Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@nicotesy

Yeni bir fic, bundan sadece birkaç saat önce arkadaşımla konuşarak klişe ama böyle töre hissi verecek bir kurgu yazmak istediğimi konuştuk ve müsait olduğum için dayanamayıp bölümü yazdım. Nedense bunu yazasım çok geldi.

umarım sizde seversiniz.

okuduğunuz tarihi buraya not alın lütfennn

ayrıca ficin içindeki zaman dilimini siz kafanıza göre kurgulayın, ne çok ileri ne de çok geri, yüreğinizde hangi harabeyi görüyorsanız öyle çizin kelimelerimle kurduğum resimlerinizi.

!angst değil, sürekli sorulduğu için eklemek istedim!

tae:26 ve jk:19 yaşında.

!fic yeni olduğu için desteklerinizi bekliyorum!

iyi okumalar :)

Dead butterfly / taekook

...

"Sen tüm kentten daha yalnızdın, okyanus gibi yalnızlık. Ve bana geceler yetmiyor. Günler yetmiyor. İnsan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor.

Her anı ölüdür, şimdi sen bir anısın, sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek..."

...

Bölüm 1: Çaresizlik, azaba doğru giden adımların başlangıcıydı.

Tüm yaşam diye düşünüyorum böylesi sabahlarda, tüm yaşam güneş altında bir oyun... Bu çocuklar da benim çocukluğumdaki gibi merak ve korku ile mi bakıyor doğaya, dağlara, mısır tarlalarına, ucu bucağı gözükmeyen deniz yüzeyine. Çocuk, kendini bürüyen yalnızlığın boşluğun bilincinde değildir ve diğer dünyaların, her insanın oluşturduğu bir bütün dünyanın. Sonra, yol ilerler. Dünyalara açılan yeni yaşamlardır yolculuklar.

Ben bunun getirdiği sıra sıra yolları izliyordum. Hüzün kokan gözlerime bundan daha fazlasını ve bundan daha fazlası olur diye direniyordum. Yaşamı seyre durmaya çalışıyordum. Hani bir umuttur ya, insan güzele bakarken güzel olacağını sanır ya, işte öyleydi benim bakışlarım. Ama yok. İnsan daha en sevdiğinin göz yaşlarına engel olamazken, bencilce uçan kuşun özgürlüğüne bakarak nefes alamıyordu. Benim içim yanıyor, öyle kızgın bir kor ki bu, dursam, iki kelam etsem... yine onun canı yanardı. Canım abimin... Jimin'in.

İnsan hep der, anne ile baba sevgisi, kardeş sevgisi olmaz diye. Ne doğru söz. Ben daha anne kundağındayken kaybetmiştim, mağlup olup babanın acımasız, duygusuz merhametine bırakılmıştım. Soğuktu, katıydı, kuralcıydı. Ne bilirdi ağlayan bir bebeği pışpışlamayı, ona mama hazırlamayı. Altına bez koyup, üzerine örtü atmayı. Bilmezdi. Taştı o adamın yüreği. Daha çok para, mal, mülk severdi. Elinde olmayan her şeyi çok severdi. Bizi de o yüzden hiç sevmezdi.

Ama kuru ekmeği ıslatarak Jimin ile yediğim o günler, benim anne diye sarıldığım kollar onundu. Meleksin derdim ona hep. Sen annemin kokusunu üzerine giydirdiği bir meleksin. Annemde sensin, babamda. Sen benim her şeyimsin derdim. Korurdu beni. Dayak yemeyeyim diye atlardı üzerime. Babamdan kurtarır, sokakta beni taşlayan çocukları kovalardı. Kan içinde kalır, yine bana bir parça ekmek bulup doyurmaya çalışırdı karnımı.

Tüm bunlarda yetmezdi. Dikerdi kıyafetlerimi. Çalışır, babamdan gizli bana kazak alır, parayı vermediler derdi. Yine dayak yerdi. Hep benim yerime canını feda ederdi. Şimdi bedel ödemek istiyordum. Yüreğime batan bu vefasızlığı ödemek istiyordum. Benim kendisine on dokuz yıllık bir can borcum vardı, sadece benden iki yıl fazla yaşadı diye benden çok yaşadı mı sayılırdı? Değil, yeminlerim olsun ki değildi. Ben ömrümü feda etsem, yine onun bedenine ve ruhuna açtığım yaraların ayıbını ödeyemezdim.

