Yeni Üyelik
32.
Bölüm

Bölüm 31: Kanlı Ay

@nickinci

Huzur... hissetmeyeli uzun zaman olmuştu. Sahi en son ne zamandı? Hafızamın sınırlarını zorladım biraz.

Yakın zamanda olmadığı kesindi. Sürekli annemin ve babamın silüeti geliyordu gözümün önüne. Demek ki yıllar önceydi. Ne de çok özlemiştim onları. Eskiden olsa annem saat tam 9'da gelir küçük bir öpücükle uyandırırdı beni. Sırf o öpücük için çoğu zaman uyanık olsam da numara yapardım. Bir yandan da kızardım tabii. O yorgun bacaklarıyla nefes nefese merdivenleri çıkar kapım daha yakın olduğu için önce beni öperek uyandırır sonra İdil'in odasına geçer babamın fırından aldığı sıcacık taze ekmeği İdil'in burnuna yaklaştırır ve onu da uyandırırdı. Güzel günlerdi. Huzurlu günlerdi...

 

Bitmiş olan güzel şeyler aklıma geldikçe ağlayasım geliyordu. Off... özlüyordum. Onları deli gibi özlüyordum.

 

Yüzüstü yattığım yatakta tek elim yastığın altında, diğer elimle başucumda ki komodine uzanırken gözümü açma zahmetinde bulunmadım. Yorgundum ve başımın ağrısı dün akşam ki gürültüden dolayı olmalıydı. Elimle komodinin üzerinde ki çerçeveyi aramak yerine komodini aradım. Yoktu... ama neden?

 

Ben... dün aksam eve gelmiş miydim? Hiç öyle bir şey hatırlamıyordum son hatırladığım... omuzunda uykuya dalmamdı. Gözlerim şimşek hızıyla açılırken yattığım yerden anında kalkıp etrafıma baktım. Tamam... Siktir.

 

Savaş'ın evinde kalmıştım! Ama ben... ama nasıl böyle bir şey yapabilmiştim!? Kızlara haber vermeyi nasıl unuturdum!? Lanet olsun! Uykum geldiğinde kalkıp gitmeliydim. Dün geceyi hatırlamaya çalıştım. Önce film izlemek için odasına inmiştk. -ki film harikaydı- Sonrasında filmi izledik... evet izledik ya sonrası? O sırada uykuya dalmış olmalıydım.

 

Yataktan çıkıp bir yandan kırışmış eteğimi düzeltirken bir yandan etrafıma bakındım. Üzerimize örttüğümüz battaniye filmi izlediğimiz kanepenin üzerinde duruyordu. Yatağın sadece benim yattığım tarafı bozulmuştu. Tamam... yoo bozulmamıştım. Zaten daha önce bir erkekle aynı yatağı paylaşmamıştım. Yanımda uyumuş olsaydı belki kendimi değişik hissedebilirdim. Ya da... kimi kandırıyorsam. Rolleri değişmiş olsaydık, eğer benim yerime Savaş uykuya dalsaydı kesin onun yanına kıvrılırdım.

 

Elimi yüzümü yıkamak için banyoya girdiğimde etrafın bu kadar düzenli ve temiz oluşu dikkatimi çekti. Güzel...

 

Hızlıca elimi yüzümü yıkayıp çıktım banyodan. Neredeydi bu? Yoksa uyanmamış mıydı? Odasından çıkıp merdivenlerden yukarı tırmandım. Salona çıktığımda onu yine etrafta göremedim. Sanırım yukarıdaki odaların birinde halâ uyuyor olmalıydı. Biraz ilerleyip salon kapısına geldim. Bakışlarımı önüme çıkan büyük merdivene dikerken tereddütlü bir şekilde ilk adımımı attım. Tam ikinci adımı atacaktım ki gelen sesle ayağım havada kaldı. Parmak uçlarımda geri inip arkamı döndüm. İşte oradaydı... mutfakta.

 

Ne yapıyordu o? Bir şeyler mi doğuyordu? Savaş? Daha önce onu hiç mutfakta hayal etmemiştim. Yani... onu mutfakta hayal etmek biraz komikti. Yukarıdaki dolaba uzandığı an da gerilen vücudu anında dikkatimi çekerken alaylı suratım büyük bir ciddiyete bürünmüş ağzım yavaşça aralanmıştı. Havanın soğukluğuna rağmen giydiği kısa kollu sayesinde kaslarını daha dikkatli inceleme şansı bulmuştum. Dolabın kapağına uzandığı için kol kasları gerilmiş ve damarları ortaya çıkmıştı. Boğazımda ki büyük yumruyu aşağıya göndermek istercesine yutkunmaya çalıştım. Şu an o kaslara deli gibi dokunmak istiyordum. Yukarı sıyrılıp açılan pürüzsüz beline girmek dahi istemiyordum. Ahh... remen ağzımın suyu akmıştı.

 

Gözlerimi kırpıştırıp başımı iki yana salladım. Kendime gelmeliydim. Sadece kas... sürekli gördüğüm şeydi. Daha büyüklerini de görmüştüm. Ama bunlar... İstemeden sıklaşan nefesimi önce düzene soktum. Bu kadar etkilenmemeliydim. Lanet olsun!

 

Saçlarımı geriye atıp ellerimi kendime yelpaze yaptım. Günaydın demeliydim. Önce yanına gidip sonra günaydın demeliydim. Ya da... daha iyi bir fikrim vardı. Artık bazı şeyleri aşmalı ve hayatımda onun olduğunun gerçeğini tamamıyla kabul etmeliydim. O benim için sadece bir sevgili değil aynı zamanda bir arkadaş, bir sırdaştı. Ondan çekinmeme gerek yoktu. İçimden geldiği gibi davranmalı yapmak istediğimi yapmalıydım. Evet... öyle olacaktı. Artık utangaçlığımı bir kenara atmanın zamanı gelmişti.

 

Sakin ve yavaş adımlarla parmak uçlarımda mutfağa girdiğimde beni hissetmemişti. Güzel... devam ettim. Tam arkasına geldiğimde iyice parmak uçlarımda yükselip arkasından sarıldım. Ohh... yapabilmiştim. Kollarımı kollarının altından geçirip göğüsünün biraz üzerine çıkartırken ensesiyle saç diplerinin arasına küçük bir öpücük kondurdum. Bu güzeldi... evet... Bunu yapmak gerçekten güzeledi. Başımı sırtına yaslarken mırıldandım.

 

"Günaydın." Elindeki bıçağı bırakıp ellerini ellerimin üzerine koyup beni önüne çekti. Ela gözleri... her gün farklı bir güzel bakıyordu. Bazen oralarda kaybolmak istediğim bir gerçekti.

 

"Günaydın." Yanağımı, saç diplerime yakın bir yeri öperken ellerini kollarımın kenarından geçirip mermere yasladı ve üzerime doğru eğilip yüzümüzü eşitledi. Yakınlığı bende uyuşturucu etkisi yaratırken gözlerim yutkundukça oynayan adem elmasındaydı. Resmen beni öp diyordu. Boğazımı temizleyip dudaklarımı yaladım. Her neyse.

 

"Ne yapıyorsun?" Omzumun üzerinden arkama bakarken dağınık tezgaha güldüm.

 

"Kahvaltı hazırlıyordum... sana." Gülümsemem yavaşça silinirken yüzüm tekrar ciddi bir ifadeye bürünmüştü. Sakince yutkunup önüme dönerken istemsizce üst üste kirpiklerimi kırptım. Doğru duymuştum değil mi? Bana mıydı? Özel mi?

 

"Bana mı?" Anında kuruyan dudaklarımı ıslatırken onun geldiğimden beri dudaklarımda olan bakışları yukarı doğru çıkıp gözlerimle buluştu.

 

"Evet sana." Birden belimden tutup beni tezgaha çıkardığında mermerin soğukluğu bedenimi ürpertse de bir şey demedim. Şu an ilgi alanım çok farklıydı.

 

"Ama sen..." uzanıp önündeki salatalığı alıp doğramaya başladı.

 

"Erken uyandın ve-" doğradığı salatalıklardan birine bıçağın ucunu batırıp bana uzattı.

