@nicotesy
|
Selam ballarım... bu bölüm 2 parttan oluşuyor, çünkü çok uzadı. Merak etmeyin onu da hemen yazıp atacağım. Bu bölüme güzel yorumcuklar alayım olur mu? İyi okumalar :)
.... "Bir anlam aramamalı. Anlam kadar insanın hayatını zehir eden bir kavram yoktur. İnsan akıllı bir görünüşle, en saçma sözleri bırakabilir çevresindeki insanların yarattığı boşluğa." ....
Bölüm 17: Gönlümün takviminde bir kahve bereketiydi, zehir aksetti. Kelimelerin gücü vardı, sözlerin dağıldığınız düşten sizi uyandırma ihtimali vardı. Yolların sizi sürüklediği dikenli yolları vardı. Bende o taşralı yollardan birindeydim. Şimdi ne aslım vardı ne de bir kimliğim. Bir küçük kalmışım. Sığındığım kollarda. Sinmiş yaşlarıma bakıyorken, "Ne demek istiyorsun?" diyerek burnumu çektim. Ama halen damağım titriyordu. Güçsüz bedenimin halen ona yaslı olduğunu ya da iki elinin de belimde duruyor olduğunu anlamayacak kadar aklım bulanıktı. Doğru düşünülecek çok şey varken ben hep yanlış şeyleri akıl ediyor ve isyan eden çağrılarımın ardından gözlerinde sicim sicim dolaşan bulutlarımla bakıyordum. Oysa o çoktan bir fırtına olmuş şimşeklerini çaktırıyordu bulutlarımın arasına. O fırtınaya baktım ben. "Bu yine beni mahvetmenin bir diğer yolu mu Delta? Çünkü takatim kalmadı yalanlara, yaralanmalara." Kollarımdan ayrılsın istemedim bu sefer. Çünkü buradaki insanların arasında en dürüst olanı oydu ve onun canımı yakması, diğer ahlaksızca istekler gibi değildi. Şimdi beni öldürmeyerek, onu öldürmemi isteyen kişilerin maşası olmaya itiyordu. Ve o diyorduk ki; "Sen karar ver buna. Ya yanımda durursun ya karşımda," ama ben şimdi olduğumla ikisiydim. Boynumda yalanlardan bir al yazma varken, "Gerçek olmayacak bir şey daha," diyordum. Yüzüm boylu boyunca sancıyordu. Her yanımda çaresizlik var ve bu işin sonunda mutlaka birinin canı yanacaktı. Gerçekler bu ağızdan çıkmadığı süre anlaşılıyor ki her daim üzülen ben olacaktım. Ve Delta bana ilahi bir kurtarıcıymış gibi, gerçek diye nitelendirdiği bu sahte evliliğe sandığımın aksine bir gerçeklik katmıyordu. Çünkü, "Evet. Bunu sadece biz bileceğiz," diyordu. Oysa cümle ağzımda duruyor, oyalanıyor ve karşımdaki insanı anlamaya çalışıyordum. "Neden Delta?" diye soruyordum. Ama o yine bildiğimden öteye olmadığını sundu bana. Benciliyle veya aidiyet duygusunu bana aşılamak istercesine. "Çünkü ben öyle istiyorum." İlk defa ona acıyarak bakacak oldum. Arkasında biriktirdiği dostunu veya düşmanını. Ne yalnız bir adamdı. Bana güçlüce sarılan bu kollar aslında ne dayanıksızdı. Benim kardeşim her şeyimdi. Ama bu adamın, dünyanın en güçlü tabakasını yaşadığı bu durum nasıl hazmedilecek bir şeydi? Aslında gerçeği öğrenseydi, acır ve kavuşturur muydu? Yoksa bu kör gözler yine beni veya kardeşimi suçlu görürdü? Gözlerimden ruhum akıyordu. Ki o beni yakalarımdan yakalamadan, "Her şey aslında seninle alakalı zaten Delta," diyordum. "Senin benim yücelik olarak göreceğim