@nevansi
|
Yazmak için uykumdan feda ettiğim bir gecenin sonundan bölüm atıyorum. Hayallerimde ki Seyyid ve Zehra'dan gözüm kapanmayınca, birazdan eşime hazırlamam gereken bir kahvaltı, gitmem gereken bir işim yokmuşcasına bölümü yazdım. Ama önemli mi asla😉 iyi okumalar...
Çok sıcaktı... İç bunaltan, yakan, kavuran en çok ta susuzlukla kıvrandıran bir sıcak. Çölde miydi yoksa dağın yamacında mı? Yazması neredeydi? Onsuz dışarı da çıkmazdı ama şimdi kara, dalga dalga saçları savruluyordu o koştukça. Koşmasa belki daha az susardı. Su...Bir damla su. Genç kız koşan ayaklarına baktı, kan mıydı bu kırmızılık. Yavaşladı yavaşladı...yavaşladıkça ayakların altındaki acısını hissetti. Koşarken nasıl farketmemisti sahi ayaklarında neden ayakkabı yoktu, çorap bile giymemiş miydi? Bastığı yerlere bakmak için döndü kafası, koştuğu toprak kan olmuştu. Toprağa karışan kendi kanının içinde parlaklıklar çarptı gözüne...camlara basarak mı koşmuştu.
Ne zamandır ayakları cam kırıkları içindeydi, ne zamandır kanıyordu da farkedememişti. Ağlamak istedi ama susuzluk daha baskındı.
Birkaç adım daha attı ve gördü. Ucunu bucağını, nerden başlayıp nerden bittiğini göremediği karanfil tarlasını.
Kırmızı karanfiller... Yüzlerce belki binlerce, ayağındaki kanın kırmızısına inat karanfillerin göz kamaştırıcı kırmızısı.
'Al karanfiller, ne de güzelsiniz.' Kelimeler dilinden mi döküldü kalbinden mi? Oturdu karanfillerin ortasına, parmak uçlarıyla dokundu yapraklarına, susuzluk tekrar yaktı boğazını. Yutkundu ama geçmedi yine kuruluğu. Güneş kamaştırdı yine gözünü, kapadı göz kapaklarını, bir gölge düştü önüne ve açtı telaşla.
Gözlerinin önünde bir çift el, avuçlarını birleştirmiş. Esmer uzun parmakları arasında damla damla su akıyor, kızın otururken toplanan elbisesine. Avuçlarının içi su dolu, o kadar damlasına rağmen hiç azalmamış. İçmesini istiyordu, susuzlukla yanan boğazının baskısına dayanamadı daha fazla genç kız. Önce avuçlarının altına koydu elini, daha fazla akmasın yere, ziyan olmasın istedi. Sıkı sıkı tuttuğu o büyük avuçların arasına dudaklarını götürüp kana kana içti suyu.
O ne kadar içerse içsin azalmamıştı sanki. Kafasını kaldırdı bu ellerin sahibini görmek için. Güneş o kadar parlak ve can alıcı ışık saçıyordu ki, yüzünü göremiyordu. Sol elinin tersi ile gölgelik yapmaya çalıştı gözlerine, görmek istiyordu ona su içiren kurtarıcısını. Silik bulanık bir gülümseme, güneşin ışığına rağmen parlayan bir tebessüm ama bir türlü net değildi. Gözlerini tekrar indirdi önünde ki ellere, olduğu yerde geriye sıçradı. Daha yeni ona can veren suyu içeren avuçlar, şimdi kan ile doluydu, parmak aralarından damla damla kan akıyordu. Bir uğultu duydu uzaklardan, önce anlamadı da sonra sesler yaklaştı sanki..."Uğursuz" "Uğursuz" "Uğursuz" sesler yaklaşıyordu, yaklaştıkça yükseliyordu. "Uğursuz"
Hayır hayır hayır...değil..değilim. Durun...susun lütfen.
Bir hışımla açtı gözlerini genç kız, sağına soluna baktı. Yattığı minderin üstünde, terlediği için ıslanmış yorganı ve yastığı. Rüyaydı...Ya da kabus. Yok yok rüya idi son ana kadar güzel bir rüya. O ellerden içtiği su nasıl tatlıydı, susadığından mı yoksa o avuçların sahibinden mi?
Neyse dedi Geçti dedi Bi rüya üstüne bu kadar düşünmemeliyim, temkinleriyle kalktı yataktan.