 

"Sürprizi bozdun." Bana sürpriz mi yapacaktı yani? Yemin ederim bu çocuk beni kalpten götürecekti. Ben böyle şeylere hiç ama hiç alışık değildim. Hayatımda daha önce kimse bana özel bir kahvaltı hazırlamamıştı. Eğer uyanmasam bir de yatağıma mı getirecekti yoksa?

 

Gözlerimi tekrar kapayıp açtığımda bıçağın ucunda sallanan salatalık ve onu bana uzatan masum bakışlı bir çocuk vardı. Büyük ihtimalle salatalık sevip sevmediğimi anlamaya çalışıyordu. Uzanıp dikkatlice aldım salatalığı ve ısırdım. Her hareketimi dikkatlice inceleyen Savaş yine dudaklarımda takılı kalmıştı. Hep oraya bak zaten!

 

Dikkatini dağıtmalıydım. Sürekli beni izlememeliydi sonra bakışları yoğunlaşıyor ve bende onları izlemeye daldığım için kalıyorduk öyle. Başımı yana eğip hazırladığı küçük tepsiye baktım. Ne bulursa koymuştu içine.

 

"Rahat uyuyabildin mi?" Gözlerimi kısıp hızlıca başımı kaldırdığımda güldüğünü gördüm. Konusunu açması iyi olmuştu.

 

"Hatırlarsan..." işaret parmağımı uzatıp sağ göğüsünün üzerinde gezdirdim.

 

"Şuralarda bir yerde gezinirken uyumama izin vermemen için seni uyarmıştım. Sende-"

 

"Çok beklersin demiştim." Biraz bekledim. Öyle mi demişti gerçekten? O kısmı tam hatırlamıyordum. Her neyse...

 

"Kızlar merak etmiştir beni."

 

"Mesaj attım onlara sorun yok." Tek kaşımı kaldırdım. Ve kızlar ikna mı olmuştu?

 

"Ne yaz-" cümlemi daha bitirmeden ne soracağımı anlamış gibi arkasında ki masada duran telefonumu bana uzattı.

 

"Kendin bak." Umarım düzgün bir şey yazmıştır. Telefonumu elinden alıp mesajlara girdim.

 

'Geceyi Savaş'la geçireceğim merak etmeyin.' Gözlerim anında korkuyla açılırken ona baktım. Bu nasıl mesajdı be! Okuyan da bir şey yaptık sanacaktı.

 

"Böyle mi yazılır Savaş? Ne düşecekler şimdi." Sadece güldü.

 

"Ne düşünecekler?" Tam ağzımı açmıştım ki durdum. Söyleyemezdim. Utanırdım. Pislik bilerek yapıyordu. Kızaran yanaklarıma bakıp gülerek önüne döndü.

 

"Geceyi beraber geçirmedik mi?" Sinsice gülüp duruyordu. Beni sinir etmek gerçekten hoşuna gidiyordu ve bunu her seferinde başarabiliyordu. En çokta buna sinir oluyordum ya zaten!

 

"Evet! Film izleyerek! Sen anladın beni!" Önüme dönüp endişeyle ekranı yukarı kaydırıp gelen mesajı okudum.

 

'Gelince görüşeceğiz.' Korkuyla dudaklarımı büzdüm. Evde büyük bir azar beni bekliyordu. Telefonumu mermere bırakıp ona döndüm. Halâ sinsi sinsi sırıtıp bir şeylerle uğraşıyordu.

 

"Aferin sana!" Kollarımı önümde bağlayıp çatık kaşlarımla ona bakmaya devam ettim. Bir şey demiyordu. Avutulmaya ihtiyacım vardı şu an.

 

"Sen İdil'in tersini bilmiyorsun!" Beni umursamıyormuş gibi bir şeyler doğramaya devam etti. Anlık olarak bakıp önüne dönünce tekrar baktı ve işaret parmağıyla alnımın ortasına dokunup kaşlarımı düzelttikten sonra tekrar önüne döndü.

 

Güldüğümü görmemesi için başımı yana çevirdim. Lanet olsun! Bunu her seferinde nasıl başarıyordu.

 

Doğrama işi bittiğinde salatalıkları da bir tabağa boca ederken bazıları tekerlek gibi yuvarlanıp etrafa saçılmıştı. Bu mutfak işlerinden anlamadığı kesindi. Peki... o halde öğrenilecekler listesine bunu ekliyordum. Ona yemek yapmayı öğretecektim. Arada bana yemek yapması hoşuma gidebilirdi.

 

Birkaç kahvaltılıkla tıka basa doldurduğu küçük tepsiyi dizlerimin üzerine bırakıp bir adım geri çekildi ve yaptığına bir şaheseri gibi bakıp sırıttı.

 

"Hadi ye." Başımı öne eğerken güldüm.

 

"Çok romantiksin..." bardağa doldurduğu hazır olduğuna adım gibi emin olduğum meyve suyunu kaldırdığımda altında ki katlanmış kağıdı gördüm. Tek kaşımı hafif kaldırıp kağıdı elime alırken ona baktım.

 

"Bu ne?" Kollarını önünde bağlayıp yanıma geldi ve belini mermere dayadı.

 

"Aç..." Güldüm. Bu neydi şimdi? Kucağımdaki tepsiyi kenara bırakırken merakla oturduğum yerde kıpırdandım.

 

Kağıdı açtığımda karşıma çıkan çizimle ağzım önce şaşkınlıkla biraz açık kalmış sonra halâ şaşkınlığın etkisiyle biraz gülebilmiştim. Bu... çok güzeldi.

 

"Beğendin mi?" Gözlerimi kağıttaki gerçek bir şaheserinden alamazken başımı hızlı hızlı sallayıp elimi mermere dayadığı elinin üzerine götürüp tuttum.

 

"Bu çok güzel... hangi ara yaptın?" Birkaç saniye yüzüne bakıp tekrar elimdeki kağıda döndüm. Beni çizmişti. Beni yatakta uyurken yandan görünümümü çizmişti. İşte bu... romantikti. Fazla romantikti.

 

"Bütün gece." Bütün gece mi? Uyumadan mı? Yani bu tüm gece beni izlediği anlamına geliyordu. Tüm gece... ve gözleri beni nasıl görüyorsa bunu kağıda aktarmıştı. Hiçbir detayı atlamamış gibiydi. Yüzüme vuran ay ışığı, burnumun ve dudaklarımın üzerine tutam tutam düşen birkaç saç telim, çenemin altındaki elim, yatağa savrulan eteğim... her ayrıntımla beni çizmişti.

 

Yetenekliydi. Bu çocuk her konuda yetenekliydi. Kağıdı kenara bırakıp uzun uzun yüzüne baktım. Bunu nasıl yapabiliyordu? Yanımda olduğu her an bir şekilde beni mutlu etmeyi nasıl başarıyordu? Oysaki ben ona hiçbir şey veremezken.

 

"Teşekkür ederim. Benim için yaptığın her şey için-"

 

"Bir şey yapmıyorum ki-" Beni savuşturmak için yerinde doğrulup kaçacağı zaman elinden tutup durdurdum onu.

 

"Mutlu ediyorsun." Elini bırakmadan mermerden inip kocaman sarıldım ona. Şaşırdığını biliyordum. Bu yaptıklarını sıradan bir şey olarak görüyordu ama benim için öyle değildi. Benim için yaptığı her şeyin önemi çok büyüktü. Keşke onu daha önce tanısaydım. Keşke...

 

"İyi ki varsın..." Başımı kaldırıp çenemi omzuna yasladım. Gözlerini kaçırdığı için yüzüme bakamıyordu.

 

"Öpeyim mi?" Sorum karşısında bir an durakladı. Genelde bu soruyu o sorardı benden duyunca şaşırmış olmalıydı. Bu hallerini de ayrı bir seviyordum. Ne yapacağını bilmediği zaman gözlerini kaçırıyor ve tek bir noktaya kilitliyordu. Sanki zaman durmuşta donup kalmış gibiydi. Ve bu yanını herkesten saklayıp da tek bana göstermesi beni ona daha çok bağlıyor her zaman olduğu gibi yine özel hissettiriyordu.