yerde bile bir insafın olacağını sanmıyorum. Senin merhametin yok. Belki de bu yüzden... göremiyorsun gerçeği, beni." İç çekti. Benim umutsuzluğum yıldırıyor muydu onu? Düşünmedim. Sadece sinmek ve bu yangın yeri soğudun da çıkmayı istiyordum dış dünyaya. "Zorla mı olsun istiyorsun? Alıştığın buysa bunu yaparım omega ve inan bana burada bir can borcu dinlemem... Ayrıca, abine dair bir duyum aldım." Bu yüreğimden yutkunmama sebep olduğuyla baktım gözlerinin içine. Ellerim titreyerek üzerime düşen gölgesinin ağırlığından dahil kaçmaya çalışır gibiydim. Zihnim bir bulantı geçiriyordu. "Onu buldun mu?" karnımın içinde sancılar peyda olduğunda, dizlerimin üzerine çekmek üzereydim. Ama o bana, "Sanırım onu arayan tek ben değilim omega. Düşmanlarım... beni kışkırtmak için benden önce hamle yapıyor. Ben en azından şerefli bir şekilde öldürürüm onu. Ama onlar, bir ceset bile bırakmazlar geriye. Şimdi ya bana ayak uydur ya da sadece burada bir hiçmiş gibi deliğin içinde kıvranıp dur. Seçim senin. Sana tamamen güvenirsem..." Sustuğunda korkuyla karışık hevesle baktım. Güzel bir şey söylesin istiyordum. Beni bu şafağın içindeki kötülükten kurtaracak küçücük bir şeyde olsa duymak istiyordum. Ve o umut dolu bakışlarıma bakarken yüzünü çevirdi. "Eğer güvenirsem, yaşamasına izin veririm. Ama sen," dedi ve bakışlarını bana tekrar odaklandırdığında kalbimin atışları yüzünden nefes alamayacak gibiydim. "Her daim bunun bedeli olarak yanımda, acılarımda kalacaksın." Elimi stresten terleyen enseme götürdüm. Ama o bana yaşadığım üst üste şeyleri sindirmeme izin bile vermeden ısrar ediyordu. "Kararını verebildin mi şimdi?" "Ne dersem diyeyim, sen asla beni kurtarmayacaksın. Ben çok yanlış bir yerde bekliyorum beni alıp götüreceğini sandığım treni." Dedim sessiz düşüncelerimle. Ama ona baktığımda, kararsızdı gözlerim. Ona nasıl güvenebilirdim ki? Üstelik karşılığında benden bir güven isterken, ona güvensizliğe itecek olaylar bundan bir saat önce bu odanın içinde kol gezmişken. Belki, güvenirse bana inanırdı. Onu öldürmek isteyen kardeşi yerine bana inanırdı. Bu umuda sığınabilir miydim ben şimdi? Gerçeği itiraf ettiğimde bana inanırdı değil mi? Korkuyordum. Bu belirsizlik benim başımı döndürüyor ve ben düşüncelerin içinde bir küçük düşüncenin, korkunun getirdiği senaryoları işlerken beynimde dengemi bulamıyordum. "Ne oldu yine?" dedi ama ben kendime gelmek için derin nefesler almaya çalışıyordum. "Başım dönüyor benim. Özür dilerim. Biraz beklersen," dedim can havliyle. Çünkü bana verecek bu umudun burada öylece asılı kalsın istemiyordum. Bu yüzden müsaade istiyordum. Ancak o, "Benim artık beklemeye tahammülüm yok," diyerek beni kucakladığında, başımı boynuna yasladı. "Sokul oraya. Kurdun yok diye daha da zayıfsın. Daha da kırılıp dökülme karşımda." Sinirli yine diye düşündüm. Tepki vermedim. Aksine bu kolların arasında olmak huzurlu da değildi, sadece az da olsa beni güvende