@nicotesy
|
Selam ballarım... bugün de geldik çok şükür, umarım bu bölüm hoşunuza gider. Yukarıya bıraktığım şarkı, Tae'nin ilerleyen bölümlerdeki duyguları. Hoş bir spoi olsun istedim. (Ayrıca geçen bölümdeki teorileriniz çok güzel, ama benim kafadakilere neredeyse yaklaşmışlar) Ve lütfen bölümü votelemeyi, yorum yapmayı unutmayın. :) İyi okumalar...
... "Kalbe dokunmuş rüzgâr niyetine, tek tek havalanıyor hatıralar..." ...
Bölüm 18: Bana hatıradır hatırlattıkların şimdi, yanarım. Gözlerimi sıkıca kapatarak kendimi sığındığım yerin gölgesi olmasa da sığıntısı olur diye sakınmaya çalıştım. Hızlanan nefeslerimi, kalbimi ikiye ayıran bu yapmış olduğum zalimliği hazmetmeye çalışıyordum. Ben izin vermiştim. Ben kötülüğün ellerime bulaşmasına izin vermiştim. Tanrım ben bu korkunç vicdan azabıyla nasıl dayanacaktım? Öyle bir kuvvet var mıydı ki bu dünyada? Sonra o adımı seslendi. Korkuyla açtığımda, kapının dışında duruyordu. Bana seslendiği için çekine çekine gittim. Yüzüne bakamadım. Yüzüne bakamadığım için ne düşündüğünü de seçemiyordum, çünkü benim geldiğimi görmesine rağmen bir şey demeyerek yüzümü inceliyordu. Neden ağladığımı bile sormadı. Sanırım her şeye ağlayacak biri olduğumu düşündüğü için. Oysa ilk kez ben bu evde yaşadıklarımdan dolayı değil birine yaşatacağım acı için göz yaşı döküyordum ve bu beni mahvediyordu. Çünkü bu durumda bir tek kendimi suçlayabiliyordum. Yine de dayanamayıp, "Omegan yok mu diye ağlıyorsun artık durup dururken," dediğinde sesimi çıkarmadım. Bakışlarına karşılık da veremedim. Benden yana bir zehir düşmüştü kanına. Bunun vicdan azabı vardı içimde. Bu nedenle ona bu konuda cevap veremiyordum. Yalana budandım daha da aşağıya düşmek istemiyordum. Ve o, "Geong Hanım, acele edin," diyerek arkamda neredeyse koşar adımlarla hareket eden kadının daha da hızlanmasına sebep oldu. Kadın nefes nefese kalmış ve elinde tuttuğu uzun süt kahve rengindeki paltoyu bana uzatmıştı. "Buyurunuz Jungkook Bey," demişti. Uzattığı için aldığımdan halen kadının bu tavrını garipsiyor kendimi kötü hissediyordum. Bir de neden ceket aldığımı anlayamıyordum. O halde bile elimin tersiyle gözlerimi siliyordum. Delta bana, "Sende benimle geliyorsun," demişti. İşte o zaman yüzüne baktım. O derin mavi çukurlar gözlerimdeki yeşilliklerime bakıyordu. "Acele et, fikrimi değiştirmeden önce." Buna inanamayarak üzerime ceketi hızlıca giydim ve peşinden ilerledim. Onları takip eden korumalarına hızlıca takip etmeyin diye uyardıktan sonra arabasına geçti. Bende karasız kaldığımda, "Hadi," dediğinde hemen onun yanında duran koltuğa oturdum. Bunu yaparken o arabayı acelesi varmış gibi çalıştırırken gözüm onun üzerindeydi. Her an başına bir şey geleceğini düşünerek gözlerimden ayırmamaya çalışıyordum. Oysa onun kavisleri sert, gözleri yola aitti. Ara sıra aynaları kontrol ediyordu. Halbuki ben uzun zamandır arzuladığım o dış dünyanın içinden geçiyor, soramıyordum da nereye gidiyoruz diye. Sadece onun