 

"Beni öpmek için izin isteme-" uzanıp hızlıca dudaklarına dokunup geri çekildim. Aklımdan çok daha farklısı geçmişti ama cesaretim ancak buna izin veriyordu. Tamam... bu kadar yakınlaşma yeterdi. Utangaçlığımı öyle bir anda bırakamıyordum. Kollarımı doladığım boynundan çekip ona arkamı döndüm. Telaş yapmadan tepsiyi alıp masaya oturmalıydım. Ve öyle de yaptım. Sakince...

 

"Sen yemiyor musun?" Ses tonumu gayet normal ayarlamıştım. Ne kısık, ne titrek tam istediğim gibi. Sonunda kendine gelince hareket edip sandalyenin birini yanıma çekti. Çatalı parçalayarak koyduğu peynire batırıp ona doğru uzattım.

 

"Sana yeni giysiler lazım üşürsün böyle." Şu an bile biraz üşüdüğüm gerçekti. Başımı sallamakla yetindim.

 

"Yukarıda halamın odası var muhtemelen sana göre de bir şeyler çıkar."

 

"Halan mı? Sizinle mi yaşıyor?" Bak buna şaşırmıştım işte. Daha önce hiç lafı geçmemişti. Ayrıca bu ev... peki diğer ev? İki farklı ev vardı ama tüm aile korunaklı kalede yaşıyor olmalıydı. Peki bu ev de neyin nesiydi? Ahh... Tabi ya! Bu ev eski evimize çok yakındı bu evden Yeraltı'na iniliyor olmalıydı.

 

"Bir zamanlar." Bir yandan onu beslerken bir yandan da sorularımı sıraladım.

 

"Bir zamanlar? Şimdi nerede?"

 

"4 yıldır Amerika'da yaşıyor arada yazları gelir birkaç gün dayanamadan geri gider. "

 

"Tek başına mı?" Gözlerini devirdi.

 

"Sevgilisiyle..." Güldüm. Yoksa onu da mı kıskanıyordu? Meyve suyunun dibi geldiğinde arkama yaslanıp elimi karnıma koydum.

 

"Sen iyice zayıfladın." Oturduğum yerde baştan aşağı süzdü beni. Son 1 aydır stresten dolayı zayıflamıştım biraz. Ama yine de iyiydim... değil mi? Elimden tutup beni peşinden sürüklerken saçımı geriye attım. Tabii ki de iyiydim.

 

"Biraz formdan düşmüş olabilirim ama-"

 

"Ama bu tabii ki de halâ güzel olduğun gerçeğini değiştirmiyor." Anlamıştı hemen ne düşündüğümü. Gülerek başımı iki yana sallarken hızına yetişmek için merdivenleri resmen koşarak çıkmıştım. Koridorun sonundaki odanın kapısına geldiğimizde hiç durmadan kapıyı açıp içeri girmişti. Şaşkınlıkla odaya göz gezdirdim. Waow!

 

Göze ilk çarpan yatak başlığının tam üzerinde büyük harflerle yazılmış ve duvara monte olmuş ROCK yazısıydı. Hemen karşı duvar siyaha boyanmış ve rengarenk plaklar sırayla asılmıştı. Diğer duvarda ise cam çerçeve içinde bir elektro gitar duruyodu. Dağınık odanın ortasına doğru adımladığımda halâ şaşkınlıkla etrafa bakınıyordum. Duvarların tamamını rock grubu posterleriyle doldurmuştu. The Animals, The Beatles, Led-Zeppelin, pink Floyd, Queen, Metallica ve daha adını bilmediğim bir çok grubun posterleri karşımdaydı. Siyah perdeler, siyah halı, yıldız şeklinde ki siyah avize daha birçok siyah olan eşya. Tamam... siyahı severdim ama burası çok boğucuydu.

 

Yatağın başucundaki komodine gidip üzerindeki siyah çerçeveyi elime aldım. Karşımdaki genç, güzel bir kadındı. En fazla 30 yaşındaydı belki 32 daha fazlası mümkün değildi. Siyah şort, dantelli siyah büstiyeri ve dağınık kıvırcık saçlarıyla çok saçma bir poz vermişti. Çenesine kadar çıkardığı dilini de unutmamak gerekiyordu. Gözlerinin üstünü ve altını siyaha boyamış kaşını, burnunu ve dudağını piercingle kaplamıştı. Benimkinden fazlasıyla farklı bir tarzı olduğu kesindi. Elimdeki fotoğrafı şaşkınlıkla yerine koyup giysi dolabını karıştıran Savaş'a döndüm.

 

"Biz ona deli diyoruz." Güldüm. Tarzları farklı olan insanlar her zaman farklı düşüncelere de sahiptirler. Onunla tanışmak istiyordum.

 

Savaş açtığı çekmecenin birinden bulduğu bir kıyafeti yavaşça havaya kaldırdı. Ağzım açık bulduğu siyah askılı önü dantelli giysem popomu kapatmayacak olan saten geceliğe baktım. Savaş'ta bir bana bir geceliğe bakıyordu. Bir şey yapmalıydım. Bana bakmayı kesmeliydi. Ahh... şu an da çok farklı şeyler düşündüğüne o kadar emindim ki. Çünkü o şeyler benimde aklıma geliyordu. Lanet olsun! Sağlıklı düşünmeliydim.

 

"Eminim sana çok yakışır." Kurduğu cümleyle kendime gelip kızgın bakışlarla yanına gittim ve geceliği elinden çekip aldım. Tabii ki de yakışırdı.

 

"Sen çık ben seçerim!" Sırıtarak benden uzaklaşırken bir yandan da konuşuyordu.

 

"Fermuarını açabilecek misin?"

 

"Defol!" Elimdeki geceliği yüzüne fırlatırken çoktan odadan çıkmış ve kapıyı kapatmıştı bile. Gıcık!

 

Sinirden ve utançtan kızarmış bir şekilde attığım geceliği yerden alıp yerine koydum ve o çekmeceyi bir daha açmamak üzere kapattım. Tamam... sakin olmalıydım.

 

Dolabı karıştırırken elime sürekli askılı ya da askısız üst ve etek ya da şort geliyordu. Hadi ama bir tane de olsa pantolonu olmalıydı. Her bir rafı didik didik ararken sonunda içerideki tek renkli şey olan kot pantolonu bulmuştum. Üst olarak da siyah bir kazak bulmuştum tabi bunun göbeğimi kapatmayacağı bir gerçekti. Her neyse sorun yoktu sonuç olarak düzgün bir şeyler bulmuştum.

 

Zor çabalarım sayesinde sırtımdaki fermuara ulaşabilmiş ve sonunda üstümü değiştirebilmiştim. Rafta duran lastik tokayla da dağınık saçlarımı taramadan tepeden topuz yaptım. Sonunda o parti elbisesinden kurtulmuş kendimi normal hissedebilmiştim. Ayakkabımın nerede olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Bot bulma umuduyla karıştırdığım dolapların birinde -yine siyah- ayakkabı koleksiyonu vardı. Uygun bir tane seçip geçirdim ayağıma.

 

Elbisemi elime alıp odadan çıktığımda Savaş sırtını duvara yaslamış telefonda birileriyle konuşuyordu. Beni görünce dikleşip elimi tuttu ve yürümeye başladı.

 

Kiminle konuştuğunu anlamaya çalışıyordum. Ve hangi konu hakkında da.

 

Beril kimdi? Ya da Hasan? Ve Murat? Kimden bahsediyordu bu Allah aşkına? Merdivenlerden inip salona girdiğimizde durmadı ve diğer merdivenlere yöneldi. Odasına gidiyorduk tamam... içeri girdiğimizde benden ayrılıp banyoya doğru yöneldi. Onu bahçeye sıfır cam kapının önünde beklemeye başladım. Hava düne göre iyiydi. Güneş bütün karı eritmiş havanın soğukluğunu kırmıştı. Bahar geliyordu... birkaç ağaç çoktan çiçek açmıştı bile.

 

Savaş yanıma geldiğinde omzunu duvara yaslayıp bana baktı. Anlık olarak ona bakıp tekrar bahçeye döndüm. Ceketini giymişti.

 

"İşin mi var?" Başını salladığını hissettim.

 

"Babam çağırdı." Bende başımı salladım.

 

"Seni eve bırakayım önce."

 

 

Yola çıktığımızdan beri havadan sudan konuşsak da içimi kemiren bir soru vardı. Sormadan da rahatlayacak gibi değildim.

