Yeni Üyelik
24.
Bölüm

24. Bölüm

@nicotesy

SELAMMM... BEN GELDİM? KİMLER BURADA :)

Bu bölüme oy vermeyi ve yorum atmayı unutmayın, desteklerinizi bekliyorum.

İyi okumalar ballarım, sakin okuyun.

...

"İnsan her şeyi anlatamaz, zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez... Ağlamak ise ne güçsüzlük belirtisiydi ne de güç belirtisi. Sadece insan olmanın getirisiydi."

...

 

Bölüm 24: Çaresiz, içimdeki çocuk bir günah gibi hep suçlu. Senin halen ellerin soğuk, içimde büyüyen umutlar var ama olsun.

İnsan denilen varlığın bin bir yüzüyle karşılaşıyordu. O yüzdür ki bana ecel terleri döktürüyordu. Bakıyorum ama göremiyordum da. Bazen insanın gerçekten içi yoruluyordu. Bunca hoyratlık, bunca kan, bunca hunharlık, bunca yalan dolan, iftira, ruhlarımızda iz bırakmadan mı geçip gidiyor sanıyorlardı? Yorgundum, iz ve iftira dolu gözlerim korkuyla sıçrıyordu.

Çünkü Delta'nın bakışlarının tutsağı bendim artık.

Bana bakıyordu, eğer bakışlar bende bir anlam bulsaydı bilirdim ki anlamı şu olacaktı. Hayal kırklığı, öfke, hesap sorma, gurur ve şaşkınlık. Her biriyle bakarken aslında ben her biriyle cevap vererek baktım ve eğdim başımı. O zehir zemberek sözlerin içinde ben sadece kardeşimin taşındığı resimlerin hesabını vermeliydim.

"Bu doğru mu?" diye soran Delta'nın baskınlığı, düşmüş çenemi kaldırmaya bile yetmiyordu. Gözlerim acıyla kavruluyordu. Şimdi ben ağzımdan ne kaçırmalıydım? Kardeşini bile acımadan bir kurşun sıkabilen bir adama, ben kendi kardeşimin adını kullanarak nasıl ses vermeliydim. Doğru dersem ne değişecekti, onun bana bir güveni yok iken biz nasıl bir adım ileriye gidecektik. "Sana sorduğumda bana bir cevap ver!"

Karşısında küçücüktüm ve o beni olduğum yerden sarsmaya gelmişti. Kollarımdan tuttuğunda, kendisine bakmam için zorluyordu. Ona dolan gözlerimle bakıyordum ve sanki ona her baktığımda gözlerimden yaş akmalılarmış gibi bir tepki doğuyordu. "Doğru değil diyemem Delta, ama yanlış demekte sonunda yine yanlışa götürür beni. Ama bil ki ben kimseye yalvarmadım kaçmak için. Çünkü senden kaçamayacağımı biliyorum."

Acı iniltiler eşliğinde onun gözlerine baktım. Beni dinler gibiydi. Yeminlerim olsun eğer o kaşlarından biri biraz olsun çatıldığı yerden geriye kaçsa, içimi yakan mavilikleri biraz olsa geriye kaçınsa, beni anladı derdim. Hayır, onun zedelenmiş gururuna tokattı bu ortalığa çıkan. Sakladıklarımla, olmayan itibarımı ihanetle karalatan.

Dişlerini sıktı. Gözlerimin önünde biraz daha zorlasa kıracak sandım onları. Bir şey için sıkıyordu kendini. Belki de kollarımdaki baskısının artarak ve daha sonrasında yok olması da bunun gerçeğiydi. Bana zarar mı vermek istedi yoksa zarar vermedi diye bu hınç dolu tavrı sergiledi, bilemiyordum. Tek bildiğim, ayakta duran annesinin eğik dudaklarının, burnundan soluyan havanın içinde bile beni yok etmek istediğiydi. Keza yerden sekerek kalkan Namjoon, acı ile buruşan yüzünü benim gözlerime diktiğinde, sanki aynı enkazı bende de görme telaşındaydı. Özellikle yüzü halen bana dönük olan Delta'yı kendisine çekecek bir yön bulduğunda.

