@nicotesy
|
Ben geldim hemencecik, çünkü bu kurguyu yazmayı çok sevdim. Sizde sevmiş olun lütfen. Anlık yazıyor olsam da yorumlarınızı dikkate aldığımı da bilin... değerli düşüncelerinizi okurken bırakmayı ihmal etmeyin.
İyi okumalar dilerim. :)
....
Bölüm 2: Daha fazla vurun, böyle yanmaz benim canım.
"Ardına düştüğümüz her şey, acı ihtiyacındandır. Selamet arayışının kendisi bir azaptır, en ince ve en iyi gizlenmiş azap."
Çehreye bulanmış derin gözlerin gözlerimin ırzından gelip geçiyordu. Yaralı gözündeki o seğirmeyle nefesim dudaklarımın arasında takılı kaldı. Merhametsiz duran irisler bana haberciydi aslında. Ertelenmiş bir haber. Ama niyet arıyordum, iyiye meyledilmiş tertemiz bir niyet. Bulamıyordum. Kaşları sertçe çatılan, oradan kavislerini taşa döndüren, eğilmiş başını havaya diken, omuzlarındaki ağırlığı hoyratça dışarıya vuran bir adam görüyordum.
Ben korkuyordum. Bu adamın ışığımı kesen gölgesinden ölesiye korkuyordum. Lakin bu saatten sonra biliyordum da ölüm benim anca kurtuluşum olurdu bu duvarlar arasında. Çünkü beni tanıyan gözleri, daha öncesinde öylesine bakarken şimdi ağzımdan nefes dökülse onu kendisine yapılmış bir hakaret sayarak paramparça edecekti.
Bu nedenledir ki sustum. Saniyeler sonra onun öfkeyle kızarmış, üstüme bir tükürük misali yapışmış kızgınlığı çarpmıştı. Sertçe, tüm bedenimi sertçe sarsan, dizlerime bırakan ellerinin sıcaklığından çok daha sıcak, yakan bir biçimde omuzlarımdan tutarak kavramıştı. Bir yel gibi zangırdıyordu bedenim onun parmaklarının arasında.
"Senin burada ne işin var? Abin nerede? Sen neden burada böyle, onun kıyafetleriyle duruyorsun omega!"
Karanlık yüzünü sakınmaya çalıştım. Onun haklı isyanından ötürü. Yine de bıçak yutmuş boğazım açılmıyordu. Şu anda diyemiyordum. Aradığın gitti, sana en yakın olanla. İzin vermeyeceğim onları bulmana. Şimdi şurada bir canım var. Kırılan gururun ve onurun için almak istiyorsan al canımı, inan ki sesimi çıkarmam. Çünkü hakkındır. Sana yaptığımız bu saygısızlığı ödetmen hakkındır.
Lakin ben bir şeyler diyemedikçe, sarsıldıkça susmaya devam ediyordum. İnatçı kalbim, kardeşimi sahiden de buradan gittiğine emin olana kadar suspus kalmak istiyordu.
Ancak sinemde gizli bir yara vardı. Delta'nın beni bırakarak yüzüme attığı tokatla. Öyle sert bir tokattı ki, ağzım ve burnumdan dökülen kanlarla yere yığıldım. Kırık dizlerim, kırık omuzlarımmış gibi yerde yarım yamalak durarak güç bulmaya çalışıyordu.
"Öldürürüm seni," dedi. Gülümsedim. Zaten bunun bilincindeydim. En azından infilak eden ihtimalinde. "Senin yeddi ceddini yok ederim omega, bana cevap ver!"
Öfkesinin ağır kokusuyla başımı yerden kaldıramıyordum. Ama sağır edici, kaba ve vurucu sesi yüzünden de duvarların hayali çöküntüleri üzerime birer yıkıntı gibi düşmeye başlıyorlardı.
"G-gitti," dedim nefessiz kaldığım soluğumla. Gözlerim onun çılgına dönen mavi şimşeklerine, sağanak duran yanmış gözaltlarında oyalanıyor, bu beni daha çok korkuttuğundan başımı ellerimin arasına alıp saklamayı, buradan öylece yok olmayı umuyordum. Ama imkansızdı... laf ağızdan bir kere tünemişti, şimdi türetilmek istercesine cevap bekleyen adamın sarılı bıraktığı boğazımda sıkıca duruyordu. Ağır bedenin ihtişamıyla ölmek için bekliyordum. Sanki ölmek istedikçe ölemiyordum. "Nereye gitti, sen söylemezsen bile bulurum onu. Canını alırım! Kimse bana bunu yapamaz. Onu kendi ellerimle öldürürüm."