nefesini, direksiyonu sıkan parmaklarının kütürdetmesini işitiyordum. En son aracı durduğunda, gözlerimi çektim üzerinden yorgunlukla. Trafiğin içinde olduğumuzdan yanan kırmızı ışığa baktım. Aracın etrafı film şeritleri ile kaplıydı, bu nedenle insanların gülen ve acele eden hallerine bir an hasretle baktım. Keşke şu anda da şuradan geçen biri olsaydım veya işe geç kalacağım diye koşuştursam diye düşledim. Bu ne kadar da huzur veren bir düşünceydi öyle. İçim içimi yiyordu aslında dışarıya bakarken. O kısacık kırk saniyenin içinden asırların hüznü ve özlemi geçti. Sonra yine o hızına ulaşan motor kendisini hissettirdiğinde derin bir iç çektim. Parmak uçlarımı birbirine geçirip sıkıyordum. Gözlerim yine ona kaydığında, bana bakıyordu. Bir anda bana bakan keskin gözleri, kalbimi hızlandırdı. O kadar netttiler ki, sanki, sanki ona ne yaptığımı biliyorlarmış gibi. Sertçe yutkunup önüme döndüğümde, onun da başını çevirdiğini hissettim. "Neden bu kadar gerginsin?" diye sordu soğuk duran sesiyle. Sadece sormak için değil gibilerdi de. Emin olmayarak, "Bilmiyorum," dedim. "İlginç..." diye mırıldandı. Sonrasında daha yüksek bir ses tonla konuştu. "Yol boyu beni izlemenin de bir nedeni yok sanırım. Seni bir yere götürüp öldüreceğimi falan düşünmüyorsundur umarım." Evet bunu düşünmüyordum, ama şimdi bunu düşünmeye başlamıştım. Hatta bunu düşünürken vücudum titredi. Zaten her şey beni olduğumdan daha zayıf ve içimde beni temsil edecek kurdumun olmayışından ötürü güvensiz hissediyordum. Şimdi söylediklerini harfiyen yapabileceğini hissettiğim Delta'dan ötürü gözlerimin solan nemliliği artıyor ve üşüyordum. Bunun gözle görülecek kadar nüksetmesinden ötürü, "Saçmalama," dedi ve sanırım abartılı bulduğu tepkime şaşırmıştı. "Bunu yapmak için neden dışarıya götüreyim. İstesem burada bile yaparım bunu." Ve daha da irileşmiş gözlerimi ona çevirdiğimde, iki kaşını birden kaldırdı. Sonra önüne döndü. "Dur bunlar sakinleştirici cümleler olmadı. Seni öldürmeyeceğim. Unuttun mu bir anlaşma yaptık. Sadece seni, sana iyi gelecek bir yere götürmeye çalışıyorum. Kurdunun geri gelmesi lazım. Delta'm onun yokluğundan ötürü huzursuz ve suçluluk duyuyor." Evet şimdi onun bu yaklaşımları anlam kazanmaya başlamıştı. Bu kısa sürede beni kendime getirmese de en azından daha da olduğum yerde beynimde çakan ölüm senaryolarını rafa kaldırmamı sağladı. Yine de başıma bir ağrı çoktan girmişti. Dağılmış saçlarımdan geçirdim parmaklarımı. Uzun tutamları parmaklarımda dolanıyordu. Hiç bu kadar uzun olmamıştı. Ön perçemlerim çehremdeydi. Aslında umurumda olan bu da değildi. Sadece ona bakmamak için bir şeylerle oyalanmaya çalışıyordum. Ancak aklımda biriken soruları sormak da istiyordum. Düşmanlarım demişti, kimdi onlar mesela. Sahiden de bana güvenecek olsaydı izin verir miydi kardeşimin yaşamasını? Gururunun önüne geçerek almak istediği bu intikam duygusundan vazgeçer miydi? Beni asla bu şartlarda da olsa bırakmayacağını söyledi, buna