tutuyordu. Çünkü öfkeyle bastığı merdiven zemininden, merakla doluşmuş evin sakinleri onun geldiğini görünce kaçışır gibi evin bir köşesine çekilirken, burada yerinden pek ayrılmayan Namjoon'du. O da Taehyung diğer katın merdivenine çıktık diye göz göze gelmiş, bana sırıtarak karşılık vermişti. Bu midemin bulanmasına sebep olduğunda, tutuğundum sırtında duran parmaklarım kasıldı ve orayı sıktım. Gözlerimi sıkıca yumarak boynunda durmaya çalıştığımda, unutmaya çalışıyordum başıma bela olacak o adamın bakışlarını. Kurnazlıkla yeşermiş ihanetini. Delta eğer, "Neyden korktun," diye sorarak tavrımı sorgulamasaydı, aslında sorusundan önce daha iyiydim. Telaşlandım ve yüzüne bakacakken, yine heyecandan birbirine giren vücudum kucağında sarsılarak yanağım onun yanağına çarptı. Bir bahane bulmadan ama gerçeği yansıtmadan bir şeyler söyledim ona. "Kurdumu hissedemediğim için her şey beni korkutuyor ve bu korkumu engelleyemiyorum sadece." "Anladım," dedi ve dikkatini benden çekerek odanın içine kadar taşıyıp bıraktıktan sonra yatağın üzerine bıraktı. Çok sakindi ve dalgındı. "Bir şeyler yedin mi?" diye sordu ve ona, "Buna gerek yok," dediğimde de kızdı. "Zaten bir adet kemik yığınına benziyorsun. Çelimsiz ve zayıfsın. En azından biraz yemek yiyerek sağlığına kavuş. Sürekli baygınlık geçirip kollarıma dolanıyorsun, bunu bilerek yaptığını düşünmeye başlayacağım." Ağzım açık ona baktım. "Beni kucağına alan sendin Delta," dediğimde, yüzünü astı. "Neyse ne," dedi ve cebindeki telefonunu alarak birini aradı. "Geong Hanım, buraya biraz yemek gönderin. Evet, yemeğimi eşimle yiyeceğim." Bunu dediğinde midem kasıldı. Bu ani gelen histe neydi öyle? Bocalanan bakışlarım, yatakta oturtturulmuş bacaklarımı sıkmama sebep olurken o yine kendi rutinine döndü. Ama bundan önce, "İlk sen yıkan, kokulara karşı aşırı hassasım ve sen saatlerdir oradasın. Hem yemeğini sıcak sıcak yersin," dediğinde bir garip baktım. Hakaret mi ediyordu yoksa incelik mi yapıyordu? Sanırım bunu anlamak uzun bir zamanımı alacaktı. Uğraşacak takatim olmadığından kalktım yerimden. Dolaptan giyebileceğim rahat bir eşofman takımı ile bir iç çamaşırı alarak banyoya geçerken onun ayakta elindeki telefona kaşları çatık baktığını görüyordum. Ya bir şeyler okuyordu ya da izliyordu. Oyalanmadan, girdim ve saçlarımı birkaç kez köpükleyip cildimi temizledim. Kurdumdan dolayı feromlarım yayılmıyordu ve ben sanırım bundan dolayı kendimi biraz daha kötü hissediyordum. Gülü yolunmuş bir diken gibi. Sandığımdan daha fazla oyalandığım duştan çıkarken, acıktığımı anladım. Ama ayna da duran çökük yüzümde canlı duran tek şey sıcak suyun getirdiği pembeliklerdi. Keşke her şey cidden de iyiye gidiyor olsaydı. Ancak nefes almak kadar normale dönüyordu göğsümde biriken ağrı ve ben, odanın içine geçerken Delta karşımda sadece iç çamaşırıyla duruyor, arkasını dönmüş bir halde açtığı pencerenin dışarısına doğru içtiği sigarasını üflüyordu. Geldiğimi