@nicotesy
|
Selam... nasılsınız? Ben daha iyiyim. Bu bölüm güzel yorumlarınızı veya küfürlerinizi okumak isterim. Her neyse, uyumam gerektiğinden yazacak bir şeylerim olsa da yazamıyorum. Kendinize iyi bakın. Ben biraz gerildim ya....:(
yorumcuklar az olursa, bir hafta yokmuşum :D İyi okumalar.
"Kötülük insan ruhunu ele geçirdiğinde çok hızlı yol alıyordu." ... Bölüm 21: Neden karanlık, neden hep sessiz? Neden hep çıkmaz bütün sokaklar. Dakikalarca beni boşluğa bırakan ve boşlukla beraber kendi sessizliğimi takip ettim. O çoktan bu evin sınırlarından çekip gitmişti. Gitmeyen bendim. Bir anda bu evin bir çerçöpü hissedeceğim kadar yalnız ve kimsesiz olduğumu düşündüren bir gidişti bu. Öyleyse niçin ağzım bıçak açmıyor ve ben elimdeki poşeti sıkarken göz yaşı döküyordum. İhanete uğratılmış gibi hissediyordum ancak bunun aksini söylemek de benim gururumu incitecekti. Değişen bir şeyler muhakkak vardı. Hiçbir acı veya mutluluk ilk anda hissedildiği gibi olmazdı. Buradaki acılarımı ne unutmuştum ama ne de o anda hissettiğim gibi yaşıyordum. Değişen tek olmuş olanlar değildi, bendim. Değişmeyen tek şey değişimin kendisiyken, ben neden halen kalkamıyordum yerimden. Oysa Jennie odaya kadar pata küte gelirken, gözlerim hep orada dikili kalmış ayak izinin hayaline bakıyor ve çekemiyordum, hipnoz olmuş gibi. Açıkça söylemek istediğim çok şey vardı. Hiçbiri kavrulmuş bir duygunun sesi değil, bana yapıyor olduğu haksızlıktı. Beni burada tek başıma bırakmıştı. O da biliyordu ki bu evde beni ondan başka korumak ne isteyen vardı ne de canımı ondan daha az acıtacak biri. Ve ben, onun eşiydim. Kurduna ait olduğu sözler bir yalan mıydı şimdi? O kadar içim sıkılarak baktım ki odaya girerek beni çağıran Jennie'ye, boş ver dedim, bu duygu her ne ise o da gelip geçecekti içimden. En başından beri zihnimde Delta'nın bu kadar duraklıyor olması da normal değildi. Buna izin vermemeliyim diye kızarak kalktım ayağa ve benimle baş başa olacağı için mutlu olan Jennie'ye kocaman gülümsedim. Elimden ancak bu kadar büyük bir güç çıktı. Gülümsemiş olmanın gücü. Fakat onunla selamlaştıktan sanki konuşmadan ikimizde gideceğimiz yönü bilerek bu odanın içinden çıktığımızda o yeniden konuşmak için pek hevesliydi. "Dün gece abimin yanına gidince ne oldu Jungkook," diye sorarken içimdeki sıkıntıyla boğuşuyordu. "Sanırım hiçbir şey olmadı. Olmayacak da." Bu konu hakkında konuşmak istemeyerek ondan bir adım önde ilerlemeye çalışıyor ve odasının içine ondan önce giriyordum. Ama o hızlıca kapıyı ardından kapatarak içeriye girdiğinde, duymayı beklediği sözleri söylememiş olmamdan ötürü şaşkındı. "Neden? Kızdı mı sana?" diye sorup iç çekti. "Bende dönmeyince, iyisiniz sandım. Bir de özellikle beni arayıp, şehir dışına çıkması gerektiğini, bu yüzden de dönene kadar seninle ilgilenmemi ve yalnız bırakmam gerektiğini söyleyince heveslenmiştim. Sana karşı ilgisi var diye. Senin için endişeleniyor diye. Çünkü, anlarsın ya, hiç onluk hareketler değil." Bana bakıcılık yapmanı istemiştir, dedim içimden. Ancak bunun yerine, her şeyin gözümde olanıyla bu cümleleri kullanmıştım. "Sadece eşi olduğumdan dolayı kurduma az da olsa saygı gösteriyordu. Sen bunu çok yanlış anlamışsın," dedim ve şakalarımda dolan ağrıyı defetmek istercesine bastırdım parmaklarımı. Şimdi