rağmen canımı yakmadan yaşamama izin verir miydi? Ya da tüm bunlar olmadan önce ben mi bitirecektim onu, bitirmeye çalıştığı kardeşleriyle bir olup. Yoongi'nin ihaneti ile zayıflayacaktı, Namjoon'un acımasızlığı ile yere yığılacaktı. Peki buradaki yerde duran benim konumum ne olacaktı? O cılız soluğunu, bana yaşattıklarına varsayarak hunharca yok etmeye ve onun varlığını mı sonlandırmaya çalışacaktım? Tanrım, kurtar beni bu çıkılmaz sandığım yollardan. Bana bir işaret ver. Bu adama güveneceğim bir işaret... ya da her şeyin elbet bir gün yoluna gireceğine dair. Çünkü ben çok büyük bir hata işlemeye devam edeceğim. Düşünceler aksettiği yerde beni nasıl dumura uğratmışsalar, ben bir anda yaşadığım farkındalıkla girdiğimiz yolun irkilmesini yaşadım. Öyle çok çarptı ki kalbim girdiğimiz bu orman yoluna, elimi kalbime yasladım. Delta'ya baktığımda, o kadar sakindi ki onun ne yapmaya çalıştığını asla anlayamıyordum. Heyecandan veya hatıraların bana yaşattıklarıyla sesim titriyordu. "Sen, sen nerden biliyorsun burayı?" dedim ama o sakince sürmeye devam ediyor, kalbimi söküp alacak o rıhtıma varmadan son manevrasını yapıyordu. Beni dikkate almıyordu bile. "Delta sen bunu nereden öğrenmiş olabilirsin, yoksa..." dedim korka korka. Burayı sadece Jimin bilebilirdi. Yoksa çoktan onun elinde miydi? Ama bu nasıl mümkün olabilirdi? Ancak bunun dışında da mantık yürütebileceğim bir açıklamam yoktu. "Ben istersem her şeyi bilebilirim," derken önemseyemiyordum sözlerini veya orada yatan kibrini. Sadece bundan sonra söylüyor oldukları önemli gelmişlerdi. "Seni bilmek istedim ve şimdi de buradayız. Hadi in, ben seni rahatsız etmeden arabada bekliyor olacağım." Dedi ve kapıyı açmam için işaret etti. "Bunun biraz da olsa sana iyi geleceğini düşünüyorum. Küllerini buradan savurduğun annenle en azından." Bu kadarını hayal bile edemedim. İnanamadım. Ama bundan kendimi de alıkoyamadım. Sadece zangırdıyordu benim dizlerim. En son geldiğim günle şimdiki halimin duyguları paramparçaydı. Ve ben ilk defa Jimin olmadan geliyordum buraya. Zaten burası onunla bizim annemizle buluştuğumuz, sahipsiz olmadığımızı, sadece ikimizin olacağına dair söz verdiğimiz yer değil miydi? Şimdi inerek bastığım bu toprak. Yeşilleri soğuğun etkisiyle çiy toplamıştı. Bacaklarım o küçük otlara basarken, arkamdaki ağaçlar ve ilerimde duran tuzlu suyun kokusu. En tepede gibi ama değil. Annem, kız kardeşinin kendisini öldürdüğü yerde küllerinin dağılmasını istedi. Belki de kardeşim olan bağımın ezeliliği annemden gelirdi. Bilmiyordum. Sadece yürüdükçe, bastıkça buraya derin nefesler alıyordum. Buz kesilen soluğum, kızaran yanaklarım ve her tarafta izlendiğimi hissettiğim bakışlarımla hep Jimin ile oturduğumuz o taşın üzerine oturdum. Normalde bu kadar uca oturmazdım. Korkardım. Belki de Jimin var diye, beni hep koruyor diye sahiplenilmek çok güzel olduğundan bende onun yanında daha da nazlanırdım. O da söylene söylene, "Anne senin şu nazlı