fark etmemiş gibiydi. Oysa daldığı düşüncelerin ne olacağını tahmin ederken onu izliyordum. Uzun bacaklarındaki kaslarını, sırtına doğru uzanan kanatlarının genişliği ve esmer tenine silindik siyah boya sürülmüş gibi duran birkaç izleri. O yaralar neyin eseriydi? Özellikle gözündeki. Veya neden bu kadar sinirliydi? Normalde de duran yüzü böyleydi. Delta'lar bunlarla bilirdi ama onunki sanki bundan daha fazlasıyken, bitirdiği sigarasını dışarıya attığında, kokunun dışarı çıkması için pencereyi kapatmadan arkasına döndü. Onu izlediğimi fark edince hemen utanarak bakışlarımı kaçırdım. Bununla ilgili bir şey söyleyecek diye ödüm koptu. Neyse ki bunu yapmayarak direkt duşa girdi. Ondan kısa süre Geong abla elinde büyük bir tepsiyle, iki kişinin yiyebileceği sıcak yemekler getirmişti. Bana dikkatli bir şekilde baktığında, aslında tek niyetim ona yardımcı olmak için elinden almaktı tepsiyi. Ama bunu yapmaya çalıştığımda bana biraz kızgın baktı. "Gerek yok efendim. Bu benim işim, siz oturun lütfen." Dediğinde, kesinlikle anlamayarak ona bakıyordum. Neden bu kadar soğuk ve kinayeli davranıyordu? Öncesinde de yakın sayılamazdık ama en azından o diğerleri gibi çok kötü veya kaba davranmamıştı. Bende bu nedenle, "Neden benimle böyle konuşuyorsunuz ki?" diyerek dudaklarımı büzecek olduğumda derin bir nefes aldı. "Taehyung Bey'in emri. Bundan sonra sizin onun eşi olduğunu ve ona göre muamele edilmesini istedi herkesten." Söylenen sözler tüylerimi ürpertti. Gözlerim kasıtsız olarak banyonun içinde olan Delta'nın olduğu yere kayınca hiçbir şey diyemedim. Ve kadın sanki içinde buna dair bir hayal kırıklığı taşıyormuşçasına, "Demek doğru," dedi ve büyük sehpanın üzerine bıraktığı yemeklerden sonra başını eğdi ve afiyet olsun efendim, diyerek çıktı odadan. Kendimi aşırı garip ve tuhaf hissetmeye başladım. Ve şu anda Delta'nın zihninden geçenleri bilmiyor olmak daha yorucu ve külfet gibi gelirken, mıh gibi duruyordum ayakta. Ne yana dönsem benimle ilgili dönen bir kumpas vardı ya da konu hiçbir zaman benimle alakalı değildi. Sadece şaşkın ve ne diyeceğimi bilmiyordum. İnsan onca dayak ve hakaretten sonra insan yerine konuldu diye endişe duyar mıydı? Duyuyordum işte. Onun kesilen su sesinden sonra birazdan çıkar diye düşünerek koltuğa oturdum. Yaklaşık birkaç dakika sonra nemini aldığı saçlarıyla üzerine kısa kollu siyah bir tişört ve gri bir eşofmanla geldi. Onun üşümüyor olmasını çok kıskanıyordum. Oysa ayağımda kalın bir çorap ve ev terliği olmasına rağmen, odanın sıcaklığı iyi olmasına rağmen hep üşüyormuşum gibi hissediyordum. Ve o sakince gelip yanıma oturduğunda, yanımda bu kadar durmasının ağırlığını yaşadım. Taze nane kokusu geliyordu. Ama bu yoğun değil, nefes aldırıcıydı. Ah, keskin bakışlarını ürpertici gösteren çatık kaşları olmasaydı kendimi onun yanında bir tık daha rahat hissederdim. Fakat bu olmuyor ve ben gergin bir şekilde yanından dururken, kaşıklardan