Bu sabah mutfağa en geç o girmişti. Herkesten önce kalkan Zehra, daha kimseler gözünü açmadan kahvaltıyı hazırlamaya başlayan Zehra, gördüğü rüyanın etkisinden çıkamamış haliyle de gecikmişti.
Çoktan hazırlıklara girişen yengeleri, kızın yüzünün halini görünce 'hastadır' diye düşünüp, üstüne düşmediler daha fazla.
Çiti kovalarında mayaladıkları yoğurtları koydular taslara, petekten kestikleri balı, daha geçen hafta çeşme başında yaptıkları tereyağın üstüne döktüler. Bez torbada, suyu aksın diye bıraktıkları çökeleği açtılar, dün gece annesinin açtığı yufkalara sarıp koydular kahvaltı sofrasına. Küçük yengesi bir koşu bahçeden taze salatalık, domates getirmiş yıkıyordu. Annesi bir köşede sabah yolduğu güneyikleri ayıklayıp sofraya yetiştirme telaşındaydı.
Evin nüfusu fazlaydı, abileri, yengeleri ve çocuklarla birlikte kalabalık geniş bir aileye sahipti Zehra. Evin dört erkeğininde tarlada çalışıyor olması sayesinde, yokluk görmemişlerdi çok. Rızıkları bol, kimseye el avuç açmadan götürdükleri bir hayat koşturmacasıydı onların ki.
Kahvaltı sofrasında, kaşık tabak sesleri, biten bardakları doldurma hızındayken, böyle düşünüyordu kız. Bu kadar rızkın içinde ne tat alabiliyordu, ne de boğazından bir lokma geçiyordu. Normalde gören zayıf demez, hafif balık etli haline güzel derdi. Böyle olunca da yemeği sevdiği düşünülürdü, gerçi eskiden severdi de. Ama sanki boğazında kalıyordu artık lokmalar, tatları havaya karışmıştı sanki, nimet deyip kendini zorluyordu yemeğe çoğu zaman.
Daldığı kederli halinden, babasının öksüren sesiyle çıktı. Kenarda ki toprak testi den bir bardak su doldurup uzattı babasına. Minnetle eline alıp içti yaşlı adam, sofrada göz gezdirdi ailesine, karısına hitaben ama gözleri üç oğlunda gidip gelirken başladı konuşmaya
"Akşama misafirimiz var hanım, hazırlıkları ona göre yaparsınız" Tüm bakışlar sözde evin reisi olan adama döndü, Gülsüm kadın sordu hemen
"Hayr olsun, yemeğe mi çaya mı?"
Kadının düşüncesi, kim olduğundan çok gelecek kişilere mahcup olmamak düşüncesindeydi, sorusu da ona göreydi.
"Şerbet içmeye gelecekler"
Zehra öylece kaldı babasının gözlerinde. Bu köyün adeti idi şerbet. Bir kızın verildiğine dair nişane. Bir kız verilmiş ise, daha istemeden konuldu ise adı, bir erkeğin adı ile yanyana, oğlan tarafı şerbet içmeye gelirdi. İstemeden verilmenin, gönlümüz razı demenin başka bir diliydi. Bazen istemeden birkaç gün sonra da şerbet içmeye gelirdi oğlan tarafı. İsteme olsa da, olmasa da gelin kızın yaptığı şerbeti içerse damat, onun helali gözüyle bakılırdı tüm köy ahalisi tarafından.
Ama belli ki isteme olmadan vermişti babası onu, şerbet içilecekti direk. Çoktan vazgeçilmişti ondan, gözleri doldu kafasını eğdi patikareli sofra bezine, birkaç damla düşmüştü bile. Tanımadığı, tanımak istemeyeceği 40 yaşındaki bir adamın helali diye anılacaktı bu akşamdan sonra.
"Ne zaman konuştunuz Kenan ile baba" en büyük abisi Murat, çayını yudumlarken sormuştu gayri ihtiyari
"Konuşmadım onunla hiç" dedi yaşlı adam da, oğlunun yüzünün halini incelerken
"Eee o zaman ne-" ortanca oğlu Mahmut daha sorarken, kesti sözünü babası.
