@nickinci
|
Sabah kahvaltısından sonra herkes bir yerlere çekilmişti. Ben Öykü'yü sakinleştirirken İdil'de bu ani kararı çocuklara açıklıyordu.
"Sende duydun değil mi? Zaman istiyormuş!" Sinirle başparmağının kenarını yolarken bir yandan da söyleniyordu.
"Zamanmış! Ne zamanı ya? Neyin zamanı?"
"Heyy biraz sakin ol! Ne yaşadığını bilmiyoruz."
"Bana onu koruma tamam mı? Ne yaşadıysa yaşadı. Geçti gitti bunu bana yansıtamaz! Beni getirdiği hale bak!"
"Onu korumuyorum..." parmağını kanatmadan ellerini birbirinden ayırdım.
"Sadece yapıcı olmaya çalışıyorum. Sen demedin mi bazı kişiler bazı kişilerde derin izler bırakabilirler diye... onun yarası kapanmamış olabilir. Demek ki kendi başına yapamıyor sen saracaksın onu." Derin bir nefes alıp arkasına yaslandı ve gözlerini kapattı.
"Off! Kendini biraz açsa zaten... ama yapmıyor işte uzak duruyor."
"Belki de gerçekten zamana ihtiyacı vardır. Biraz beklesen üzerine gitmesen belki de ikiniz için daha iyi olacaktır ha?"
"Belki de haklısın... ona nasıl yaklaşacağımı şaşırdım artık. Ya kaçıyor ya tersliyor ya da görmezden geliyor. Bu zamana kadar hiç reddedilmedim tamam mı? İnsana koyuyor işte." Gülerek ayağa kalktım.
"Çıtayı birden arşa çıkartırsan afallarsın tabi." Şaşkınlıkla yayıldığı yerden kalkıp karşıma dikildi.
"O çocuk sana fazla gelir demeye mi çalışıyorsun?" Şaşırma sırası bendeydi. Gerçekten dediğim cümleden bu sonucu mu çıkarmıştı?
"Hayır... hayır tabii ki! Bu zamana kadar çıktıklarının hepsi serserinin tekiydi ve güzelliğin için yanındaydı. Ama Doruk öyle değil o iyi birisi. Ayrıca kankam." Omzunu silkti.
"Biliyorsun flörtü severim. Ama... kalbim ilk defa böyle çarpıyor. Bu sefer başka. Doruk'ta daha fazlası var." Gülerek karşılık verdim. Biliyordum o hissi. Sanki kalbin göğüs kafesine sığmazcasına atıyor ve... ahh! Aklıma yine Savaş gelmişti. Bir an önce aşağı inip onu görmek istiyordum.
"Daldın yine yaa! 2 gün de eski Hazal'dan eser kalmadı. Ne yapıyor bu çocuk sana?" Derin bir nefes alıp elimi belime koydum.
"Değişmedim! Hala aynıyım sadece..." aşık olmuştum.
"Sadece onu düşündüğümde mutlu oluyorum." Çok mutlu oluyorum...
"Yaa Hazal... Bu günleri de bana yaşattın ya artık ölsem gam yemem." Gözlerimi devirip kapıya yaklaştım.
"Artık aşağıya inebilir miyiz?" Yüzünü birden düşürdü.
"Sence sofrada çok mu yükseldim? Biraz inandırıcı olsun diye şey ettim-" tekrar gözlerimi devirdim. Bazen dozunu fazla kaçırabiliyordu.
"Kimse üstelemez merak etme daha çok gitmemizle ilgileniyorlar şu an." Başını sallayıp beni takip etti. Merdivenlerin başına geldiğimizde konuşulanları çok rahat duyabiliyorduk. Bu seferde İdil, Bora ve Doruk kavga ediyordu.
"Dur!" Basamağa attığım ilk adımı geri çekip arkama döndüm. Yine ne olmuştu.
"Doruk gitmemize şaşırdı ya hani..."
"Eee?" Elim belimde cümlenin devamını bekledim. Kesin saçma bir şey söyleyecekti.
"Belki... anla işte?" Bu kaçıncı bilmiyorum ama tekrar gözlerimi devirdim.
"Gitme diye ayaklarına kapanacak değil." Oflayarak aşağı inmeye başladı.
"Rica ediyorum lütfen aşağıda sakin ol."
"Tamam! Ne yapacağım sanki abartma!" Genelde abartan taraf ben olmuyordum ama neyse... birazdan görecektik olacakları.
"Evet evet! Kesinlikle rahatlık battı size."
"Kesin senin başının altından çıkmıştır bu fikirde."