birini aldı. Yine sert konuşarak bana kızdı. "Yemeği sıcak yemen için ilk sen gir dedim duşa. Neden yemiyorsun? Aç ve hasta olmak gibi bir dürtün var sanırım." Dedi ve etli pilavından bir kaşık ağzına atınca halen durmuş onun bu halini anlamaya çalışıyordum. Bir şeyi daha anladım, bu adamın mizacı sert ve keskindi. Sanırım şu an kibar hali buydu? "Hadisene," diye tekrar kızınca, mecburen elime kaşığı alarak benim içinde getirilen kâseyi elime alıp yemeye başladım. Meğerse konu Delta'nın yemekleri olunca tatları da bir farklı oluyordu. Çünkü bu zamana kadar yediğim en lezzetli akşam yemeğimi yiyordum. Çocukluğumdan kalan bir tat gibiydi. İştahla yediğimi fark edemeden hızlı hızlı yemeye başladım. Bir an kendimi unuttum ve bitirdiğim tabağı yerine koyunca kafamı kaldırdığımda, Delta'nın daha yarısı yenmiş yemeğini bırakmış beni izlediğini fark ettim. O kadar çok utandım ki, sertçe yutkunarak irileşmiş gözlerimi hemen çekinerek kaçırdım ondan. "Demek ki isteyince iştahlı yemek yiyebiliyormuşsun," deyince, daha çok utandım. Kendimi sıktım ve o hafifçe güldü. "Çocuk gibisin omega. Bu halde olan insanları en son on yaşında birinde görmüştüm. O zaman da garipti, halen de garip." Kaşlarımı çatarak baktım ona. Neyse ki artık bana bakmıyor, yemeğini yiyordu. Yerken mırıldanıyor ve bir şeyler düşünüyordu. Belli ki şu anda kendisini unutan oydu ve dudaklarını büzerek yiyordu. O kadar garip ve inanılmazken, gözlerimi alamadım. Kaşları çatık, gözleri kısık, yanakları şiş, kaşığını tutan parmakları zarif ve dudakları büzüşüktü. İnanılmaz bir anıya şahit olduğumu hissettim. Sanki o da bir insanmış gibi? Birden hareketleri durdu. "Sırayla birbirimizin yemek yiyişini mi izleyeceğiz," dedi ruhsuzca. Hemen beni çektiği yerden aldı bu sesi. Kalktım ve hemen ellerimi yıkamak için lavaboya girdim. Dişlerimi fırçaladım. Midemde uzun zamandır bu kadar çok şey olmadığı için kasılıyordum. Bunu görmezden geldiğimde, Delta yatağa uzanmıştı ve yemekten arta kalanlar ortada yoktu bile. Kafamın içine öyle çok dalmış olmalıyım ki olan bitenin farkında değildim. Sessizce giysi dolabına geçtim ve koltukta uyumak için temiz çarşaflarla, bir battaniye ve yastık aldım. Odanın içine geçtiğimde, oyalandığı telefonunu yanındaki komindine bıraktı. "Elindekileri aldığın yere geri bırak," dediğinde sesi ciddiydi. Ama ben kaşlarımı çattım. "Ama üzerimi örtmeden yatarsam orada çok üşürüm. Lütfen. Birden bu kadar merhametliyken tekrar kötü davranma. Zaten sürekli üşüyorum kurdum olmadığı için. Ve sende diyorsun ki böyle yap. Hem," diye devam edecektim ama o yataktan hızlıca kalkıp kolumdan tutarak beni yatağı içine çekti. O kadar hızlı yaptı ki neye uğradığımı şaşırdım. "Bazen engel olmazsan kafamı şişireceksin," diyor, hızlıca altımda kalan yorganı çekip üzerime attı. Sonra kendi üzerini örtmeden yanıma uzandı. Uzaktı ama yine de bu yakın olmadığı gerçeğini değiştirmezdi. "Birlikte mi uyuyacağız?" dedim