Yeni Üyelik
17.
Bölüm

Bölüm 17: Balo

@nickinci

"İyi olduğuna emin misin?" Tereddütlü bir şekilde ona baktım.

 

Yine ve yine rezil olmuştum. Her zaman ki gibi yine onun yanında ve ona karşı rezil olmuştum. Ben kim içki içmek kim. Sen kimsin ki bilmediğin şeyi kafana dikiyorsun. Ya sen kimsin birde hızını alamayıp ikinci bardağı dikiyorsun. Ulan sen kimsin ki birde adamın üzerine kusuyorsun.

 

Fiziksel olarak iyi olabilirdim ama ruhsal olarak büyük çöküntü içindeydim. Elimdeki soğuk su dolu şişeden büyük bir yudum daha alıp gözlerimi sıkıca kapattım. Büyük utanç hissediyordum.

 

"İ-iyiyim... sadece..." derin bir nefes alıp sustum. Susmam ve yerin 7 kat dibine girmem gerekiyordu.

 

"Sadece ne?" Üstüne kustum ben senin be adam senin sinirli olman gerekmiyor mu? Bugün keyfi oldukça yerindeydi ve ben bunu berbat ettiğime emindim ama o sanki böyle bir şey olmamış gibi gayet normal davranıyordu.

 

Hızlı bir şekilde ona doğru dönüp saçımı kulak arkasına attım. "Ben çok utanıyorum. Çok çok özür dilerim. Aslında böyle bir kız değilimdir ama... birden oldu işte." Tek seferde hızlıca konuşup hemen sustum. Dile getirmek daha da utandırmıştı.

 

Emniyet kemerini yavaşça çözüp geriye doğru attım. Eminim bu olaydan sonra benimle baloya da gitmezdi. Bir şeyleri berbat etmekte üstüme yoktu. Kapının kulbunu tuttum ama açamadan durdum.

 

"Takma kafana." Yüzüne bakamadığım için 10 saniyede oluşturduğum şahesere baktım. Ne kadar peçeteyle silmeye çalışsam da beyaz gömleği yer yer lekeliydi. Off!

 

"İyi geceler." Arabadan inince yolun sonunda kayboluşunu izledim.

 

Bara sabah gitmemize rağmen o adamı bulmam o kadar zamanımı almıştı ki birde içki olayı yüzünden çok oyalanmıştık sonuç olarak eve gelmem akşam 6'yı bulmuştu.

 

Kızlar evde miydi acaba? Beni 1 kere bile aramamışlardı. Bir şey mi olmuştu yoksa? Bir yandan çantamın ön gözünden anahtarımı çıkarırken bir yandan da hızla kapıya doğru ilerledim. Kilitli değildi.

 

Çantamı kenara fırlatıp kapıyı kapanması için yavaşça itekledim ama rüzgardan dolayı hızlı bir şekilde çarpmıştı. Montumu asıp önüme dönmemle hemen yan taraftaki mutfaktan koşarak çıkan İdil'i ve Öykü'yü görünce bir an duraksadım. Yüzlerinde ki ifade hoşuma gitmemişti.

 

"Ne oldu?" İdil iki adımda koşup boynuma sarılmıştı arkasından da Öykü gelip ikimizi kucakladı.

 

"İyi misin?" Bugün bu soruyu fazlasıyla duymuştum. İyiydim sanırım.

 

"İyiyim. Neden?" Şaşkın bir şekilde başımı geri çekip onlara baktım.

 

"Neden mi? Sabah ki halin neydi öyle? Telefonunu da sırada unutmuşsun. Eve de gelmedin nasıl merak ettik seni." Demek telefonumu okulda unutmuştum. Hiç ihtiyaç duymadığım için fark etmemiştim.

 

"İyisin değil mi? Ne oldu sana?" Bir kolumu Öykü'nün boynuna atıp diğer kolumu da İdil'in boynuna attım ve salona doğru yürümeye başladım onlarda endişeli bir şekilde bana ayak uyduruyorlardı. Yavaş bir şekilde yürüyordum çünkü bu olaydan nasıl kıvırarak onları yumuşatabilirdim bilmiyordum.

 

Onlara bir şekilde ulaşıp haber vermeliydim. Bu yaptığımı ikisinden biri yapsaydı dövmekten beter ederdim.

 

Geniş ikili koltuğa ben ortada olacağım şekilde üçümüz oturduk.

 

"Bakmayın öyle nereden başlayacağımı bilmiyorum." İkisinin de endişeli yüzü yavaşça normale dönmeye başlamıştı. Anlamışlardı bir şeyler olduğunu. Benim anladığım ise bu yıl hollywood yıldızlarına taş çıkan oyunculuğumu kaybettiğimdi.

 

"Bir şeyin yok değil mi? Boşuna sabahtan beri içimiz içimizi kemirdi!" İdil'in ardından söze Öykü atladı.

 

"Bize bunu yapamazsın Hazal! En azından bir şekilde haber verseydin."

 

"Tamam. Haklısınız haber vermeliydim. Ama ilk başta gerçekten iyi değildim. Sizi korkutmamak için söylemedim ama bu bir ay içinde 3 kere durduk yere burnum kanadı." Konuşmak üzere ağzı açılan İdil'i işaret parmağımla dudaklarına dokunup susturdum.

 

"Sakin olun iyiyim. Önceden doktora gittim." Gitmedim.

 

"Bir kaç tahlil yapıldı ve sonuçlar iyi çıktı. Stresten oluyormuş. Hasta değilim yani." Öykü başını omzuma koydu.

 

"Bize neden söylemedin! Sayende biz hasta olacağız." İdil de başını sol omzuma koyunca arkaya yaslandım ve kollarımı onlara sardım.

 

"Ve akşama kadar Savaş'la beraberdim." İkisi birden hızlı bir şekilde kalkarken hangisinden geldiğini anlamadığım bir ses 'Ne' diye bağırmıştı.

 

"Ve dans ettik." Neden bunları anlatıyordum ki.

 

"Ciddi olamazsın! Seni dansa mı kaldırdı?" Aslına bakarsak ben onu dansa kaldırmıştım.

 

"Ve üstüne kustum."

 

"OHA!" Öykü bana inanamıyormuş gibi bakıp kollarını önünde bağladı ve arkasına yaslandı.

 

"İdil bana her şeyi anlattı o çocuk sana bu kadar ilgi gösterirken onu nasıl kendinden anında soğutmayı becerdin şaşırmıyorum. Tam senlik bir hareket."

 

Şaşkınca İdil'e baktım.

 

"Ben İdil'e hiçbir şey anlatmadım! Ne anlattı sana? Ayrıca bana ilgili falan davranmıyor. Bana hayvan ismiyle hitap ediyor."

 

"Hayvan ismiyle mi?" İğrenerek baktı. "Nasıl bir fanteziniz var anlamadım." Aslında bana öyle hitap etmesi hoşuma gidiyordu. Bu ikimize özel bir şeydi. Başka insanlara da bukalemun diye seslendiğini sanmıyorum.

 

"Aslında kötü amaçlı değil... şöyle ki-" Öykü elini uzatıp dur işareti yaptı.

 

"Dinlemek istediğimden pek emin değilim." Kendime gelip boğazımı temizledim ve arkama yaslandım. Ne diye bu konulara girdiysem.

 

"Aslında kendimden soğuttuğumu düşünmüyorum. Eve bıraktı beni." Soğusaydı bir taksiye falan bindirirdi herhalde. İdil tek kaşını havaya kaldırıp imalı bir şekilde baktı. Bu bakıştan nefret ediyordum.

 

"Ne? Ortağız biz." Gülmemek için kendimi zor tuttum.

 

"Ortaklar birbirlerini eve bırakmazlar iş yaparlar."

 

"İş üstündeydik zaten." İdil inanmış gibi başını sallayıp inanmadığını belli etti.

 

"Her neyse. Bir sorunumuz var."

 

"Neymiş o?" Saçımı kulak arkası yapıp arkama yaslandım.

 

"2 gün sonra Savaş'la bir baloya katılacağım." Kollarımı önümde bağlayıp gözlerimi tavana diktim. Yüz ifadelerini görmek istemiyordum.

 

"Bir de aramızda bir şey yok diyor." Duymamazlıktan geldim.

 

"Peki hanımefendi bizden ne istiyorsun?" Gözlerimi sıkıca kapatıp derin bir nefes aldım. Söylemek bu kadar zor olmamalıydı.