gözlerimi her kapadığımda öpücüğü değil, gidişi duruyordu. Bu felaket bir göğüs ağrısıydı benim için. Özellikle kırıldığımı belli etmemek için bunca kırgınlıklar yaşıyorken üstelik. "Ama meğerse o da yokmuş." Arkamı dönerek yatağının ucuna oturdum ve olup biteni anlamaya çalışan Jennie'nin bu konuyu artık irdelemesini istemeyişimden ötürü yüzüme sahte bir tebessüm oturtturdum. "Neyse bunu konuşmayalım." Dedim ve heyecanlı durmasını umduğum gözlerimle onun çok sevdiği o konuyu, hoşlandığı çocuğun konusunu açtım. "Günün nasıl geçti, konuşabildin mi onunla?" Sanırım ne yapmak istediğimi anladı ve bu konuyu üstelemekten vazgeçerek, belli ki onun içinde de yara olan bu konuyu bana açtı. Onu dinlerken hevesli görünmeye çalıştım. En azından o gerçek bir duygunun peşindeydi ve bunun için üzülüyordu? Öyleyse neden sadece tesadüfmüş gibi sınıfta karşılaşmalarını ve çok da küçük olsa birbirlerini anladıklarını ve sorun olmadığını anlatan ifadelerini dinlerken içimde bir kıskançlık hissediyordum. Şu yaşımda, onun gibi küçük mutluluklar yaşamanın benden çok uzakta olacağını düşündüğümden mi? Bu daha çok utanmama ve bencilleşen duygularımın farkına varmamı sağladı. Oysa bundan iki ay öncesinde ben bir hiçtim. Ölmeyi göze almış biriydim. Ama şimdi içimde yaşamak, hem de dolu dolu yaşama umudu vardı. Bunu istemedim. Ölme duygusu her ne kadar bir teslimiyetin habercisi olsa da yaşamak da en az onun kadar büyük bir yüktü. Çünkü yaşarken özgür değildim. Ne düşlerden ne de düşüncelerden. O yüzden Jennie'nin yaşadıklarını düşledim ve düşüncelerimde sakladım. Akşam yemeğine kadar sürüp gitti. Yemeyeceğimi söylediğinde, anladı bazı sebeplerimi, aşağıya inmek istemediğimi ve ortalıkta gözükmek istemeyişimi. Bu yüzden bana sandviç hazırlayıp getirdi. Dikkatimi kendisine çekecek çok şey yaptı. Buna projesi olan bir vintage tasarımı olacak olan kıyafetlerinin nasıl düzenleyeceğini, internetten bulduğu parçalarla olan kombinini gösterdi. Bende ona tasarımını çizmesinde yardımcı oldum, bundan memnun olunca ve hatta bundan sonra sürekli benden yardım isteyeceğini söyleyince, işe yaramış olmamdan dolayı biraz olsa kendimi iyi hissettim. En azından birilerinin gözünde işe yarayan bir ben vardı. Tüm bu süreç bittiğinde ikimizin de bir sebepten dolayı uykumuz gelmediğinden bir aşk filmi açtık. Onu izlerken neden ağladığımı bile bilmiyordum. Belki de sonunda kavuşmuş olmaları bile beni tatmin edemedi. Onca çekilen kalp kıran ayrılmalarına, çevredeki sorunların bıraktığı yaralarında tanıdık gelmesi, benim asla öyle bir mutlu sonum olmayacağım düşüncesiyle şiddetlendi. Ve anlayamıyordum da neden bu kadar duygusal ve hassastım? Bu daha önce bu kadar şiddetli olmamıştı. Jimin ile izlediğimde en azından. Belki de o halen hayatımda yok diyedir. En son Jennie ile aynı yatakta beraber uyuduk. Sabah ise huzursuz bir şekilde uyandım. Jennie'de uyandığımdan dolayı kendimle beraber uyandırmış oldum. İlk neden uyanıksın diye sorsa da ona beni uykumdan uyandıran sebepsiz bir sebebim var diyemedim. Sadece içim daralıyor diye geçiştirdim. Zaten tekrar uykuya dalmaya çalışsak da bunu başaramadık. Sanırım Delta'nın dediği gibi odasını değiştirmek için gelen çalışanların sesi ve taşıdıkları eşyaların ağırlıklarında ötürü bağrışları buna izin vermedi. Yataktan