nefes nefese. Kafasını bana doğru çevirdi yastığın üzerinde. Mavi gökleri yüzümde oyalanıyor, benim ısırdığım dudaklarıma bakınca dudağının bir kenarı kıvrıldı. "Neden ki, daha önce uyuduk. Üşüyorsun. Kurdunun geri gelmesi için bence buna ihtiyacın var. Merak etme sana istesen de dokunamam. Şimdi sus ve uyu. Yorgunum." Bu sözleri beni incitememişti bile. Eğer incinseydim, bunun bir anlamı olurdu. Hiçbir anlamı olmamalıydı. Buna da razıydım. Yeter ki beni canımdan etmesin. Bundan dolayı yanlışlıkla da olsa ona dokunmamak için sadece üzerime attığı yorganın altına girdim ve en uçta kıvrıldım. Gözlerimi kapattım ve uyumaya çalıştım. Zorlandım. Ama sonra onun da diğer tarafa döndüğünü hissettiğimde, kafamı hafifçe yorganın içinden kaldırdım. Otomatik kumanda ile tüm ışıkları kapatmıştı. Alıştığım karanlıkta, onun da uyumadığını bilirken uyumaya çalışmak zordu. Çok sonra onun kokusunu hissettim ve göz kapaklarım beni esir huzursuz ve gerici düşler arasında uykuya bıraktı. Uyandığımda yalnızdım. Ama o halen içerdeydi, üzerini giyiniyordu. Nedense sıcacık hissediyor ve burnumun ucunda Delta'nın kokusu varmış gibiydi. Halen gerçekliğini sorguladığım olaylar içindeydim ve tereddüt ederek kalkıp lavaboya geçtim. İşlerimi halettim ve odadan çıktığımda, ellerim kabarmış saçlarımla gergince oyalanıyordu. Bu evdeki hayalet konumumdan dolayı biri bana bir şey demeden ne yapacağımı bilemiyordum. Bu nedenle pencerenin önüne giderek uzun uzun dışarıya baktım. Buradan ilerisinde neler olup bitiyordu? Jimin güvende miydi? Ağlıyor muydu o da benim onu sürekli özlediğimde yaptığı gibi? Ama ağlamasın. Hiç yakışmıyor. Hem bebeği de üzülür. Sonra babam... umarım daha haysiyetli bir hayatı vardır. İki evladının yokluğuyla ve bu yaşananlardan sonra muhtemelen ellerine verdikleri mal mülkten mahrum kalmıştır, olmasa bile kumara ve alkole harcamaktan tüketmiştir. Belki de karakterinden dolayı da öldürülmüştür. Kim bilir. Düşünecek ve sorgulanacak çok şey vardı. Ama cevap hep dışardaydı. Burada ancak sorunlar ve sorular hakimdi. "Ben iniyorum aşağıya, sende hazırlanıp in." Dediğinde aniden duyduğum sesle irkilerek arkama döndüm. Yine onda tam oturan siyah bir takım giymişti. Elinde paltosu ve diğer elinde siyah eldivenleri vardı. Saçları çok özenli duruyordu. Sanki bugün onun için önemli bir günmüş gibi. Bunu umursamanın doğru olmadığını düşünerek kafa salladım bana bakan çetin gözleri onaylamak adına. Bir şey demedi ama kapıyı açıp tam çıkacakken, "Kalın şeyler giy üzerine," diye ekleyerek çıktığında, neden bunu istediğini anlamadım. Sanırım sürekli üşüyorum ve ona mızmızlanmayayım diye yapıyordu. Umursamadım. Hiç tek başıma hazırlanmamıştım. Sadece elime gelen yeşil boğazlı bir kazak, altına bol krem renkte bir kumaş pantolon giydim. Saçlarımın kabarıklığı ne kadar düzeltmeye çalışsam da geçmedi. Makyaj gerekli midir diye düşündüm? Ama evdekilerin benim ağzımın burnumun kanadığı