendi sevdikleri renklerle dolu olan kavanozları alıp çekilmişlerdi odalarına. Bu konuda kafa kafaya verip bir konuşmaları gerekiyordu.

 

Zehra, çocukların arkasından hayranlıkla bakmaya devam etti, ta ki tekrar o sesi duyana kadar

 

"Tahminen bana ne zaman böyle bakarsın Zehra'm" bu adamın, bu kızın kalbi ile derdi vardı. Lakin dayanmazdı yüreği böylesi sese, böylesi sözlere, bir de cesaret edip baksa gözlere...

 

Bir cesaret döndü Zehra yönünü adama, gözünü çeviremese de sakalına dokundu bakışları.

Seyyid ona bakmayacağına o kadar emindi ki, afalladı. Sevdiği tarafından izleniyor olmak, kuruttu boğazını. Yok oruçtan dedi iç sesi, sevdadan dedi yüreği.

 

Ve ezan sesi kendine getirdi, birbirine kavuşmak için kanatlanan iki gönül kuşunu.

 

İftarlar açılmış, sohbetler edilmişti. Tatlı iki tabağa bölünmüş, erkek sofrasında ne hikmetse Seyyid'e daha yakın konulmuştu. Yemeklerden yemiş miydi anlamadı ama tatlıyı o bitirmişti. Acaba kaldı mı diye bir tur da dönmüştü mutfakta.

 

Sofralar kalkmış, çaylar içilmişti. Teravih için hem erkekler hem kadınlar birlikte kalkmış yola çıkmıştı. Erkeklerden bir Seyyid ile Mehmet kalmış, bahçede çay içip eski oyun zamanlarını anıyorlardı. Kadınlardan da en küçük yengesi ile Zehra çocukların başında kalmıştı.

 

Ahsen ile Ayşegül'ün ertesi gün ki ödevi birlikte yapıyor olması, oğlanların yeğenleri ile kaynaşıp oyuna dalmış olması ayrı bir mutluluktu genç kız için. İlk kez geldiği bu eve olan aşinalığı, yeni tanımasına rağmen sanki yıllardır yanlarındaymış gibi hissettiği çocuklarla kendini hiç de yabancı gibi hissetmemişti.

 

Bir de o vardı tabi

Sanki ona olan yakınlığı, bedeninin varlığından bile önceye dayanıyordu.

 

Ahsen'in ayağa kalkışı, içinde bulunduğu düşünce deryasından çıkardı onu. O da takıldı minik kızın peşine, sanki bunu istermiş gibiydi.

 

Geldiğinde gezdirmişti Fatma annesi evi ve şimdi Ahsen'in girdiği oda çocukların odasıydı. Girip girmemek arasında kalırken, kapının onun için açılmış olması ile adım attı içeri.

 

Ahsen pencerenin kenarına oturup bekledi, bir elinde tarak bir elinde toka sessizce duruyordu. Zehra, kızın oğlanlardan daha sessiz olduğunu biliyordu. Onu anlamak için daha özenli olması gerektiğini de.

 

Önce tarağı aldı eline, taradı ipek gibi saçlarını bir yandan da kısık sesiyle başladı bir türkü söylemeye

 

"Yağmur yağar taş üstüne

İnce kalem kaş üstüne

Selam gelir baş üstüne

Vay dili dili, kuş dili dili"

 

Hem söyledi, hem de ördü küçük kızın saçlarını.

Kapının kenarındaki duvara sırtını dayamış onu dinleyen adamdan habersiz. Yine aynı adamın ona söylediği sözleri duymadan devam etti türküsüne

 

"Hoşgeldin çiçeğim, ömrümüze hoşgeldin"

 

🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹

 

Zehra elinde ki bir demet gülü solmasınlar diye toprakla buluşturmaya çalışıyordu. Bir haftayı geçmişti birlikte iftar davetinden döneli, o akşam ayrılmadan hemen önce vermişlerdi çocuklar bu gülleri, "senin için topladık" demişlerdi ya, hâlâ düşündükçe mutlulukla uçuyordu genç kız. Sevmişlerdi onu, hatta "Çiçek abla" diye seslenmişti oğlanlar. Ahsen desen saçlarını sermişti önüne, şayet mutluluk buysa şimdiye kadar hiç mutlu olmamıştı genç kız.

 

Bir haftadır suyun içinde tuttuğu gülleri bugün toprağa ekmeye karar vermişti. Tam bitti derken, dalgınlığına denk gelmişti de batmıştı parmağına dikeni.

 

Parmağındaki bir damla kan düştü toprağa, güneşin ışığı, gözünü kırpıştırmasına sebep oldu. Ve bir an, bir rüya sardı etrafını...iki hafta önce gördüğü o rüya, ellerinden su içtiği ama sonra kana bulanan avuçlar. İçi ürperdi...Bir sıkıntı sardı yüreğini, eli gitti kalbine, sanki çalacağını bilir gibi çevirdi gözlerini kapıya

 

Çok geçmeden bir ses duydu

"Babanne hala anneeee halaaaa"

 

Oturduğu topraktan kalkamadı Zehra, eli kalbinde bekledi gelecek olanı

 

Sesi duyanlar koşmuştu kapıya, nefes nefese kalan bir Halil başladı kesik kesik konuşmaya

 

"Muhtar amcaya...telefon gelmiş..ilçedenmiş, Fatma nineyi..onu götürdüler arabayla"

 

Halil çevirdi gözlerini halasının gözlerine, bunu ona söylemesi gerektiğinin bilinci ile

 

"Seyyid abi yani eniştem...fabrikada iş kazası geçirmiş...hastanedeymiş ama durumu iyi değil dediler"

 

Loading...
0%