"Tehlikelisin kızım sen!" İdil artık bezmiş gibi arkasına yaslanmış, gözleri kapalı, eliyle yüzünü kapatmış Doruk'un söylediklerini duymuyormuş gibi bir hali vardı. Öykü İdil'in yanına otururken bende boş tekli koltuğa oturdum.
"Bu kızların aklını da sen çelmişsindir kesin!"
"Doruk! Yeter abi bir dinleyelim kızları." Sonunda anlayışlı biri. Konuş be Bora.
"Bakıyorduk işte ne güzel size-"
"Ayy! Yeter! Yeter bir sus! Bir dinlen ya! Bir soluklan bir su iç!" İdil birden cırlayınca Doruk olduğu yere sinmişti.
"Bu arada..." hayır Öykü... yapma!
"Bizim bakıcıya ihtiyacımız yok tamam mı!? Unutmayın ki biz ortak bir düşmanımız olduğu için bir araya geldik sizin bizi korumanız için değil! 1 haftadır burada kalıyor olabiliriz ama bu hep burada olacağımız anlamına gelmiyor." Saçını arkaya atıp bacak bacak üstüne attı.
"Hem gördük birlikte yaşayınca neler olduğunu." Doruk'u baştan aşağı süzüp saçının ucuyla oynamaya başladı. Doruk'ta gözlerini kısmış pür dikkat Öykü'ye bakıyordu. Benimse tek istediğim bu konuyu sessiz sakin bir şekilde kapatıp önümüze bakmaktı. Önümde de Savaş vardı. Göz göze gelince dudağının kenarı hafif kenara kıvrıldı. Küçük bir utanç dalgası etrafımı sararken gözlerimi kaçırdım.
"Hazal?" Adımın seslenilmesiyle Bora'ya döndüm.
"Sen anlatır mısın neler oluyor?"
"Ne yani ben anlatamadım mı? Bunu mu ima ediyorsun?" Bora derin bir nefes alıp parmaklarını saçlarının arasına sokarken İdil'e baktım. Ahh benim kızlar...
"İdil... tamam." Ne olur sus bakışı atıp arkama yaslandım.
"Öykü haklı yaptığınız her şey için minnettarız bizim için canınızı tehlikeye attınız ama daha fazla burada... korumanız altında kalamayız."
"Sadece Anıl değil birçok çete tarafından aranıyorsunuz. Dışarıda da çok güvende olduğunuz söylenemez."
"Tehlikenin farkındayız ama kendi başımızın çaresine bakabiliriz. Saklanarak ilerleyemem artık bir şeyler yapmak zorundayım." Başını sallayarak ellerini önünde birleştirdi.
"Haklısın... sizi zorla burada tutacak değiliz. Biz yine varız bunu bilin yeter." Hemen çaprazımda oturduğu için hafif bir tebessümle uzanıp elini sıktım.
"Teşekkür ederim." Geri eski pozisyonuma gelip arkama yaslandım.
"Gitmelerine izin mi vereceğiz gerçekten!?" Öykü oflayarak yerinden kalıp Doruk'a son bir bakış attı.
"Kimseden izin almıyoruz! Gidiyoruz işte kabullen. Hem sen neden bu kadar ısrar ediyorsun ki? Etrafta kafanı karıştıracak kimse olmazsa düşünecek bolca zamanın olur. Gitmemiz işine gelir senin..." Öykü yukarı çıkarken Doruk'ta ağzının içinde homurdanarak salonu terk etmişti. Ama ben o homurdanmayı duymuştum ve ne yazık ki Öykü bunu duyacak kadar salonda kalmamıştı.
'Gitmen işime falan gelmiyor!' Kendi kendime gülüp alnımı kaşıdım. Sen daha neyin zamanını istiyorsun ki her şey belliydi işte.
"İdil 5 dakika mutfağa gelir misin?" İdil kaşlarını kaldırıp oflayarak yerinden kalkıp Bora'yı takip etti. Bu kız çok fenaydı. Bora'ya haksız yere trip attığından adım gibi emindim.
Gülerek arkama yaslandım. Sürekli birbirimize gülüyorduk. Bunu düşünmek beni daha da çok güldürüyordu. Neden sürekli birbirimize gülüyorduk ki? Yerinden kalkıp yanıma geldi, elini uzattı. Elini mi tutacaktım? Hafif pörtlek ve şaşkınlık dolu gözlerle bakakaldım.
"Gel hadi." Elini hafifçe hareket ettirdi. Kendime gelip titrememesine özen göstererek elimi kaldırıp elinin üzerine koydum. Sakin ol... sakin ol...
Nazikçe elimi kavrayıp kaldırdı beni.