Bu yüzdendir ki başım onun ağlayan, hıçkıran sesine doğru dönemiyordu. Öyle çok utanıyor, öyle çok sıkıyordum ki başım dönüyordu. Göz yaşlarım o her sesi kısılacakmış gibi haykırmaya dönüştükçe daha çok içerlenip sessizleşiyor, göz yaşı döküyordum. Ben Meleğim dediğim insanı Azrail'e teslim etmek için yola çıkarken, onu iterken, en az babam kadar acımasız, en az bu hayat kadar adaletsiz hissediyordum kendimi.

Ama ne o arabanın tekerlekleri dönmekten vazgeçiyor ne de arkamızdan bizi takip eden araçların sesi. Herkes bir düğün alayıdır diye bizleri takip ederken, kutlama yaparken, biz cenazeyi mezara teslim etmeye gidiyorduk.

Kim Konağı'na.

Keşke diyordum, o gün Jimin'im işten daha erken dönseydi veya biraz geç. Görmeseydi onu kimseler. O hep benim yanı başımda kalsaydı. Ama nazarın nuru değdi. Sadece bana bakarken gülümseyen yüzünü gördüler de elem eylediler. Kıydılar. Onun sevdiğine değil de sevmediklerine vererek kurban ettiler. Ben meleğimi, Kim Taehyung adındaki acımasız Delta'nın ellerine teslim etmek istemiyordum. Konuşuluyordu. Yüzünde yarası olan bu adamın kusuru, kalpsizliğiydi. Vicdansızlığı ve merhametsizliği.

Korkudan titreyen meleğime dokunmak istedim. Daha çok utandım. Şoförün yanında oturan babam sadece sakallarını sıvazlıyor, Kim Ailesinin vereceği altınları, arazileri sayıp biçiyordu kafasında. İlk defa Jimin'e sarıldığı gün bile bu çok zengin ailenin onları istemeye geldikleri gündü. "Evladım," demişti. Bu evlat olma yükünü çok ağır ödetmeye çalıştı babam ona şimdi.

Tüm mahalle o gün bize yardım etme teklifinde bulunmuşlardı. Ne iki yüzlülerdi öyle. Oysa abim sürekli kusuyor, sapsarı teni her an bayılacakmış gibi duruyordu.

Ona hak vermiştim. Neden böyle olduğuna. Delta ile baş başa görüşmüşlerdi. Ağzı bıçak açmıyor, korkudan yüzüme bile bakamıyordu. "Öldürecek," diyordu sadece. "Bu adam beni öldürecek."

Onun neden korktuğunu bile bilmiyordum. Sadece o korkuyor diye korkmam bile normaldi. Onun canı yansa benim de yanardı. O gülerse bende gülerdim. Şimdi kol kanatça geldiğim tek an buydu. Babama karşı geldiğim, sesimi çıkarttığım. "Vermeyeceksin," demiştim. "Jimin'imi zorla kimseye vermeyeceksin."

Belki de bunu bile yapmamalıydım. Babam beni bir hafta boyunca bodruma kilitledi. Sadece ölmeyeyim diye ekmek fırlattı önüme. Jimin'in sesini duymamak ölmekten beterdi. Ağzımın kenarlarındaki kurumuş kanın tadı bile, benim kalbimden boğazıma yükselen acı kadar yoğun ve ıslak değildi.

Çünkü ben o bodrumun kapısı açıldığını gördüğüm an hissettim başıma geleni. Bu kapıdan bana doğru gelen ışık, benim son ışığımdı. Her şey çoktan olmuş bitmişti. Yüzükler takılmış, ertesi güne düğün olacaktı. Ben sadece abimin bu acı dolu anlarında yanında olamamış ve acısına acı, kederine yas bağlamıştım. Ben ona bir gün bile olsa kardeşlik yapamamıştım. Benim bağrımda acı var, böyle nefesimi kesen.