Hiçbir şey demedim.
Demeyecektim de.
Öldüreceğini söylerken ona bulma ihtimali sunmak istemiyordum. O da benden umudu kesmişçesine bakıyordu. Gözleriyle zaten bir ölüymüşüm gibi resmediyordu beni.
O çıplak ellerin boğazımdan sıyrılışı kısa sürdü. Sanırım benimle oyalanmadı. Beni ardında bırakmadı, onun yerine teslim edeceğim kişiler zaten bir hevesle kapıyı açmışlardı. Annesi, kız kardeşi, yengesi, erkek kardeşleri ne olduğunu merak ederek bize bakıyor, benim yerde duran halimi gördükleri anda elleriyle ağızlarını kapatarak ne düşündüklerini kestiremeyerek birbirlerinin yüzlerine bakıyordu.
Ama her biri sadece sözlerinin emrinde olduğu Delta'yla tepki veriyordu.
"Adamları kapıya toplayın ve bana bu aşağılıkların babasını bulup getirin."
Odayı terk ediyor olmasıyla, annesi onun o boş bıraktığı boşluğu doldurarak bana doğru gelip saçlarımdan çekiştirdi. "Ahlaksızlar, bize oyun oynayıp rezil rüsva ettiler." Kimse bu kadının beni tokatlamasına, saçlarımı çekiştiriyor olmasına karışmadı. Sürüklediler. Karşı koymadım. Sadece her şey olsun bitsin istiyordum artık.
Avluya kardeşleri tarafından sürüklenirken, küfürler duyuyor, bazıları ise şaşkınlığını üzerlerinden atamıyorlardı.
"Kafayı yemiş bu aile. Taehyung'a bunu yapmayı nasıl cesaret edebildiler? Bilmiyorlar mı onun ne kadar acımasız ve gaddar olduğunu... cesaretleri aptallıktan başka bir şey değil. Dua edelim de bizde bunların yanında kaynamayalım."
Büyük ağabeyi olan Namjoon böyle diyordu. Onun gibi yapılı duran Alfa'nın korkusuyla bana neler yapacağını düşünmemek elde değildi. Ama ben sadece ayak uyduruyordum. Çünkü ayaklarım bile onların zoruyla bir hareket halindelerdi, kısa süren zamanda yerin soğuk taşlarına atılan da bendim.
Kafamı kaldırmadım. Daha bundan birkaç saat önce insanların keyifle yürüdüğü yerin şimdi benim kanlarımı dökecekleri yer olma düşüncesi vardı. Sadece bir an bile bana acıyıp bırakacaklarını, avlularından defedeceklerini düşünmek bile umuda sarılmama yetmişti. Yine de bedel ödüyor olduğumu bilmek, bir hiç uğruna ölmekten daha şerefliydi.
Bakışmaktan en çok korktuğum insan haricinde her birinin yüzüne bakıyordum. Fısır fısır konuşuyorlar veyahut da bu olaydan sonra ne olacağını merakıyla endişe dolulardı. Peki o sırtı dönük adam elinde telefon ile ne yapıyordu? Bu aile üyelerinin arasından tek bir kişi eksikti. O da Yoongi'ydi.
"Anne," diye bağırdı arkasına dönerek. Anladı diyordum, anlamaması mümkün değildi. Yüzüme bakarken tiksiniyordu benden. "Anne Yoongi nerede? Herkes buradayken o nerede? Saatlerdir yok ortalıkta. Ortaklarla görüşmem gerek diye izin alıp gitti yanımdan, bu saat oldu nerde bu?"
Kadın endişeli bir şekilde etrafına baktı. Ellerini birbirine kenetleyerek sıvazlamaya başladı. "Bilmiyorum ki oğlum, ben düğünümüzdür diye hep misafirlerle ilgilendim. Gözüm görmedi diğerlerini," dediğinde, Delta kendisine karşı hakaret edilmiş gibi davranarak elindeki telefonu alıp yere fırlattı. Boynundaki seğiren damarları, iri açılan o kırmızı dudakları beni korkutuyordu. "Anne bana bahaneler sunma. Senden habersiz bir kuş uçmaz evde. Sen neyi ne olarak anlatıyorsun bana!"