"Nereye?" Gözleri hafif parlıyordu. Aklında ne vardı onun? Pek masum da durmuyordu. Yüzünde de sinsi bir gülüş vardı.
"Birazdan öğreneceksin." O önde ben biraz arkasında giderken ayakkabılığın önünde durdu.
"Giyin." Montumu elime tutuşturup kendininkini giydi. Gülerek montumu giyip botlarımı ayağıma geçirdim. Heyecanlıydım.
"Nereye gidiyoruz?" Yerdeki poşeti alıp gözümün önünde salladı. Poşeti elinden alırken hala gülüyordum.
"Bu ne?"
"Onlar canım..." mutfak kapısında kollarını önünde bağlamış İdil'e baktım.
"Bora ve benim kavga etme sebebim." Nasıl? Gerçekten anlamakta zorlanıyordum. Poşetin ağzını açıp içine baktım. Paten mi?
"Neden bunun için kavga ettiniz ki?" Gerçekten neler oluyordu. Suratı asık bir şekilde yanıma geldi.
"Ayak numaramı bilmiyor inanabiliyor musun?" Ağzım açık şaşkınlıkla bakakaldım. Bilmesi mi gerekiyordu?
"Sana olur o. Size iyi eğlenceler ben yukarıda biraz daha ağlayacağım." Cevap beklemeden burnunu çekerek gitti. Gözlerimi sakince Savaş'a çevirip hafifçe sırıttım.
"Hep böyle duygusaldır."
"Sende böyle misin?" Gülerek olumsuz anlamda başımı salladım. Bu aralar beni sadece ağlarken görmüş olabilirdi ama artık öyle olmayacaktı. Yani... öyle olmasını umdum.
O telefonuyla uğraşırken başıma beremi geçirdim. "Ee ne diyorsun?" Bir poşete bir bana baktı. Ben? Yani biz? Biz mi kayacaktık? Ama ben daha önce hiç kaymamıştım ki. Dövüş konusu hariç diğer bütün aktivitelerde berbattım. Anlık gelen refleksle dehşete kapılmış biçimde birkaç adım geriye gittim.
"Hayır!" Telefonunu cebine koyarken suratına sinsi bir gülümseme yerleştirip aradaki mesafeyi kapattı.
"Evet!" Lanet olsun yine rezil olacaktım!
⚫
"Bundan pek emin değilim." Oturduğum yerde bir ayaklarıma cuk diye oturan patene bir de ay ışığında parlayan buza baktım. Rezil olmaktan çok içimi bir korku kaplamıştı.
"Sadece biraz eğleneceğiz." Başını biraz yana yatırıp bana tepeden bakmaya devam etti.
"Gerçi... Daha çok ben eğlenecek gibiyim." Kaşlarımı çatıp uzattığı elini elimin tersiyle itip dikkatlice ayağa kalktım ve dengede kalmaya çalıştım. Parlayan buza son kez bakıp bakışlarımı gözlerine çıkardım.
"Daha önce burası göldü değil mi?"
"Evet."
"Yani buzun altında derin bir su tabakası var?" Anlamaya çalışır gibi baktı.
"Evet?" Endişeyle ona doğru bir adım atmaya çalışıp kolundan tutundum.
"Savaş ya biz üzerindeyken kırılır ve bizde içine düşersek?" Başını yukarı kaldırıp bir süre gökyüzüne baktı. Komik değildi!? Başını geri indirdiğinde zorlukla yutkunmaya çalıştı.
"Savaş gülme! Ciddiyim!" Başını hafifçe aşağı yukarı sallayıp dudaklarını birbirine bastırdı.
"Gülmüyorum."
"Gülüyorsun! Hala gülüyorsun!"
"Cidden bunu düşündün mü?" Evet düşünmüştüm ne var bunda? Düşünmek zorundaydım çünkü su benim en büyük korkularımdan biriydi.
"Evet düşündüm çünkü yüzme bilmiyorum." Şaşıracağını biliyordum.
"Yüzme bilmiyorsun?" Gülerek başını salladı.
"Öğrenilecekler listesine bir yenisi daha eklendi." Öğrenilecekler listemiz mi vardı bizim? Bakışlarım hemen değişmişti ve onun bunu fark etmemesi imkansızdı. Kolunu tuttuğum elimi diğer eliyle aşağıya indirip parmaklarını parmaklarımın arasına geçirdi. Ellerimiz birbirine kenetlenirken derin bir nefes aldım.
"Senin listeye eklemek istediğin bir şey var mı?" Tekrar derin bir nefes aldım.