kalktım ve huzursuzluğun beni ele geçirmesin diye elimi yüzümü yıkadım. Jennie'e üst kattan kıyafet almak istediğimi söyledim. Ama o bana, ben alırım gelirim dedi. Bir şey demedim. Açıkçası öyle bir haldeydim ki yabancılarla ne konuşmak ne de görünmek istiyordum. Sadece gerçekten benimle her anlamda ilgilendiği için minnettardım. Hatta merakla bizim yanımıza gelen annesini bile kovarken, cidden de ona daha fazla bağlanıyordum. O kadının daha sonra sinirle ne yaptığına dair en ufak bir fikrim yoktu. Sabah sabah ayarlarımızı bozduğu yetmiyormuş gibi gitti üst kata ve oradaki insanlardan çıkardı hıncını. Bir de onu sürekli takip etmek zorunda kalan yaşlı çalışandan. Oysa parayla bile değmezdi bu kadının yanında bu kadar süre kalmaya. Yine de Jennie'nin benim için getirdiği kıyafetleri giydim ve odamın bugün akşama biteceğini söyledi. Bu iyi haberdi sanırım. Bana kahvaltıya gelip gelmeyeceğimi sorduğumda gelmek istediğimi söyledim. Sanırım o da bu duruma şaşırdı. Çünkü yüzümde bunun çekingen hali varken ben Yoongi hyung'u görmek istediğimden buna katlanabileceğimi umuyordum sadece. Beraber halen hazırlanıyor olan masanın başına gittiğimizde, boş durmayı pek sevmediğimden mutfağa geçerek Geong ablaya yardım edecektim ama beni görünce şeytan görmüş gibi bir tepki verince, korktum ondan. Neden dehşete düşmüş gibi bakmıştı bana hiç anlamıyordum. "Bir sorun mu var Geong abla, neden bu kadar korktunuz?" dediğimde, "Dalmışım Jungkook," dedi ve aradan kalkan resmiyetle rahatlasam da tavrının değişkenliğini anlayamadım. Neredeyse elindeki tepsiyi yere düşürecekti. Ya ben çok sessiz dalmıştım odaya ya da o fazla dalgındı. Olabilir diyerek, "Yardımcı olmak isterim," diye söze giriştim. O ise buna gerek olmadığını söyledi. Bu ani değişken tavrının Delta'dan kaynaklı olduğunu bilsem de hoşlanmamıştım işte. Ben insanlara elimden geldiğince yardımcı olmayı severdim. Ve o, ona eşlik ettiğim zamanlarda içten içe bu durumdan çok memnundu. İş yükünün azaldığına seviniyordu. Onun sözlerine bu nedenle umursamadan ortadaki tezgâhtan hazırladığı peynir çeşitlerinin konulduğu servis tabağını alarak içeriye geçtim. Ancak hemen onun ilerisindeki koltukta bacağını genişçe açarak oturmuş Namjoon'un beni süzen bakışlarını görünce, sertçe yutkunarak hiç göz göze gelememişiz gibi davranmaya çalıştım. Fakat bana laf atınca, masaya bıraktığım tabak ellerimin arasında titreyerek konuldu. "Kocanda gitti ve sen şimdi yapayalnız buralara inip takılıyorsun. Çok cesursun omega, bu çok hoşuma gidiyor. Özellikle ellerini benimle böylesine kirletmişken, anlarsın ya güzellik." Yüzüm neredeyse moraracak kadar kızarırken, ona ters ters baktım ama asla istifini bozmayarak bana sırıtarak bakıyordu. Cevap vermek ve sözlerinin tacize ulaşan boyutunu durdurmak için ağzımı açmıştım ki, içeriye birilerinin geldiğini görünce konuşamadan buradan gitmek için ayaklarımı hareketlendirdim. Taehyun bana dudaklarını bükerek bakıyordu ve Geong ablada yanından acele ederek sofrayı yetiştirmeye çalışıyordu. Salondan çıkarak mutfağa geçtim ki Yoongi hyung merdivenlerden telefonuyla uğraşarak indiğini gördüm. Mutfağa geçmek yerine onu merdivenlerin başına giderek bekledim. Aşırı gergin ve stresliydim. O da beni fark ettiğinde telefonunu hızlıca kapayıp arka cebine koydu. Gerildiğini