"Taehyung," dediğinde, Delta bakışlarıyla beni ezip biçtiği ve soru işaretleri bıraktığı yüzünü çekmişti benden. Ama keşke hep bana baksa ve gerçeği benim de onun yüzünden izlememe izin verseydi dedim içimden. Çünkü ben ona aslında buradaki en dürüst kişiydim. Arkasını bana döndüğünde, o görmediği yalana baktı ve ben onun yüzünü göremediğim için ne düşündüğünü de anlayamıyordum. "Beni dinle kardeşim. Beni tanıyorsun, eğer ondan bir yeşil ışık almasam ve senin onu gerçekten eşin olarak kabul ettiğini bilsem yaklaşır mıydım ona? Bir düşün. Daha öncesinde sana karşı bir hata yaptığımı söyleyemezsin. Gözünde biz onun kadar mı değerli değiliz," dedi, kırılmış sesinin gerçekliği ile şaşkınca bakıyordum ben bu adama.

Bu adamın bir sınırı yoktu.

Eğer bilmeseydim onun ne kadar iğrenç biri olduğunu, inanırdım. Ben öyle çok inanırdım ki bu gördüğüm manzaraya, Delta'nın ona nasıl kanmayacağını düşünüyordum. Şimdi dudaklarım parçalanıyordu dişlerimin arasında.

Belki de ona gerçeği söylemeliydim, diyordum. Ama bilsem, azıcık da emin olsam öfkesinin dindiğine dair. Yumacaktım gözlerimi, söylemek istediğim her şeyi apaçık söyleyecektim. Lakin ben öyle sindim ki yerime onun korkusundan. Bu yanlıştı, bu en çok bana zarardı, biliyordum. Sadece en aptallar, çaresizliği kabullenirdi, hor görülmeyi ve kimliksizleşmeyi. Ama kimse buna mecbur bırakıldığımı anlamayacak kadar körleşmişlerdi. Ellerinde benim en değerlim varken, onu tek bir sözümle yok edeceklerini söylerken durmadan, ağzımı açıp konuşmamı nasıl beklerlerdi şimdi benden?

Bir cevap yoktu Delta'dan. Sıktığı yumruklar bir cevap sayılmaz ise.

Üçümüzün arasında kalmıştı ve sadece bana sırtı dönüktü bu adamın.

Annesi o suskunluktan yararlanarak, "O," diyerek yüzüme baktı ve dimdik sandığım Delta'nın boynundaki ilmeği bilmiş gibi ayağında duran tabureyi ittirebilmek için yakın durmaya çalışmıştı. En azından kendinden emin bir şekilde ona yürürken öyle hissettirdi ve ben, onu korumak istedim buradaki insanlardan. Sanki kendimi ondan korumam mümkünmüş gibi. Oysa bütün sözlerin zararı en çok banaydı. "Ona bizden daha çok mu güveniyorsun oğlum? Bu zamana kadar sana hep annelik yaptım. Bunun ayrımcılığını çocukluğundan beri hissettin mi hiç? Öz annenin sana sarıldığından daha çok sarıldım ben sana. Niye? Çünkü sen benim evladımsın. Seni korumak istiyorum bu yanlıştan. Senin sahiplenmek istediğin kusuru söylüyorum."

Sonrasında dolu gözleriyle Delta'nın karşısında durduğunda aklımı yitirecektim. Kullandığı cümlelerin okları oğlu dediğine değil de bana atıldıkları için.

"Onu patakladım diye konuşmadın benimle. Bunu hak ettiğini sende biliyorsun. Namjoon bana en başından beri gerçeği söylediğinde, ben sakladım. Çünkü kendin fark et istedim. Bir gün bu yaşanacaktı belli ki. O ahlaksız ve düzenbaz biri. Seni ayartacağını düşündüğümden buna engel olmak istedim. Çünkü sen oğlum ne kadar büyürsen büyü ne kadar güçlenirsen güçlen... O arka bahçede düştü diye, kimse görmesin diye göz yaşlarını hızlıca silen çocuksun. Kanarsın. Anlamazsın da. Senin suçun değil. Öfkeni yumuşatan bir çocuk var içinde, ama bu senin suçun değil. Sen karşında, ben senin düşmanınım diyenlere düşman dersin. Karşında durmadan ağlayan, sızlayan, masum yüzlü şeytanların oyunlarından bir habersin. Ama senin suçun yok oğlum."

Eğer bu hakikatin içinde olmasaydım, ben bile inanırdım bu sözlerin altında yatan kirli manalarca dövülen kendimin bu kadar iğrenç biri olduğunu. Dehşetle açılıp kapanan ağzım, o anda her şeyi itiraf etmek için açıldılar.