"Düşünmeliyim biraz. Muhakkak bulurum bir şey." Buza doğru yavaştan ilerlerken adımlarımı temkinli bir şekilde atıyordum. Bu ayakkabılarla yürümek çok zordu! Ya da ben beceriksizdim.
"Sen ne zaman öğrendin?"
"En son kaydığımda 9 yaşındaydım." Şaşkınlıkla ona baktım. Aradan 11 yıl geçmişti.
"Sen bilmiyorsan ben bilmiyorsam o zaman..." yüzümü buruştururken elimle buzu gösterdim.
"Nasıl kayacağız?"
"Bence ben ayakta kalabilirim ama sen..." buzun önüne gelince durduk.
"Düşerken bir yerlerini kırma yeter." Derin bir nefes alıp verdim. Bir yerlerimi kırmaktan çok boğulmaktan korkuyordum.
İlk adımı Savaş attı. Pek zorlanıyor gibi durmuyordu.
"Nasıl?"
"Gel kendin gör." Yavaşça yutkunup ellerimi öne doğru uzattım. Savaş ellerimi sıkıca tutunca gözlerim kapalı önce ilk adımı sonra diğer adımı attım. Bileklerim titriyordu.
"Nasılmış?" Gözlerimi yavaşça açtım.
"Yüksek topuklu giymiş gibiyim." Gülerek yavaşça geriye doğru kaydı ellerimi tuttuğu için bende onunla kayıyordum. Tamam... işte bu farklı hissettirmişti. Sanki ayaklarım yere değmiyor, havada yavaşça süzülüyor gibiydim.
"Güzelmiş..." yüzümde hafif bir tebessüm oluşurken öne doğru yavaşça adım attım. Kayabiliyordum... bu kadar kolay mıydı? Sevdim bu işi.
"Bırakıyım mı?" Heyecanla başımı salladım.
"Evet kayabiliyorum!" Emin olmak ister gibi baktı.
"Bırakıyorum bak?"
"Bıraaak." Kendinden emin bir şekilde ona baktım. Ellerini yavaşça çekerken öne doğru bir adım daha attım. Ellerini tamamen ayırdığında ise hala ayaktaydım.
"Gördün mü-" cümlemi bitiremeden ellerim buzla buluşmuştu. Düşmüş müydüm? Ama az önce ayaktaydım. Ahh... lanet olsun! Saçlarımın arasından Savaş'a baktım. Tabii ki de gülüyordu. Kim olsa gülerdi.
Tek elim ve tek dizimle yerden kuvvet alarak ayağımın birini buza koydum ama ayağım anında geriye doğru kayarak dizim tekrar sert bir şekilde buza çarptı. Off! Kolay falan değildi! Hiç kolay değildi. Farklı bir şekilde tekrar kalkmayı denedim ama olmuyordu. Her şekilde ayağım kayıyordu.
Saçımın tek tarafını kulak arkası yaparak suratım asık bir şekilde elimi ona uzattım.
"Kalkamıyorum." O da çok iyi kayamıyordu ama en azından ayakta kalabiliyordu. Elimi tutup kalkmama yardımcı olurken tepeden gülerek bakıyordu. Hep gülüyordu zaten. Neyse... gülsün. Hep gülsün. Güzel gülüyordu hem. O gülünce benimde gülesim geliyordu.
"Bu iş pek benlik değil gibi." Anlımı kaşırken hafifçe sırıttım.
"Daha yeni başladık." Beni de kendiyle sürükleyerek buzun başına getirdi. Denemek istemiyordum. Biliyorum yine düşecektim.
"Ben sana tutunsam... sen kaysan." Dibime kadar gelip başını yavaşça yaklaştırmaya başladı. Tammam... gözlerimi hızlıca kırpıştırırken başımı hafifçe yana eğdim.
"Sarılmak mı istiyorsun?" Kızardığıma emindim ama yine de gözlerimi kaçırmadım.
"Neden olmasın." Omzumu hafifçe kaldırıp indirdim. Ona sarılmak güzeldi.
Hızlıca eğilip yanağıma bir öpücük kondurdu ve geriye kaydı. Nefesimi tutarken idrak etmeye çalıştım. Öptü değil mi? Kalbim yine hızla çarpmaya başlamıştı. Hep böyle mi olacaktı? Bana her yaklaştığında böyle heyecanlanacak mıydım? Ama bu iyi bir şeydi sanırım. Sonuçta o benim için özeldi. Bende ayrı bir yeri vardı. Fark ettim ki bu hallerimi seviyordum. Onunla birlikte daha önce hiç bilmediğim duyguları hissetmeye başlamıştım ve bunların hiç birisi kötü hissettirmiyordu. Özel hissettiriyordu.