 

Önce boğazımı temizledim. Benim için bu çok hassas bir konuydu ve açıkçası ona gerçekten ihtiyacım vardı.

 

"Hiç sormadın..."

 

"Neyi?" Dudaklarımı yaladım.

 

"Okulun orada ne yaptığımı." Derin bir nefes aldı. Biliyor muydu yoksa?

 

"Benden bir şey saklayamıyorsun... zamanı geldiğinde anlatacağını biliyordum o yüzden üstelemedim." Evet... bu doğruydu. Beni bu kısa sürede çok çabuk tanımıştı oysaki ben kendimi hep karmaşık, anlaşılması güç biri sanırdım. Belki de halâ öyleydim. Sadece Savaş'a bu kadar net bu kadar saf olabiliyordum. Bilmiyorum... hep diyorum bu çocuk bütün dengemi bozuyordu.

 

"Sanırım zamanı daha fazla ertelemek istemiyorum." Evin önüne geldiğimizi araba durunca fark ettim. Huhh...! gerilmiştim. Oturduğum yerde biraz kayıp ona doğru döndüm.

 

"Elimde bir kamera kaydı var." Ne işler çevirdiğimi anlamak ister gibi yüzüme baktı. Söylemek istercesine ağzım birkaç defa açıldı ama bir türlü konuşamadım. Zordu... çok zordu.

 

"Annemle babamın öldüğü geceye ait... gerçek kayıtlar." Söylemek bu kadar zorken nasıl izleyecektim. Derin bir nefes alıp gözlerimi dışarıya diktim.

 

Durumun ciddiyetiyle yerinde dikleşirken destek olurcasına elimi tuttu.

 

"Tek başıma izleyemem..." İdil'in bu yaptığımdan haberi olmadığı için henüz ona söyleyemezdim. Hiçbir şey belli değilken ona tekrar bunu yapmazdım. Önce ben izlemeliydim. Her şeyden emin olduğumda onunla konuşup durumu açıklardım. Nasıl açıklanabilirse artık.

 

"Ben yanındayım... her zaman. Ne zaman istersen tamam mı? Acele etme kendini hazır hissettiğinde." Başımı salladım. En kısa zamanda kendimi hazır hissetmem gerekiyordu. Bunu daha fazla erteleyemezdim. Bir an önce izleyip kendime bir yol çizmeliydim.

 

"Tamam." Kapıyı açıp tam ineceğim sırada durdum. Elimi omzuna koyup uzanıp öptüm yanağından.

 

"Teşekkür ederim." Arabadan indiğimde derin bir nefes aldım. Desteğini hissetmek beni biraz daha rahatlatmıştı. Şimdi evde yiyeceğim azarı düşünmeliydim.

 

Kapıyı tıklatmak için tam elimi kaldırmıştım ki daha vuramadan kapı gıcırdayarak açılmış ve Öykü tek elini beline koymuş sinsice sırıtarak bana bakıyordu. Bu bakışı biliyordum. Bu iyi değildi. Hem de hiç iyi değildi. Bu bakışın altında yatan mesajı biliyordum.

Sen bittin ve ben bundan keyif alıyorum bakışıydı bu.

 

Boğazımı temizleyip içeriye adım attım. Sevecen ifademi takınmıştım. Etrafa bakındım İdil gözükmüyordu.

 

"Nerede?" Gülerek içeriye tamamen girmiş botumu çıkarıyordum.

 

"Salonda seni bekliyor." Fıkırdayarak yanıma gelip kolumu tutarak beni durdurdu.

 

"Nasıl geçti?" Fısıldarken aynı zamanda beni kendisine doğru çekmişti.

 

"Ne nasıl geçti?"

 

"Gece!?" Biraz düşündüm. Gece... nasıl geçebilirdi ki-

 

"Çüş! Yok artık!" Gözlerini devirip kolumu bıraktı.

 

"Yemin ederim sende iş yok." Başını iki yana sallayarak sırtını duvara verdi. Gerçekten bunu yapabileceğimi düşünmüş müydü? Kollarımı önümde bağlayıp çatık kaşlarımla ona baktım.

 

"Ne alakası var? Beraber güzelce vakit geçirdik işte."

 

"Ne bu evlenmeden olmaz politikası mı?"

 

"Off! Saçmalama Öykü normal bir çift gibiyiz işte."

 

"Normal? Biz bu kelimeyi sen ve senin gibiler için kullanmıyoruz." Gözlerimi devirdim.

 

"Ne yapmamı istiyorsun?" Endişeyle ellerimi tutup beni yine kendine çekti.

 

"Akşam alışverişe benimle sen gel!" Birden konuyu değiştirmişti ve neden bu kadar endişeliydi?

 

"Ne oluyor?" Eliyle arkasındaki salon kapısını gösterdi.

 

"Yine tersinden kalkmış. Sabahtan beri yemediğim laf kalmadı birde dün telefonunu evde bırakarak Bora'yı kandırdığı için kavga ettiler ve yerimizi ifşa ettiğin için bunun suçunu sana yıkmaya karar verdiğini düşünüyorum. Sonuç olarak onu bir de alışverişte çekemem. En son markete gittiğimizde kalan son cips için kavga çıkardı inanabiliyor musun?" Tersinden mi kalkmış!? Off! Gergin olduğu zamanlar etrafına sataşmakta onun üzerine tanımıyordum.

 

"Ne diyorsun? Gelecek misin?" Düşündüm biraz bir çıkış yolu bulmalıydım. Aklıma gelen fikirle bu sefer sinsice sırıtan bendim.

 

"Olur ama içeride beni koruyacaksın ve bana saldırmaya kalkarsa önüme geçeceksin." Alt dudağını öne doğru sarkıtıp korkuyla bana baktı.

 

"İkinizden de nefret ediyorum..."

 

"Kabul mü?"

 

"Tamam ama hemen kaçmak yok." Gülerek başımı salladım. Tabii ki de kaçacaktım.

 

Derin bir nefes alıp salonun kapısından içeri girdim. İdil tekli koltukta oturuyordu. Bacak bacak üzerine atmış ellerini ise dizlerinin üzerinde birleştirmişti. Gayet sakin duruyordu. Delici bakışları eşliğinde ona en uzak olan üçlü koltuğun en sonuna oturdum. Öykü'de tetikte olacak şekilde benim oturduğum koltuğun diğer başına oturdu. İkimiz arasında köprü görevi görmeli ve bunu en az hasarsız biçimde atlatmamızı sağlamalıydı. Yoksa olan ona olacaktı.

 

"Günaydın." dedim ses tonumu yumuşak ayarlayarak.

 

"Günaydın!" İdil'den bir cevap beklerken Öykü'nün birden sevinçle şakımasıyla korkudan oturduğum yerde hoplamıştım. İdil ise cevap vermemişti. Sadece derin bir nefes alıp başıyla saati gösterdi.

 

"Geciktin... yaklaşık 13 saat kadar." Tamam... onda kaldığımı kabul etmiyordu.

 

"Şimdi şöyle oldu-"

 

"Bu evin kuralları olduğunu biliyorsun. Hatta geç saat kuralını sen belirlemiştin."

 

"Evet ama-"

 

"Neydi o kurallar?" Beni konuşturmuyordu bile. Neyse huyuna gitmeliydim. Ne istiyorsa onu yapmalıydım.

 

"Eğer berabersek eve istediğimiz zaman gelebiliriz ama ayrıysak-"

 

"Amadan sonrasını biraz vurgular mısın?" Gözlerimi kapatıp bekledim birkaç saniye. Fırtına öncesi sessiz tartışmadaydık.

 

Sesimi biraz yükselttim. "Ayrıysak en geç saat 1'de evde olacağız ve gecikeceğimizi önceden haber vereceğiz."

 

"Peki sen haber verdiğinde saat kaçtı?"

 

"İdil yemin ederim planlı bir şey değildi Savaş yazmış ben uyuya kalmışım."

 

"Haber vermek senin fikrin değildi yani?" Aptal kafam! Gözlerimi kapatıp başımı geriye yaslarken dişlerimi sıktım. Giderek batıyordum.

 

"Aman canım 1 kerecikten bir şey olmaz değil mi? Hem Savaş'ın yanında olacağını biliyorduk. Güvende yani." Bakışlarını Öykü'ye yöneltti.