Küçük oğluna dönerek sormuştu bu sefer, içlerinde hem en merhametli hem de kızına en düşkün olanın o olduğunun bilinci ile
"Mehmet, siz eskiden dengin Seyyid ile pek görüşürdünüz, niye kestiniz muhabbeti"
Sorunun sebebini de, babasının konudan konuya geçişine de anlam veremese de cevapsız bırakmadı genç adam
"Öyle çocukluk, ilk gençlik askerlik hep yanyanaydık hem Seyyid hem Ali ile. Ali ile hâlâ arada kahve de otururuz da, Seyyid katılmaz pek. Hanımının vefatından sonra zaten azalmıştı sohbetimiz malum çocuklara hem ana hem baba olacağım diye çok hırpaladı kendini. Ama yine de arada görüşürdük, ne olduysa 3-4 sene önce oldu, bir anda tüm konuşmayı kesti benle, yine çocuklardan dolayı diye düşündüm, gerçi Ali ile hâlâ görüşüyor ama. Bilemedim, çok da durmadım üstünde zaten dertli kafası, kötü de düşünmedim Seyyid öyle adam değildir pek. Yavaş yavaş koptuk galiba da, ben geç farkettim" sakin bir tonda konuşuyor, tüm ev ahalisini anlattığı şeye dikkat kesilmesine sebep veriyordu.
Daha ilk Seyyid ismini duyunca ürperdi Zehra, daha dün ona görücü geldiğinin anısı ile bocaladı. Annesi, yengeleri bir bir dönüp baktı kıza. Kimse kocasına dün gelen görücü olayından bahsetmemişti, o kadar olmaz bir işti ki, bahsedecek kadar önemli gelmemişti. Ama 2 gündür ne kadar çok adı geçmişti bu adamın, sanki anılsın, bilinsin, tanınsın isteniyordu.
Oğlunun sözlerini, başını mağrur bir ifade ile tutarak dinledi yaşlı adam, gözlerini bir kez daha çevirdi kızına ama cümleleri ev halkına idi
"Şerbeti hazırlayın, ben Zehra'yı Seyyid'e verdim" acaba deprem mi oldu, yer mi sallandı, kayalar mı düştü şu takkeli dağdan yok yok belki yakınlarda bir yanardağ patlamıştı. Yanardağ var mıydı çevre köylerde, hiç duymamıştı ama olabilir miydi?
Zehra girdiği şokla başa çıkmaya çalışırken, evde ki sesler yüksekti "baba Kenan'a verdik" diyordu en büyük abisi, "Seyyid nereden çıktı şimdi" diyerek soruyordu ortanca olan. Yengeleri birbirleriyle konuşup, dün gelen görücüleri, Seyyid'in anası Fatma kadını almışlardı cümlelerine.
Gülsüm kadın gözünde bir damla yaş, dudaklarında bir "şükür" ile bakıyordu kızına, hem Fatma'yı bilirdi hem oğlunu. Kızının değer göreceği bir kapıya gidecek olması içten içe mutlukla doldurmuştu onu.
Mehmet desen hem söylenilenleri dinleyip hem de tebessüm ediyordu, demek eski dostu eniştesi oluyordu. Sol gözünün kenarı ile baktı, bu yaşında ne sıkıntılar çektiğini bildiği bacısına, yüzü gülecekti artık hem "yakışırlardı da"
Seslerin yüksekliği, iki oğlunun itirazları ile ayağa kalktı yaşlı adam, hiç umursamadı seslenenleri, sağ elini gelişi güzel salladı havaya. 'Siz konuşun, ben diyeceğimi dedim' demenin farklı bir yoluydu bu.
O andan sonrası hummalı bir koşturmacaydı. Her gün yapılan temizlik daha titiz yapılıyor, bahçeden evlerin içine kadar heryeri temizlik kokuları sarıyordu.
Zehra yerde miydi, gökte miydi? Kenan'ı da tanımazdı Seyyid'i de, hatta önceden onu isteyenleri de tanımazdı. Bir ilk nişanlandığı amca oğlunu bilirdi çocukluktan ama onu bile çok tanıdığı söylenemezdi. Hayatı bu evden ibaret olmuştu hep. Madem hiçbirini tanımıyordu, Seyyid'in de önceki gelenlerden bir farkı yoktu, neydi bu kalp çarpıntısı. Gelenin o olduğunu hatta daha istenmeden verildiğini biliyor ama yine de yüreğinde bir huzursuzluk bulamıyordu.