"Gel sarıl." Aramızda ki mesafe uzundu. Oraya kadar kayarak gitmem imkansız gibi bir şeydi. Yine de denedim. Öne doğru ayağımı yavaşça kaydırdım. Ellerimi yana açarak dengede kalmaya çalışırken birkaç santim ilerleyebilmiştim. Bu sefer diğer ayağımı daha hızlı öne doğru ittim. Düşme korkusuyla gözlerimi sıkı sıkı kapatırken derin bir nefes aldım. Güzel gidiyordum.
Bacaklarımın birbirinden ayrılmamasına özen göstererek tekrar ileri doğru bir adım attım ama bu sefer yer sanki ayağımın altından kayıyormuş gibi birden geriye doğru gittim. Yüzümü buruşturup sert buza yapışmayı beklerken belime dolanıp sırtıma destek olan kollar buna engel oldu. Hızlıca beni kendine çekip bedenlerimizi bütünleştirmişti. Kollarımı anında boynuna dolarken başımı omzuna yaslayıp derin bir nefes aldım. Bu... çok ani olmuştu.
"Kayamadım..."
"Bence çok iyiydin." Başını yana eğip yüzüme baktı.
"Bukalemun?" Gülerek gözlerimi açtım. Bukalemun... bazen güzel bazen komik bazense gıcık geliyordu. Şu an ise... ne söylerse söylesin kulağıma hoş bir melodi gibi gelecekti.
"Hımm..." biraz daha eğilip alınlarımızı birleştirdi.
"Sana bir şey söylemeliyim..." ensesinde ki elimi yanağına getirip hafifçe okşadım.
"Sonra söylesen..." gülerek burnunu burnuma sürttü. Aramızda ki bu... çekim bozulsun istemiyordum. Yavaştan birbirimize yaklaşırken başparmağımla yanağını okşamaya devam ettim.
Gözlerimi kapatıp dudaklarımı ona teslim edeceğim sırada fark ettim ki sadece dudaklarımı değil tüm benliğimi ona teslim edebilirdim. Sadece biraz ağırdan alacaktım. Onu ona güvenecek kadar tanıyordum ama bana daha fazlası lazımdı. Hakkındaki her şeyi, her detayı hepsini bilmek istiyordum. Ve biliyordum ki öğrendikçe ona daha da aşık olacaktım.
Bu çekim bizi çevreleyip daha da sıkı sararken anlık olarak derin, titrek bir nefes aldım. Karanlığa rağmen gözlerindeki ışıltıyı görebiliyordum.
Tam dudaklarıma uzanıp öpeceği sırada duyduğum gürültüyle olduğum yerde sıçrayıp ona doğru eğildim. Şaşkınlıkla önce birbirimize bakıp sonra evin olduğu hizaya baktık. Korkuyla gözlerimi kırpıştırırken yutkunmaya çalıştım.
"Si... silah sesi miydi o?" Cevap vermedi muhtemelen hala algılamaya çalışıyordu.
"Evden geldi!" Bir cümle... en azından bir tepki bekledim.
"Savaş!?" Bakışlarını bana çevirip belimi sıkıca kavradı ve kıyıya doğru kaymaya başladı.
"Sakin ol. Bir şey yoktur." Kıyıya geldiğimizde hızlıca yere oturup aceleyle botlarımı giymeye başladım. Ellerim titriyordu. Bir şey olmuştu. Birine bir şey olmuştu hissediyordum. Yoksa...
"Beni buldular..." şaşkınlıkla Savaş'a baktım. Bu sözüm üzerine gözlerindeki ışıltı yerini donuk, mat siyahlığa bırakmıştı. O da biliyordu... kurduğum cümlenin haklılığı zaten gözlerinin önüne mat bir perde çekmişti.
"Beni almaya geldiler..." gözlerimi boşluğa bakar gibi etrafta gezdirirken çoktan dolmuştu bile. Bu düşünce çoktan beynimin her bir hücresinde yer etmişti. Savaş sakince bileğimden çekip alınma büyük ve uzun bir öpücük kondurdu.
"Ben varken kimse... hiç kimse seni benden alamaz! Duydun mu?" Saçlarımı önümden çekti. Başımı aşağı yukarı doğru salladım. Biliyorum o izin vermezdi belki ama ben... gitmeye mecbur kalabilirdim.
"Şimdi öğreniriz ne olduğunu." Telefonunu cebinden çıkarıp birisini aradı. Hızlıca yaklaşıp kulağımı telefona dayadım.
Telefonu açan kişi nefes nefeseydi.
"O ses neydi?"
"Adam kaçtı." Bora'nın sesiydi bu.