Cesaretin cesaretsizliği var, uzanamadığım elden dolayı.

Jimin ile son dakikalarımı yaşıyordum belki de.

Böyle düşünmek acı ile inlememe, artık ne olursa olsun diyerek ondan tarafa dönmeme sebep oldu. Giydirdikleri tören kıyafeti yüzünden yüzü gözükmüyordu, ama kafasının üzerine attıkları kırmızı tül onda bir kefen gibiydi. Islaktı ve beni de sırılsıklam bıraktı. Nefes alamadım ona sarılırken. Gül kokardı ama şimdi acı acı. Benim huzurumda acı vardı, nefes alırdım, alamaz oldum.

"Öldürecekler bizi," dedi, boğuk ve yürek burkuyordu sesi. "Korkma," dedim ama korkudan titriyordum. Daha sıkı sarılmaya çalışıyordum, daha sıkı sarılıyordu. Sanki ağzından çıkan sesler bana kalbinden ulaşır gibiydi. "Jungkook... o daha küçük. Bizi öldürecekler."

İşte dayanamadım. Kanım dondu. Anlayamadım. Sessizleştim. Sırtını sıvazlamak isteyen yüreğim usulca beline, oradan karnına doğru giderken ağlaması şiddetlendi. "Jimin..." dedim korka korka. Ama sustu. Susmak, başını eğmek bu kadere. Benim cevabımı almış olmamla kalbim hızla çarptı. Sevdiğim biri vardı, demişti. Bizi kurtaracak bu hayattan demişti. Ben o sevdiğine kavuşamıyor diye bu kadar can çekişiyor sanıyordum meğerse hata eylemişim. Büyük günah etmiştim. O içindeki canın can telaşına kapılmıştı. Bu anlaşılırsa, sonu olurdu. Onun sonu, benim sonumdu muhakkak.

Düşünmeye çalışıyordum. Bizi cellada taşıyan bu arabadan bile atlamak daha az can çekişmemize sebep olurdu diye düşünüyordum. Onun hamile olduklarını anladıklarında zaten ölecekti. Babamda beni. Ama bundan değil, Jimin'in öldüğü düşüncesi ile korkmuştum ben.

Elimi ağzımla kapatmam bile fayda etmiyordu. Zaman usulca değildi, biz kendimize kattığımız yasın içinde boğulurken bile varmıştık Konağın önüne. Sıra sıra dizilmiş adamlar ve kadınlar, ellerinde şeker ve süsler... arabanın üzerine atıyor, ben her an kollarımda yığılacak korkusu yaşadığım meleğimi nasıl buradan kurtarırım diye düşünüyordum.

Çaresizdim. Öyle çok çaresizdim ki kapıyı açmaya gelen bu adama korkuyla bakıyordum. Sadece bir kez uzaktan gördüğüm adamın sadece kusurunu görüyordum. Sağ gözünün altında duran iri dikiş izini. Geçmeyen, ona baktıkça vahşi bir hayvana baktığımı hissettiren. Sadece iri cüssesi ile ezerdi Jimin'i. Onun hamile olduğunu anladığı anda sadece o uzun, yapılı elleriyle bir rüzgâr esintisiyle devrilecek meleğimi ikiye ayırırdı. Ve o adam zaferden bir gülümseme ile belindeki silahını çıkartıp havaya üç el ateş attı. Çığlık atacak oldum. Bu sesler, benim düşlerimin katliamı gibiydi.

Kapı açıldığında, Jimin elimi sıkıca tutuyordu. "Bırakma beni," dedi. Ama elimi bırakan da oydu. O adam onun ellerinden tutarak arabadan çıkarırken, "Seni ölüm olsa bırakmam," dedim. Ve o gitti. Sanki öylece ellerimin arasından kayıp gitmiş gibi. Buna içerlediğimde bizleri güler yüzlü karşılayan insanların yüzüne bakamıyordum. Her biri yalan doluydu. Gerçek değillerdi. Göremiyorlar mıydı? Mutlu ve hevesli insanlar böyle olmazdı. Ben bunun adını kullanırım ama nasıl hissettirdiğini sadece kardeşime sarılıp uyuyunca anlardım. Şimdi hiçbir şey yok, sarıp sarmalayamıyordum hiçbir şeyi.