"Yemin ederim oğlum bilmiyorum, arıyorum hemen."
"Arama boşuna, kapalı oğlunun telefonu. Eğer bu olayın altından oğlun çıkarsa, bil ki yaşatmam onu da. Abisinin arkasından hançer saplayan birinin gözünün içine bakarak canını almaktan inan ki hiç vicdanım sızlamaz. Bu yüzden dua et."
Acımasızlığını göstermekten gram çekinmiyordu ve ben sıranın bana ne zaman geleceğini merak ediyordum. Kafasında muhtemelen hazmedemediği şeyleri halletmeye çalışıyor, kapının önünde dizili adamlardan biri telaşla koşarak geliyor ve seyrimin yönünü oraya verdiğimde, babamın iki adamın kollarının arasında itile kalkıla geldiğini görüyordum.
Babamı Delta'nın ayaklarının önüne kapanacakları şekilde fırlattıklarında, babam yalvarmaya başladı. "Benim suçum yok efendim. Oğlumun böyle bir şey yapacağını bile bilmiyordum," diyordu ancak nafile, daha yalvarışları tükenmeden Delta onun yerde eğik duran kafasının üzerine ayağını basarak yerle birleştirdiğinde, babamın yan duran yüzü acıyla inlerken bana bakıyordu.
"Senin bu kadarını yapmayacağını tüm dünya biliyor. Bana naval okuma. Ne bokların döndüğünü bilmiyorsun ama bak," diye beni işaret ettiğinde kalbim sertçe atmaya başladı. "Şurada duran sefil yaratık da senin oğlun ve her bir haltı bilip de söylemiyor. Şimdi söyleyin bana, sizin şimdi canınızı neden bağışlayayım?"
Babam oradan bana ulaşmaya çalışır gibi debelendi. Kendi canını kurtarmak için öldürmek istiyordu. "Bırakın ben konuştururum onu," diye sesini duyurmaya çalışıyordu. Dayakla çözülmezdi benim dilim. En iyi o bilirdi. Ama bir ihtimal Delta'nın kendisine merhamet edeceğini sanıyordu.
Oysa ben o düştüğüm ihtimal denizinde, Delta'nın bana doğru küçümseyen bakışlarına maruz kalırken kıldan ince boynumu dik tutmaya çalıştım. "Boşuna uğraşıyorsunuz. Beni dayakla korkutamazsınız," dedim. Kaşları daha çok çatıldı ve seğiren çehresi ile aslında kendime iyilik yapıyordum beni bir an önce öldürebilsin diye.
"Canına susamışsın sen," diyerek babamı bırakıp bana doğru geldi hızlıca. Yakalarımdan tutarak havaya kaldırdığında, gözlerim refleksle kapanıp açıldılar. İşte o öfkeli deniz beni içine çekiyordu. Orada boğulmak istemiyordum. "Seni öldüremeyeceğimi mi sanıyorsun?" dediğinde gülen sesinin aslında ne kadar ürkütücü olduğunu en az buradakilerde farkındaydı.
"Sanmıyorum. Beni öldüremezsiniz," dedim, kışkırttım. O yakalarımı tutan eller boğazıma sarılarak sıkmaya başladığımda, gözlerimi huzurla yumdu. Ben ölsem bile beni orada karşılayacak kişiler olacaktı. Annem olacaktı. Jimin üzülecekti ama anneme olan hasretimi de bilirdi. Ve anlardı belki bunu kendi kendime yapıyor olduğumu. Dudaklarımdan yaşamın arsız solukları yavaş yavaş azaldı. Hep hayal ettiğim gibi, acı çekerken hissizleşmeyi umduğum gibi dudaklarım iki yana kıvrıldı. Gözlerim açılıp kapandığında Delta'nın şaşkın yüzü bir var olup bir yok oldu. Sonrasında beni iterek uzaklaştırdı kendisinden. Bir hastalıklı gibi.
"Ölüm ancak sana kurtuluş olur. Senin kurtuluşun yok. Madem kardeşin için kendini feda ederek burada onun yerine kaldın," diyerek bana bakmaya devam etti ve midesi bulanır gibiydi bunu yaparken. Üzerinde duran ceketini sinirini çıkarmak istercesine çıkarıp fırlattı. "Yeminlerim olsun ki; bende seni eşim yaparak bu avlunun ortasında, o çok sevdiğin, kendini feda ettiğin kardeşini, gözlerinin önünde öldüreceğim. O günü görene kadar benim dibimde duracaksın. Seni bir kere değil, bin kere öldüreceğim. Sen her yaşamak istediğinde öldüreceğim seni, her ölmek istediğinde o acıyla yaşatacağım seni."
