@nevansi
|
Aldığım tüm güzel dönüşlerin hatırına, bir gün geçmeden yeni bölümü atıyorum. Ben kurgularımı her türlü yazıyorum ancak sizin güzel yorumlarınız mesajlarınız ve oylarınızla iki gün sonra gelecek bölümü daha cabuk paylaşmaya çalışıyorum. Iyi okumalar...
Kavaklı köyü adını, çevresini saran kavak ağaçlarından alıyordu. Sert uzun yapıları ile rüzgar ile savaşır, yellerinde sesler biriktirirdi. Kimi geceleri, uğultusu dolardı köyün semalarına, kimi gündüzleri gölge olurdu, sıcaktan kavrulan zemine.
Şimdi ise kararan havaya, sesi ile eşlik ediyordu. Onun sesine eşlik eden bir gürültü daha duyuldu.
Kavakların yolundan tozu toprağa karıştırırak gelen eski bir minibüs. Günlük birçok kez sefer yapardı, çeşit çeşit insan taşırdı da, son seferinde hep aynı kişiler olurdu. Akşam cemaatinin bile dağıldığı bu vakitte, ilçeyle köy arası gidip gelmelerin sonuydu bu geliş.
Bir gürültü ile girdi köye ve meydanda ki kahvehanenin önüne kırdı şoför minibüsü. Kahvehane ahalisi, kafasını çevirip izledi minibüsten inenleri bir bir. Kimi kafasıyla bir selam verdi, kimi elini kaldırıp çağırdı tanıdığını. Kimi babasını gördü yanına gitti, kimi oğluna seslenip elini omzuna attı. Kimi gençler işten gelen arkadaşını zorla kahvahaneye soktu, onların gülüşleri sardı boş köy sokaklarını. Bu sefer, ilçe de çalışanları taşıyan son seferdi, köyde rızkını temin de zorlanıp da fabrikaya isçi olarak girenlerdi bunlar. Fazlasıyla yorgun, biraz aç, hatta uykusuz olsalarda ayak uydurdular onlara seslenenlere.
Birkaç kişi istisna... Onlar hafif bir kafa selamı ile kendi yollarına döndüler.
Ne konuşmalara, ne gülüşmelere, ne de selamlara karşılık vermeden dönen biri daha vardı. Yürüdükçe toprak havalanıyordu da o bunun farkında değildi. Attığı her adım sesi tok ve güçlü, heybeti ise karanlıkta ürkütücü görünüyordu. Giydiği kabanın yakalarını kaldırdı, içine işleyen rüzgara set olsun diye, kafasında ki kasketi düzeltti tekrar. Acelesi vardı, ne yorgunluk ne açlık ne uyku umrunda değildi. Gece vakti görenlerin bir adım geri atacağı bu adamın evde yolunu gözleyen üç çift göz vardı çünkü.
Hızlıca döndü köşeden, gözünü çevirdi ileride ki evinin karanlık odalarına. Pencerelerine baktı uzun uzun ve yavaşladı. Derin bir ahh etti ciğeri...uyumuşlardı.
Bilirdi uyumamış olsalar, pencere pervazında beklerlerdi babalarının iş dönüşünü. Daha köşeyi döner dönmez, gülen gözleriyle karşılık verir, birbirlerinin ittirerek pencereden bakar aynı hızla kapıya koşarlardı. Önce kızı hatta hep kızı ilk boynuna atlayan olurdu, daha eve bile girmeden.
Ama bugün o günlerden değildi anlaşılan. Arada da olsa olurdu böyle, yetişemezdi onlara. Düşen yüzü ile açtı bahçe kapısını adam, evin dağlara bakan tarafındaki mutfağın cılız ışığı yanıyordu. Çocukları uyuyakalırdı da, anası oğlu eve girmeden gözünü bile kırpmazdı.
Fatma kadın bahçe kapısının sesiyle bıraktı elindeki tespihi, evin kapısına açmak için aceleyle kalktı yerinden. Kasketini eline almış oğluna bir 'hoşgeldin' deyip çekildi tekrar mutfak tarafındaki köşesine.
Seyyid montunu çıkarıp, astı. Önceliği hep evlatlarıydı, karanlık holde ezbere bildiği yere adımladı. Odanın hafif açık kapısından izledi önce, uyanmasınlar diye sessizce girdi odaya. Sanki sokaklarda tozu dumana katan o değilmiş, heybeti ile bir aslanı korkutacak adam başkası gibi, sakin ve yumuşaklıkla sevdi saçlarını. Öpse uyanırlar diye korkusundan bastırdı içinde ki babalık dürtüsünü. Sabah dedi, sabah bu gece için de öpüp saracağım.