 

"Biraz güzel olsam fena olmaz."

 

 

'Akşam 9 da hazır ol.' Gelen mesajla yatağımdan fırlayıp aşağıda fıkırdayan kızların arasına daldım. Onlar çoktan kalkmış formalarını giymişlerdi bile.

 

"Ne oluyor be!"

 

"Yavaş!"

 

"Susun! Mesaj attı." İkisi de anlamadı.

 

"Kimden bahsediyorsun?"

 

"Savaş! 9 da gelecek."

 

"Sabah? Akşam?" Gözlerimi devirdim.

 

"Akşam tabii ki!" Hala bön bön suratıma bakıyorlardı. 2 insan ancak bu kadar aptal olabilirdi.

 

"Hangi elbisemi giyeceğime karar vermedim." Gerçekten ne giyecektim.

 

"Bu baloda daha önce olaylar olmuş demiştin değil mi?"

 

"Evet. Neden?" Bir eline telefonunu alıp diğer elini de havaya kaldırıp işaret parmağını gözüme kadar soktu.

 

"1 saniye. Nasıl bir balo bakacağım."

 

"İnternette bulabileceğini sanmıyorum-"

 

"Buldum." Hemen ciddileşip, yanına kayıp telefona baktım. Çoğu yaşlı adamlardan oluşan yaklaşık 20 kişilik takım elbiseli bir grubun fotoğrafı vardı.

 

"Patron da orada!" Parmağımla fotoğrafı kaydırıp diğerlerine baktım. Gençler nasıl giyinmişti öğrenmem gerekiyordu. Bu sırada Öykü ayağa kalkıp arkamıza geçti ve o da fotoğrafları incelemeye başladı.

 

"Yuh!" Üçümüz aynı anda bağırmıştık. Bu kızsa biz neydik!?

 

Öykü umutsuzca bana baktı. "Tatlım senin dolabın burayı kaldırmaz. Ara çocuğu gelemeyeceğini söyle."

 

Gerçekten de öyleydi. Onlar mı fazla abartılıydı yoksa benim dolabım mı fazlasıyla salaştı. Elim yavaşça telefonuma giderken İdil beni durdurdu.

 

"Sakin olun! Neden alışverişe çıkmayı akıl edemiyorsunuz?"

 

Elimi anlıma koyup başımı aşağı eğdim. Cidden neden bunu düşünemedim ki... Sevinçle odama çıkıp alışveriş için hazırlanmaya başladım. Neden bu kadar mutlu olduğumu bilmiyordum bildiğim tek şey ben eski ben değildim.

 

 

"Olmaz çok uzun."

 

"Peki bu?"

 

"Senin rengin değil."

 

"Bu?"

 

"Çok kapalı." Umutsuzca elimde ki son elbiseyi gösterdim. Birbirlerine bakıp aynı anda kafalarını olumsuz bir şekilde salladılar.

 

1 saattir aynı mağazanın içinde 10'dan fazla elbise beğenmiştim ama onlar hepsine muhakkak bir kusur bulmuştu. Umutsuz bir şekilde elimde ki elbiseleri yanda duran sepetin içine attım.

 

"Bu iş bana göre değil." Gidip aralarına oturdum. İdil elinde ki telefonu Öykü de çantasını kucağıma bırakıp ayağa kalktı.

 

"Bu bizim işimiz." İkisi de farklı yönlere giderken bende arkama yaslandım. Umarım güzel bir şey bulurlardı.

 

O balo belki de o adamı bulmam için tek şansımdı. Bir yandan da korkuyordum. Beni orada gördüğünde vereceği tepkiyi merak ediyordum. Birde şu çatışma olayı vardı. Oraya gittiğimde şanssızlığım da benimle beraber gelecekti ve eminim bir olay çıkacaktı ve yine eminim zarar görecektim. İyi düşünemiyordum içime doğmuştu bir kere. Kötü geçecekti...

 

Karnıma ağrılar girmesine sebep olan bir başka olayda Patronun orada olacak olmasıydı. Herkes eşiyle geldiğine göre bu Savaş'ın annesinin de orada olacağı anlamına geliyordu. Eş demişken bende Savaş'la gittiğime göre o benim bende onun yani birbirimizin eşi mi oluyorduk? Sanırım öyle oluyordu. Heyecanlıydım. Bu balo işinden pek emin değildim.

 

İkisi de büyük bir heyecanla önümde dikilince tereddütlü bir şekilde baktım. Abartılı bir şey bulduklarına emindim.

 

"Beğenmedim." İdil gözlerini devirdi.

 

"Daha göstermedik bile! Her neyse biz senin hangisini seçeceğini biliyoruz ama yine de şansımızı denemek istedik." Aynı anda arkalarındaki elbiseyi çıkartıp kendi üzerlerine tuttular.

 

Biri siyah sanırım bunu seçecektim diğeri ise... vay! Bu buz mavisi elbise tek kelimeyle muhteşemdi. Onu istiyordum ama fazla mı abartı olurdu. Forma dışında siyahtan başka bir renk giymezdim ben. Bunu giyecek kadar cesaretli miydim bilmiyordum.

 

"Mavi olan güzelmiş." Öykü gözlerini kocaman açtı.

 

"Sen ciddi misin!?" Elbiseyi üstüme attı. "Hemen dene ve gel."

 

"Emin değilim. Fazla güzel." İdil yaklaşıp yanağımı sıktı.

 

"Sende fazlasıyla güzelsin." Gülümseyip onları kırmamak için kabine doğru yürüdüm. Denemekten zarar gelmezdi.

 

Üstümdekileri çıkarıp askıya astıktan sonra elbiseyi askısından çıkardım. Çok yumuşaktı. Bu elbiseye aşık olmuş olabilirdim.

 

Tek hamlede elbisenin içine girdikten sonra kapatabildiğim kadar arkasında ki fermuarı kapattım.

 

Aynadan kendime baktığımda hoş gözüküyordum. Kendimi övmeyi pek sevmezdim ama... güzel olmuştum. Belki de bu renk benim rengim olabilirdi.

 

Kalın askıları omzumu açık bırakıp kollarımı yandan sarmış sanırım kayık yaka deniliyordu göğüs detayı ise çok aşağı inmeden sivri bir şekilde bitmişti.

 

"Hadi! Nasıl oldu merak ediyoruz!" Onlarda en az benim kadar heyecanlıydı.

 

Etrafımda yavaşça bir tur atıp son kez kendime baktım. Gördüğüm şeyle gözlerim kocaman açılırken bacağımı öne doğru uzattım. Yırtmacı vardı! Sanırım bu abartıya giriyordu. Ve sanırım bunu alacaktım. Kapının sürgüsünü açıp dışarıya doğru bir adım attım. Arkaları bana dönük bir şekilde oturmuş bir şeyi tartışıyorlardı.

 

"Nasıl olmuş?" Sesim biraz tereddütlü çıkmıştı. Çok güzel bir elbiseydi çok beğenmiştim ama fazla da abartı olmasını istemiyordum. Oraya gitme amacımın dışına çıkmamalıydı. Mesela Savaş'ı etkilemek gibi.

 

Bu lanet düşünce günlerdir bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Onu etkilemek falan istemiyordum ama davranışlarım sanki o yöndeydi. Mesela barda onunla dans etmem gibi. Başka yoldan çözemez miydim sanki? Bunun gibi daha birçok düşünce aklımın bir köşesinde fink atıyordu.

 

"Bu sen misin?" Gülüp saçımı arkaya attım. Evet bendim.

 

"Gözlerimi alamıyorum." Belki bir tık yanaklarım kızarmış olabilirdi.

 

"Yapmayın şöyle. Nasıl olmuş onu söyleyin." İdil koluma dokunup etrafımda bir tur attı.

 

"Seni ifade edecek herhangi bir kelime üretilmedi hala." Anlamamıştım. Yüzüm değişik bir hâl alırken Öykü lafa atladı.

 

"Güzel olmuş demek istiyor."

 

"Ama fazla abartı olmasını istemiyorum."

 

"Abartı mı? Sen buna abartımı diyorsun. Sabah baloda ki kızları gördük asıl abartı onlar. Sen ise masum ve zarifliğin göstergesisin." Gülerek arkadaki duvara yaslandım.

 

"Şöyle konuşma. Ciddiye alamıyorum."

 

"Sen onu ciddiye alma zaten. Ciddiye almamız gereken şey bu balo aynı zamanda senin ilk randevun." Kaşlarım çatılırken öne doğru bir adım attım.