Yürüdüm, benim külfetten farksız bedenim sadece kardeşinin bir avaresiydi. Onun peşinde, onun izindeydi. Avluya açılan büyük kapıdan geçerken bile gözlerimin buğusu, ikindi vaktinin solmuş güneşi gibiydi. Ama sorsanız dünya hep gri, şarklılar kederli, insanlar hep ağlamaklı. Kardeşimin yanında duran adam ise bir katil gibi.

Çünkü öyle olacaktı.

Çok sürmedi insanlar yemeğe oturdular. Jimin'in güzelliği görülsün diye örtüsü açıldı. Çaresizce bana bakıyor oradan kaçırdığı bakışlar kapı önünde duran birine değip duruyordu. Kurtuluş dilenen gözlerin, benden alamadığı yardımı kimden alıyor diye bakıyordum. İlk anlayamadım. Sonrasında kardeşime benzer gözler gördüm. Yüzü kaskatı, ağlamamak için sürekli başını eğen biri. Tanıdım onu. Nasıl tanımazdım. O da gelmişti Jimin'i almaya. Bu mezara bir eş diye buyur kılmaya.

Yoongi'ydi adı. Delta'nın üvey kardeşi. Babaların bir olduğu, anaların ayrı olduğu kardeşler.

Her şey üst üste geliyordu. Jimin ile yalnız kalmak istiyordum. Konuşmak istiyordum. Cevap istiyordum, ben umuda dair övünç latifeleri işitmek istiyordum. Belki de tanrının bana acıdığı ve kulak ettiği tek an buydu. Jimin'in kaynanası olan kadın, aralarında en gösterişli olanıydı. Oğlunu evlendiren bir annenin gururu, millete gösterdiği şefkat dolu rolü vardı. Ama iyi biri değildi. Gözleri... gözleri sertti. Dilin yalanına ihtiyaç duymuyordum bu nedenle.

Ve o gelip Jimin'e doğru eğilirken, onun yanı başında düğün masasında oturduğumdan bende duyuyordum bu düğün sesinin gürültüsüne rağmen. "İyi bir eş olup, akşam için eşine hazırlanma vaktin omega. Kalk ama başın dik dursun. Ben evime bir zavallı aldı dedirtmem." Bu çirkin sözleri kullanan kadından daha oracıkta nefret ettim. Kötülüğün saf haliydi. Babamdan bir farkı yoktu belli ki.

Jimin'in yüzüne kıyafetinin tülünü örterken, Jimin masanın altından elimi tuttu. "Sende gel," dedi ama daha çok yalvarır gibiydi. Tuttum ben o eli. Zaten benim doğduğum andan beridir sardığım, kokladığım, içlerini öptüğümdü o. İlk defa korkusunu bana gösteriyordu, ilk defa çok ağlıyordu ve ilk defa beni bırakma diyordu. Oysa onu hiç bırakmayacağımı çok iyi bilirdi.

Kabuslar dolu adımlar atarken herkes tebrik ediyordu yanlarından geçtiğimiz anda. Onlara ters ters bakmamaya çalışmak zordu. Üç katlı büyük konağın içine bakarken merdivenlerden çıkıyor, kaynananın yerine bize eşlik eden iki kız vardı. Biri Delta'nın kız kardeşi Jennie, diğer kişi ise tanıdık değildi. Üstü başına bakılınca bile en güzel kıyafetlerini giyse bile ellerindeki nasırlardan, solgun yüzünden, evin telaşından evde çalışan biri olduğu anlaşılıyordu.

O en üst kata kadar çıkmaya çalıştığımızda, Jimin neredeyse bayılacak gibi olmuştu. Onu kollarından tutarak dengede tutmaya çalışmak zor olmuştu. Ben onun korkudan öyle olduğunu bilirken, hemen arkamdan gelen Jennie için anlamlar çok farklıydı.

"Abimle bu gece birlikte olacak ya, heyecandan şekeri düştü şimdiden. Sakin ol canım. Abim öldürmez seni merak etme. En fazla sakat bırakır. O da sertliğinden."