oğluna nasıl iyi abilik yapıyorum görüyor musun? Gurur duy benimle," diye şakalaşırdı. Onun o hallerini çok özledim. Ben ona sarılmayı çok özledim. Ben onun sesini duymayı çok özledim. Şimdi tek başına burada duruyorken, ötemde duran yalnızlığımı izlerken titriyordum. "Yalnız geldim anne. İlk kez sana yalnız geldim ben," diyerek gözlerimi sildim. Ama dinmiyordu. "Çok korkuyorum ben." Tekrar sildim ama durmuyorlardı. Ve ben çok utanıyordum. O küçük çocuk asla büyümeyecekti ve ben hiç yalnız kalmamıştım. Şimdi yapayalnız ve bir başımaydım. Güvenecek kimsem yoktu yanımda. "Beni korur musun lütfen... Meleğimi ben koruyamıyorum anne. Sen bizi korur musun bu dünyadan?" Hiç gelmeyecek ve duyulmayacak bir sesin arayışındaydım. Bakındım, hunharca etrafımı seyre durdum. Sonra çok kısa bir an Delta'nın arabanın içinde oturmuş, pencereyi açarak sigarasını içerek gözlerini dikmiş beni seyrettiğini görmüştüm. Fakat gözleri... Evet, özellikle gözleri!... Onlardaki hatıramı okşayan o acayip hassanın, zihnimi allak bullak eden o esrarlı cazibenin beni mahvedecek kudrette olduğunu görüyordum. Onlara bakarken, sonsuz bir uçuruma bakıyormuşum gibi, başım dönüyordu. Sanki hemen önümde duran uçurumdan daha tehlikeli, daha da tüketiciydi. Ve ona bakınca, ondan vazgeçerek önüme dönüyordum. Onu ardımda bırakınca, düşündüklerim sadece yaşıyor olduklarımdan ibaret oluyordu. Durmaksızın o beni iyi eden hatıralarımı hatırıyla dolandım ve ağladım. Öyle çok ağladım ki bir müddet sonra hissizleşerek sakinleştim. Ne zormuş insanın şu dünyada yalnızlık ile kavruluyor olması. Durmaksızın bir arayışın içinde olması. Bilmiyorum da aradığım neydi? Çünkü neyi bulmam gerektiğini biliyordum. Kendime geldiğimde ne kadar üşüdüğümü de anladım. Dudaklarımı ısırarak, güneşin sakladığı bulutlara bakarak ayağa kalktım. Karşıya uzunca baktım. O dalgaların derinlerinde ortaya çıkan beyaz köpüklerini izledim. Öylesine hırçın ve öylesine sakinlerdi ki onları kıskanarak seyrediyordum. Oysa benim damla damla akan yaşlarım, ürperen şu yalnızlığımda iç çektiğim ve göğsümü dolduran büyük bir hüzün vardı. Bir de bunun üzerine binmiş suçluluk hissi. Belki bununla başım dönüyordu. Belki ben bana fazla gelen temiz havayla zihnimi bulandırıyordum. Sadece düşeceğimi hissederek sersemleyerek geri adımlar atmaya çalışmıştım. Ama dayandığım sıcaklık, yumuşak bir göğüstü. Ne kaçabildim ne de kendimi teslim ettim. Durdum öylece. Aradığım dayanak o değildi çünkü o bunu istemezdi. Özellikle kendimi teslim ettiğim anda beni paramparça edecek bir kalbi olduğunu bilirken. Ama çok fazla değil miydi? Beni iyi edeceğini düşündüğü yerin aslında beni daha da mahvettiğini bilseydi getirir miydi? Peki ben ona bu kadar yakın durmaktan neden çekinemiyordum. Nefesinin sıcaklığı saçlarımdan üşümüş kulaklarıma kadar dağılıyordu, nefes aldıkça omuzlarımda duruyordu göğsü ve kokusu, ormanın temiz kokusundan daha baskındı. Ve hiçbir şey demiyordu. Belki de benim ondan uzaklaşmamı