 

"Öykü! Kaç kere söyleyeceğim bu bir randevu değil! Aramızda öyle bir şey yok!"

 

"Sana göre olmayabilir tatlım ama o balo salonuna girerken el ele tutuştuğunuzda herkes sizi öyle görecek."

 

"El ele tutuşmayız."

 

"Tamam. Kol kola olsun."

 

"Kol kolada girmeyiz herhalde."

 

"Ne yapacaksın. Kolunu omzuna mı atacaksın!"

 

"Bilmiyorum! O kısmı hiç düşünmedim."

 

"Fark ettim! Neyse ki ben senin yerine düşündüm. Eve gidince nasıl davranman gerektiğini konuşuruz. Zarif, masum ve kırılgan bir leydi gibi durmalısın." Kırılgan derken? Ben ve kırılganlık? Masumiyet? Zariflik? Hepsine o kadar uzaktım ki...

 

"Alıyorum o zaman bu elbiseyi."

 

"Soruyor musun?" Heyecanlı bir şekilde kabine gittim. Üstümü hızlıca giyinip çıkınca hemen kasaya gidip elbisenin parasını ödedim. Saat geç olmuştu ve benim daha eve gidip hazırlanmam gerekiyordu.

 

 

"Bu sıktığın şey ne işe yarıyor?" Öykü elinde ki küçük fısfısı suratımın her yerine 10 kere sıkmıştı.

 

"Makyajını sabitliyor. Olurda sarılırsan falan çocuğun üstüne bir şey bulaşmasın."

 

"Kes artık şöyle konuşmayı!" Elini havaya kaldırıp beni geçiştirdi.

 

"Bırak boş yapmayı. Fıstık gibi oldun." Elini çenesinin altında birleştirip yarattığı şahesere bakar gibi baktı. Bakalım neye çevirmişti beni. Sandalyede geriye dönüp aynaya baktım. Sade bir makyaj yapmasını istemiştim ve ilk defa beni dinlemişti. Saçımı ise hafif dalgalandırmıştı. Bana kalsa tepeden toplardım herhalde.

 

"Git hadi elbiseyi giy gel. Son halini merak ediyorum." Son halimi bende merak ediyordum. Yatağın üstüne attığım elbiseyi kılıfından çıkartıp fermuarını açtım.

 

"Hadi vaktin geldi!" Hızlıca üzerimdekileri çıkartıp rastgele etrafa attım. Gerçekten de vaktim gelmişti. Tek hamlede elbisenin içine girip arkamı döndüm.

 

"Fermuarımı çeker misin?" çektikten sonra poşetten yeni aldığımız ayakkabıları çıkardı.

 

"Giy şu ayakkabıları da."

 

"Bunlarla yürüyebileceğimden emin değilim."

 

"Tatlım bunu dert etme. Biraz sonra aklın başından gidecek, havalarda uçacaksın ve bunun farkında bile olmayacaksın." Kızabilirdim ama kızmayacaktım. Öyle olması işime gelirdi çünkü başka türlü yürümemin imkanı yoktu.

 

"Dur! Saçın yanda dursun. Böyle daha iyi."

 

"Bitti mi şimdi?"

 

"Dur! Takıların. Şimdi bitti, hazırsın." Derin bir iç çekişin ardından elimi tuttu.

 

"Mükemmel oldun. İlk defa kıza benzedin bunu tarihe geçmeliyiz." Gözlerimi devirip elimi çektim.

 

"İdil nerede? Hiç sesi çıkmıyor." Elini boynuna götürüp yavaşça kaşıdı. Bu hareketi biliyordum. Yine ne çeviriyordu bunlar?

 

"Gitti."

 

"Nereye!?"

 

"Ortaklık işleri işte."

 

"Ortaklık işleri? Benim neden haberim yok!?"

 

"Sen duştaydın onunda acil çıkması gerekti." Derin bir nefes aldım. Ne işiydi ki bu?

 

"Nerede şimdi."

 

"Hazal valla bilmiyorum. Bora aradı yardım istedi bu hackerlık işleri falan işte. Sende kızarsın diye gizli gizli çıktı beyaz atlı prensim gelip onu götürdü bana da seni oyalamamı söyledi. Bana kızma lütfen!"

 

"Kızmıyorum ki." Boş bir şekilde baktım.

 

"Sesin kızıyormuş gibi geldi bana."

 

"Kızmadım!"

 

"Tamam kızma!" Kızmaya başlıyordum.

 

Telefonumdan mesaj sesi gelince kalbim hızla çarpmaya başladı. Gelmişti.

 

"Tamam. Heyecan yapma. Al şu çantayı." Telefonumu ve sürdüğüm kırmızı ruju çantaya atınca son kez aynadan baktım. Ne sade ne abartı. Aynanın önünden parfümümü alıp bir kaç kez püskürttüm. Hazırdım.

 

"Son olarak... dikkat çekiyor muyum?" Baştan aşağı süzdü beni.

 

"Alınma ama... sarhoş, sapık ve pislik biri olsam yine dönüp sana bakmam." Güzel.

 

"Gidiyorum o zaman."

 

"Git." Bir elimle elbisemin önünü kaldırıp diğer elimle de merdivenin kenarından tutunarak sağ salim aşağıya inebilmiştim.

 

"Sen ne yapacaksın?"

 

"Ne benimle iş yapacak bir sevgilim var ne de baloya götüren bir sevgilim. Evde takılacak gibiyim." Bu boş imalarına sadece göz devirdim. Artık cevap vermekle kendimi yormak istemiyordum.

 

"Ben çıkınca evin kapısını ve balkonların kapısını iyice kitle. Perdelerin hepsini kapat."

 

"Ahah..hah.. korkutma beni!"

 

"Yanında ben olduğum zamanlar tehlikedesin ben yokken korkmana gerek yok." Güven verici bir ses tonuyla konuşmuştum.

 

"Ne duruyorsun!"

 

"Ne?" Anlamamıştım.

 

"Defol!" Kendi evimden kovuluyordum. Aman ne güzel!

 

Kapıyı açıp evden çıktım. Hemen yan duvarda asılı olan saksıyı kaldırıp evin yedek anahtarını aldım. Büyük ihtimalle geç gelirdim.

 

Başımı kaldırdığımda onunla göz göze geldim. Arabaya yaslanmış bir şekilde ellerini önünde bağlamış pür dikkat bana bakıyordu. Tedirgin olmadım değil. Daha öncelerden attığı bakış gibi bu bakışın da anlamını bilmiyordum. Korkutucu, huzur verici, korumacı, tehdit eder gibi hepsi karışıktı sanki. En çokta tedirgin edici.

 

Gözlerimi ondan hiç kaçırmadan yürümeye devam ettim. Öykü'nün dediği gibi bakışlarımı kaçırırsam utandığımı düşünebilirdi.

 

Tam önünde durduğumda gözleri aşağıdan yukarıya yavaşça çıktı. Aynı şeyi bende ona yapmıştım. Siyah ayakkabısı, siyah pantolonu, siyah gömleği, iliklediği siyah çekti ve siyah saçlarıyla... siyah olmuştu.

 

"Bukalemun?"

 

"Hımm?"

 

"Dikkat çekme derken bunu kastetmemiştim."

 

"Şuradan sarhoş, sapık ve pislik biri geçse dönüp bana bakmaz. O derece dikkat çekmiyorum." Çok biliyormuş gibi gülerek baktım. Umarım Öykü'ye güvenmekle hata etmemişimdir.

 

Güldü. "Bunu sana söyleyen kişi profesyonel yalancı olmalı." Kapıyı açınca elbisemi dikkatli bir şekilde toplayarak oturdum. Ne demek istediğini anlamamıştım. İyi bir şey miydi? yoksa kötü bir şey mi?

 

Arabaya binince kaloriferi açtı. Soğuk değil ki. "Kemerini tak."

 

"Az önce ne demek istedin?" Yüzüme bakmadı.

 

"Boş ver." Aklımı karıştırmasında üstüne yoktu.

 

Yılan gibi kıvrılan tek tük arabanın olduğu yolda hepsini sollayarak hızlı bir şekilde gidiyordu. Araba sürüşünü sevmiştim. Aynı benim gibi kullanıyordu.

 

Yarım saatlik süren sessiz yolculuk sonunda arabayı sağa çekti. Ben balo yapılacak bir yer göremiyordum.