hallerini görmüştü. Yabancı biri yokken bunu yapmaya çalışmanın bir anlamı yoktu. Nasıl olsa, eşiymişim gibi masaya oturacak görmekten korktuğum insanlarla kahvaltı edecek ve eğer Delta'nın söylediği gibi, en azından uyardığı gibi devam edene kadar yine bu odada kendimi kilitleyerek kalacaktım. Namjoon'un görmektense bu odanın içinde kalmayı dilerdim. Delta oyalandığımı düşünmesin diye aceleyle merdivenlerden indim. Beklenildiği gibi sofradaki herkes bana bakınca ürperdim. Özellikle uzun zamandır yan yana gelmediğim annesinin bana düşman kesilen bakışlarını görüyorken. Jennie'nin yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Taehyun ifadesizce bakıyor, Namjoon ise sırıtıyordu. Bakışlarımı karnıma yumruk yemişçesine Delta'nın benim adımlarımı izleyen yüzüne odaklayıp daha önce oturduğum yere, solundaki sandalyeye oturdum. Fakat birden arkamdan hızlıca gelen adımları duyduğumda, başımı çevirecektim ki buna gerek kalmadan karşı çaprazımda duran annesinin yanına oturdu. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı. "Uyuyakalmışım," diyordu ama gözleri kan çanağı gibiydi Yoongi'nin. Onu burada gördüğüm için içimde yükselen sevinci bastırmaya çalışıyordum. Ona hem Jimin'in nasıl olduğunu sormak hem de Namjoon'un söylediği şeyleri söylemek istiyordum. Ona odaklanmış bakışlarımı zar zor çekebildim üzerinden. Çünkü beni diken üstünde tutan çok fazla insan vardı ve herkes, Delta'nın afiyet olsun demesiyle yemeğine başladığında ben orada durmuş tabağımı inceliyordum. Ama masanın üzerine bıraktığım elime Delta'nın dokunmasıyla hemen ona baktığımda tek kaşını kaldırmıştı. "Yemeğini ye," dedi baskın sesiyle. Onun dedikleri bir emirmiş gibi lokmalarımı sayan insanların arasında yemek zorunda kaldım. Kimseden ses çıkmıyor, herkes bu sözde aile yemeğinin gerginliğini atmaya çalışıyordu. Bilhassa ben kafamı kaldırmak istesem de kaldıramıyor, karşımda duran annesiyle göz göze gelmek istemiyordum. Onun varlığı bile canımı acıttığı yerlerin sızlanmasına sebep oluyordu. Zoraki lokmalarım, Delta'nın ağzını mendille bitmesiyle son buldu. Derin bir iç çektim. "Geong Hanım, bu sefer kahvemi düzgün yap da getir," dediğinde kadın köşede her an emir alacakmışçasına beklerken, ona baktım. Telaş yaparken, bana bakıyordu. Beni işaret ettiğinde anlamıştım ne demek istediğini ve hayatımda hiçbir şeyi bu kadar utanarak söylediğimi hatırlamıyordum. Çünkü Delta'ya kafamı hafifçe uzattım. O da bu hareketimi fark edip kaşlarını çatarken, yerin dibine girmek istiyordum. "Kahvenizi ben yapabilir miyim?" diye soruyordum. Bakışları beni sorguluyor, "Beğenmezsem," diyerek yaklaştı ve kulağıma fısıldadı. "Vereceğim tepkiler yüzünden sakın ağlama." Bu isteğimin pişmanlığını yaşadım ama kendime güvenmeye çalıştım. Daha önce içtiğinde bundan memnundu. Eğer bilerek kızmazsa, yine beğenecekti işte. O nedenle ayağa kalktım ve Geong abla ile mutfağa geçtim. Ama çok sürmedi ki, annesi bağırarak