bekledi. Asla bir adım geri gitmeyen biri olarak. Bunun dikkatsizliğini ve dalgınlığını yaşayarak, ondan uzaklaşmak adına kıpırdandım ki o sol elini karnımın üstüne bırakarak beni kendine çekti. Yüzümü görmediği için şanslıydım. Soğuktan değil, onun birdenbire bana göstermiş olduğu yakınlıkla utanmıştım. Bana dokunduğunu söylerken öncesinde hep tiksindiğini söylerdi, şimdi neden bu kadar rahattı. Elini belimin üzerinde tutarak kendisine yaslarken, ısınmamı sağlarken. Oysa ben; onun en büyük düşmanı, gururunun kırılmasını sağlayan, ihanet eden ve bugünle canına kastedendim. Şimdi böyle yaparak beni öylesine çok utandırıyordu ki sıkıca yumduğum ağzımdan nefes alamadığımı fark ettim. Onu da "Nefes al," diyen Delta sayesinde. O sırada ciğerlerime oksijen sığdırmaya çalışırken aceleci ve soluk soluğaydım. "Şimdi de sakin nefesler al," diye uyuşuk derin bir sesle konuştuğunda, enseme sürten saçları yönünü değiştirerek başını omuzlarıma yasladı. Ve elinin olduğu yeri daha sıkı tutarken, kalbim aklıma gelen düşünceyle hızlanırken kendimi onu görmek için çevirmeye çalıştım ama buna kesinlikle izin vermedi. "Sadece biraz öyle dur," dedi, aksi durmaya çalışan konuşmasıyla. Ama sadece güçsüz çıktı. Korktuğum başıma gelecek telaşı içindeydim. "Sen iyi misin Delta?" diye sordum panikle. "İyiyim," dedi. Değildi, neden öyleymiş gibi söylüyordu ki. "Değilsin," dedim, korkum daha çok büyüdü. Yüzünü görmeliydim. Ne halde olduğunu bilmeliydim. Buna sebep olduğumu düşününce kendimi çıldırmak üzere buluyordum. Elinin arasından kurtulmaya çalışırken, buna izin vermedi. Ve bir adım daha geriledi. Sanırım dengesiz bir harekette bulunarak ikimizi de beraber uçurumdan aşağıya yuvarlayacağımızı düşündü. "Delta, özür dilerim." Dedim. Şu an sırtımda duran yükü, benim vicdanımın yüküydü. Bunu düşünürken aklımı kaybederek tekrar yükselmek isteyen hıçkırıklarımı bastırmaya çalışıyordum. "Hepsi benim suçum. Sen bu kadarını hiç hak etmedin... Ben özür dilerim." "Neden özür diliyorsun," dedi o huysuz sesini tekrar böyle duyduğum için hiç sevineceğimi tahmin edemedim. Kollarından sıyrılmaya çalıştım. İzin vermeyince, "Lütfen, yüzünü görmem gerek. İyi olduğunu görmem gerek," dedim ama bunu istemedi. "İçten içe ölmemi, hayatından yok olmamı istemiyor musun? Neden acı çektiğimi düşünerek üzülüyorsun?" Durdum ve sustum. İç çektim ardından derince. Hiç bana yakışmayacak onun da duymasının hiç normal olmayacağı cümlelerdi bunlar. "Çünkü sana rağmen... ben sana bağlıyım Delta. Sen beni eşin olarak görmüyor olabilirsin? Kurdum beni yalnız bırakıp benden uzaklaşmış da olabilir. Ama ben her şeye rağmen kalbime sapladığın kör bıçağın altındayım. Sana bağlıyım. Sen benim eşimsin." Bununla ağırlaşan bedeni omuzlarımda yaslıyken her şeyiyle kaskatı kesildi. Sesi daha da derinleşti. Şimdi dudaklarından tenime kızgın ateşler üfürüyordu. "Böyle konuşmaya devam etme," derken, anlamaya çalışıyordum onu. Onu ve şu anda bizim olduğumuz