Mutfakta ise yüreği sıkıntılı bir anne vardı. Tarhana çorbasını koydugu tencerede ısıtmış, tasa döküyordu. Oğlandan gizli iş yapmıştı, nasip de olmamıştı ama yine de saklamaması gerektiğinin farkındaydı. Yanağına konulan öpücükle titredi korkudan. Kendi düşüncelerine o kadar kapılmıştı ki oğlunun yanına gelişini kaçırmıştı.
"Anam korkuttum mu" deyip tek koluyla sardı yaşlı kadını omzundan "kaç kere seslendim ama" yazmasının üstünden başına bir öpücük daha bırakıp yerdeki sofranın önüne oturdu Seyyid.
Anasının önüne koyduğu dumanı tüten çorbaya daldırdı kaşığını. Bugün bir şey vardı bu kadında, ne dediklerine bir karşılık veriyor ne de oğlundan eksik etmediği gülümsemesini gösteriyordu. Nice zorlukları ana oğul birlikte aşmışlardı, nice güzel günlerde mutluklarını paylaşmışlardı. Neler gelmiş neler geçmişti de bir ikisi kalmıştı. Gözünün ucuyla tekrar baktı anasına, hasta mıydı, derdi mi vardı anlamaya çalışır gibi. Çocuklarından ötürü yorulduğunu bilirdi, her gün ısrarla tempihlerdi küçüklerini "nenenizi yormayın üzmeyin" diye ama onlarda çocuktu işte. Hemen sonra eklerdi "aklınıza gelen o deli fikirler için benim izinli olduğum günü bekleyin birlikte yapalım" deyip mutlu ederdi tekrar. Yaramazlık adı altındaki hareketler babayla yapılır mı demeyin, aslında en güzel babayla yapılırdı.
Fatma kadın oğlunun ona bakışlarından, gözlerindeki soru işaretlerinden anlamıştı da yine de o anlatmadan, Seyyid'in onu zorlamayacağını bilirdi. Sessizce beklerdi oğlu, sormaz sorgulamaz, karşısında ki kendi dökülsün isterdi. Dayanamadı bu bakışlara yaşlı kadın
"Oğlum ben bugün birşey yaptım" biten çorba tasını tezgaha koyan adam, bir bardak su alıp oturdu anasının karşısına, anasının sesinden anladı bu işin sonunda öfkesini dizginlemesi gerektiğini
"Görücü gittim ben bugün" başka söze gerek yoktu, Seyyid'in kırmızı çizgisi tam da buydu. Gözlerini kapatıp derin derin nefes aldı, kalbini kırmadan anlatmaya çalışmıştı yıllarca ama olmuyordu. Bir kere zaten anasının zoruyla girmişti o dünyaya
"Ana" dedi, gözü kapalı sert sesiyle, Fatma kadın gelecek olanı bildiğinden, onun konuşmasına izin vermeden hızlıca anlatmaya başladı.
"Kızma hemen oğul, olmadı zaten merak etme" derin bir hüzünle devam etti "Daha yirmisekizine bile girmedin oğlum, ben sen mutlu ol istiyorum." Seyyid anasının dolan gözlerine bakıp, öfkesini frenledi, ellerini avuçlarının arasına alıp
"Anam, canım anam ben zaten mutluyum. Beni bu hayata bağlayan üç tane emanetim var, bir de nimet olarak sen varsın. Daha ne isteyeyim" oğlunun sözleriyle içi daha da dağlandı yaşlı kadının, kendi de yoldaşsız kalmıştı bu dünya hayatında, oğlu da aynı kalmasın diyeydi bu ısrarı. Ama devam edemedi, en azından kime gittiğini bilsin diye anlatmaya başladı
"Mehmet var ya senin dengin, hani eskiden oynardınız top falan, ha işte onun bacısına gittim görücüye ama olmadı işte...nasip değilmiş" ortamdaki hava değişmiş miydi, yoksa akışı değiştiren Seyyid'in düzensiz atan kalbi miydi?
"Boşanmış mı?" dedi fısıltı ile, oğlunun sorduğu soruyu duydu da, anlayamadı yaşlı kadın "kim?" dedi aynı fısıltı ile. Niye fısıltı ile konuşuyorlardı ki, oğlunun kısık sesine ayak uyduruvermişti nedenini bilmeden.
Başını annesine doğru yaklaştıran Seyyid, aynı kısık ses ile sordu "o"
"O derken?" Fatma kadın zeki kadındı ama beyninin durduğunu düşünüyordu, ufak bir aydınlanma ile çözdü durumu ya da o öyle sandı. Oğlunun başından bir evlilik geçince, görücü gittiği kızında aynı olduğunu düşünmüş olmalıydı.