O kadar şuh ve ayarsız kahkahalar attı ki, dönüp o uzun saçlarını ellerimin arasına alarak yolmak ve o ayarsız ağzını kan revan içinde bırakmak istedim. Şiddetti sevmezdim. Bunca zaman bunu gördüm. Ancak o kadar hassastım ki, Jimin'e bir şey olacak diye yok etmek istiyordum bu dünyayı.

"Öyle şeyler demeyin hanımım, çok ayıp." Dedi diğer kadın. Ama kendisinin de bu durumdan kakarak kikirik yapması bile bana batıyor, sadece bizi götürecekleri o odaya girmek ve suratlarına kapıyı kapatarak gerimde bırakmak istiyordum. Hatta gözümü açıp kapatınca, yine iki gözlü evimizin yer yatağında Jimin ile uyandığımı hayal etmek istiyordum.

Sonunda diyeceğim şekilde son kata geldik ve her yanı aydınlık duran koridordaki en son kapıya yönlendirildik. Jennie bize önden kapıyı açtı ve güllerin serpildiği yatağı gösterdiğinde dişlerimi sıktım. Büyük odanın kasveti vardı. Sadece yatağa bakmak bile o kırmızılığı kanmış gibi gösterdi ve ben ürperdim. Soğuk bir esinti sırtımı delip geçti. Ayakta öyle dikeldiğimde, nasıl görünüyordum bilmiyordum ancak her ikisi bana bakarken biraz kararsız gibilerdi.

Ben ise sadece meleğimin o yatağın içinde ölüp gittiğini düşünürken kafayı yiyordum.

"Sizin kardeş kardeş konuşacaklarınız vardır şimdi," diyerek çıktığında her ikisi, nefesimin ağırlığı başımı döndürdü ve ben kafamı eğdim. Onlar odadan çıkmasına rağmen, kapıyı ardımızda kapatmış olmalarına rağmen ben yerdeki kilimi inceliyordum. Siyahlar beni ele geçiriyordu.

Öyle çok dalmıştım ki, "Yardım et," dedi Jimin. Korkuyla açılıp kapandı gözlerim. Onu bulduğunda o üzerindeki kıyafetleri çıkarmaya çalışıyordu. Anlayamıyordum. "Jungkook öyle durma ve bana yardım et. Ben burada öylece ölmeyi bekleyemem, ben onu yaşatmak istiyorum."

Ellerim titreyerek ona yardım etmek için üzerindeki kıyafetleri çıkarmaya koyuldum. "Bir sürü insan var burada, nasıl kaçacaksın tek başına?" dedim ama yemin ederim kaçsın diye canımı verecek haldeydim. O ise durdu. Titreyen soluğu, kızarık gözleri, çaresizce kıvrık bedeni tamamen bana dönüktü. "O bana yardım edecek. Kaçacağımızı söyledi. Birazdan burada olur, ayarlayacak o her şeyi."

"Yoongi mi? Bebeğinin babası ve senin yüreğinde bir sır gibi sakladığın sevdiğin."

Bildiğim soruyu sormak gibiydi. Cevabı bilmeme rağmen gözlerini sıkıca kapattı ve oradan yeni yeni yaşlar firar etti. "Çok sevdim." Eli göğsünde durdu. Sanki oradaki ismi söylerken bile orada saklamak ister gibiydi. Çok kıskandım. Onu bu denli yüreğinde saklamasına, beni olduğu gibi onu da oraya sığdırmasına. "Ben Yoongi'yi çok sevdim. Benim kalbimin gözleri ona bakarken açıldı, ona bakarken mahvoldu. Ben yenildim. Jungkook ben onunla görüşmeye gittiğim günü, ona hamile olduğumu söylediğim gün beni istemeye geldiler. Eğer, çok değil birkaç gün daha geçseydi Yoongi gelecekti. Ben onunla evlenecektim. Sen olacaktın yanı başımda. Biz artık boyun eğen çocuklar olmayacaktık."

Yutkundum sertçe. Diyemiyordum. Korkuyordum.