 

"Neden durdun?" Eğilip önümdeki torpido gözünü açtı. Çıkardığı beyaz kutuyu elime tutuşturdu.

 

"Açsana şunu." O telefonundan birini ararken bende kutuyu açtım. Neydi ki bunlar? İki tane küçük şeffaf bir şeydi. Bir şeye benzetememiştim doğrusu.

 

"Hazır mısınız?" Bir süre karşı tarafı dinledi. Sonra cevap vermeden kapattı. Cool hareket.

 

"Kulağına tak." Birini alıp kendi kulağına taktı. Yaptığı şekilde bende kendi kulağıma taktım ama hâlâ neden böyle bir şey yaptığımızı anlamamıştım.

 

"Ne bunlar?" Sesim kendi kulağımda yankılanmıştı. Sanırım anlamaya başlıyordum.

 

"Uzakta olduğumuzda da iletişim halinde olacağız." Neden uzakta olalım ki. Beni yalnız bırakmazdı değil mi!?

 

Arabayı çalıştırıp ileriden sola döndüğünde ışıklandırılmış kalabalık yer dikkatimi çekmişti. Anlaşılan gelmiştik. Heyecanlıydım. Ateş şimdiden her tarafımı sarmıştı.

 

Araba büyük salonun önünde durduğunda vale kapımı açıp elini uzattı. Wow. Elimi uzatıp tuttuğumda diğer elimle de elbisemi tuttum ve dışarıya doğru bir adım attım.

 

Önümdeki çift kenarda hızlı hızlı flaşını patlatan kameralara poz vermeden kırmızı halıda yürüyerek içeriye geçti. Cool hareket.

 

"Sakın kameralara bakma." Kulağımda yankılanan sesle elimi az daha kulağıma götürecektim. Bu hep böyle açık kalacak mıydı?

 

Arabanın anahtarını valeye verip yanıma doğru geldi. Hayatımda ilk defa kırmızı halıdan geçecektim. Aman ne büyük şeref.

 

"Başlıyoruz." Başlıyorduk.

 

Yanıma geldiğinde elimi tuttu. Parmaklarımız birbirine kenetlenirken yüzüne bakmamak için kendimi zor tuttum. Normal davran. Normal davran. O senin eşin. Ahh! Böyle söylemekten vazgeçmeliydim.

 

Kırmızı halıdan dediği gibi kameralara hiç bakmadan geçtik. Yüzümde patlayan flaşlar sayesinde bir kaç saniyeliğine körlük yaşamıştım. Ve sonunda içerideydik.

 

Belki de bu balo o adamla tanışmam için bir fırsattı. Belki de benim bulmama gerek yoktu o karşıma çıkardı. Bu fikir saçma gelmişti. Saçma fikirlerimden kurtulup içeriye göz gezdirdim.

 

Devasa avizelerin ışıklandırdığı biraz içki kokan iki katlı bir salon. Çoğunluğunu 40 yaş üstü adamlar oluşturmuştu. Benim yaşlarımda kızlar ve erkeklerde ara ara gözüme çarpmıştı. Hepsi küçük gruplar halinde küçük masaların etrafında toplanmış sohbet ediyordu. Her yerden garson çıkıp içecek servisi yapıyordu. Çok... çok kalabalıktı. Burada gözlem yapıp o adamı bulmam imkansızdı.

 

"Çok kalabalık." Kaşları hafif çatık bir şekilde etrafa baktı.

 

Gerçekten buradakilerin hepsi mafya mıydı?

 

İnsanların arasından geçip üst kata yöneldik. Burası biraz daha sakindi.

 

"Sana gösterdiğim fotoğrafı hatırlıyor musun?"

 

"Evet."

 

"Adam gelmiş." İstemeden bir adım ona yaklaşmıştım. Kesin olarak aradığımız adam olmayabilirdi ama... oladabilirdi.

 

"Nerede!?" Önümüzdeki küçük boş masada durduk.

 

"Duvar kenarı üçüncü masa. Lacivert takımlı."

 

Adamı bulmuştum ama arkası bana dönüktü. Biraz uzun boyluydu ve zayıftı. Kır saçları arkaya doğru özenle taranmıştı.

 

"Gözüm üzerinde olur. Bu kadar insan arasından başka kimden şüphelenebilirim ki!"

 

"Göz göze geldiğin herkesten."

 

"Şu masaya gelene kadar kaç kişiyle göz göze geldim haberin var mı!?"

 

"Yerinde olsam mızmızlanmak yerine gözlem yapardım." Oflayarak önüme dönmemle sinsi bakışlı yılan gözlerle gözlerim kesişmişti. Yarı şaşkınlık haliyle ona baktım.

 

"Onun burada ne işi var!?" O adımlarını buraya doğru yönlendirirken Savaş'tan bir cevap bekledim. Savaş önce baktığım yere bakıp sonra bana baktı.

 

"Abisiyle gelmiş olmalı." Her yerde karşıma çıkmak zorunda mıydı?

 

"Biraz sonra gelirim."

 

"Beni onunla yalnız bırakma!" Yandan bir gülüş attı.

 

"Seni sinirli görmek hoşuma gidiyor." Ne? Hoşuna mı gidiyordum? Savaş'ın hoşuna mı gidiyordum yani? Sinirli olduğumda.

 

Daha ben cevap veremeden o gitmiş Selin dibimde bitmişti. Tek kaşı havada karşımda dikilmiş dik dik bakıyordu. Şu çakma sarı saçlarını tek tek yolmamak için zor tutuyordum kendimi.

 

"Ne var!?" Etrafı incelerken ters bir şekilde konuştum.

 

"Senin! Burada! Ne işin var!? Hem de onunla beraber!" Tek tek herkesin üzerinde gezdirdiğim gözlerimi son olarak onun gözlerinde sabitledim.

 

"Sanane bundan!" Masanın etrafından dolaşıp yanıma geldi. Onu sinir etmek hoşuma gidiyordu.

 

"Bana bak!"

 

"Bakıyorum?" Burnundan soluyarak önüne gelen saçını arkaya savurdu.

 

"Okula ilk geldiğinde seni uyardım. Ondan uzak dur dedim!" Bütün bu konuştuklarımızı Savaş'ta duyduğu için kelimelerimi özenle seçmeye çalıştım.

 

"Sevgili misiniz?"

 

"Bunu nereden çıkardın?"

 

"İçeriye el ele girdiniz!" Kendimi tutamadım. Yüzümde küçük bir tebessüm oluşmuştu.

 

"Demek öyle!"

 

"Bir cevap vermedim." Bir süre yere baktı.

 

"Neden seni bu kadar büyütüyorsam. Ben çocukluğumdan beri onun yanındayım sen ise 2 günlüksün. Diğer herkes gibi geçicisin." Diğer herkes?

 

"Beni büyütmekte haklısın ama kendini benimle denk görecek kadar da aptalsın."

 

"Seni uyardım! Olacaklardan ben sorumlu değilim!" Yüzüm ciddileşirken etraftakilere çaktırmadan kolunu tuttum.

 

"Sen beni tehdit mi ediyorsun!?"

 

"Sakin ol bukalemun." Oradan konuşmak kolaydı tabi. Yavaşça kolunu bıraktım.

 

Selin yanımıza gelen garsonun tepsisinden iki kadeh alıp birini önüme koydu.

 

"Vaktin varken biraz eğlen." O giderken arkasından gözlerimi devirdim. Aptal kız. Benimle uğraşabileceğini sanıyordu.

 

Tam başımı arkaya çevirip adama bakacaktım ki ilk defa gördüğüm bir erkek yanıma geldi. Tereddütlü bir şekilde çocuğa baktım. Kimdi bu?

 

"Merhaba." Yabancıydı. İspanyol? İtalyan? Her neyse aksanlı konuşması çok komikti ve biraz da hoşuma gitmişti.

 

Hafif uzun sarı saçlarını yana doğru taramıştı. Beyaz gömleğinin kollarını dirseğine kadar katlamış tek elinde içkisiyle bana bakıyordu.

 

"Merhaba." Elini uzatınca ayıp olmasın diye sıktım.

 

"Ben Alec."

 

"Hazal." O elini çekmeyince ben çektim.

 

"Özür dilerim! Güzelliğinizle büyülediniz beni." Ahah. Asılmaya gelmiş. Derin bir nefes alıp hafifçe tebessüm ettim.

"Teşekkür ederim."

 

"Sizi burada ilk defa görüyorum?"