 

"Bana onu mu koruyacaksın?" Arada kalan Öykü yalvarırcasına bana baktı. Tamam... bir çözüm yolu bulmalıydım.

 

Onu yumuşatmak için bir şeyler düşünürken o birden oturduğu yerden kalkıp üzerime doğru gelmeye başlayınca korkudan koltuğun kenarlarını sıktım.

 

"Bir daha olmayacak... söz!" Durmadı.

 

"Özür dilerim." Önüme kadar geldiğinde gözlerimi sıkıca kapatıp olacakları beklerken birden Öykü'nün üstüme atlamasıyla nefesim kesildi.

 

"Dur yapma! Kurbanın olayım yapma. Bu gözler bir de kardeş katliamı görmesin." Bağırıyordu ama bir yandan da elleriyle yüzünü kapatmış olacakları bekliyordu ama boşuna. İdil yüzümüze bile bakmadan salonu terk etmişti.

 

"Neden canım acımıyor?" Onu üzerimden yere yuvarlayıp ayağa kalktım.

 

"Gitti ama neden?" Böyle olmaması gerekiyordu. Önce didişip sonra dövüşüp sonra da sarılıp bu meseleyi halletmemiz gerekiyordu.

 

"Biliyorum korkuyorsun ama seni tek istiyor anlaşılan." Sakince yutkunup merdivenlere doğru adımladım. Hayır teke tek istemiyordu bu başka bir şeydi. Kapısının önüne geldiğimde sakince kapıyı tıklatıp cevap beklemeden içeri girdim.

 

Perdelerini bile açma zahmetinde bulunmamış dağınık yatağının ortasına kıvrılmış sonuna kadar ışığını kıstığı telefonunu kurcalıyordu. Gidip başucuna oturdum.

 

"İdil özür dilerim." Derin bir nefes alıp telefonunu bıraktı ama yüzüme bakmadı.

 

"İstediğin zaman orada kalabilirsin ama haber vermeyi unutma. Özrün kabul edildi gidebilirsin." Elimi saçlarına götürüp sakince okşadım.

 

"Yüzüme baksana." Gözlerini kapatıp ellerini yanağının altına soktu.

 

"senlik bir şey yok gidebilirsin."

 

"Sorun ne o zaman?" Ağlıyor muydu o? Onu gerçekten bu kadar üzmüş müydüm? Kapıda bizi dinleyen Öykü'yle göz göze geldim. İkimizde ne olduğunu anlamıyorduk. Bir yandan saçını okşarken bir yandan da elimle içeriye girmesi için Öykü'ye işaret verdim.

 

"İdil?" Derin bir nefes alıp başını dizimin üzerine koydu.

 

"Tatlım sorun ne?" Öykü yere dizlerinin üzerine oturdu ve İdil'in yanağını okşadı.

 

Bir süre konuşmadı. Küçük hıçkırıkları sonunda kesilince kendini toparlayıp kalktı ve yatağın ortasına yatıp kollarını açtı. Bu onun yanıma gelin ve bana sarılın deme şekliydi. İkimizde yanına kıvrılırken kolumu beline sardım.

 

"Ne oldu?" Küçük fısıltım aramızda zor duyulmuştu.

 

"Sadece yoruldum." Başımı sallamakla yetindim. Başımıza gelenler herkesin kaldırabileceği şeyler değildi. Şimdi savaşmaya devam ediyorduk ama belki bir yerden sonra pes edecektik. Sanırım İdil artık pes ediyordu.

 

"Anlıyorum kolay şeyler yaşamadık. İstersen bu beladan kurtulana kadar amcamların yanına git." Gitme... Ne olur gitme.

 

"Ne? Saçmalama seni burada yalnız bırakacak değilim! Bora için diyorum." İçim rahatlarken derin bir nefes aldım. Ona çok ihtiyacım vardı. O giderse en büyük kalemi kaybederdim.

 

"Ne oldu Bora'yla?" Öykü'nün elini avcunun arasına alıp şekilden şekile sokarken cevap verdi.

 

"Beni sevdiğini söyledi."

 

"Ee ne güzel işte!"

 

"Ve beni terk etti." Ne?

 

Öykü'yle aynı anda başımızı kaldırıp şaşkınca yüzüne baktık. Terk etti derken?

 

"Sebep?" Burnunu çekip akan gözyaşını sildi.

 

"Ona güven vermediğimi söyledi." Başımı tekrar omzuna koyarken kafam aşırı derecede karışmıştı. Seven insan terk eder miydi?

 

"Dünkü olay yüzünden mi?" Başını salladı.

 

"Eve gelince konuştuk sinirliydi. Fazla sinirliydi. Kafama göre hareket ettiğimi onu önemsemediğimi söyledi."

 

"Sadece eğlenmek istemiştik..." Başını salladı.

 

"Onun böyle düşüneceğini bilemedim. Tehlikede olduğumuz için korkmuş biraz ondan böyle yapıyor."

 

"Ama bu senden ayrılmasını gerektirmez." Bir şey demedi.

 

"Sürekli kavga ediyoruz yoruldum artık. Beni anlamamasından yoruldum. Sanırım ikimiz içinde böylesi daha iyi olacak."

 

"Sen nasıl istersen öyle olsun biz hep senin arkandayız tamam mı?" Başını sallayıp gözlerini kapattı. Gece hiç uyumamış olmalıydı.

 

Derin bir nefes alıp iyice yerleştim koynuna. Bu durum beni biraz korkutmuştu. Beni korumak için her fırsatta soluğu yanımda alan Savaş ondan habersiz iş yaptığım zaman da bana güven vermiyorsun deyip beni bırakır mıydı? Üstelik dün gece birde bunun konuşmasını yapmıştık.

 

Ne yapacaktım ben? Dışarıya adım atmaya kalksam önüme engel çıkarmaya çalışacaktı o yüzden bazen ondan habersiz çıkmam gerekecekti. Bir de peşimde taktığı adam vardı. Sanırım Savaş'tan kurtuluş yoktu. Zaten bu zamana kadar da hiç olmamıştı.

 

 

"Gitmemeliyiz. Yalnız kalmamalı."

 

"Bak istersen bencil de kendini düşünüyorsun de ne dersen de ama ben artık dışarı çıkmak istiyorum. O pizzasıyla gayet mutlu." Başımı dayadığım kapı pervazından çekmeden İdil'e baktım. Sipariş ettiği 2 kutu pizzası ve kolasıyla gayet keyfi yerinde görünüyordu. Sabahki halinden eser kalmamıştı. Sanırım durumu hızlı kabullenmeye başlamıştı.

 

"Ya kendine bir şey yaparsa?" Öykü yok artık der gibi bakarken omzumu kaldırıp indirdim. Aklıma her türlü senaryo geliyordu.

 

"İlk defa aşk acısı çekmiyor... Berkay'ı hatırla." O çocuğun ismini duyunca ister istemez gerilmiştim. Berkay geçen yıl İdil'i üç kez aldatmış ve dördüncüsünü de benimle yapmak istemişti. İğrenç herif. İdil'in egosu büyük sarsılmıştı ve uzun süre kendine gelememişti. 2 hafta kadar... onu atlattıysa bunu da atlatırdı.

 

Derin bir nefes alıp yanına gittim. Bir bana bir pizzaya bakıp bir parça uzattı. Başımı sallayıp istemediğimi belirttim.

 

"Biz alışverişe gidiyoruz gelmek ister misin?" Sık nefesleri arasında başını sallayıp 1 litrelik kola şişesini kafasına dikti. Önünde durduğumdan televizyonu görebilmek için başını yana eğdi.

 

"Emin misin?" Başını tekrar sallayıp sehpahanın üzerindeki kağıda eğildi ve bana uzattı.

 

"Bunları istiyorum diğer alınacak her şeyi Öykü biliyor." Kağıdı elime alıp inceledim. Kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalkarken resmen listeyi okurken nefesimi tutmuştum. Alt alta onlarca sıraladığı abur cuburlara hızlıca göz gezdirdim. Hepsinden en az 3'er tane istiyordu bir de.

 

Yüz ifademi fark etmiş olacak ki gülerek bana baktı.

 

"Merak etme orası bir haftalık." Başımı salladım. Burası en az bir aylıktı. Tedirginlikle listeyi cebime atarken salondan çıkmıştım.