görebiliyordum. Hızlı olmaya çalışarak, "Hyung, konuşmamız gerek," dedim fısıltıyla karışık. Ama o biraz uzağımda durarak kendini kenara çekerken aşırı tuhaftı. Bir şeylerden korkuyor gibiydi. Delta yoktu ama kameralar vardı. Burada da olup olmadığını bilmediğimde, aynı tuhaflığa sahip görünmemek için gerilen vücudumu düz tutmaya çalışıyordum. "Dikkat çekeriz Jungkook. Bunun olmasını istemeyiz değil mi?" dedi çok sakin bir şekilde. Dudaklarımı gerginlikle ısırdım. Gözlerinin içine baktım. Çok çaresizdim ve ben içimdeki her şeyi tek başına sırtlamaktan çok yoruldum. Susmaktan ve kalbimde bastırmak zorunda kaldığım her şeyden çok yorulmuştum. Sadece bu kısa reddediliş bile beni hıçkırarak ağlatmaya itiyordu. Belki gözlerimi kaçırarak dalgınlaşmama acıdı. "Ama şöyle yapalım," dediğinde gözlerine hızlıca baktım bir umutla. "Akşam odana git. Ben bir şekilde yanına geleceğim ve benden çok istediğin o hatırayı da sana getireceğim. Ve sende bana benim ona götüreceğim bir eşya verirsin. Kokunun kaldığı. Buna ihtiyacı var. Gece onun yanına gideceğim. Tamam mı?" "Teşekkür ederim hyung," dedim ve ona sarılmamak için zor tuttum kendimi. Birine güvenerek sarılmaya o kadar çok ihtiyacım vardı ki. Bunun yerine iç çekerek gülümseyen adama gözlerimin kirpiklerinde biriken yaşları o görmeden silmeye çalışarak karşılık verdim. Ve o da bundan sonra yanımdan sessizce geçti. Bir anda çok heyecanlanmış ve acaba Jimin'im bana ne göndermişti diye heyecanlanıyordum. Acaba hyung odaya geldiğinde, Delta yok diye onu arar ve sesini duymamı sağlar mıydı? Bu ihtimal bile kalbimi o denli sevince boğdu ki, resmen dünden beri üzerimde oluşan ölü toprağı atmışım gibi birden vücudumda bir takat bulmaya başladım. Elbette bu yüzümdeki çarpık gülümsemem, onun annesini görene kadardı. Resmen topuklu ayakkabılarının sesini duymak bile beni ürperttirdi. Hemen kaçacak bir yer aradım ama zaten onu bir şekilde görmek zorunda olduğumu kendime söyleyerek sakince mutfağa geçtim. Birazdan burada olurdu. En iyisi Jennie'nin son anda hatırladığı emalini atma işinin bitmesini beklemekti. Fakat kadın tahmin ettiğim gibi mutfağa girdiğinde, sırıtıyordu. "Anılarını tazelemeye geldin sanırım," dedi, yüzünü buruşturarak. Ondan korkmadığımı söylemek istiyordum ama cesaret bulamıyordum. "Çünkü aldığım duyumlara göre, Taehyung kızgınlığını bize karşı savunmaya çalıştığı eşiyle değil de sürtüklerle geçirecekmiş. Bir sürtük kadar değerin yokken bu evde, bir de bakmıyor musun bana o gözlerle, çıldırıyorum." Bu sözlerin karşısında o kadar çaresiz kaldım ki, inkâr da edemedim. "Neyse, keyfim yerinde. Çok isterdim senin şu iğrenç suratına bir tokat atıp kendine getirmeyi. Ama ne hikmetse bu evden yakından saçlarından sürüklenerek defolup gideceğin yönünde. O günleri bekliyorum. Dışardaki bir itten farkın kalmadığında nasıl olsa her türlü ölüp gidersin bu salaklığınla." Yumruklarımı sıkıyordum. O ise bunu görüp alay ediyordu benimle. O kadar zor geldi ki başımı kaldırıp gözlerine dimdik bakmak. Eğmek zorunda kaldığım bu başım herkes tarafından bir şekilde eğiliyordu ve burada kimse bunun kendilerinin yaptıklarının farkında bile değildi. "Zavallı... çok korkmuştum oğlumu baştan çıkardın diye. Meğerse oğlum sandığım gibi seninle sadece eğleniyormuş. Ona gelince en