 

"Evet. İlk gelişim." Demek eskilerdensin.

 

Çocuk benden gerçekten etkilenmiş olmalıydı. Gözlerini ayırmadan pür dikkat bakıyordu.

 

"Ne oldu?" Elimdeki içeceğimden bir yudum aldım. Tadı fena değildi.

 

Konuşmamla kendine gelip elindeki küçük bardağı kafasına dikti.

 

"Şimdiden hayran mı edindin?" Çocuğa gülüp omzumun arkasından ona baktım.

 

"Gel kurtar beni!"

 

"Bir şey mi dedin?" Gülerek önüme döndüm.

 

"Yok. Yok bir şey."

 

"Kiminle geldin buraya? Baban? Abin?-"

 

"Sevgilisiyle." Belime yavaşça doladığı koluyla beni kendine çekip yapıştırmıştı. Bu şekilde geleceğini hayal etmemiştim...

 

Boşta kalan eliyle elimde ki kadehi alıp kafasına dikti. Hayran bakışlarıma bir son verip önüme döndüm. İçeceğimi içmişti!

 

Alec biraz bozulmuştu ve bunu saklama gereği duymuyordu.

 

"Sonra görüşürüz Hazal." Bir şey demedim. Zaten o da beklemeden gitmişti.

 

"Tanışıyor musunuz?" Başını eğip baktı.

 

"İş ortaklığı diyelim."

 

"Senden pek hoşlanmıyor gibi." Küçücük tebessüm etti.

 

"Ne yaptın?" Merakla ona döndüm.

 

"Bırak şimdi onu. Adam seni gördü mü?" Gözlerimi devirerek önüme döndüm. Merak etmiştim!

 

"Sanmıyorum. Arkamda kalıyor." Aklıma gelen fikirle masada biraz kenara kayıp adamın karşısına geçmiştim.

 

"Ne yapıyorsun?"

 

"Beni görmesini sağlıyorum." İlk gördüğünde vereceği tepki önemliydi.

 

"Adı neydi bunun?"

 

"Anıl."

 

Adam yanındaki diğer adamlarla bir şeyler konuşup sık sık gülüyordu. Gör beni. Gör beni.

 

Yanına gelen garsonun elindeki tepsiye boş bardağını bırakıp yenisini aldı. Bir yudum alacağı sırada göz göze gelmiştik.

 

Eli bir süre havada kaldı. Gözleri sabitti. Ne açıldı ne de kısıldı. Ama yüz ifadesinden okuduğum bir şey varsa o da şaşkınlıktı.

 

Dudağımın bir kenarı yavaşça yukarı kıvrılırken o elinde ki bardağı hafif öne doğru uzatarak havaya kaldırdı ve bana selam verdi. Bu oydu. Aradığımız adam kesinlikle oydu.

 

Sanırım dikkat çekmemek için tekrar önüne dönüp sohbete katıldı.

 

"O."

 

"Ne?"

 

"Beni gördü ve şaşırdı. Kesinlikle o!"

 

"Aferin sana."

 

"Sevinmen gerekmiyor mu?" Başını yana yatırıp gözlerini kıstı.

 

"Bu saatten sonra işler artık daha da tehlikeli hal almaya başladı. Canın için endişelenmeye başlasan iyi olur." Tamam korkutmuştu.

 

"Bir yere gidip geleceğim. Sen ayrılma buradan."

 

"Gidersen yanıma gelir. Ne yapacağımı bilmiyorum." Sesim biraz çaresiz çıkmıştı.

 

Arkamdaki bir noktaya bir süre baktı. Acil gitmesi gerekiyormuş gibiydi. "Uzun sürmez."

 

"Savaş? Gitme." Tam gideceği sırada iki elimle elini tuttum. Gerçekten korkuyordum.

 

"Korkulacak bir şey yok tamam mı? Hemen geleceğim. Sen buradan ayrılma yeter."

 

Başımı sallayıp önüme döndüm. Nereye gidebilirdim ki sanki. Aslında şu insanların girip çıktığı yeri merak etmiştim. Sanırım terastı. Havanın soğuk olmasına aldırmadan çıkıyorlardı. Büyük ihtimalle sigara içmek içindi.

 

"Şaşırttın beni." Yerimde hafifçe sıçrayıp önüme döndüm. Anıl gelmişti! Kalbim yerinden çıkacak gibi atarken gözlerine baktım. Bir yerden çıkaracak gibiydim ama daha önce tanışmadığımıza yüzde yüz emindim. Peki o beni nereden tanıyordu?

 

"Oysa ki arkamdan iş çevirmediğini söylemiştin. Sana olan güvenimi büyük sarstın."

 

"Her söylediğime inandın mı?" Kaşları havaya kalktı.

 

"Aklımda soru işaretleri bırakmaya başladın."

 

"Önce benimkilerden başlamaya ne dersin? Elimde uzun bir liste var."

 

"Bugün yüzleşme günümüz olsun o zaman. Nereden başlamak istersin?" Sempatik biriydi. Sanırım 50'li yaşlarının başındaydı. Çok dinamik duruyordu. Her neyse ilk sorum belliydi.

 

"Beni nereden tanıdığını sormak iyi bir başlangıç gibi görünüyor."

 

"Doğduğun günden beri seni arıyorum." Ne?

 

"Doğduğum günden beri mi?" Sesim şaşkın çıkmıştı. Ne demekti bu?

 

"Sende bana ait bir şey var. Onu almadan peşini bırakmaya niyetim yok."

 

"Neymiş bende olan şey?"

 

"Sorma sırası bende. O çocukla aranda ne var?" Ne saçma soruydu bu be. Ne yapacaktı ki?

 

"İlişkinizin boyutunu merak ediyorum." Peki öyleyse.

 

"Sevgilim." Rahatsız edici bakışlarını bir süre üzerimde gezdirdi.

 

"Savaş'tan ne istiyorsun peki?" Ne diye gülüyordu bu?

 

"Sana anlatmadı mı?"

 

"Neyi?"

 

"Her neyse onunla şimdilik işim bitti. İsterse sana anlatır." Neydi bu gizli mesele. Öğrenmessem çatlardım.

 

"Neymiş bende olup da sana ait olan şey?"

 

"Hazal gidiyoruz!"

 

"Ne?" İstemeden dışımdan konuşmuştum.

 

Anıl yüzümde ki değişikliği fark edince elindeki bardağı masaya koyup etrafa göz gezdirdi.

 

"O adamın yanından hemen ayrıl!" Neler oluyordu? Anıl gibi bende etrafıma baktım. Bir sorun vardı ama ne?

 

"Savaş N'oluyor?" Sesi kesik kesik cızırtılı bir şekilde gelmişti. Benden uzaktaydı.

 

"Neredesin!?" Sesimin biraz yükselmesiyle etraftakiler buraya baktı. Neden beni yalnız bıraktı ki? Neden o kadar uzağa gitti?

 

"Yüzleşmeye evde devam ederiz!" Anıl ani bir refleksle hareket edip beni arkaya doğru itti. Bu sırada ortamda ki sessizliği bastıran bir gürültü duyuldu. Birisi bana ateş mi etmişti?

 

"Saklan!" Herkes bir yerlere koşuştururken kadın çığlıkları arasında Anıl'ın sesini duydum. Yere düşen masalardan birinin arkasına geçip kendimi korudum.

 

Ne oluyordu lan! Hedef ben olamazdım değil mi? Korkuyordum. Siktir!

 

Anıl neresinden çıkardığını bilmediğim silahıyla birilerine ateş ediyordu. İçeri silah sokmak yasak sanıyordum. Kafamı kaldırıp bakamıyordum çünkü arada buraya da ateş ediyorlardı. Arkasında saklandığım masaya hep kurşunlar isabet etmişti.

 

"Hazal!"

 

"Buradayım. Sanırım bana ateş ediyorlar."

 

Gözlerim Anıl'ı aradı. Beni bırakıp gitmiş olamazdı değil mi? Lanet olsun!

 

"Hâlâ üst katta mısın?" Sesi nefes nefeseydi.

 

"Evet!" Yere düşen bardağa mermi isabet edip parçalanınca çığlığıma engel olamadım. Bir şeyler yapmam gerekiyordu!

 

"Acil çıkış kapısını bulman gerekiyor?" Gözlerim kapıyı aradı ama bulamadı. Burada kapı falan yoktu. Sıkıntılı bir nefes verip saçlarımı arkaya attım. Silah sesleri biraz daha azalmıştı. Başımı hafifçe çıkarıp bakmak istedim gördüğüm şey beni dehşet içine soktu. Yavaş adımlarla elinde silah olan bir garson buraya doğru geliyordu. Buraya kadardı.