 

"Ne dedi?"

 

"Sorun yok 1 haftalık sendrom geçiriyor. Yoğun ilgi gösterirsek 5 güne indiririz." Gülüşerek botlarımızı giydikten sonra garaja doğru yürümeye başladık.

 

"Ben kullanabilir miyim?" Ona yandan bir bakış attım.

 

"Canımı sokakta bulmadım ben." Gözlerini devirdi. Yalan değildi. Ehliyeti yoktu bir kere. Ayrıca babasıyla alıştırma yaptığı zamanlarda da arabayı 2 kere vurdurduğunu biliyordum.

 

"Bizim evin oradaki büyük markete gidelim o zaman." Emniyet kemerimi takarken başımı yana eğip yüzümü buruşturup ona baktım.

 

"Orası çok uzak ama."

 

"Kullandığım maske bir tek orada satılıyor... buna mecbursun." Bıkkınca bir nefes verip yola çıktım. Daha 5 dakika olmuştu ki telefonum çalmaya başladı. Savaş? Niye ki- tabii ya! Sinirle küçük bir çığlık atarken dikiz aynasından arkama baktım.

 

"Ne oldu, neden açmıyorsun?"

 

"Çünkü neden aradığını biliyorum!" Ve bu konuyu konuşmuştuk!

 

"Nedenmiş peki?" Sakince ayağımın altındaki gaza yüklenirken sağa doğru saptım.

 

"Nereye gittiğimi soracak!"

 

"Daha yeni evden çıktık dışarıda olduğunu nereden biliyor?"

 

"Çünkü..." bu seferde sola sapıp izimi kaybettirmeye çalıştım.

 

"Peşime adam takmış!"

 

"Ne!? Tamam bu olay iyice çığrından çıkmaya başladı. Biri peşimize adam takar biri telefon sinyalini takip ettirir. Neyiz biz firar eden mahkumlar mı?" Bir şey demedim çünkü haklıydı.

 

"Ya biz daha tam anlamıyla tehlikenin farkına varamadık ya da onlar fazla abartıyorlar ve farkında değiller." Onu onaylayan mırıltılar çıkartırken dikkatim tamamen peşimdeki adamdaydı. Trafikten dolayı onu geride bırakabilmeyi başarmıştım.

 

Küçük bir sevinç nidası ağzımdan dökülürken gelen mesaj sesiyle tekrar ciddi modumu takındım.

 

'Bu konuyu konuşup hallettik sanıyordum!'

 

Bende öyle...

 

Cevap yazmak yerine aramayı tercih ettim. Hem... sesini duymak iyi bir fikir olabilirdi. Neyse ki telefonu sakin açmıştı.

 

"Başına buyruk derken bunu kastediyordum. Bir iş çevirmemiş olmasan o adamı geride bırakmazdın-"

 

"Sadece markete gidiyorum. Onu geride bıraktım çünkü takip edilip rapor edilmek hiç hoş değil. Tekrar beni bulursa tekrar aynısını yaparım." Bir şey demedi sadece nefes sesini duyuyordum.

 

"Peşimde adam istemiyorum Savaş... ara geri dönsün."

 

"Sadece seni izleyecek bir şeye karışmayacak."

 

"Lütfen..."

 

"Niye bu kadar inatçısın ki...?" Güldüm.

 

"Tamam mı?"

 

"Tamam... ama en ufak bir şey hissetsen dahi arayacaksın."

 

"Tamam merak etme." Sonunda telefonu kapattığımda yüzümde salak bir sırıtış kalmıştı.

 

"Sen bu işi iyi kavradın."

 

"Hangi işi?"

 

"Sevgili olabilme işini. Benim en uzun ilişkim 15 gün sürmüştü." Gözlerimi devirdim. O sadece gönül eğlendiriyordu. Genelde okulun en popülerleriyle çıkar önce kızlara hava atar sonra erkekleri elinde bir kukla gibi oynatıp sıkılınca da kenara atardı.

 

"Seviyorsan başka oluyor."

 

"Sen bana sevgisiz mi demek istiyorsun?" Gözlerimi devirdim. Sanki kendisini bilmiyordu.

 

"Öncekilere karşı duyduğun sevgiyle Doruk'a karşı duyduğun sevgi aynı mı?" Derin bir nefes alıp camdan dışarıya bakmaya başladı.

 

"Her neyse şunu hatırlatıp durma. Unutmaya çalışıyorum." Onlarla bu kadar içli dışlıyken onu unutması biraz zordu. Hem de bayağı zordu.

 

Arabayı marketin önüne çekerken kalabalık oluşu dikkatimi çekti. Kendi mahallemizdeki markete gitmeliydik...

 

"Bugün halk günü unutmuşum... acele etsek iyi olur yoksa bize bir şey kalmayacak." Arabadan inip markete girdiğimizde ikimizde ayrı market arabası aldık. Biri ev için diğeri İdil içindi...

 

"Sen ev alışverişini hallet ben İdil'i hallederim. İşin bittiğinde beni nerede bulacağını biliyorsun." Gülerek arkasını dönerken bende kendi reyonuma girdim. Evet... başlıyorduk. Cebimden listeyi çıkartıp sıradan bakmaya başladım. İlk olarak... 4 paket patates cipsi. Umarım hafta sonunda aldığı kilolardan onu durdurmadığımız için bizi sorumlu tutmazdı.

 

Market arabasını yavaştan doldururken raftaki mısır gevreği kutusunu almamla rafın karşı tarafındaki adamla göz göze geldik. Tamam bu ani göz teması biraz ürkütmüştü. Mısır gevreğini arabaya atarken o raftan uzaklaştım. Karşımdan gelen iki adamı son anda fark etsem de adamın bacağına hafifçe çarpmaktan kurtulamadım.

 

"Affedersiniz..." hızlıca bu iki garip bakışlı adamdan da uzaklaşırken kalbim biraz hızlanmıştı. Tamam... paranoya yapmayacaktım. Lanet olsun! Bu bela yüzünden karşıma çıkan herkesi peşimdeymiş gibi hissediyordum.

 

Çikolata reyonuna girip birkaç kavanoz nutellayı arabaya atarken birden izleniliyormuş hissine kapılıp başımı kaldırdım. Az önce göz göze geldiğim adam reyonun sonunda birkaç parça bir şey almakla meşguldü. Az önce o adamın beni izlediğine o kadar emindim ki...

 

Sakince bu reyondan da çıktım. Emin olmanın tek bir yolu vardı. Başka bir reyona girip beklemeye başladım. Önümdeki peçetelerle ilgilenirken gördüğüm manzarayla şaşkınlıkla önüme döndüm. Az önce çarptığım adamlar buradaydı. Yanlarında da az önce bakıştığım adam gelmişti. Bu kadarı da tesadüf olamazdı. Sakin olmalıydım. Sakin olmalıydım. Bu kalabalıkta bir şey yapamazlardı. Öykü'yü bulmalıydım. Onu alıp hemen gitmeliydik buradan.

 

Çevremdeki kalabalığa karışıp sakince adamların yanından geçerken ellerine baktım. Gümüş yüzükleri yoktu. Kimdi bunlar?

 

Hızlı hızlı reyonları geçerken Öykü'yü aramak için elimi telefonuma uzattım ama ben onu bulmadan o beni bulmuştu.

 

"Ta daa!" Birden önüme çıkıp yüzüne tuttuğu Gigi Hadid maskesiyle karşımda poz verdi. Yaptığına aldırmadan onu kolundan tutup reyonlardan birine soktum.

 

"Ne oluyor be!"

 

"Sakin ol ama sanırım bir şey oluyor." Konuşmasına izin vermedim.

 

"Hemen gitmeliyiz buradan!" Etrafa garip bakışlar atarken yüzünü tutup ciddiyetimi anlaması için kendime çevirdim.

 

"Tehlikede miyiz?" Titrek ses tonuyla sakince bir adım atıp iyice yaklaştı bana.

 

"Bilmiyorum... birileri var." Tekrar etrafa bakınırken birden adamların olduğumuz reyona girmesiyle büyük bir kahkaha atıp sarıldım ona.