durumu. İyi değildi ve sağlığından endişe duyarken, inat ediyordu. "Neden, bu gerçekleri sende biliyorsun. Bunu isterken bunun böyle olacağını çok iyi biliyordun." "Jungkook sus," diye bağırdığında, tüm bedenimi kendi bedeninden ayırmıştı ve bende artık onun gibi, "Neden Delta," diye bağırarak arkamı döndüğümde, "Çünkü kurdum seni istiyor," demişti ve gözlerinin koyuluğu, parlaklığı gözlerimin şaşkınlıkla açılmasını sağladıklarında ağzım o şaşalamayla, "Ne," diye fısıldadı sadece. "Sana susmanı söylemiştim." Diyor ve saçlarını sertçe geriye atıyordu elleriyle. Az önceki yorgun sesinden eser yoktu. Kızgın ve sinirliydi. "Ama böyle bir şey nasıl olur ki?" dediğimde ters ters bana bakıyordu ama ben onun bakışlarından korktuğum için, susmamı istediği dudaklarımın açılmaması için ısırmaya başladım. Fakat bunu yapmamam gerektiğini hemen anladım. Çünkü gözleri tek kaşı kalkmış halde dikkatle bakarken, kendini kontrol etmeye çalışıyordu. Korkmuştum. Daldığı bakışlarından tutuşturan bir yakıcılık vardı ve bu benim ürpermeme sebep olmuştu. Dudaklarımı serbest bıraktığımda sertçe yutkundum. Kızaran vücudumun onun Delta'sı tarafından hunharca ezildiğini bilirken yanaklarım daha da kızarıyor ve gözlerine çekinerek bakmaya çalıştığımda, gözlerini sıkıca kapayıp derin bir nefes aldı. "Sikerim böyle işi," diyerek beni tek eliyle kendisine sıkıca çektiğinde, daha ne olduğunu anlayamadan dudaklarını dudaklarımın üstüne bastırdı ve alt dudağımı kendisine doğru çekerek o iki et parçasının arasında ezdiğinde, acıtmıştı. Bununla sıkıca yumduğum, yaşanan şeyden dolayı girdiğim şoktan ötürü gözlerimi sıkıca kapatmış ve beni kendisine tamamen yaslayan, saran ve dudaklarımı ezerek bir şeylerin hıncını almak için emmeye çalışan Delta'nın hareketleri yüzünden zihnim allak bullaktı. Çünkü yaydığı ağır feromlar yüzünden dizlerim onun gücü kaşsında titriyordu ve bu da yetmezmiş gibi canımı yakıyordu. Dişlerini geçirdiğinde ise kafamı geriye çekmeye çalıştığımda, soluğumdan yakalayarak aralanmış dudaklarımın arasına dilini dolayarak onu emdiğinde, bu olmaması gereken şeyin karnımda bıraktığı kasılmalarıyla baş başa kalmıştım. Bu doğru değildi. Bu doğru olmamalıydı. Bu intihardı. Ama o beni bile bile bu intihara sürüklüyordu. Farkında ya da olmayarak. Çünkü burada tamamen kendinde olan bendim. Ellerini nereye koyacağını bilemeyen, hiç tatmadığı bu duygu ve temasla ne yapacağını bilmeyen bendim. Şu anda öpülen, diğerinde olduğu gibi acısını vermek yerine kurdunun arzusunu taşıyan bir öpücük vardı ve ben, dilimde dolanan dilini, dudaklarıma savrulan dudaklarının sıvısını, sıcaklığını, belimde ve çehremde duran sert parmaklarını, burnundan sızdırdığı sert soluğuyla tek başına çeviriyor olduğu bu duruma ayak uyduramıyordum. Kısa bir soluk aldığında, gözlerinin tamamen karanlık ve ulaşılmaz olduğunu gördüm. Sertti ve sesinin baskınlığı yüzünden, kaypakça açılmış gözlerimin içi buğulanmıştı. "Seni öptüğümde bana karşılık vermelisin