Ağlamama engel olmaya çalıştım ama gözyaşlarım boncuk boncuk üstüme damlıyordu. Son bir umutla etrafıma baktım. Merdivenlerden koşarak çıkan Patron silahı önce garsona doğrultup ateş etti sonrasında ise tavana ateş edip avizeyi patlattı ve her yer karanlığa gömüldü. Salonu aydınlatan tek şey farklı yerlerden ateş saçan silahların parlamasıydı. Şaşkınlıkla olanları izlerken her silah sesi duyduğumda başımı biraz daha aşağıya indiriyordum.

 

"Gel benimle." Elini yerden kalkmam için uzatan Patrona şaşkın şaşkın baktım. Patron! Bana! Yardım! Ediyordu! Bana?

 

"Fazla vaktimiz yok hadi!" Uzattığı elini tutup ayağa kalktım. Beni çekiştirerek boş bir koridora getirdi.

 

"Düz devam et ileride kapı var oradan devam et."

 

"Ama... siz?"

 

"Düşünme beni kızım. Git sen." Çok fazla kurcalamayıp dediğini yaptım. Burada ben hariç herkes ne yaptığını biliyor gibiydi. Arkama bakmadan koşarken bir yandan da elbisemin uçları ayağıma takılmasın diye eteklerimi havaya kaldırıyordum. Sonunda kapıya vardığımda hiç düşünmeden açıp girdim.

 

"Çıktım oradan!"

 

"Aşağıda otopark var. Bende oraya geliyorum."

 

Merdivenleri koşarak inip bir kaç katı gerimde bırakmıştım. Başka bir kata geldiğimde kapı birden açıldı ve garson giyinimli bir adamla karşı karşıya kaldım. İkimizde anlık olarak duraksadık ama gözüm hemen elindeki silaha gitti. Kolunu tam oynatacağı sırada adamı geri itip silahının yere düşmesini sağladım. Yakaladığım boşluğu fırsat bilip basamakları hızla inemeye devam ettim. Bir kaç saniye sonra arkamdan silah sesleri gelmeye başladı. Adam bana ateş ediyordu!

 

Aşağıya doğru dönen merdivenleri inebildiğim kadar hızlı inmeye çalıştım.

 

"Savaş arkamda! Ateş ediyor bana!"

 

"Sakin olmaya çalış." Sakin mi olayım!? Arkamda silahla kovalayan biri varken nasıl sakin olabilirdim ki! Ölecektim burada!

 

Neyse ki ayağımda ki topuklu ayakkabılara rağmen gayet iyi gidiyordum.

 

"Bir yere kaçamazsın! Yaşamak istiyorsan dur!" Bende yedim. Ölümüne ateş ediyorsun be! Bir el daha ateş edince istemsiz olarak başımı eğmiştim. Arkasından bir kez daha tetiği çekince- o da ne? Kurşunu mu bitmişti onun?

 

Koşmayı bırakıp bir anda merdivenlerde durdum. Aramızda yaklaşık 10 basamak vardı. Gülerek silahını yere attı.

 

"Neden durdun? Artık korkmuyor musun?" Gülme sırası bendeydi.

 

"Sen neden duruyorsun? Elindekine mi güveniyordun?" Yavaş adımlarla bir kaç basamak daha indim Garaj kapısına çoktan gelmiştik. Kapıdan çıkıp geniş alana girdim. Peşimden beni takip etti. Artık karşımda şansı yoktu.

 

"Kendine çok güveniyor gibisin."

 

"Çok konuşmada başla!" Adam attığım yemi yemişti. İlk hamle her zaman pişmanlıktır. Gülen yüzü ciddileşirken öne doğru atıldı. Kendime güveniyorsam o da iyi dövüşçü olduğumdan.

 

Yumruğunu hızla savurduğu kolunu tutarak ters çevirdim ve arkasına sabitledim. Acı dolu nidası boş otoparkta yankılanmıştı. Çok beklemeden açıkta kalan bacağımla yüzüne tekmeyi geçirdim. Bu kadar basit olacağını tahmin etmemiştim.

 

Adam yerde yuvarlanıp benden uzaklaştı. Ayağa kalkıp bir yandan kolunu ovalıyor bir yandan da bana bakıyordu.

 

"Canını mı acıttım? Artık korkuyor gibisin."

 

"Öldün sen!" Sadece gülerek karşılık verdim.

 

Elini arka cebine atıp parlak metal bir şey çıkarttı. Bıçak mı? Gerçekten mi? Tamam. Daha o konuda tam olarak profesyonelleşememiştim. Yine de bu zamana kadar küçük kesikler dışında halledemediğim olay olmamıştı.

 

Adam bıçağını bir kaç kez savurup yaklaştı. Çıplak elle nasıl savunabilirdim ki kendimi.

 

"Savaş artık gelsen iyi olur!"

 

"Uğraşıyorum." Silah sesleri kulağımda yankılanıyordu. Umarım ona bir şey olmazdı.

 

"Sende boş hareketlerine son ver ne yapacaksan yap artık!

 

"Beni kışkırtıyorsun küçük!"

 

"Bu küçük birazdan seni fena benzetecek!" Öfke, korku ve sinir kat sayılarımın aynı anda zirveye çıkması beni şiddete yönlendiriyordu. Adamı beklemeden elindeki bıçağın düşmesi umuduyla açıkta kalan bacağımı etrafımda dönerek savurdum.

 

Bacağımı tuttu! Adam tek eliyle bacağımı tutmuştu. Benim onun kolunu tuttuğum gibi. Bir bacağıma bir bana baktı sonra bıçağına baktı. Düşündüğüm şeyi yapmayacaktı değil mi?

 

"Sakın bacağımı kesiyim deme!" Güldü.

 

"Seni öldürürüm!" Bıçağını baldırıma dokundurdu. Soğuk bedenimi ürpertmişti.

 

"Çek şunu şuradan!" Ani hareket edemiyordum çünkü bıçağını yavaş yavaş batırmaya başlamıştı. Dişlerimi sıkıp yüzümün ekşitme isteğimi bastırdım.

 

"Nasıl istersen." Elini hızlı bir şekilde aşağıya doğru çekti. Bacağımı bırakmasıyla acıdan yere düşmüştüm. Uzun süreli çığlığımı bir türlü susturamamıştım. Susmak istediğimden de pek emin değildim. Bu tek kelimeyle... acıtmıştı.

 

Başımı sertçe yere koydum. Lanet olsun bu çok acıtmıştı. Adam üzerime doğru gelirken dişlerimi birbirine bastırıp gözlerimi sıkı sıkı kapattım. Daha fazla karşı koyabilceğimden emin değilim.

 

Gelecek bıçak darbesini beklerken ki eminim boğazıma geçirecekti bıçağını tek umudum hızlı ve acısız olmasıydı. Bu kısacık süre zarfında bacağımın acısı bana yetiyordu.

 

Adam ayağını yere sürterek küçük adımlarla yaklaşıyordu. Çıkardığı ses iyice sinirlerimi bozmuştu.

 

"Az önce ki sözlerinden sonra seni yerde acı içinde görmek çok hoş." Gözlerimi ağır bir şekilde açtım. Odağıma giren ilk şey kulağımdan çıkan o şeffaf şey oldu. Bacağım artık eskisi kadar çok acımıyordu. Adama baktım.

 

"Aslında... canımı yakmana rağmen seni bağışlayabilirim. Para karşılığı seni Anıl'a satsam köşeyi fena dönerim." Güzel hayal. Tabi gerçekleştirilemeyecek olması ne acı. Gözlerimi devirdim.

 

"Neyi bekliyorsun?"

 

"Canın için yalvarmanı." Ellerini önünde birleştirmiş keyifli bir şekilde bana bakıyordu. Bugün yeterince sinirim bozulmuştu.

 

"Daha çok beklersin!" Bacağımın acısına aldırmadan tökezleyerek ayağa kalktım. Ben kafes dövüşü yapıyorum adi herif. Benim adım da Hazal'sa sana karşı asla pes etmeyeceğim.

 

"Karşı koyacak gücün yok."

 

"Yerde keyif yaptığımı mı düşündün?" Biraz olsun soluklanmış ve acının ilk izlerini üzerimden atmıştım.