"Korumalardan birinin silahını alıp adamı yaralamış." Şaşkınlıkla kaşlarım yukarı kalktı.
"İyi mi?"
"İyi. Rastgele ateş etmiş bacağına denk gelmiş. Siz gölün orada mısınız?"
"Evet. Geliyoruz şimdi."
"Dikkatli olun. Ne tarafa gittiğini görememiş." Telefonu kapatıp cebine koyarken elimi sıkıca tuttu.
"Ya karşılaşırsak? Sende duydun silahı varmış." Yandan bir bakış atıp yürümeye devam etti.
"Biz evin ön tarafındayız o arka kapıdan çıktığı için aşağı doğru kaçmıştır." Ama yine de şaşırtmak için yönünü değiştirmiş olabilirdi.
"Ama... ya karşılaşırsak!?" Derin bir nefes alıp bana doğru döndü.
"Hazal seni vermeyeceğim!" Sesimde ki imâyı anlamıştı.
"Biliyorum... senden yana şüphem yok zaten ama-" çalıların arasından gelen sesle hızlıca o yöne döndük. Korktuğum hep başıma gelirdi zaten.
"Burada!" Savaş tek hamlede önüme geçerken başımı birazcık yandan çıkartıp baktım. Çalılık tekrar hışırdadı. Korkuyla adamın çıkmasını beklerken önümüze yavru bir köpek atlamıştı. Rahat bir oh çekerken başımı sırtına dayadım.
"Söyledim sana adam bu tarafta değil." Köpek kuyruğunu sallayarak etrafımızda turlarken başımı kaldırıp Savaş'a baktım.
"Ben yine de korkuyorum. Eve gidene kadar da korkacağım." Eve doğru adımlamaya devam ederken köpekte bizi takip ediyordu. Hayvanları severdim ama... onlar genelde beni sevmezdi.
"Seni sevdi gibi." Kaşlarımı çatarak minik yavruya baktım. Sürekli bacağımın arasından geçip beni düşürmeye çalışıyordu. Zarar vermemeye dikkat ederek ayağımla kenara iteledim onu.
"Annenin yanına git minik! Beni rahat bırak." Savaş gülerek bana döndü.
"Köpekle konuştuğunun farkındasın değil mi?" Ne kadar akıllısın sen! Tam cevap vereceğim sırada köpek hırlayarak bacağıma atlayınca olanlar olmuştu. Korkuyla kenara kaçarken ayağım kaymış, bileğimi burkmuş ve yere düşmüştüm. Ahh! Lanet olsun!
Sessiz birkaç küfür mırıldanırken bileğime uzandım. Güzel acıyordu. Bu aralar sürekli bileklerime bir şey oluyordu.
"Ahh Bukalemun ahh!" Savaş eğilip bileğimi incelerken köpeğe baktım.
Sanki tüm bunlara o sebep olmamış gibi gelmiş birde kolumun altından kendini bana sürtüyordu.
"Hiç yanaşma senin yüzünden oldu." Ben köpeğe kaşlarım çatık bakarken o çok masum bakıyordu. Canımın acıdığını hissetmişti sanırım. Başını aşağı indirip kucağıma çıktı birden. Tamam... şu an çok tatlıydı ama... eminim birazdan patileriyle beni çizecekti. Hep öyle olurdu. Bekledim ama olmadı.
Hissettiğim acıyla biraz bağırıp Savaş'ın bileğimdeki eline dokundum. Köpekte benimle birlikte Savaş'a hırlamıştı.
"Tam orası!" Ben konuşunca köpek tekrar Savaş'a hırladı. Gülerek başımı okşadım.
"Anlaşılan bir korumam daha oldu." Savaş gözlerini kısarak bakarken bileğimi bıraktı.
"Beni sevmedi."
"Ama beni sevdi." Sanırım seni sahiplenecektim minik. Sarı tüylerini okşayıp başına küçük bir öpücük kondurdum.
Köpeği yere koyup Savaş'tan destek alarak ayağa kalktım.
"Üzerine basabiliyor musun?" Ayağımı hafifçe yere değdirdim sorun yok gibi gözüküyordu. Tam ilerleyeceğim sırada aklıma gelen fikirle içimden sinsi sinsi sırıttım. Ayağımı yere hafifçe dokundurup acıyla inledim.
"O kadar kötü mü?" Masumca başımı salladım.
"Gel bukalemun gel." Gülerek kollarımı iki yana açtım. Eve biraz daha vardı ama ne yapalım dayanacaktı artık.
"Kucağıma gel köpekcik. Gel." Ellerimle onu çağırdım ve benim akıllı köpeğim hemen üzerime atlayıp kollarımın arasında yerini buldu. Taşıma servisime baktım. Gözlerini devirdi. Belki farkında değildi ama bu hareket onu çok çekici yapıyordu.