Korkum kapıyı çalan sesle daha çok büyüyordu. Onu arkama alıp korumak istedim. İçeriye giren onun bu halini görse, düğümleri açılmış bir halde görse niyetimizi anlar diye. Ama değildi. İçeriye giren kişi Yoongi'ydi ve hızlıca sarıldığı da onun çok sevdiği, meleğimdi. Birbirlerine hasret iki dalga gibi kenetlendiğinde, Yoongi onun göz yaşlarını akıttığı her yeri öpüyor, "İyisin, iyisin... gideceğiz buradan," diyordu.

"Ben her şeyi ayarladım. Birazdan büyük aile üyeleri tarafından konuşma olacak. Arka taraftan kaçacağız," dedi, elinde tuttuğunu bile fark etmediğim o poşeti açıp içinden basit kıyafetler çıkardı. "Bunları giyinip gel sevgilim, acele edelim. Yemin ederim bu son şansımız." Sonra bana döndü. Benim kıpır kıpır olan yüreğim onların kaçacaklarına inanıyordu, yüzümde kurtuluşun mücadelesinin heyecanı vardı. Ama Yoongi bana bakıyor olduğunda bunun böyle olmadığını hissettim.

"Ona söyledin değil mi?" dedi, bana baktı ve Jimin'e döndü. Sertçe yutkunmuştu. İlk defa Jimin bana bakmıyordu. Kafasını hayır anlamında sallarken kaşlarımı çatmadan edemedim. "Jimin kardeşine bunu söylemeliydin. O bunu yapmazsa asla kaçamayız," dedi çaresizce.

Sustu. Ama ben susmadım. Ben bedel ödemeye hazırdım nasıl olsa. Elimden bir şey geliyorsa asla duramazdım yerimde. Bu nedenle suskun olan ağzı ben çözmek istedim. "Neyi bilmeliyim, söyleyin. Jimin ben senin için canımı veririm. Biliyorsun bunu. Sen kaç diye her şeyi yapacak haldeyim, söyle bana."

Yoongi çalan telefonuna bakarken telaş etmeye başlamıştı, ben ise sadece konuşamayan Jimin'e odaklanmıştım.

Onun yerine Yoongi, "Jungkook, sana yalvarırım. Bizi değilse bile, Jimin'in karnında olan bebeğimiz için, yeğenin için... bize zaman kazandır. En azından biz bu şehri terk edene kadar. Yoksa daha biz buradan çıktığımız anda yokluğumuzu fark ederek bizim peşimize takılırlar ve bu olursa, sonun ne olacağını biliyorsun sende," dedi.

"Sadece ne yapmam gerektiğini söyleyin bana," dedim.

"Jimin'in yerine geçmeni ve sanki oymuş gibi odada beklemeni istiyorum. Yüzün kapalı olacak. Geç saate kadar evin çalışanları dışında kimse sana bakmaya gelmez bile. Ama eğer bu odada kimsenin olmadığı anlaşılırsa kıyamet kopar. Çok değil, iki üç saat bile yeter buradan kaçıp gitmemiz için."

Düşündüm, Yoongi'nin ağzından dökülen çaresizlik benimkinden fazla değildi ama ben en azından bunu yaparak Jimin'i kurtarabilecektim. En fazla dayak yerdim, bunu hep yiyordum. Bu acıtmazdı canımı. Sonrasında Jimin yerine beni gördüklerinden dolayı baba evine yollarlardı. Ben ise Jimin'in olmadığı o evden kaçıp giderdim. Sorun yoktu. Bunların her biri dayanılmaz değildi. Hiçbir acı kardeşimin bana yaşatacağı acının ihtimali kadar kötü olamazdı.

"Jimin acele et," diyerek tuttum onun elini. Yoongi'nin elindeki poşeti alarak, banyoya aceleyle geçtim. Ağlaya ağlaya üzerimdekileri çıkarıyor, "Mutlu ol Jimin," diyordum. "Dünya da bundan fazlasını senden başkası hak etmiyor," diyordum. Hıçkırıklarımız sarılıyordu, biz o kıyafetlerden kurtulup diğer kıyafetleri giyene kadar.