 

"Ne sanıyorsun kendini? Muhammed Ali'nin kız kardeşi falan mısın?" Üzerime doğru hızlı adımlarla yürümeye başlayınca bedenimi güçlü tutmaya çalıştım.

 

"O kadar olamasamda-" duyulan 2 el silah sesiyle yerimde sıçrayıp bir kaç adım geriye gittim. Adamın gülen yüzü yavaşça solup bir kaç saniye gözlerini gözlerimden çekmedi. Elinde ki bıçak yere düşüp bir kaç defa sekti. Neler oluyordu lan!

 

Gözlerim tekrar adamı bulduğunda gözleri donuklaşmıştı. Aniden öksürünce ağzından fışkıran kanlar yüzüme sıçramıştı. Bu hareketiyle irkilip bir adım geri gittim. Adam birkaç saniye daha ayakta durup yana doğru devrildi. Ağzım açık bir şekilde bakarken elim omzuma sıçrayan kana gitti. Sanırım! Kalbim! Yerinden! Çıkacaktı!

 

Başımı kaldırıp kapıya doğru baktım. Bacaklarım istemsiz hareket ederken kollarımda çoktan boynuna dolanmıştı. Gelmişti.

 

Gözümden akan bir kaç damla yaşı ona belli etmeden sildim. Birkaç saniye önce ölümle burun burunayken şimdi hiç olmadığım kadar güvendeydim. Ardı ardına derin nefesler alıp sakin kalmaya çalıştım.

 

"Tamam... sakin ol biraz." Biliyorum. Başımı biraz geriye çekip yüzüne baktım.

 

"Gelmeseydin ölmüştüm. Hayatımı kurtardın." Tek elini kaldırıp önüme gelen bir tutam saçımı arkaya doğru itti.

 

"Düşünme şimdi bunu. Yaralandın mı sen?" Kendime gelip ellerimi boynundan çektim ve biraz geri gittim. Açıkta kalan bacağımı biraz öne çıkartıp kesiği gösterdim.

 

Tek elinde hala silah duruyordu. O şey beni gerçekten korkutuyordu. Eğilip bacağıma baktı.

 

"Dokunma!" Küçük bir şey gibi duruyordu ama çok acıyordu.

 

"O çığlık bunun için miydi?" Elimi boynuma götürüp yavaşça kaşıdım.

 

"Abartmayı severim." Abartmadan nefret ederdim ama o an için içimden böyle çığlık atmak gelmişti. Küçük bir şey olabilirdi ama gerçekten çok acıyordu.

 

"Öyle bakma! Çok acıdı ve halâ da acıyor. Sen ne anlarsın-" gördüğüm şeyle gözlerim kocaman açılırken bacağımın acısına aldırmadan eğilip kolunu tuttum.

 

"Vurulmuşsun!" Ceketi siyah olduğu için kan kendini pek göstermiyordu ama belliydi işte kan kaybetmişti. Acıyor olmalıydı.

 

"Sadece sıyrık. Pek bir şey hissetmiyorum." Dehşet içinde ona baktım. Bu rahatlık normal değildi.

 

"Kolun yaralı ve sen-"

 

"İlk defa olan bir şey değil bukalemun. Kafana takma sen." Ne demek takma? Nasıl yapabilirdim ki bunu o öyle karşımda yaralıyken, canı yanarken ve... benim için uğraşırken.

 

"Gitmemiz gerekiyor. Yürü hadi." Üstüne gitmedim. O nasıl istiyorsa öyle olsun.

 

"Sanırım Anıl beni kaçıracaktı."

 

"Halâ öyle." Ne? Otoparktan gelen birkaç silah sesiyle olduğumuz yere eğilip arabaların arkasına saklandık.

 

"Onun adamları mı?" Fısıltıyla çıkan sesimi kendim bile zor duymuştum.

 

Başını sallayıp yavaşça olduğu yerden kalktı ve arabanın camından adamlara doğru baktı.

 

"Nereden anladın?"

 

"Birinin sol parmağında gümüş yüzük var." Anıl'da da vardı! Vay anasını.

 

"4 kişiler ve benim 2 kurşunum kaldı." Tamam. Şimdi ölmüştük.

 

"Ben dikkatlerini dağıtacağım sende şu siyah arabaya koşacaksın tamam mı? Al şu anahtarı beni bekleme git!"

 

"Seni öldürürler!"

 

"Git dedim! Ben bir yolunu bulurum."

 

"Yapamam. Benim yüzümden ölemezsin. İstediği benim. Sen git." Saklandığım yerden başımı çıkarmamla sıkılan kurşun arabanın camına isabet etmişti. Savaş ani bir refleksle beni çekerken uzaktan bir arabanın fren sesleri otoparkta yankılandı. Giderek yaklaşan araba adamların bize ateş etmesini engelleyecek şekilde önümüzde durdu.

 

Filmli cam yavaşça açıldığında Doruk güneş gözlüğünü biraz indirmiş üstten bize bakıyordu.

 

"Atlayın."

 

Hiç zaman kaybetmeden arka koltuğa binip oradan uzaklaştık. Bugün kaç kez ölümden dönmüştüm saymayı bırakmıştım.

 

"O yaptığın neydi!?" Kapalı gözlerimi açıp kulağımın dibinde gürleyen Savaş'a baktım.

 

"Ölmene izin mi verseydim!"

 

"Adam ıskalamasa sen ölmüştün!"

 

"Konuşmanızı bölmek istemem ama tam olarak nereye gidiyoruz?"

 

"Eve gitmiyor muyuz?" Doruk aynadan bana bakıp alaylı bir şekilde güldü

 

"Deli misin? Oraya gitmek intihar olur." Bir süre yüzüme baktı. Yüzüm ne şekildeydi bilmiyorum ama bu hiç hoşuna gitmemiş gibiydi.

 

"Yine evde birisi var deme?"

 

"Orada yalnız yaşamıyorum herhalde!"

 

"İrem Bora'nın yanındaydı?"

 

"Arkadaşım evde!" Lanet olsun. Anıl onu alıp bana karşı tehdit olarak kullanabilirdi.

 

"Onu arayıp uyarmam lazım! Telefonunu ver!" Doruk hemen cebinden telefonunu çıkarıp verdi. Öykü'nün numarasını tuşlarken içimden yanlış olmaması için yalvardım.

 

Çalıyor ama açmıyordu. Israrla tekrar tekrar aradım. Telefon sapıklığı yüzünden yabancı numaraları açmazdı. Hemen kendim olduğumu belirten bir mesaj atıp tekrar aradım. Bu sefer ilk çalışta açmıştı.

 

"Hazal?"

 

"Benim."

 

"Neler oluyor? Kimden arıyorsun?"

 

"Beni dinle tamam mı? Evden hemen çıkman lazım!"

 

"Ne? Neden?"

 

"Açıklayacak vakit yok. Çık evden."

 

"Tamam." Bir kaç nefes sesinden sonra endişeli sesi duyuldu.

 

"Kapıda bir kaç adamın olması normal mi?"

 

"Gelmişler!"

 

"Kim bunlar!? Sanırım biri beni gördü!"

 

"Kaçman gerekiyor Öykü! Yakalanamazsın!"

 

"Ne yapacağım!?"

 

"Dur dur! Düşünüyorum." Aklıma gelen fikirle resmen cırladım.

 

"Buldum! Hemen odama çık!" Birkaç saniye süren nefes seslerinden sonra kapının gürültüyle kapanan sesi duyuldu.

 

"Kilitle kapıyı."

 

"Kilitledim."

 

"Çalışma masamda kırmızı kalem kutusu var. Gördün mü?"

 

"Evet."

 

"Dibinde küçük sarı bir anahtar olacak." Kalemlerin masaya çarpmasıyla çıkan ses kulağımı tırmalamıştı.

 

"Buldum!"

 

"Tamam. Şimdi de yanda duran çekmeceyi aç. Küçük el feneri var. Onu da al."

 

"Aldım. Ne yapacağım bunlarla?

 

"En çok istediğin şeyi."

 

"Ne?"

 

"Dur şimdi. Soru sorma. Üstünde ne var?" Savaş ve Doruk aynı anda dönüp bana bırakmışlardı. Ne?

 

"SüngerBob'lu pijamam."

 

"Çok dikkat çeker. Dolabımdan bir şeyler giy. Siyah olsun."

 

"Başka renk yok ki zaten."

 

"Acele et hadi!"