Bir elini kolumun altından bir elini de dizlerimin altından geçirip kucağına aldı beni. Hızlıca uzanıp yanağına küçük bir öpücük kondurdum. Bu benim teşekkür etme şeklimdi.
"Ağır mıyım?" Gülerek süzdü beni.
"Biraz varmışsın." Şaşkınlıkla ağzım açılırken öptüğüm yeri elimle sildim.
"Geri alıyorum öpücüğümü." Miniğimde havlayarak beni onayladı.
"Kadınların kilosuyla dalga geçilmez. Haklıyım değil mi Minik? Bir daha onu hiç öpmeyeceğim." Gıdığını okşayıp başını öptüm.
"Hep seni öpeceğim."
"Hiç mi?" Gülmemeye çalışarak ona baktım.
"Hiç..." biraz fazla mı kendinden emindim.
"İyi ben seni öperim." Heyecandan ensesinde ki elimi biraz sıkılaştırmıştım ama bence o bunu fark etmemişti. İçim bir hoş olmuştu.
Bakışlarımı Minik'e çevirdim. Biraz mayışmış gibiydi. Bende başımı Savaş'ın omzuna koyup gözlerimi kapattım.
Başımı iyice oraya yerleştirip gülümsedim. İstemsizce vücudum ısınmış elim biraz titremişti. Utandım mı ben? Onun yanındayken ne çok utanıyordum öyle. Ama zamanla buna alışacaktım... umarım. Sürekli yanında kırmızı yanaklı gezmek istemiyordum.
"Yarın..." dedim konuyu değiştirerek.
"Babandan sonuçları almam gerekiyor." Başını salladığını hissettim.
"Gideriz..." sustu birden.
"Bu konu hakkında ne düşünüyorsun?" Bir süre yüzüme baktı.
"Kendimi her türlü sonuca hazırladım." Yalan... kendimi hiçbir şeye hazırlamamıştım.
"Korkma diyecektim." Verdiği sıcak, derin nefesi saçlarımın arasında hissettim.
"Hasta olduğunu düşünmüyorum. Zorlu bir süreçten geçiyorsun atlatacaksın." Başımı salladım. Bende öyle düşünüyordum. İçimde en ufak bir korku yoktu. Bir şey olsaydı hissederdim.
Gözlerimi açıp yola baktım. Evin ışıkları gözükmeye başlamıştı. İçim hala titriyordu. O adam bulunamazsa bir dakika bile burada kalmazdık.
Birden belim titreyince anlık olarak ürkmüştüm ama bunu ona belli etmedim.
"Telefonun çalıyor." Durmadı.
"Cebimde olacaktı sen uzanabilir misin?" Başımı salladım.
Minik'in düşmemesine dikkat ederek onu tutmayı bıraktım. Elimi titreşimin geldiği yere doğru götürdüm. İşte buradaydı! Elimi montunun cebine sokup telefonu çıkardım.
"Tayfun...? Arıyor." Bu adamın adını ilk defa duyuyordum.
"Açıyorum?" Başını sallayınca telefonu açıp kulağına dayadım. Tabii bunun için ona biraz yaklaşmam gerekiyordu. Yaklaşmışken boş boş durmayayım diye anlımı anlına yapıştırdım. Tamam... bu bir hataydı. Gözlerimi kapatıp kendi kendime gülmemek için zor tuttum. Bence Savaş şu an gülüyordu. Off! Bunu görmemek için gözlerimi açmadım.
Önce boğazını temizledi. "Buldunuz mu?" Karşı tarafı duyamıyordum.
"Siz tutun adamı ben bağlarım!" Ohh! Anladığım kadarıyla yakalanmış. Karşı tarafı biraz daha dinledikten sonra onaylayan bir mırıltı çıkardı ve başını geri çekti. Anlık olarak öne doğru gitsem de hemen kendimi toparladım ve elimi indirdim.
"Yakalamışlar." Başımı hafifçe aşağı yukarı salladım. İçim rahatlarken başımı tekrar omzuna koydum.
"Hemen mi eve çıkıyorsunuz?"
"Evet. Kızlar eski evden bazı eşyaları alacaklar. Bende hastaneden sonra geçerim." İkimizde derin sessizliğe gömülürken duyduğum tek şey Minik'in hırıltı nefes alıp verişiydi.
Umutla yarını bekledim. Bir yandan eskisi kadar onu göremeyeceğim için üzülürken bir yandan da seviniyordum. Benden ne kadar uzakta olursa beladan da o kadar uzak olurdu.