 

"Sakın çaktırma! Sende gül." Kendini gülmeye zorlarken her zaman başı sıkıştığında yaptığı gibi eliyle ensesini ovaladı.

 

"Gidelim... ne olur?" Ses tonu yalvarırcasınaydı. Bende en az onun kadar gitmek istiyordum. Koluna girip sakin adımlarla çıkışa yürürken bir yandan çaktırmadan arkama bakıyordum. Gelen yok gibiydi.

 

Marketten çıktığımızda arabaya koşarken atlattığımızı düşünüp derin bir nefes alacaktım ki yankıyla duyulan silah sesiyle büyük bir curcuna kopmuş herkes etrafa koşuşturmaya başlamıştı.

 

"Hazal bin çabuk!" Şokun etkisiyle arkama dönüp marketin çıkışına baktım. Adamın biri kapının oradaki merdivenlerde durmuş ve bize silah doğrultmuştu. Nefesim sıklaşırken aceleyle geri geri gittim elim anında arkamdaki kapının kulbunu bulmuştu. Tam arabaya bineceğim sırada tekrar gelen silah sesiyle Öykü çığlığı basarken ben hemen omzumun yanında arabaya saplanan kurşunla burun buruna gelmiştim. Bu korkunçtu... hem de fazlasıyla. Ama asıl korkunç olan bir diğer şey ise o kurşunun hedefinde benim olmamdı.

 

"Bin şu arabaya!" Öykü'nün seslenişiyle kendime gelip bize doğru koşan adamlara aldırmadan bindim arabaya ve gazı körükledim.

 

"O... o sana ateş etti değil mi?" Sadece başımı salladım. Halâ şoktaydım ve ne yapacağımı bilmiyordum. Nereye gidecektim, kime gidecektim- beni ara demişti. Aramalıydım. Savaş'ı aramalıydım.

 

O kadar korkuyordum ki direksiyonu tuttuğum elim titriyordu ve bırakırsam kaza yapacakmışım gibi hissediyordum.

 

"Cebimde... telefon!" Öykü tüm dikkatini arkamıza vermişti.

 

"Öykü!" Birden sıçrayıp bana dönerken şoktan çıkmış ve durumu tüm gerçekliğiyle daha yeni idrak ettiği için ağlamaya başlamıştı.

 

"Telefonumu çıkar cebimden ve Savaş'ı ara."

 

Korkudan titreyen elini cebime soktuğu sırada tekrar duyulan silah sesiyle ikimizde çığlık çığlığa başımızı eğmiştik. Anlık olarak hakimiyetini kaybettiğim direksiyonu tekrar düzeltirken başımı çok çıkartmadan dikiz aynasından arkama baktım. Tek araba vardı. Tamam... sakin olmalıydım. Atlatabilirdim onları. Yapabilirdim.

 

"Öldürecekler bizi! Ateş ediyorlar!" Öykü çoktan Savaş'a ulaşmıştı. O bir yol bulurdu. Her zaman buluyordu. Şimdi de bulacaktı ve kurtulacaktık.

 

"Bilmiyorum... yardım et ne olur..." hıçkırıklarının arasında zar zor konuşurken telefonu bana uzattı.

 

"Konuşamıyorum sen konuş." Korkuyla yutkunurken telefonu elime alıp kulağıma dayadım.

 

"Sa- Savaş?" Ağzımdan küçük bir hıçkırık kaçarken dudaklarımı biribirine bastırdım. Güçlü olduğumu düşünmeliydi. Bunun üstesinden gelebilirdik.

 

"Bulacağım seni sen sadece sakin ol-" Bu kez atılan kurşun arabanın sağ aynasını parçalanmıştı.

 

"Ne yapacağımı bilmiyorum..." hızlı hızlı yutkunurken soğuk kanlılığımı korumaya çalıştım.

 

"Sadece yola devam et. Kimseye bir şey olmayacak çoktan yerini buldum geliyoruz!" O görmese de başımı salladım. Korkuyordum. O adamların bugün birine zarar vermesinden korkuyordum.

 

"Ben-" Ben daha ne olduğunu anlayamadan araba resmen yoldan çıkmış bariyerlere doğru sürüklenirken Öykü yine çığlığı basmış ve ben de korkuyla gözlerimi kapatıp olacakları beklemiştim. Şerefsizler tekeri patlatmış olmalıydı. Arabanın bir yere çarpmasıyla büyük bir baskıyla öne doğru eğilip tekrar arkaya yapışmıştım. Korkuyla gözlerimi açtım. Yoldan çıkıp ağaçlık alana girmiştik ve büyük gövdeli bir ağaca çarpmamız sonucu durabilmiştik. Başımı korkuyla yana çevirdim. Neyse ki Öykü'de uyanıktı ve emniyet kemerimiz takılı olduğu için bir şey olmamıştı.

 

"Bir gün ancak bu kadar kötü geçebilirdi." Başımı hızla arkaya çevirip yola baktım. Lanet olsun!

 

"İn geliyorlar! Çabuk ol!" Adamlar daha bariyerlerden atlamadan biz çoktan arabadan inip koşmaya başlamıştık bile. İnmeden önce malesef nereye uçtuğunu bilmediğim telefonumu almaya fırsatım yoktu.

 

"Karanlık bir ormanda peşimizde kim olduklarını bilmediğimiz silahlı adamlar tarafından kovalanıyoruz. Sanırım ikimizde bu hikayenin sonunu biliyoruz ha?" Tuttuğum elini daha da sıkıp benden yavaş olduğu için onu öne doğru çektim.

 

"Karamsar olma. Bulacağım dediyse bulur."

 

"Evet bulur ama ölümüzü." Tamam korkmakta haklıydı ama iyi düşünmeliydik. Bir şey olmayacaktı...

 

"Öykü..." nefes nefese kalınca biraz durup soluklandık.

 

"Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim. Seni korurum."

 

"Seni kim koruyacak peki?" Ellerini öne doğru uzatıp gösterdi.

 

"Ben senin gibi dövüşmeyi bilmiyorum. Karşımıza çıkarlarsa-"

 

"Şşt!" gelen çatırdama sesiyle ikimizde suspus olup korkuyla etrafımıza baktık. Gördüğüm siyah karartıyla birlikte anında Öykü'yü kendimle beraber ağacın arkasına çekerken bizi görmeden buradan çekip gitmelerini umut ettim.

Onu koruyacağımı söyledim ama bunu nasıl yapacaktım bilmiyorum. Vücudum tamamıyla uyuşmuş kalbime giren küçük sancılar doğru düzgün nefes bile aldırmıyordu.

 

"Dağılalım fazla uzaklaşmış olamazlar. Unutmayın! Kesici onu canlı istedi." Kesici? 3'ü birden farklı yöne doğru koşmaya başlayınca biri bizim olduğumuz tarafa doğru gelmeye başladı. Siktir...! Ne yapacaktık. Bizi görmemesi imkansızdı çünkü tam üstümüze doğru geliyordu.

 

"Öldürecek bizi!" Düşünmeliydim. Bir kurtuluş yolu olmalıydı. Her zaman bir kurtuluş vardır... her zaman.

 

"Önce biz saldıracağız."

 

"Ne? Delirdin-"

 

"Bizi görürse silahına davranacak ve arkadaşlarını çağıracak. Önce biz saldıracağız ve olabildiğince sessiz olacağız."

 

"Ama nasıl?"

 

"Ben halledeceğim sen sadece zorlandığımı görürsen müdahale edeceksin ve adamı tutacaksın." Hızlı hızlı başını sallarken adamla artık aramızda en fazla 2 metre kalmıştı. Saldırmaya hazır pozisyona geçerken montumun hışırtısıyla adam olduğu yerde durdu. Lanet... ahh!

 

Sakin adımlarla etrafını kontrol ederken silahını eline aldı. İşte bu olmamalıydı...

 

Adam arkasında olduğumuz ağacın dibine geldiğinde hiç beklemeden arkasından boynuna asılıp baskı uyguladım. Ağırlığım ile birlikte ikimizde yere sırt üstü düşerken adamın afalladığını hissettim. Karşılık veremediği bu kısa saniyede iyice boynuna asılırken Öykü'ye seslendim.