 

"Sa- sanırım kapıyı kırıp içeri girdiler!" Sıkıntılı bir nefes verip arkama yaslandım. Benim yüzümden insanlara yaşattıklarıma bak.

 

"Hazırım!"

 

"Tamam. Şimdi iyi dinle. Yatağı camın önüne çek. Altında birbirlerine bağlanmış çarşaflar var. Bir ucunu yatağın ayağına bağla diğer ucunu camdan aşağı sarkıt. Aşağı inebilirsin değil mi?"

"Tek kurtulma şansım bu ise yapmak zorundayım."

 

"Dikkatli ol. Anahtarı ve feneri unutma."

 

Duyduğum tek şey Öykü'nün nefes sesleriydi. Umarım düşüp kolunu bacağını kırmazdı.

 

Dikiz aynasından Doruk'la göz göze geldim.

 

"Ne oldu?"

 

"Sen kendi evinden mi kaçıyorsun?"

 

"Tek yaşamıyorum sonuçta. Arada lazım oluyor."

 

"Yes! Başardım. Bahçedeyim."

 

"Güzel. Evin arka tarafındasın şu an. Garaj evin duvarıyla bitişik. O anahtarla garajın arka kapısını aç. Dikkat et çok ses çıkmasın."

 

"Denerim." İyi ki denedi! Çıkan sesi arabadakilerin duyduğuna bile emindim.

 

"İçerideyim."

 

"Tamam. Yerdeki paspası kaldır."

 

"İnanmıyorum. Yoksa..."

 

"Evet. Yeraltına iniyorsun."

 

"Tek başıma."

 

"Tek başına."

 

"Hızlı ol hadi. O anahtar kapağı da açıyor. İçeri girince tekrar kilitlemeyi unutma tamam mı?"

 

"Tamam."

 

"Kapıdan dikkatli çık. Kimse seni görmesin. Sonrasında dövüş yaptığım yeri hatırlıyorsun değil mi? Benim odama git elinde ki anahtarla orayı da kilitle. Orada güvende olursun."

 

"Yapabilirim."

 

"Evet yapabilirsin. Dikkatli ol lütfen. Sana sataşan olursa gösterdiğim hareketleri hatırla boşluk bulunca da kaç."

 

"Onu yapamayabilirim."

 

"Tabii ki de yapabilirsin saçmalama. O kapaktan içeri girdiğin zaman telefon çekmeyecek tamam mı? Seni bir tek o odada bulabilirim. Orada ol." Telefonu kapatınca öne doğru uzattım.

 

"Yeraltına giden bir yere gidiyoruz değil mi?

 

"Bütün girişleri bildiklerine adım gibi eminim. Oraya gidemeyiz."

 

"Savaş ama... benim oraya gitmem lazım. Öykü beni bekliyor." Aynı anda Doruk'a baktık. Belki biz gidemezdik ama o...

 

"Neden ben?"

 

"N'olur."

 

 

Doruk bizi ormanın içinde ki küçük bir kulübeye bırakıp Öykü'yü almaya gitmişti. Sanırım şehir dışına çıkmıştık çünkü buraya gelmek neredeyse 2 saatimizi almıştı. Sanırım Öykü ve Doruk yarın gelecekti ve bu da demek oluyordu ki Savaş'la burada baş başa kalacaktık. Değişik bir gece olacağını şimdiden hissetmeye başlamıştım.

 

"Burası terkedilmiş gibi görünüyor. Onlar nereden çıktı?" Elindeki ilk yardım çantasına baktım. Şaşırmıştım. Her yerde örümcek ağları vardı ve etraf çok tozluydu.

 

"Bir süre ortalıkta gözükmemek için geldiğimiz bir yer. Genelde bunlara da ihtiyacımız oluyor." Terk edilmiş değildi yani.

 

"Bir an önce bacağını saralım mikrop kapmasın."

 

"Senin de kolun." Kendini umursamaz tavırları sinirimi bozuyordu. Kolu bacağımdan daha kötü haldeydi bundan emindim.

 

"Hihh! Çok bastırma!" Eli biraz daha yavaşladı.

 

"Böyle iyi mi?"

 

Başımı salladım. Eliyle bacağıma dokunduğu ilk andan beri garip hissesiyordum. Daha önce böyle hissetmemiştim ve bu hissi sevmemiştim. Karnıma küçük küçük kramplar giriyordu. Bu iyi bir şey olamazdı.

 

Sargı benzini bir kaç tur bacağıma doladıktan sonra bant ile yapıştırdı.

 

"Gel bende senin koluna bakıyım."

 

"Kendim yaparım."

 

"Tek elle? Ceketini çıkar yeter." Neyse ki çok inat etmemişti. Sol kolunu sanki hiçbir şey yokmuş gibi hareket ettiriyordu.

 

"Yavaş olsana! Yarayı daha da açacaksın." İnsan olduğunu bilmesem demirden yapıldığını sanacaktım.

 

Ona fırsat vermeden kol düğmesini açıp yukarıya doğru yaraya dikkat ederek sıyırdım. İlk defa kurşun yarası görüyordum ve dediği gibi gerçekten sıyırmıştı. Neyse ki bende sık sık küçük yaralar aldığım için nasıl pansuman yapılır biliyordum.

 

Önce yaranın etrafındaki kanları dikkatli bir şekilde temizlemeye başladım. Canını acıtıyor muydum acaba? Pamuğu bastırırken aynı zamanda üflüyordum da.

 

"Acıtırsam söyle." Bana alaylı bir bakış attı. Tamam. Artistliğin lüzumu yok.

 

Sargıyla güzelce sardıktan sonrada bantladım.

 

"Yine de doktora gözüksen iyi olur. Bana genelde dikiş atıyorlar." Bad girl havalarına girmiştim. Ama öyleydi gerçekten yıllar önce kaç kere dikiş yediğimi saymayı bırakmıştım. Vücudumun bazı yerlerinde hâlâ izler duruyordu tıpkı Savaş'ın kolundaki izler gibi.

 

En az üç kişilik somyanın ortasında yan yana oturuyorduk. Karşımızda ki duvarda ise bir boy aynası vardı.

 

Saçı aldığı şeklini koruyan sadece boğaz düğmesi açık siyah gömleğiyle kolu yaralı, asil bir şekilde oturan o ve elbisesinin uçları yer yer çamur olmuş omzu ve yüzü kanlar içinde olan saçı başı dağılmış ben. Birbirinden ayrı iki insan gibi gözükebilirdik ama bence benziyorduk.

 

"Bugün... kâbus gibiydi. Hiç bu kadar korkmamıştım."

 

"Sonuç olarak buradayız... iyiyiz."

 

"Bana git dediğinde-"

 

"Gitmeliydin!"

 

"Sen beni arkanda bırakmadın. Ben neden seni bırakayım?"

 

"Aynı şey değil." Başımı çevirip baktım.

 

"Haklısın aynı şey değil. Anıl benim peşimdeydi beni bırakıp gitseydin seni suçlamazdım ama ben seni bıraksaydım büyük şerefsizlik yapmış olurdum." Tek kaşını kaldırıp baktı.

 

"Sadece senin peşinde olduğunu nereden biliyorsun?"

 

"Kendisi söyledi. O adam... sana ne yaptı?" Biraz çekinerek sormuştum. Yüzü anında katı bir hal alırken gözlerimi ondan kaçırdım. cevap vermedi. Herkes o kadar gizemliydi ki...

 

"Ben etrafı kontrol edeceğim bir şey olursa çağırırsın." Cevap veremeden çıkmıştı kulübeden. O adam Savaş'a bu kadar kötü ne yapmış olabilirdi ki. Onu hem sinirlendirip hem de üzecek kadar.

 

Ayağıma yapışan ayakkabılardan kurtulup ayaklarımı kendime doğru çektim. Bu konuyu açmak kötü bir fikirdi. Gelmesini bekleyip özür dilemeliydim.

 

Duvarın köşesiyle birleşik olan somyanın en kenarına gidip başımı yanımdaki duvara sırtımı ise arkamdaki soğuk duvara verdim. Artık kış mevsimine geçiş yaptığımız için dışarıda küçük küçük kar taneleri birbirlerine dokunmadan havada uçuşuyordu. Ellerimle omuzlarımı ovuştururken bir yandan yıldızları izliyor bir yandan da kar tanelerine bakıyordum. İstediğim tek şey ise bir an önce içeriye gelmesiydi.

Loading...
0%