sevdiği yemekleri yapacağım. Yorgun ve bir omega tarafından tatmin olmuş olarak döner şimdi. Sende burada acılarla kıvranırsın emi." Söyledikleri yüzünden çenem titriyordu ve ben bir an önce yanımdan ayrılsın diye bekliyordum. Ama uzunca yüzüme alayla baktığını hissettikten sonra Jennie'nin adımı seslenerek gelmesi içime su serpti. Annesini görünce hemen neşeli sesi cılızlaştı. "Jungkook hadi kahvaltı edelim," dedi, ben ise bu kaçış biletim olan andan yararlanarak kafamı eğerek hızlıca yanından geçtiğimde, annesi ayağıma çelme taktığında neredeyse düşecek gibi oldum. "O çoktan doydu," dedi ben ağlayarak yukarıya çıkmaya çalışırken. Hıçkırıklarımı bastırmaya çalışıyordum ama Jennie benim arkamdan gelirken gururum ayaklarımın altında öylece eziliyordu ve ben onun odasına geçerken, arkamdan gelince yüzü o kadar endişeliydi ki daha çok utandım. "Lütfen... lütfen ben biraz yalnız kalabilir miyim Jennie? Lütfen... yeterince utanıyorum. Ağlamak istemiyorum yanında." Dedim, iki elimi yüzümle saklamaya çalışırken. "Ama ben seni bu halde nasıl yalnız bırakırım, abim bunu bilse çok kızar bana." Bunu demesiyle ağlamam şiddetlendi. Zaten ben hep bir şekilde onun yüzünden ağlıyordum. O kadar büyük bir külfetti ki bu, tanımlanamaz duygularımın altında hunharca ezilerek bir başkasının yanında da bunu gösteriyor olmak. "Bilmez, korkma. Bunu senden isteyen benim. Lütfen." Dedim son kez yalvararak. Gitmek istemediğinin farkındaydım ama bu halimden ötürü de pes ederek, "Kendini iyi hissettiğinde geleceğim," dedi ve beni yalnız bıraktı. Kapanan kapıyla birlikte artık özgür olan tek göz yaşlarımdı. Ve o yaşlarda beni acıyla uyuşturana kadar yatağın içinde büzüştüm. Bu geçmek bilmedi. Bitecek gibi de hiç görünmedi. Oysa Delta'nın bana verdiği telefonu elime alırken, tek istediğim ona kalbimi ne kadar kırdığını söylemek isteyişimdi. Ondan nefret ettiğimi söyleyeceğimi, sözünde durmadığını söylemek istiyordum. Söz vermişti bana. Yaraladığım kadar iyileştireceğim diye. Öyleyse neden bu yaraladığı halimi iyi etmek yerine, gitmişti. Bile bile, beni kurduğu oyununa alet edip rezil etmişti. Amacını çözemiyordum. Aldanmayacaktım artık. O bir yalancıydı. Annesinin dediği gibi benimle eğlenen bir yalancı. Ben sandım ki; Kurdu beni önemsiyordu. Bunun için bile canımı yakmayı bırakır sanmıştım. Ben sandım ki; Her şey en kötüsüyle de olsa bir şekilde iyiye dönüşecekti. Ne büyük bir yanılgı ne de büyük bir aldanıştı bu. Çok sonra kendimi iyi hissettim. Hayır buna iyi olmak denmezdi. Sakinleştim. O sırada Jennie de kendi odasına geldi. Bana yiyeceğim birkaç aperatif yiyeceklerden ve bir de meyve suyundan getirmişti. O bunu getirene kadar açlığımı unutmuştum. Benim daha iyi olduğumu görünce mutlu oldu. Ama mutsuzdu da. Annesi ile akşam yemeğine bir yere davetli olduklarını söyledi. Tehdit ederek bana yedirtmeye çalıştıklarını yemeye çalışırken dinliyordum neden gitmek istemeyişini. Gitmek istemiyormuş çünkü ona göre annesi yakın arkadaşının oğluyla arasını ayarlamaya çalışıyormuş. Ne kadar karşı çıkarsa çıksın ikna edemediğini, bu nedenle en çirkin kombinini yapacağını söyledi. Ama dolabında olan her parça o kadar özenliydi ki tüm absürtlükler yine de onda tarz duruyordu. Yine de bunu söyleyerek moralini bozmak istemiyordum. Çirkin göründüğüne