Acaba Hatice'nin dün ona anlattığı şeylerden mi etkilenmişti, methetmişti ya adamı acaba farkında olmadan etkilenmiş miydi? Üçüncü kez tozunu aldığı mutfak rafında takılı kalmıştı, dışarıdan gelen konuşmalarla çıktı kapıdan
"Ya kızım anlatsana hadi, bahset biraz" büyük abisinin eşi Teslime, almış küçük kızı Ayşegül'ü karşısına cevap bekliyordu. Tek o da değil, annesi diğer yengeleri de belli ki temizliğe ara vermiş küçük kızın ağzından çıkacakları dinliyorlardı.
"Anne yaaa..aynı sınıftayız işte biliyorsun zaten kız sıra arkadaşım..off" sıkıldığı her halinden belli olan kız sarıya kaçan kahverengi saçlarını savurup gitti bahçenin arka tarafına
Teslime, ona bakıp konuyu anlamayan görümcesine açıkladı kısaca "senin Seyyid'in üçüzleri ile aynı sınıfta Ayşegül"
'Benim mi' 'Nasıl benim' yüreğinin bir kaç nefeslik sesi kesildi bu sözle, 'ne ara onun olmuştu' 'onun olanın yüzünü bile bilmezken' ilk kelimeyi atlatınca farketti yengesinin cümlesinin devamını.
Hevesli görünmekten utanmış mutfakta ki işine devam etmişti ama içini kemiren sorularla hiçbir şey yapamıyordu. Avluda kesilen seslerle , herkesin bir yerlere dağıldığını anladı. Küçük yeğeninin arka bahçede ki salıncağa gittiğini bildiğinden hızlıca yanına hareketlendi. Tam da tahmin ettiği gibi 7 yaşındaki küçüğü, saçlarını savurarak sallanıyordu
Biraz ondan biraz bundan biraz okuldan sordu, her zaman ki hala yeğen konuşmaları gibi başlatmıştı.
"Eee" dedi "sıra arkadaşının adı ne?" Bir isim için bile heyecan yapmıştı, çocuklara merakı o kadar artmıştı ki
"Ahsen" dedi küçük kız "benimle de oynuyor ama iki erkek kardeşi daha var ya en çok onlarla oynuyor, üçü hep birlikte"
Yüzündeki gülümseme dişlerini gösterecek kadar çoğaldı kızın, o görmese de yıllardır unuttuğu gamzesi kendini belli etmişti. Üç küçük çocuğun varlığı ile.
"Onların adı ne? Nasıl görünüyorlar, hadi fıstığım anlat biraz, neleri seviyorlar mesela"
"Biri Selim biri Yiğit...hımm...Selim hep ödev yapıyor, biliyor musun hala sınıfta ilk okumayı o öğrendi. Öğretmen kırmızı kurdele taktı yakasına, günlerce çıkarmadı onu. Yiğit biraz komikli şeyler yapıyor" elini ağzına kapatıp güldü küçük kız, halasının onu bu kadar heyecanlı dinlemesi hoşuna gitmişti.
"Bazen öğretmen kızıyor Yiğit'e, çok konuşuyor diye. Ama biz hep gülüyoruz. Ahsen daha sessiz, pek konuşmuyor. Hala bence Ahsen'i, abime sor" deyip iyice kısılan sesi ve açılan gözleri ile baktı halasına Ayşegül.
Zehra ne olduğunu anlamadan, arka bahçeye yeni gelen 10 yaşında ki diğer yeğenini görünce seslendi hemen
"Halil, halacım gelir misin yanıma" sokakta oynamaktan nefes nefese kalan çocuk, su içmek için arka kapıdan girmişti eve, adının ünlenmesi ile döndü o tarafa
"Halil, söyle bakalım Ahsen nasıl biri" duyduğu isimle, halasına çeken gamzeleri ile güldü ve oturdu diğer salıncağa
"Çok güzel hala, görsen yemyeşil gözleri var, sanki köyün girişindeki kavak ağaçları gibi. Ama biliyor musun bir onun gözleri öyle, kardeşlerinin gözleri hep siyah hatta biliyor musun babasının gözü bile siyah ama Ahsen'in ki öyle mi aynı ormanlar gibi"
Çocuklar hakkında ki duyumları arasına babaları girince daha bir heyecanla devam etti Zehra
"Sen gördün mü babasını" Kafasını sallayan oğlan "hı hıı...bazen geliyor okula. Ben de istiyorum babam gelsin ama hiç gelmiyor ama o çok geliyor. Bazen öğle arasında bile geliyor, tenefuse çıkmalarını bekliyor. Beden dersindeyken gördüm. Ama biraz şey...korkutucu"
Annesinin ismini seslenmesiyle, yeğenlerini bırakıp gitti Zehra.