İliklerime kadar hissettim. Bunu bana yaşatacağına. Keşke öldürseydi, keşke bunu yapsa ve bundan fazlasını yaparak canımdan eylemese diye dualar ediyordum.
"Şaman'ı çağırın bana çabuk," diye bağırdığında, annesi araya girdi. "Oğlum böyle ani kararlar verme. Elaleme ne deriz sonra, pişman olacaksın. Onu kurduna bağlama boş yere."
"Benim kararlarımı sorgulamayın, dediğimi yapın." Dedi annesine ve sonra kız kardeşine döndü, beni işaret etti. "Şunu götür salona ve beni bekleyin," dedi ve babama doğru döndü. "Burada böylesine ahlaksız çocuklar yetiştiren bir babanın icabına bakacağım."
Jennie benim kolumdan tutmaya çalıştığında, yardımcı olmak ister gibiydi. Koluma değen parmakları sanki etime daha çok tırnaklarını geçirmek ister gibiydi. "Senin ne kadar şeytan birisi olduğunu daha ilk gördüğüm anda anlamıştım. Abimin şerefini iki paralık ettiniz. Bunun bir bedeli olmayacağını sandınız küçük aklınızla."
Ona bir cevap vermedim. Ne vermeye gücüm vardı ne de onların şu anda benden daha haklı görünmeleri yüzünden gurursuzlukla vereceğim bir cevabım. Sadece ne olacaktı? Şaman ikimizi birbirimize eşleyecekti. Bu yöntem sadece eskiden yapılırdı. Genellikle zengin tüccarlar kendilerine fazladan eş aldıklarında yapardı bunu. Taehyung bana bunu yapıyordu, çünkü beni kendisine mahrum bırakarak gerçekten de onun hapishanesinde bir mahkûm kılıyordu. Gözlerim tekrar içine düşmüş ateşle bir bir yaşlarını düşürmeye başladığında, avludan çıkıp evin içine girerken o sesi duydum.
Tüm tüylerim diken diken olduğunda geriye dönüp bakmak istiyordum. Lakin kaskatı oldum. Ciğerlerim parçalanmış gibi nefes almaya çalışırken, hayır, diyordum. Kaçamamış olamazlardı. Ama doğruydu. Aynı sesi ben gibi Jennie'de duymuştu.
"Yoongi abim gelmiş," dedi, sonra omuzlarını silkti. Beni tekrar hareket ettirmeye zorladı. "Yoongi paçayı kurtardı ama şimdi senin yüzünden ben kurtarmayacağım ve laf işiteceğim. Madem bir bok yediniz, katlanın. Bu kadar iffetsiz olunmaz ki," diye bana ahkam kesiyordu. Ama sadece Yoongi mi gelmişti yoksa Jimin'le onunla mıydı diye merak ederken aklım çıkıyordu.
"Jimin'i bulur mu gerçekten de o?" dedim kıza korkak gözlerle bakarken. Güldü. "Sen kendi haline yan. Cidden aptalsın, kardeşin kaçmış ama seni burada bırakmış. Sanki başına ne geleceğini bilmez gibi. Kullanmış seni. Sen kendi canının derdine düş ilk önce. Burada aldığın her nefesten pişman olacaksın. Bunlar senin son güzel dakikaların. İnan bana aptal omega."
Bu sözler benim canımı yakmadı veya içime oturmadı. Salonda otururken, başımda her an bir şey yapacakmışım gibi duran iki kişi vardı ve dış kapıda bir tane de eli silahlı bir adam duruyordu koruma olarak. Gözlerimi kapatıp ellerimin ardına sakladım. Başım dönüyordu durmadan. Ağlamaktan dolayı gözlerim zonkluyordu ama kalbim, en az aklım kadar durmadan bana kıyamet senaryoları yazıp biçiyordu.
O kesinlikle güçlü bir adamdan ibaret değildi. Tüm söylentiler doğruydu. Sadece acımasız ve merhametsiz değildi. Köklü ailesinin ardından bahsedildiği gibiydi. Büyük bir örgütlerdi. Mafya demek çok ucuz kaçardı bunların yanında. Bu insanlar devletinde sevdiği insanlardı. Bu insanlar tetikçi gibilerdi. Belki daha fazlası. Çok fazlasıydı. Küçücük dünyamdan sonra karşıma gelen bu insanlar bana sadece katil ve canavar olmak dışında bir isim oluşturamıyordu. Yoongi'de bu aileden biriydi ve sahiden de kardeşimi koruyabilecek miydi?