inanmak zorunda gibi bir hali vardı. Bu hali beni daha da sakinleştirdi. En azından kafamın oyalanmasını sağladı. Yaşamak demek dedim içimden; ağlamak ve bağırmak, aptalca davranmak, üzülmek ve neşelenmek, hatta korkunç ve berbat deneyimlerden geçmek... ve gülmek demekti. Bende yaşıyordum, sanırım. Bütün o süreçler geçtiğinde, havanın kararması aklımın bir köşesinde duran Yoongi ile görüşmemizin heyecanının artmasını sağlıyordu. Kardeşimle konuşurum umudu, her şeyi umursamamaya çalışmam için bir sebep haline geliyordu. Ama yeterli değildi. İşçilerin de gittiğini anladıktan sonra dikkatli bir şekilde üst kata çıktım. Sonuçta kimse diyemezdi neden buradasın diye. Ama hyungun nasıl geleceğini de merak ediyordum. Kafam çok karışıktı ve ben yenilen odanın içine bir yabancı gibi girerken, her şey tuhaftı. Siyah saten çarşafların olduğu yatağın, yanlarında duran ayaklı ışıklandırmalar, kartonpiyerin yaydığı saf ışık, beyaz perdenin yanlarında sarkan siyah fon perde, önünde uzun siyah bir kanepe, onun hemen önünde beyaz yünlü küçük bir halı ve üzerinde cam bir sehpa. Bazı köşelerde heykeller vardı. Kitaplık konulmuştu. Sevindiğim tek şey bu iken, duvardaki tablolara sadece göz ucuyla bakmıştım. Siyah ve beyaz bir oda. İyilik ve kötülük gibi. Canlılık katan sadece boydan pencerelerinin yanlarına konulan birkaç saksıdaki yeşillikti. Gözlerimin yönünü giysi dolabına yönlendirdim. Tüm o dağınıklık düzeltilmişti. Kırık çekmeceler gitmişti. Temizlenmiş ve ortamda hijyenin kokusu vardı. Ne kadar garipti, eşya üzerinde her şey yenilirken insana verilen zarar neden hiç geçmezdi ki? Öylece bir tarafta duran Delta'nın kıyafetlerine bakıyor, bir yandan da kendi kıyafetlerimin yönüne. Sonra birdenbire aklıma gelenle elim ayağım titredi. Fotoğraflar... onları biri bulmamıştır diye umuyordum. Yine de nedensiz geçirdiğim bu huzursuzlukla ellerim hızlıca koyduğum yere gitti. Aradım taradım, neredeyse tüm kıyafetler oldukları yerden ayrılmışlardı ama bulamadıkça kafayı yemeye başlamıştım. Hayır, hayır... biri bulmamış olsun. Ama ne o ceket vardı ne de daha öncesinde koyduğum o çarşaflar. Belki de onlarda çöpe gitmiştir. Birinin eline geçmesi yerine çöpe gitmelerini dilerdim. Eğer onun hamile olduğu anlaşılırsa, Delta bunu öğrenirse, yakın zamanda kardeşini de bulurdu. En nihayetinde bunu ondan sakladığım için yine ben suçlu olurdum. Ama eğer bulan biri olsaydı bu evde hemen konuşulurdu, Yoongi hyungun kulağına giderdi ya da kadın bunu yüzüme fırlatıp Taehyung'a söyleyeceğini söylerdi keyifle. Tüm bunlar olmadı. Evet olmadı. Her şey yolunda. Yoluna girmeli. Ama hiçbir şey yolunda değildi. Birden dizlerimin üzerine çöktüğümde, elim kalbimin üzerine kondu aceleyle. Oradan bir feryat duyuldu. Kurdum sanki tüm organlarımın içini tekmeliyor, kalbimi öylesine hızlandırıyordu ki bedenimin her bir yanında zehirli bir acı yayılıyordu. Kanım, içinde hareket eden bir köz varmış gibi delip geçti beni. Kafam zemine doğru yaslandığında, acı, acı büyüyordu. "Delta," diyordum sadece acının verdiği o solukla. "Yapma." Canımın neden acıdığını anlamak sandığımdan daha çok can yakıcıydı o sırada. Kesif bir tat ağzımın içinde eşeleniyordu ve ben sancılar içinde kan ter içinde kalmış, acıyla inliyordum. İlaçlar, içmeyi unuttuğum o ilaca lanet ettim. Ve onun