⚫
Uyandığımda saat daha sabah sekize geliyordu. Biraz oyalanıp duşa girdim derken sonunda millet uyanmış her zamanki gibi tartışma sesleri geliyordu. Banyodan çıkmadan ıslak saçlarımı iyice tarayıp havluyla kurutabildiğim kadar kuruttum. Sonuçlar için heyecanlıydım.
Banyodan çıkıp odaya girdiğimde gördüğüm sahne beni biraz şaşırtmıştı.
"Ne yapıyorsun?" Bir yatağın köşesinde oturan Savaş'a bir de kucağına alıp yüz hizasına kadar kaldırdığı Minik'e baktım.
"Ortağımla konuşuyorum."
"Konuşuyorsun... köpekle?" Gülerek yanına oturdum. Dün akşam Köpekle konuştuğunun farkındasın değil mi? diyen adama ne olmuştu?
Boğazımı temizleyip saçımı kulak arkası yaptım. "Peki... ne konuşuyorsun Minik'le?"
"Kuralları anlatıyordum?" Kaşlarım tekrar şaşkınlıkla havaya kalktı.
"Kurallar?"
"Evet kurallar." Dirseğimi dizime batırıp başımı elime yasladım ve gülerek onlara alttan bakmaya başladım.
"Neymiş bu kurallar." Köpeği dizlerinin üzerine koyup başını okşadı.
"İlk kural... yokluğumda seni en az benim kadar iyi korumalı." Biraz ciddileşerek sırtımı dikleştirdim. Etkilenme... Etkilenme...
"Başka?"
"Ve son kural..." Minik'i yere koyup odanın kapısına doğru iteledi.
"Biz yalnızken..." önüme düşen bir tutam ıslak saçı kulağımın arkasında ki diğer saçların arasına karıştırdı.
"Ortalarda gözükmemesini anlatıyordum." Derin bir nefes aldım. Yalnızken mi...?
"Şu an gibi mi?" Yutkunduğunda gözüm aşağı yukarı kalkan adem elmasın kaydı. Hiç olmadığı kadar belirgindi ve ben gözümü oradan alamıyordum.
"Kesinlikle." Yavaş yavaş yaklaşırken ne ara belime sardığını bilmediğim koluyla beni kendine çekti.
Onu öpmek istiyordum. Bunu kesinlikle istiyordum ama şu an pek uygun bir zaman değil gibiydi. Yaklaşan ayak seslerine kulak kabarttım.
"Birisi geliyor." Gözlerini dudaklarımdan ayırmadı.
"Köpek kapıyı tutuyor." Gülerek dudaklarımı ısırdım. Bunu öğretmiş olamazdı değil mi?
Burnum yanağına değdiğinde titrek bir nefes daha adım. Gözlerim yavaşça kapanırken elimi omzuna koydum. Dudaklarının sıcaklığını hissettiğim anda gelen havlama ve çığlık sesiyle yerimden sıçrayıp ayağa kalkmıştım.
"Ayy hoşt!" Afallamış bir şekilde etrafıma bakarken Savaş'a bakmamaya özen gösteriyordum.
"Hazal al şu yaratığını ayağımın altından." Kapıya yönelirken Savaş'ın da ensesini kaşıdığını gördüm. Yine olmamıştı! Sonrasında düşünceme göz devirdim. Ne diye bu kadar hevesliysem onu öpmeye.
Minik'i kucağıma alıp gıdığını okşadım.
"Onun adı Minik! Ve alışsan iyi olur çünkü artık bizimle yaşayacak." İdil gözlerini devirirken kollarını önünde bağladı.
"Hepimiz bitleneceğiz bunun yüzünden."
"İdiiil!"
"Off tamam be. Çıkıyoruz diyecektim."
"İyi. Dediklerimi unutma banka kartları ve arabaların anahtarları sakın bunları almayı unutma."
"Ayy tamam kırk kere söyledin!"
"Tamam. Evde görüşürüz." Yanağına küçük bir öpücük kondurdum.
"Görüşürüz. Çok geç kalma sende." Kaş göz işareti yapıp kaçtı hemen. Arkasından gözlerimi devirirken odaya girip camın önünde dikilen Savaş'ın yanına gittim.
Camda ki yansımamıza baktım. O, ben ve Minik. Biz... şu saatten sonra efsane üçlü olabilirdik.
Yandan bir bakış atıp geri önüne döndü. "Belki şimdi değil ama bugün kesin." Yanaklarımın kızarıklığını saklamak için başımı öne eğip Minik'le oynuyormuş gibi yaptım.
Benim için hava hoştu... hemde çok. |
0% |