Şimdi Jimin'in düğün elbisesi benim üzerimdeydi. Zayıf, hantal bedenim içinde çuval gibiydi. O ise bir köylü gibi giyinmiş, şalı ağzını yüzünü saracak kadar kapatmıştı.

Bana sıkıca sarıldı. "Seni çok seviyorum Jungkook, bunu sakın unutma olur mu? Seni almak için mutlaka geri döneceğim," dedi. "Bende seni çok seviyorum, meleğim. Sen mutlu olduğun sürece mutlu olacağım. Sakın geri dönme. Seni bulacağım."

Ondan sonrası korku ve panikti. Yoongi acele etmemizi söylerken, kaçamayacaklarını düşünmek bile kitlenmeme sebep oluyordu. Ama Jimin'in kokusundan ayrılamıyordum. Sarıldığım kolların soğukluğu işlerken, benim kardeşim artık benim elimi değil, bir başkasının elini tutarak gidiyordu.

Her anımda dua ettim yakalanmamaları için.

Her anımda dua ettim mutlu olmaları için.

Ama ben hiçbir anımda dua etmedim, kendi kurtuluşum için.

Öyle ki her kapı açılıp kapandığında, suskunluğumu ve kırmızı tülün kafamdan aşağı salınan halinden göz yaşlarımla aynı oranla bir sis, karanlık hüzün ve ürperti çöküyordu. Konuşmuyordum. Gelenlerde suskunluğumu sorgulamıyordu. Evlilik heyecanı sanıyorlardı, değildi. Can korkusu, canlarımın korkusuydu. Ama bir yandan da seviniyordum. Bağrış çağrış yok diye. Demek ki kaçmışlardı. Kimse daha benden hesap sormaya gelmemişti.

Karanlık çökmüştü, düğün sesi kesilmiş ve misafirler evlerine doğru giderlerken bile bu odanın için daha kıyamete dönüşmemişti.

Lakin beklentimin suları, kapının yavaşça açılıp kapanmasıyla bile yüreğimin ağzımda atmasına sebep oldu. O baskın orman kokusu, adım adım bana yaklaşıyordu. Yatağın ucunda oturan bana. Çok korkuyordum. Vücudum titriyor, dişlerim dudaklarımı kanatıyordu durmadan. Nefes alamıyordum. Nefesimden, nefsimden yakalayacaktı bu adam beni.

Ama daha sıcak, eli buz tutan tenimi yakacak kadar sıcaktı. Eğer titreyen dizimi durdurmak için elini oraya bırakmasaydı bilemezdim bunu.

"Korkma Jimin," diyordu kalın sesi. Kanım çekiliyor, ter döküyordum. "Sen artık benim eşimsin. Seni her daim seveceğim ve saygı duyup yanında duracağım."

İşte bu nazik sözlerin merhameti varmış gibi bir umuda kapıldım. Belki benim Jimin olmadığım anda anlar ve canımı yakmaz diye. Ne muhtaç umutlarım vardı benim.

Çünkü örtümü kaldırdığında, gözlerine denk düşen gözlerimde onun okyanusları benim yosun gözlerimi darmaduman ediyordu. Ben, bana bakan bu gözlerin şaşkınlığın ardından gelen öfkede ne merhamet görüyordum ne de sevgi. Canavardı o. Ruhu bedeninden sıyrılmış bir canavar. Anladım o zaman. Bu adam beni öldürmeyecekti ama öldürmekten beter edecekti. Yine biliyordum ki bu seçimi yapan bendim. Aslanın önüne yem olarak atılan ben.

Ben biliyordum ki artık; benim gerçek azabım Delta Kim Taehyung ile başlamıştı.

Bölümün sonu.

İlk bölümü nasıl buldunuz? Umarım seversiniz. Şimdiden söyleyeyim, size acı çektirecek yer yer olaylar olacak. Sinir krizi falan. Angst yapma gibi bir düşüncem yok. Ben zor, acılı ve sancılı süreçleri, hafif hafif yaklaşmayı, küçük temaslarla yapılan ve ilerleyen aşkları çok seviyorum. Umarım sizde seversiniz.

Ben Nicotesy.

Sizi seviyorum, ölü kelebeklerim...

Loading...
0%