Öyle olduysa neden şimdi buradaydı?
Kafam allak bullaktı. Öyle çok kendimi düşünemez haldeydim.
Öyle yoğun dakikalar geçiyordum ama kimseden çıt çıkmıyor ve Jennie'nin meraklı bir şekilde pencereye giderek bahçeyi izlemesi dışında yerinden kıpırdananda yoktu. Bu uzun uzun bekleyiş ve sessizlik, büyük bir hengamenin kopacağının da habercisiydi aslında.
O sırada kaşınan ve akan yüzümde göz yaşlarımla, kanın renginin düğün elbisesinin üzerinde bıraktığı lekelerde oyalandı gözlerim. Onlara bakarken dişlerimi kıracak kadar çok sıktığımın bile farkında değildim. Benden çok, gündüzde bize eşlik eden kadın ıslak bir bez getirip elime verdi. "Yüzünü gözünü temizle, birazdan gelir Şaman kadın." Beni düşündüğünden vermediğimi bilmeme rağmen minnetle baktım yüzüne.
Yüzünü çevirdi hemen. Jennie ise kadının bu hoşgörülü tavrından rahatsız olarak ters ters baktı ona.
Acımasına rağmen sertçe sildim lekelerime. Vücudumda dehşet bir ağrı vardı. Yumruk yemiş karnım, boğazımı saran bir karıncalanma. Gözlerimin önünde renkler git gel yapıyorken, kapıdaydı gözüm. Birileri gelip gidiyor ve beni birazdan zorla dayatacakları bu evlilikten nasıl olurda kaçarım umudu taşıyordum. Karşı gelemeyeceğimi bile bile mücadele etmek istiyordum.
Ancak benim karşılaştığım, soğuk gözler yerine bana sertçe bakışlar atan Yoongi'ydi.
O kadar çok şaşkına döndüm ki bana doğru hızlı adımlarla gelerek yakama yapıştığında, şaşkınlığımı üzerimden atamıyordum. Diğerleri aniden gelişen bu olayla bakakaldılar. Ama kimse bana zarar vermek isteyen elleri durdurma gibi iç güdüye sahip değildi.
"Siz kimsiniz de bizi bu hallere düşürürsünüz," diyordu, sarsarak. Bana yabancı bakan gözler, çok değil bundan üç dört saat önce bunu yapmam için yalvarırken, anlayamıyordum şimdi olup biteni. Ağzımı açıp konuşacakken, "Sus, bir de bana karşılık mı vereceksin utanmadan!" diye bağırdığında gözlerim dolu dolu ona bakıyordum. Ben Jimin'imi nasıl bir adamın kucağına atmıştım, üstelik ondan hamileydi ve söyledikleri kanıma dokunuyordu.
"Neden böyle davranıyorsun bana?" dedim fısıltı dolu sesimle. İşte o zaman gözlerindeki o ifade biraz yumuşadı. Dudakları oynadı hafifçe. "Jimin'i yaşatmak için buna mecburum." Dedi aynı sessizlikle. "Dua et abimden önce ben öldürmeyeyim seni," diye bağırarak, kulağıma eğildi. "Lütfen Jungkook yardım et. Onu şehirden dışarıya çıkaramadım. Bu evliliği kabul et. Yoksa hepimiz öleceğiz. Jimin ölecek."
İşte o zaman kafasını kaldırdı ve bir cevap bulma umuduyla yüzüme baktı. Damağım titriyordu. Başıma gelecek olan her şeyi kabullenmiştim. Bunun en azından bir işe yaramasını dilerken, sadece gözlerimi açıp kapayarak onayladım onu. İç çekti.
Bende iç çekecektim şayet o derin nefesimi boğazıma tıkmayı bekleyen esmer adamın sert sesi buraya doğru gelirken. "Ondan uzak dur Yoongi. Onun cezası sadece benim tarafımdan kesilecek," diyerek içeriye doğru adımladığında, gömleğinin yakalarında kanlar vardı. Yüzünde beni de o kanın rengine çevirecek ifadeleri hali hazırda duruyordu.
"Kendime hâkim olamadım, özür dilerim kardeşim."