"Yok oğul yok" dedi sesini yükselterek. Hiç evlenmemiş, gerçi başından nişan falan geçmiş" bundan sonrasında kendi inanmadığı ama köyün konuştuğu konulardan, kızın başına gelenlere kadar herşeyi anlatmıştı kadın.
Oğlanın kafası pencereden dağlara dönük, gözleri yıldızlarda hiç kesmeden anasını dinlemesi ile daha da çok anlatmıştı kadın. Kendi yorumunu da katıp en son bugün yaşadıkları olaya kadar.
"İşte böyle oğul, o Kenan denilen adama vermişler kızı. Adamın oğlu, kızdan büyük ama işte, geç kaldım" Fatma kadın son dediği ile kapattı eliyle ağzını, şimdi oğlan dese 'ana ben evlenmeyecem, sen geç kaldık diyon hâlâ' diye, ne derdi.
Sustu kadın, oğlan zaten susma orucuna başlamıştı sanki. Ne ses verdi, ne nefes. Ne gözünü kırptı ne de ayırdı dalıp gittiği gök semasından.
Oğlundan ses gelmeyince, kalktı annesi de oturduğu yerden. Anladı ki yalnız kalası vardı adamın, bir 'hayırlı gecelerin olsun' dedi, cevap gelmeyeceğinin bilinci ile.
Seyyid neredeydi, hangi zamanda kimde takılı kalmıştı...hayatında hiç birşey onun isteği doğrultusunda gitmemişken, yine ondan habersiz bir yola çıkılmış ve aynı yoldan kovulmuştu. Nasip dedi...nasip.
Duramadı evde Yorgunluğunu bile farketmeyen bedeni ile attı kendini sokağa. Kafası önde, elleri cebinde yürüdü. Bu sefer ne toz dumana karıştı bastığı yerlerde ne de heybeti göz korkuttu. Sırtı mı kamburlaştı yoksa yılların yorgunluğu mu bindi tekrar bilemedi.
Yavaştı adımları, seslerin yükseldiği yere doğru geldiğini bile kafasını kaldırınca farketti.
Bu kadar gelmişken bir sıcak çay içerim düşüncesi ile girdi kahvehaneye. Onu orada görmeye alışkın olmayan ahali ile göz göze geldi, kafasıyla bir selam verip geçti kuytu köşedeki bir masaya. Eskiden Ali ile az da olsa gelirlerdi ama şimdi o da yeni evlenmişken burada yoktur diye bakınmamıştı etrafa.
Önüne konulan ince belli bardakta ki demli çayını aldı eline, karışık ve anlaşılmayan sesler bütünü içinde yavaş yavaş içti.
"Ooo Kenan abi nerelerdesin yaa" ses tam da Seyyid'in arkasındaki masadan gelmişti. Kahvehane kapısının tekrar açılıp, içeriye giren adama sesleniyordu gençlerden biri.
Seyyid'in kapanan tüm algıları ayağa kalktı, tüm hücreleri alarm durumuna geçti sanki. Gözleri elindeki bardakdaydı da, kulakları duymak için telaşlıydı.
"Yav iş güç vakit bulamıyorum artık buraya Veli" konuşarak gelip tam da Seyyid'in arkasına onunla sırt sırta vermiş gibi oturdu.
"Abi evleniyormuşsun, anam söyledi" Veli denilen gencin, dalga geçer gibi söylediği karşısındaki adamı güldürdü de, nefesi kesilen bir Seyyid vardı.
"Evlenir miyiz orası karışık" dedi Kenan denilen adam, gerçi adam demek ne kadar doğru kalır, bilinmezdi.
"Anam istemiyor, tutturmuş uğursuz da uğursuz diye. Eve öyle gelin almam, birine birşey olur, onun girdiği evden kesin cenaze çıkar diyor" Veli kafasını doğru dercesine sallayıp, katıldı söze
"Valla bizimkiler de öyle diyor o kız için, ben görmedim de güzel olsa bile değer mi toprağa girmeye abi, sana kız mı yok" deyip bir de omuz vurdu adama
Kenan böbürlenip, bıyığını büktü eliyle "He orası öyle yav zaten, benim eski kadın pek hastaydı son yıllarda. Genç birini istedim, eee delikanlıyım diyenler, bir elimin tersine bakar"
Pis gülüşleri, konuşmalarına eklendikçe gerildi Seyyid, uzun zamandır bastırdığı öfkesi yakıp savuruyordu her bir zerresini. Dışarıdan bakan taştan bir heykel sanırdı ama içini görseler fokurdayan bir yanardağ deyip kaçarlardı.