Adama olan merakı ile çocuklara olan merakı karışmış. Çırpınan yüreğini daha da harlamıştı, bugün kendini sakinleştirmezse, akşama kadar dayanamayacağını düşünmeye bile başlamıştı.
"Zehra, erkenden yap kızım şerbeti. Anca soğur tatlanır" mutfağa giren kızının telaşının farkındaydı ama konuşmayı sonraya sakladı kadın. Biliyordu bu halde konuşmak yersizdi.
Şerbet denilince herkesin aklına gül şerbeti gelir. Gelenlere de çoğunlukla bu yapılırdı, annesinin mutfak tezgahına koydugu gül yaprakları da buna delildi. Ama Zehra bugün hiç de gül şerbeti yapmak istemiyordu, elbisesinin eteklerini havalandıracak hızla gitti evin arkasındaki tarlaya. Gelişi güzel bir bakınıp, aradığını bulduğu tarafa yöneldi ve başladı reyhanları toplamaya.
Bir farklılık yapıp Reyhan şerbeti yapacaktı, yüreğinin sesine güvenmek istedi. Uzaklarda bir yerde yüreğinin sesini dinleyip çiçek toplayan bir adamla aynı hissi paylaşıyordu.
Akşama kadar nasıl geçti, zaman akışı niye normal seyrinde değildi, güneş bile batarken bir farklı, kuşların sesi her zaman ki melodi de değildi.
Evin erkekleri gelmiş yemekler yenmiş, çocuklara kadar herkes temiz ve güzel şeyler giyinmiş, gelecek misafirler bekleniyordu.
Zehra üstündeki yeşil elbisenin etekleri ile bakışıyordu. Başına sardığı kenarları yeşil oyalı beyaz yazma ile yüzünün güzelliği ortaya çıkmış. Gözlerine belli belirsiz sürdüğü sürme ile siyahlıkları daha da koyulaşmıştı.
Kapıda karşılamak istese de, abilerinin buna izin vermeyeceği düşüncesi ile, dış kapıyı gören pencerenin kenarında merakla bekliyordu. Merak o kadar çevrelemişti ki çevresini, sokağa çıkıp bakma isteği bedeninden taşıyordu. Şimdiye karar yaşamadığı bu duygu ile başa çıkmakta zorlanıyordu.
Kapının vurulma sesi ile elini kalbine götürdü, pencerenin görülmeyen tarafına doğru geri adım attı. Gözü kapıda girenlere baktı, abisi "buyrun" diyerek davet ediyordu.
Önce yaşlı bir adam gördü, bu Hatice'nin kayinpederi idi, babası olmayınca o gelmişti demek ki. Ardından Hatice'nin kocasi Ali, selam vererek giriyordu. Elinde bir tepsi baklava ile Ayşe teyze, küçük işlemeli bir bohça ile ise Fatma teyze girmişti. Dün onu gördüğü anda gözünden yaşlar döken kadın şimdi nasıl güzel gülüyordu.
Ve bekledi Zehra, gelecek olanı... Pencerenin önüne geldi iyice, gözünü bile kırpmadan sanki kırpsa kaçıracakmış düşüncesi ile
Başı önünde, üstüne giydiği siyah pantolon, keten krem bir gömlek, saçlarda kendine has bir asilik ve tüm heybeti ile demir kapıdan adım atmıştı. Ama bunların hiçbiri değildi Zehra'yı o pencere kenarında kilitli bırakan. Ellerinde tuttuğu buket...
Bir demet karanfil Bir demet al karanfil Sanki rüyasındaki karanfil tarlasından toplanılmış gibi duran sıra sıra kırmızı karanfiller Beyaz bir şeritle saplarından birleştirilmiş
Adamın hareket etmediğini farkettiği an kaldırdı siyah zeytin gözlerini genç kız Ve kesişti gecenin siyahıyla...
Ve güneşin ışığından görünmeyen o gülümsemeyi, en karanlık gece de bahçesinin avlusunda gördü Zehra.
|
0% |