durmasını, benden başkasına dokunmasın diye yalvaracak haldeydim. Acı beni çoğaltıyor, paramparçaya ayırıyordu. Sanki göğsüne biri gelip paslı ve kör olan bıçağı zorla sokuyor, deşiyor ve tekrar tekrar bunu yapıyordu. İniltiyle kavrulmuş vücudum, bir anda kesilen ağrıyla derin bir soluk aldığında yerde darmadumandım. Toparlanamıyordum. Ama hemen ardından kasıklarımda sızlayan sancı gün yüzüne çıktığında, bu daha önce hiç anlamadığım kadar yoğun olmaya başladı. Vücudum ısınıyor ve sanki o zehir birden kanımı kaynatmışçasına vücudumda dayanılmaz bir duygunun, iç bacaklarımın aşırı hassas olmasına sebep oluyordu. Bana ne olduğunu anlayamadan dolu gözlerimle kapatmış olduğum kapının ardına sırtımı yasladım. Soluk soluğa kalmış ve önüme dokunma isteğimi yok saymaya çalışıyordum. Ama kalçalarımın arasında ıslaklık hissi ile boğuşuyor ve bacaklarımı kendime çekerek, bu yoğun hissi uzaklaştırmaya, bastırmaya çalışıyordum. Lakin pantolonum beni rahatsız ederken, onu her hareket edişimde daha da sızlanmasına sebep olduğundan çıkarmaya çalıştığımda fazlasıyla güçsüzdüm. Tenimden yükselen kendi kokumu alabiliyordum. Gül ve lavanta kokusu. Bu yoksa, tahmin ettiğim şeyin habercisi miydi? Daha önce yaşamadığım şey karşısında ne yapacağımı bile bilmiyordum. Şimdi daha çok ağlamak istiyor ve lanet ettiğim her şeyin üst üste gelmesinden dolayı bu hayatımdan ölesiye nefret ediyordum. Çünkü sarsılan bedenimin göz kapaklarında dinlenen Delta'nın varlığı yüzünden deliriyordum. Onu düşünmek istemiyordum. Özellikle o bir başkasına böyle fütursuzca dokunurken. Duyularım hem o kadar açık hem de o kadar kapalıydılar ki, bir anda kapanan ışıklarla ne olduğunu anlayamadım. Alnımda biriken teri silmeye çalışırken, nefes nefeseydim. Nefesim ciğerlerimde tam durmuyordu ki, "Kokunu alabiliyorum omega," diyen sesle kalbim dehşetle göğsüme çarptı. Gözlerim karanlıkta fal taşı gibi açılırken, "Neredesin," diyordu uzun uzun. Namjoon'un iştahlı duran sesi ve burnuma kadar sızan kokusuyla, gözlerim durdu. İhtiyaçla kıvranan bedenimde onun sert odunsu kokusunu alıyordum. Bundan hoşlanmamıştım. Bundan hiç hoşlanmamıştım. Ellerim titreyerek arkamdaki kapıda duran anahtarı sessizce çevirmeye çalışırken nefesimi tutuyordum. Ama çevirdiğim an da kapıya vurulan iki elin şiddetiyle korkuyla geriye kaçtım. "Buldum seni," dedi gülerek. "Biliyorsun ki... onunla gerçek bir evliliğin bile yok. Şu anda kızgınlığa girmiş durumdasın. Ben olduğum için şanslısın. Seni incitecek hiçbir şey yapmayacağım. Hadi aç kapıyı, bacak arandan akan o tatlı tadına bakayım." Kafayı yiyecektim. Karanlıkta onun bana saydığı dehşet sözlerden ötürü kasılan midem, zayıflayan bünyem yüzünden doğru düşünmeye çalışıyordum. Kendimi koruyacak bir şey arıyordum ama elime pantolonum geçince, orada duran telefonu alıp hiç düşünmeden Taehyung'un kendisini kaydettiği numarayı arayıp çalmasını bekledim. Fakat açılıp açılmadığını anlamadan Namjoon tekrar kapıya sertçe yumruklar atmaya başladığında, kırılacağını sandığım kapı yüzünden büyük bir çığlık attım ve korkudan dolayı elimdeki telefonu yere düşürdüm. Hayır, şimdi ekranın yaydığı o ışık kaybolmuştu. Ekranı çatlayıp kapanmıştı. "Ne işler karıştırıyorsun sen orada?" diye bağırdığında, soluk soluğaydım. "Onu aradım, onu aradım ve o birazdan