Fakat bu hamlemi gören, Namjoon, "Ona o fotoğrafları ben verdim. Kapıda bekleyen özel kurye, senin adını verince meraklandım ilk, ama sonra onun adından bahsedince inanamadım. Aldım ve açtım içini. Gördüklerimle kaldığımda, arada bir bebek vardı ve üzüldüm anlıyor musun? Yine de bunu sana verecektim, hatta bunun için odana gelmiştim. Fakat o pencereden görmüştü, nerden olduğunu bilmiyorum ama böyle bir şeyin geleceğinden haberi vardı ve bana yalvardı Taehyung. Biliyorsun ki, ezelden beri içim parçalanır böylelerine. Acıdım ve verdim. Sanırım bu en büyük hatamdı. Ondan sonra sürekli olarak benden yardım istedi. Yardım karşılığında beni kışkırtacak cümleler bile kullandı. Onu durdurdum. Senin yeteri kadar iyi olmadığını düşündüğümden yaptım. Yeni sakinleşmiştin. Bunu bozarak seni üzmek istemedim. Aslında bu cezayı hak ettim. Kardeşimsin, senden böyle şeyleri saklamamam gerekir," diyerek bana baktığında kalbim çok hızlı attı. Söyleyeceği şeyi bana söylüyordu şimdi de. "Özellikle sen onu ve kaçtığı sevgilisini bulup öldürmek istediğini her fırsatta söylerken."

Bunu halen istiyor muydu? Bu gerçek miydi? Başımı döndüren bu kumpas dolu olayların içinde halen yaşadığım şoku atlatamıyordum. Delta'nın ailesinin bu hali gerçek olmayacak kadar iğrençti. Kandırdıkları bu adamın benden daha acınası bir hayatı vardı. Ve onu korumak istedim. Ama beni ondan koruyacak kimim vardı şimdi?

"Yeter, susun!" diye bağırırken, çıldırmış gibiydi.

Korkuyla iki adım geri gittim. Açıkçası tutunacak bir yer arıyordum. Arkasına dönerek bana sordu o saf öfkenin olduğu gözlerle. "Doğru mu? Namjoon'un anlattıkları doğru mu diye soruyorum sana? Söyle bana," diye bağırdığında nefes alamıyordum. "Omega, yalandan nefret ederim ve bu senin son şansın. Ya bana gerçeği söylersin ya da yalanını. Çünkü gerçekler ortaya çıktığın da ya da olduğu gibi kaldığında, bil ki bunun cezasından kaçışın olmayacak."

Namjoon'un bana hodri meydan olarak sunduğu bakışları, acısa da umursamadığı kendisiyle topallayarak bir yere tutunma çabasını izledim. Yüzü beyazlamıştı ama kimse benim kadar hortlayamazdı burada.

"Ne dersem diyeyim Delta, bir şekilde burada haksız bulunacak olan benim." Dedim korkum ve felaketimin bana sunduğu bu ortamın havasızlığıyla. Can çekişiyordu sesim. "Ama ben o dedikleri kişi değilim. Yemin ederim ben asla öyle bir şey yapmadım. Ben ona hiç yaklaşmadım."

Benim sesim cılkı çıkarak çıktıysa ağzımdan, onunkiler o kadar netti. Ne titriyordu ne de kararsız duruyordu. Hakkı olan tek soruyu soruyordu, "O zaman söyle?" diyerek peşkeş çekiyordu. "Bu resimler nasıl eline geçti?" diye sorarken başını eğiyordu ve sanki duyamayacağımı düşünerek yüzüme yaklaşıyordu. Yüzümde yakalamak istediği o tek çarpık ifade ile kumpas kuracaktı bana. "İki seçenek var? Ya Namjoon'un dediği gibi oldu her şey ama öyle olsa bile nasıl haberin vardı geleceğinden? Ya da dışarıdan içeriye giren biriydi kardeşinle iletişime geçen. Yoksa şu anda evde olmayan Yoongi mi o kişi? Belki de Taehyun... Jennie'e buna yeltenemez bile. Belki de çalışanlardan biri. Korumalarımdan? Söyle yoksa her birini tek bir kalemle sileceğim. Beni bu kadar aptal yerine koymanız canıma tak ettirdi. Kim olursa olsun gözünün yaşına bakmam bu saatten sonra. Buna en çok sen dahilsin."

Gözlerimin içine baka baka dedi ya bu sözleri bana, içime oturdu. Niye bilmiyorum. Darıldım ona. Dün gecenin verdiği bu sıcak yaklaşımlarının ardından bana kondurduğu bu soğuk tavır yüzünden, herkesin içinde beni yine böyle sıkıştırıyor diye. Belki de gerçeğe bu kadar yaklaştığı için korkmuştum. Tek bildiğim ondan ve yapacaklarından korkuyordum. Şimdi ona karşı güven dolu sandığım yerler titriyordu. Olası bir depreme hiç hazırlıklı değillerdi ve ben, kaçtım.