kadını çağırdı. Sanırım tek amacı benim yapamayacağımı sanarak benim rencide olmamı görmek istemeseydi. Sorun etmedim. Kahvesini her zamanki gibi yaparken, sadece onun içiyor olduğu fincana doldurdum. Bunu kendi ellerimle vereceğimin gerginliği varken, mutfağın kapısının çalınmasıyla neredeyse yerimde sıçrayacaktım. Arkama döndüğümde, Namjoon orada duruyordu. "Yardıma ihtiyacın var gibi görünüyor," dediğinde, solan yüzümde kuvvet bulmaya çalışarak, "Yok," dedim ama o ısrarla, "Var var," diyerek yanıma yaklaştığında ondan uzaklaşmaya çalıştım. "Ne yapıyorsun? Bilmiyor musun evin her tarafında kameralar var." Bu halime güldü. "Sence burada olsa buraya gelir miydim omega? Ne safısın. Çalışanlar kendilerinin sürekli gözetlenmesinden rahatsız olduğu için Taehyung buradaki kamerayı iptal etti. Tabi buraya girmiş olmamda anormal. Sadece kendime sade soda aldığımı söylerim," diyerek sahiden de dolaba yönelerek bir soda çıkarıp açtı kendisine. Bir yudum aldığında ona bakıyordum. Ama o sırıtıyordu. Cebinden çıkardığı şişeyi bana uzattı. Almadım onu. "Al şunu, kahvesine az bir şey koy. Tatsız. Anlamaz bile." Dediğinde kalbim sertçe atıyordu. "B-ben bunu yapamam," dedim ama o üzerime yürüdü ve açtığı şişeden çoktan kahvenin içine biraz döktü. Hemen yanımda iken sırıttı. "Yaptın bile, eğer yapmazsan sanki şimdi bir telefon almışım gibi davranarak Taehyung'a her şeyi söylerim. Hazır Yoongi'de buradayken kardeşini sakladığı o delikten kim kurtaracak," dedi ve ben ağlamamak için sıkıyordum kendimi. "Ama o hemen ölecek mi?" dedim korkuyla. Bunu istemiyordum. "Hayır," dedi. Sırttı. "Hemen ölürse, acı çekmesini nasıl izleyeceğim? Bu sadece onu yavaşça öldürecek. Acı çekerek. Gücünü azaltacak. Korkma yani. Kimse senden bilmez bunu," dediğinde duyduğum şeyler kanımı donduruyordu. "Sen," diyerek yükselen sesimi, onun bu kötülüğünü haykırmak istediğim durumu içeriye giren Geong abla yüzünden bastırmak zorunda kaldım. Ve o, "Taehyung Bey bekletilmez," diyerek kafa sallayarak hazırladığım fincanı alıp acele ile götürürken elim kalbimin üzerindeydi. Hareket edemiyordum ve Namjoon resmen onun bu anını kaçırmamak için salona doğru ilerliyordu. Ben ise bir bir akan göz yaşlarımı siliyordum. Kendimi o kadar iğrenç hissettim ki. Dakikalarca o kapı pervazında, kaşlarını çatmasına rağmen kahvesini içmeye devam eden Delta'yı izliyordum. Bittiğinde yüzünde seğiren memnuniyet, acı bıraktı içimde. İlk defa canını kasten yakıyordum ve ben izin vermiştim buna. Ben onların kötülüklerinden biri olmuştum ve bu içimde tarifsiz bir acıyı taşımama sebep olurken, sanki olduğum yeri bilir gibi bana baktı. Ona baktım. Asırlar sürecek bir mücadeleydi bu artık. Çünkü bu ne ilkti ne de son olacaktı belli ki... Özür dilerim Taehyung.
Bölümün sonu. Ne düşünüyorsunuz? Ne olacak tahmini alayım hemen... ve kurgunun akışını nasıl buluyorsunuz? Ben Nicotesy, diğer bölümü yarın öğlen atarım, İyi geceler. |
0% |