gelecek." Dedim bağırarak. Ama sesimin korkaklığı beni ele verecek türdendi. Titremem kesilmiyordu, bacak aramda yoğun bir acı ve akıntı vardı. Terden dolayı üzerimde duran kazağım tenimi kaşındırıyor ve yakıyordu. Ancak bir umut diyordum, bu dediklerime inanır ve giderdi. Ama hayır, "O bir Delta omega, kızgınlığındayken ve birini düzerken, senin onu çağırmanla geleceğini mi sanıyorsun? Aptal. Onun için önemli olduğunu mu sanıyorsun? Bu yüzden seni istiyorum. Boş yere çürüme ve sana sevilmenin nasıl bir his olduğunu göstereyim," dediğinde, sesindeki o arzunun hırsı çok farklıydı. Beni çok ama çok korkutuyordu. "Eğer, istersen... Seni bu işten uzakta bile tutarım. Abinin sırrını saklarım." "Defol," diye bağırdım ona. Bu konu üzerinden bile bedenimi kullanmaya kalkışacak olması midemi bulandırdı. "Sen iğrenç bir adamsın. Taehyung hepinizden çok daha merhametli." "Pişman olacaksın," diyerek son kez kapıyı yumrukladığında, gittiğini anlamakla derin bir nefes aldım. Sicim sicim akan göz yaşlarım derin derin nefesler alarak kendi sıkarken, kokusu diyordum. Onun kokusunu arzuluyordum. Ellerimi kaldırıp onun takımlarını, alaşağı ediyor, onun kokusunu arıyordum. Neredeyse yok gibilerdi. Onları kendime sarmaya çalışıyor, bu aç duyularımı tatmin etmeye çalışıyordum. Fakat hiçbiri yeterli değildi. Yorgun göz kapaklarım, utançla bacak aramda sıkıştırdığım ellerimle, yan yatmış onun kıyafetlerinin arasında yatıyordum. Kalkmaya ne gücüm vardı ne de bundan sonra açılan ışıklar yüzünden gözlerimi açmaya. Sadece acıyla inliyordum. Bu süreç saniyeler boyunca sürüp gidiyor, kendime dokunmaya çalışsam da bu çok başarısızdı. Çünkü yapamıyordum. Kendime nasıl dokunacağımı bile bilmiyordum. Dayanılmayacak bir hal aldığında, bayılacağım sandım. Ama odada sertçe dolanan o ayak sesleri yüzünden yine Namjoon geldi sanarak korkuyla kendimi korumaya almaya çalışır gibi cenin pozisyonunda duruyor, yalvarıyordum. "Jungkook, omega!" diye bağıran sesi duymamak için kulaklarımı kapatıyordum. Her şey uğulduyordu. Şimdi de aklım onun sesini sanki Delta'ya aitmiş gibi duyulmasını sağlıyordu ve ağlamam şiddetleniyordu. Çünkü kapı kırılmak istercesine birkaç kez üst üste darbeler yedikten sonra açıldığında, ağlayışım hıçkırıklara dönüştü. Gözlerimi açmaya korktum. Ama o sıcak elleri tenime ulaştığında, kıyafetlerden aldığım kokusu tüm bedenimi ele geçirirken yavaşça gözlerimi açtım. İşte o derin mavilikler beni içine çekerek bakıyordu. Orada en büyük yangınımı görüyordum. "Buradasın, sensin değil mi Delta?" dedim nefes alamayarak. Gözlerimden akanları parmaklarıyla silmeye çalıştığında titriyordum. "Yine seni mi görüyorum ben düşlerimde?" Beni kucağına aldığını hissettiğimde, burnumu beni delip geçen boynuna yasladım. Oradan nefes almaya çalışıyordum. O beni yatağın üstüne bırakıp geri çekilecekken izin vermedim buna. Yine gidecek miydi? Neden konuşmuyordu? O bir hayalden başka bir şey değil miydi yoksa? Öyleyse, bu karanlık gözler neden bana bakarken kendisini zor tutuyormuş gibiydiler. "Beni yine gerinde yara bere içinde mi bırakacaksın Delta? Söz verdin. Şimdi iyileştirme zamanı."
Abooowwww.... Şimdi ne olacak? Ne olmasını isterdiniz? Söz veriyorum yazdıklarınızı dikkate alarak yazacağım diğer bölümü. Ben Nicotesy, görüşmek dileğiyle. |
0% |