 

"Silahını uzaklaştır." Öykü adamın eline büyük bir tekme geçirirken silah bizden olabildiğince uzaklaşmıştı. Sanırım başarıyorduk. Kolumdan kurtulmak için debelenen adamı tutmak çok zordu. Güçlüydü... Fazla güçlüydü.

 

"Ahh... yardım et!" Artık aldığım dirsek darbelerine dayanamıyordum.

 

"Ne yapacağım!?" Canımın acısıyla başımı yere bastırırken güçlükle konuştum.

 

"Bilmiyorum yap işte bir şeyle- ahh!" Boğazından güçlükle çıkardığı seslere bakılırsa artık nefesi kesiliyordu. Gözümü açtığımda gördüğüm şeyle gözlerim kocaman açılırken Öykü'ye dur diyemeden adamın suratının ortasına tekmeyi geçirmişti. Bu olmadı işte... tekmenin bir kısmı koluma gelirken kolumu adamın boğazında çözmüş ve acıyla yana doğru kıvrılmıştım.

 

"Hii! Özür dilerim. Çok özür dilerim. Ben beceremem dedim sana...! Hazal... iyi misin?" Öykü yanıma gelip yerden kalkmama yardımcı olurken bizden yarım metre kadar uzaklaşabilen adama baktım. Nefes alıyordu... gücünü topluyordu!

 

"İşini bitirmeliyiz."

 

"İş bitirmek? Öldürecek miyiz!?" Evet bu adam ölmeyi hak ediyordu. Ama ne Öykü buna izin verirdi ne de benim bunu yapmaya cesaretim yeterdi.

 

"En azından bayıltmalıyız peşimize takılmamalı."

 

"Ben... nasıl adam bayıltılır bilmem ki." Gözlerimi devirdim. Benim işim buydu. Sadece formdan düştüğüm için biraz uzun sürecekti o kadar.

 

Sert adımlarla adama doğru yürürken son an da beni fark edip ayağa kalkmaya yeltenmişti ama yakasından tuttuğum gibi yumruğumu yüzünün ortasına geçirdim.

 

"Seni pislik." Bir yumruk daha.

 

"Adi, şerefsiz herif." Ve bir yumruk daha geçirdikten sonra gözleri kapalı yere yığıldı. İşte bu kadar.

 

Sızlayan elimi aşağı yukarı sallarken arkamı döndüm. Öykü büyük bir hayranlıkla beni izliyordu.

 

"Bunu nasıl yaptın?"

 

"Abartma daha kötülerini de gördün." Beni Yeraltı'nda daha büyük bir dövüşün içinde izlemişti. O ve bu asla ama asla kıyaslanamazdı.

 

"Şu saatten sonra bana da ders vereceksiniz." Güldüm. Kararlı gözüküyordu ama iki antremandan sonra cayacağına emindim.

 

"Sana bir tane kum torba-"

 

"Arkanda!" Korkuyla eliyle ağzını kapatırken hızla arkamı döndüm ama artık çok geçti.

 

Adam çoktan ayağı kalkmış ve eline aldığı büyük bir taşı kafama indirmişti. Kulağım beni sağır edecek kadar çınlarken gözüm tamamen kararmış ve hiçbir şey hissedemez olmuştum. Yere düşmüş müydüm onu bile bilmiyordum.

 

"Hazal!" Sadece sarsılıyordum. Uyuşuk vücudum yavaş yavaş kendine gelirken ilk olarak başımdaki sızıyı hissettim.

 

"Hazal uyan! Uyan!" Öykü'nün sesini bastıran şey yanağımdan süzülüp toprağa damlayan kanımın sesiydi. Lanet herif başımı yarmıştı!

 

"HAZAL!" Büyük bir sarsıntıya gözlerimi açarken önce kirpiklerime bulaşan kandan bir şey göremedim.

 

"İyisin... çok şükür iyisin!" Gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp görüntüyü netleştirirken benden zorla koparılan Öykü adamın tokatıyla yeri boylamıştı.

 

Böyle olmamalıydı. Hiç böyle hayal etmemiştim. Ona yardım etmek için yerden destek alarak ayağa kalkmaya çalıştım ama başım döndüğü için sırtım tekrar toprakla buluşmuştu.

 

Gözlerimi açtığımda gökyüzünün koyu bir kızıllığa bürünmüş olduğunu gördüm. Kanlı ay dedikleri bu muydu? Gerçekten... bir gün ancak bu kadar kanlı bu kadar korkunç olabilirdi.

 

Zorla yutkunmaya çalışıp tekrar kalkmaya çalıştım. Ona bir şey olsun istemiyordum. Benim yüzümden zarar göremezdi. Sevdiklerimin benim yüzümden acı çekmesini kaldıramazdım.

 

"Bırak onu." Zorla yutkunup konuştuğumda adamın dikkatini çekebilmiştim. Nefes nefese üzerime gelip ayağıyla beni omzumdan iyice yere bastırdı.

 

"Küçük cesaretinizin büyük bedelini ödüyorsunuz." Ağzında biriken kanı yanıma tükürdü.

 

"Se- sen-"

 

"Bırak onu pislik herif!" Öykü bir hışımla adamın attığı taşı alıp onun kafasına geçirmişti. Korkuyla başımı yana çevirirken durmadığını gördüm. Cinnet geçiriyor olmalıydı... ard arda taşı adamın kafasına geçirirken sıçrayan kanlar ikimizin de yüzüne geliyordu.

 

"Dur..." Defalarca belki de onlarca kez o taşı adamın kafasına geçirmişti. Ağlamaklı kısık sesimi duymamıştı. Bağırdım.

 

"Dur!" Durdu. Yoğun bir kan gölü üzerime doğru akarken zorla yerimden kalabilmiştim.

 

"Öldü." Hala algılayamadığı büyük gerçek soğuk kanlılıkla ağzından dökülürken onu zorla adamın üzerinden çektim.

 

"Öldürdüm." Yüzüme baktı. Bir şey söylememi istiyordu ama ne diyecektim. Büyük bir acı ruhumun her zerresinde dolaşırken dizlerimin üzerine düştüm. Adamı öldürmüştü. Öykü adam öldürmüştü.

 

Elimi sıkışan kalbime götürüp sıktım. Bunu o yapmamalıydı. Bir tokat dahi atamayan Öykü katil olmamalıydı. Ben yapmalıydım. O bunu atlamazdı. Bu gerçekle yaşayamazdı.

 

"Öykü?" Başını kaldırıp gelenlere bakarken zorla bir adım attı. Elinde halâ kanlı taşı tutuyordu.

 

"Ben yaptım... öldürdüm." Güçlükle konuşup tekrar bir adım daha attığında taş elinden kayıp dizlerimin önüne yuvarlanmıştı.

 

"Ben k-" Cümlesini bitiremeden düşüp bayılmıştı. Doruk koşarak başucuna gelirken topladıkları adamlar çevreye yayılmıştı. Başımı güçlükle kaldırıp ona baktım. Bulacağım demişti bulmuştu ama çok geç kalmıştı.

 

Elimi ona doğru uzattığımda gözlerini birkaç kez kırpıştırıp kendine geldi. Anında yanıma gelirken dizlerimin dibine çökmüş yüzümü avcunun arasına almıştı bile. Gözleri kızarmıştı. O da mı ağlamıştı yoksa?

 

"Yaralısın..." derin bir nefes alırken yutkunmakta zorlandı. Yüzüm korkunç halde olmalıydı. Yarısı kendi kanımla kaplı diğer yarısı adamdan sıçrayanlarla dolu olmalıydı. Elini yarama dokundurmadan etrafında dolaştırdı indirdiğinde eline halâ kanayan yaramdan akan yoğun kanım bulaşmıştı.

 

"İyiyim." Başını hızlıca iki yana sallarken konuştu.

 

"Benim hatam. Seni korumayı beceremedim." Herkes kendini suçlayacaktı biliyordum ama bunlardan tek sorumlu vardı o da bendim. Ben olmasaydım bunların hiçbiri olmayacaktı. Herkes hayatına devam edecekti. Herkes mutlu olacaktı.

 

Tuttuğum hıçkırıklarımı serbest bırakırken başımı omzuna yasladım.

 

"Ben artık hiçbir şey hissetmek istemiyorum. Ben olmalıydım..." kolları beni daha sıkı sararken fısıldadım.

 

"Ölen ben olmalıydım."

Loading...
0%