omega," diyordu. Sesindeki o hırıltı yüzünden sertçe yutkundum, ısırdığı ve emdiği dudaklarım uyuşuyordu. Frenlemeye çalıştığım nefeslerim derin olurken, bu isteğin Taehyung'tan olmadığını çok iyi biliyordum. Ve eğer Taehyung onun üzerindeki hakimiyetini geri aldığında, bunda benim payımın olduğunu da söyleyerek suçlayacaktı beni. Bu tahmin edilemez bir şey değildi. "Sonrasında pişman olacağın şeyler yapmamalısın Delta," diye uyardım onu. Belki de bununla benden uzaklaşır sandım. Ama hayır. Aksine o bana gücünü ve kendisini göstermeye çalışır gibi, gözlerini kısarak sırıttı. "Ben yaptığım hiçbir şeyden pişman olmam. Bunu asla unutma," dedi ve tekrar öptü. Bu benimle olan hıncını tek taraflı bir savaş haline getirene kadar sürdü. Oysa ona hiç karşılık vermedim veya ellerimi koyacak bir yer bulamadığımda, aramıza mesafe olsun diye göğsünün üzerine koyduğumda avucumda atan onun kalbi, dudaklarımı tekrar tekrar ısırarak kanattığını hissederken, bunun acısıyla kendimi tutmama rağmen inlemelerim kaçıyordu ve bu onu daha fazla canımın yanmasına sebep oluyordu. Artık gözlerimden yaşlar aktığında durmuştu. Öyle ki o da aynı soluk soluğa kalmış kendini toparlamaya çalışırken, gözlerindeki o karanlık görüntü dağılıyor ve çenesini sıkıyordu. Bana bakamadı. Arkasını döndü ve sinirli bir şekilde arabasına doğru yürüdü. Onu takip etmem gerekiyormuş gibi hissederek ayaklarımın kendisinde bulamadığı o mecal ile arabaya kadar vardım. Yüzüme bakmadı. Bende bakamıyordum. Ne düşüneceğimi ve ne yapacağımı bilemez haldeydim ve o beni eve tekrar götürene kadar tek bir şey söylemişti arabayken. "Bu konu hakkında tek bir kelime dahil söyleme veya düşünmeye cüret etme. Bunun sonucunda vereceğim hıncım bir tek kendi kurduma değil, sana da olur." Onun dediği gibi düşünmemeye çalıştıkça düşünüyor buluyordum kendimi. Eve vardığım da kafam allak bullaktı. Yüzümün ne halde olduğunun farkında değildim. Sadece onun beni bıraktığı gibi korumalarıyla birlikte evden çekip gitmesini izledim ve kapıdaki koruma olduğum yerde dikeldiğimi görünce, uyararak içeriye geçmemi söyledi. Eve geçmiştim ama aklım tekrar burada olup biten kaoslarla dolduğunda farkına varmıştım tekrardan buranın iç kıydıran gerçek yüzüyle. Çünkü annesi dik dik bana bakarak geldiğinde, adımlarımı hızlandırıp kaldığım odaya kaçıp gitmek istiyordum. Ama beni durduran sözleri, cabasıydı. "Dur orada," dediğinde, adımlarım bunu yapmak zorundalarmış gibi takıldı olduğu yerde. Çenemi sıkıyordum, her an söyleyeceği bir sözün canımı sıkacağını çok iyi biliyordum. Ama kafasını eğmiş, yüzüme bakarken sırıtıyordu. "Çok hızlıymışsın canım. Yüzüne bak... nasılda gururlu bir fahişe gibi. Dudaklarını oğlumun dudaklarında bulurken, bacak aranı da açarken keyfin pek yerinde olsa gerek. Bir eşten ziyade, bir sürtük gibi dolanıyorsun. Fakat uğraşmayacağım seninle. Nasıl olsa layık olduğun yerdesin. Oğlumun altında." O kadar sinirliydim ki. Bir cesaretle duruyordum karşısında. "Bitti