"Neyse anam olmaz diyor ama nişan yapmaya ikna ettim gibi" anlamazca baktı Veli karşısında ki beş çocuk bir torun sahibi adama.
"Yarın gidip isteme şerbet yapılacak, 3 ay sonraya da düğün diyecez ama o düğün hiç olmayacak. Zaten şehirde bir dükkan daha açıyorum, oraya yerleşmeyi düşünüyorum. Bu arada oraya gidecem, oradan kendime yine şeherli genç bir kadın bulurum evlenmeye"
Veli iyice şaşırdı, safca sordu "eee abi niye nişanlanıyorsun o zaman"
"Sen kızı hiç görmedin tabi, benimkinin cenazesine geldiydi orada gördüm ben bi" iğrenç bir nefes çekme sesi duydu Seyyid, sinirden titreyen elinde kalan bardağı koydu yavaşça masaya. Duymak istemiyor ama duymazsa ölecek gibi hissediyordu "hem kızın adı çıkmış uğursuz diye, gitmeden biraz gezeyim şununla, baksın köylü, istersem nasıl alıyorum genç güzel kadın" deyip bir kahkaha daha attı Kenan.
Seyyid oturduğu yerden bir hışımla kalktı, Veli tam da o an gördü onu, gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. Kenan'ın tam arkasında bir dağ misali duran adama baktı. Kenan hem anlattığı konuya olan heyecanı hem de sırtı dönük olduğundan görmedi. Eğer görseydi konuşabilir miydi, Seyyid'in delice bakışlarının üstünde olduğunu bilse, nefes alabilir miydi?
"Neyse sonra vuracam tekmeyi, abileri birsey derse de lafım hazır 'uğursuz bacınızı alıp başımı yakamam' sonra şehre gidince beni arasalarda bula-" sözü yarım kaldı, anlatırken gülen suratı takılı kaldı.
Yakasından tutulup, ileri geri hırpalanırken ne olduğunu anlamadan korkuyla bakıyordu. Kahvehaneye bir ölüm sessizliği hakim oldu. Birkaç kişi ayağa kalkmış bu duruma engel olmak için adım atmıştı. Bunlar olmadan 2 dk önce kapıdan giren Ali, can kardeşim dediği Seyyid'i görünce onun yanına doğru gidiyordu. Kenan'ın son dediği kelimeleri o da duymuş, Seyyid'in bu hale neden girdiğini anlamaya çalışıyordu. Anası, sevdiceği Hatice'si birseyler anlatmıştı da. Olmadı o iş dememişler miydi.
Bir ses tüm sessizliklere karşı durdu, bir bağırış dükkanın camlarını bile titretti "Bir daha ağzına almayacaksın o kızın adını, bir daha görmeyecek gözlerin o kızcağızı duydun mu?" Daha da sarsttı elleri altındaki adamı, yerden 5-6 santim yukarıda tuttuğu adamın gözündeki korkuyu görüyordu da, daha da artıyordu öfkesi "Duydun mu? Dedim" korkuyla kafasını salladı kendinden yaşça büyük ama ahlakı düşük olan Kenan.
Adamı bir hışımla yere fırlattı Seyyid, ne elinin titremesi geçmişti sinirden ne de gözlerini bürüyen kan kırmızısı öfkesi.
Kahvehanede ki herkesle göz göze geldi tekrar ve aradığı yüzü gördü kendine en uzak köşede. Hızla adımladı çay ocağına yakın oturan yaşlı adamların olduğu yere, arkasından gelen Ali'ye bile görmemişti gözleri.
Saçlarının rengi aklardan belli olmayan adamda kendine doğru gelen heybetli delikanlı ile bakışıyordu.
Kimse tek kelime etmemiş, olacak olanları izliyordu. Seyyid bile ne yaptığını bilmiyordu ama birazdan ağzından çıkacak cümlelere karşı pişman olmayacağına emindi.
"İbrahim emmi, bugün anamlar görücü gelmiş senin kızına. Olmaz denmiş verdik denmiş ama senin haberin yoktur belki Kenan daha yeni vazgeçti istemekten" tüm kahvehane ahalisi aynı anda dönüp baktı, şoktan atıldığı yerden kalkmayı bile akıl etmeyen adama. Bir Seyyid bakmadı o tarafa, gözü önündeki yaşlı adamda kilitliydi.
"Müsaitseniz yarın gelelim biz size, ben kızına talibim"
|
0% |