Aralarındaki bağı göremedim. Benim meleğimle aramızdaki bağın burada duran kimse ile yoktu öyle bağları. Delta onun omzunu sıvazlayıp bıraktı sadece. Bir bilse, hançeri sırtında gezdiren kardeşi olduğunu, o bana diktiği gözleri bu kadar acımasız olur muydu? Çünkü onlardan daha az canını yakmış sayılırdım.
Ama cesaret ederek kafamı kaldıramıyordum bile.
Yanımda oturduğunda ağırlığı çöktüğünde, şimdi onunla dolu bir insan yılgınlığı da vardı. O kadar gözün üzerimde olduğunu bilerek kafamı yerden kaldıramıyor, bunca yabancı çift gözün altında daha da güçsüzleşiyordu nefesim.
Sadece uğultu olurcasına duyuluyordu sesler. Kadının geldiğini, alnıma bir şey sürdüğünü hissediyordum. Duyularım benden elini ayağını çektiğinde, Delta'nın elimi tuttuğunu hissettiğim anda kendime gelir gibi oldum. Çatılı kaşlarımın ardında korkuyla bakan gözlerim, yan tarafımda duran bedene çevrildiğinde bana düşman gibi bakıyordu. Öyleydim de. Onun yeni düşmanı. Öldürmek istemediği ama süründürmek istediği düşmanı.
Elime bakıyor, avucuma dayadığı bıçak kanımı dökmeye hazırlanıyordu.
Şaman rızam olup olmadığını sorduğunda, sadece başımla onayladım. Çünkü dilim konuşamayacağım şekilde ağzımın içinde uyuşmaya başlamıştı. Bir robot gibi daha öncesinde eskilerden bildiğim bu ritüelin uygulanmasını bir yabancının gözünden takip eder gibi izliyordum öylece.
Elimi kesip kadının hazırladığı tasın içine akıttırdı. Benim hayallerim, bana ait olan her şey gidiyordu azar azar. Sonra bittiği gibi Delta elimi fırlatır gibi kendisinden çekti. Aynı şeyi kendisi yaparken, o bana bez uzatan kadın benden aldığı kanlı bezi tekrar bana verdi. Onu elimdeki sızlayan yaranın üzerine bastırdım. Sanki daha büyük yaraların üzerine yapıştırılan yara bandıydı benim şu anda yapmaya çalıştığım.
Ve kadın sözler söyleyip karıştırdı her birini. Herkes sözler karşısında başlarını eğdi. Dediği her büyülü cümleler benim kurdumu hissetmeme sebep oluyordu. Yanımdaki Delta'nın şimşek çakan gözleri benim ürkek vadilerime doğru bakarken gözyaşlarım yanağımdan çehrem boyunca boynuma akıp gidiyor, kadından aldığını ağzıma alıp içmem için uzatırken asla yumuşamıyordu o bakışlar.
Dilimde zehir misali akan sıvı boğazımdan aşağı kayıp gittikçe, daha da güçsüzleşiyor ve zayıflıyordum. Kurdumun acı çığlıkları, bu yöntemin ne kadar acı dolu olduğunu bilmeme rağmen beni savunmasız bırakıyor ve sığınmak istiyordum. Kanıma bir zehir diye attıkları Delta'nın göğsüne. Tüm hücrelerim onun olan damlalarıyla salınıyordu ve ona bağlı olan sadece ben olacaktım.
Bu daha çok canımı yaktığında sadece onun gözlerine bakıyordum. Gözlerimi o gözlerden çekemezken o da bana bakıyordu. Ben muhtaç bir haldeyken, o sefilliğimden rahatsız olan bir eşten fazlası değildi artık. Çünkü bunu sadece ben değil, buradaki herkes onun ağzından çıkanlarla duyuyordu.
"Sen artık bir ömür bana mahkûm bırakılmış bir eşsin. Sakın eşim oldun diye burada, bu evde bir vasfın olacağını sanma. Dışarda dolaşan bir köpeğe verilecek muameleden fazlasını göremeyeceksin. Sadece ben istersem yaşayacaksın, sadece ben istersem öleceksin. Cehennemine hoş geldin Jungkook. Artık bana karşı bir daha ha ta yapamayacağını iliklerine kadar öğreneceksin."
Bölümün sonu.
Umarım bölümü sevmişsinizdir. Diğer bölüm offff
Ben Nicotesy, iyi geceler.
|
0% |