mi hakaretleriniz?" dedim ve bunu duymasıyla gözlerindeki o beni öldürmek isteyen ifadesini görmeme rağmen kaçmadım. "Çünkü yeterince saçmalıklarınızı dinledim. Bir dahakine benimle değil, bu sözleri konuşurken eşimle muhatap olun." Son sözümü ona karşı kullanarak hızlıca merdivenlere doğru yürüdüm. Arkamdan, "Küstah, orospu, nasıl da yılan gibi şaklatıyor dilini. Ben göstereceğim sana, sadece bekle sen," diye bağırıyor ve sinirden köpürüyordu. Onu umursamamaya çalışmak zordu ancak Delta'nın bu konuya olan tutumuna güvenerek kullandığım bu cümlelerin umarım pişmanlığını yaşamazdım. Odaya geçtiğimde nefes nefese kalmış ve kendime gelmek için banyoya geçmiştim. Üzerime sinen bu ağırlıktan, sabahki olaylardan bu anlara kadar yaşadıklarımı unutmaya çalışıyordum. Ama en rahatlatıcı olanın Delta'nın halen iyi olmasıydı. Namjoon'un kurnazlığını düşününce bile ürperdim ve çokça diledim. Umarım bu sabah içine döktüğü gerçekten zehir değil de sadece sudur ve eğlenmek istediği bir can değil de benim korkumdur. Duşumu bu umutlarla aldım. Bu umutlarla odada oyalandım. Bulduğum bir kitabı okumaya başladım. Sonrasında aklıma gelen fotoğraflarla ceketin nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Bulduğum gibi fotoğrafları bu odada ilk sakladığım yere tekrar koydum ve akşam olmasına rağmen eve gelmeyen Delta'nın iyi olup olmadığına dair senaryoları arasında boğuldum. Yemek getirilmesine rağmen yiyemedim ve kendimi uyumak için zorladım. Uyumak için bile bir saat harcamış olabilirdim. Çok sonra uykumun en hafif olduğu bir zamandı. İniltilere benzer sesler duyarak yorgun gözlerimi açtığımda yanımdaki yer boştu. Sesin kaynağı ise koltuğa bıraktı tek yastıkla uyuyordu. Ancak sadece ilikleri çözülmüş gömleği ve pantolonu ile duruyor, huzursuzca kafasını çevirip duruyordu. Uykudan iyice silkelendiğimde, aklımda tek bir düşünce vardı. Acı çekiyordu. Belki de benim yüzümden. Bunun korkusuyla ayaklandım ve Delta'nın yanı başına kadar dikeldiğimde ne yapacağımı bilmiyordum. Çok terlemişti ve acıyla inliyordu. Kaslarını kasıyordu. Acı mı çekiyordu yoksa acı çektiği bir kâbus mu yaşıyordu, hiç anlamamıştım. Sadece onun kendisine gelmesini isteyerek, koluna dokundum. O kadar sıcak hissettirdi ki, dokunmama rağmen kaslarına batan parmaklarımla hafifçe sıkıp bıraktım. "Uyan Delta," dedim. "Delta..." dedim bir kez daha. Ama gözlerini açtığında öfkeli gözleri, kolunda duran kolumun bileğinden tutarak beni sertçe ileriye doğru atarken ne olduğunu bile anlamadan bileğimin üstüne düşmüştüm. Ve canım acıyorken, ona korkarak baktım. O ise beni öldürmek ister gibi bakıyordu. Çünkü kendinde değil gibiydi. Özellikle tehlike anında karşı tarafı etkisiz hale getiren feromları yüzünden bilincimi kaybetmek üzereyken...
Sizce bu Taehyung'a neler oluyor? Diyecek bir şeyler var da, tadı kaçmasın 😊 Bu ikisi çok fena aşık olacaklar birbirlerine de o sırada olan olana yani ☹ Ben Nİcotesy, Yarın gelmezsem küsmeyin. |
0% |