Gözlerinin içine bakarak, benden bir cevap almanın peşinde olan adamın huzurundan kaçtım.

Tek bildiğim bir yer vardı, o da onunla olan odamızdı. Ve ben hızlıca çıkmaya çalıştığım merdivenlerden onun arkamdan geldiğini bilerek kaçıyor olmam, arkamdan tüm duvarları çatlatacak hiddette bağırmasına rağmen duramıyordum. "Jungkook, bu konuşma burada bitmedi. Sen kendini ne sanıyorsun!" Hayır ben onun yüreğimi kahreden sesini daha fazla duymak istemiyordum.

Odaya girdiğim anda merdivenin sonunda görünen Delta'nın yüzüne kapıyı kapatırken, hızlıca kilitlemeye çalışıyordum. Sadece sakince düşünmek istiyordum. Korkudan aklımı kaybetmiştim ve bir çıkış arıyordum. Bulamıyordum da.

Kapıyı yumruklarken, "Aç şu kapıyı, böyle yaparak benden kaçabileceğini mi sanıyorsun? Sence bu tahta parçasının engeli sana ulaşamayacağım bir zorlukta mı?" diye bağırırken, pencere kenarına sinmiştim. O kadar hızlı atıyordu ki kalbim, aynı gün içinde yaşadığım bu karmakarışık duygularımın içinden kendimi cımbızlayamıyordum.

Burada güçsüz, köşeye sinmiş olmak kadar çok az acı veren şeyler vardı. O da Delta'nın bu durumun artık peşini bırakmayacağı gerçeği. O aşağıdakiler yine emellerine ulaşmışlardı. En kötü bendim. Oysa benim kardeşimin ve onun kardeşini onun ellerinden korumak dışında ne yapmıştım?

Ve dediği gibi yaptı. Gücüyle o kapıyı kırmıştı. O meftun gözleri alacaklı gibi üzerime üzerime geliyordu. Teslim olmuştum. "Ne sanıyordun, böyle yaparak sorduğum o sorulardan kaçabileceğini mi?" diyordu alay dolu bir öfkeyle. O dudaklarındaki sahtelik yavaşça soldu. Gözlerimin içine dik dik bakıyordu. Hemen bir adım karşımda duruyordu. "Böyle yaparak aslında ban bir cevap verdin sen. Bu korkaklığınla. Çünkü doğruydu. Bu evden biri sana yardım ediyor. Sen bu müşkül halinle bile sana tam da merhamet gösterdiğim vakit, tıpkı bir düşman gibi olduğun yerden çıkarak arkamdan iş çeviriyordun."

Sonra kaskatı duran çehresi, "Konuş!" diye bağırdığında olduğum yerden sıçradım.

Gözlerimdeki çapalanan korku büyüdü ve kendilerini aşağıya sallandırdığında yumdum orayı. Nefes almaya çalışıyordum. Başaramadım. Tökezlemiş kelimelerim beni taşıyordu. "Konuşmak istiyorum ama senden ve yapacaklarından bu kadar korkarken, nasıl söyleyeceğim ben her şeyi."

Omuzlarımdan tutarak yüzlerimizi yakın tuttuğunda dişlerinin arasından konuşuyordu. "Sana ne demiştim ben omega, eğer sana güvenirsem... bunu yapmayacağımı söylemiştim. Peki sen ne yaptın? Neler yapıyordun? Bir de sandım ki... ben sandım ki kardeşim sana yaklaşmaya çalışıyor, seni rahatsız ediyor... Onu bunun için bile öldürmek isterken, sen ne yapıyormuşsun omega?" diyerek geriye çekildiğinde gözlerime nefretle, tiksintiyle bakıyordu. "Onu buradan kaçmak için bile kullanmaya, yoldan çıkarmaya çalışıyormuşsun. Ben abini bu evliliğe zorlamamıştım bile. O ne yaptı? Bir ahlaksız gibi sevgilisinden hamile kaldı ve benimle evlenmemek için tam da düğün günü kaçtı. Sen ise onurluca onu savunuyorsun bana. Ama sen benimle nelerle boğuşuyor olduğumu bilemezsin. Belki de sandığım kadar, ya da sana yakıştırdığım kadar iyi biri değilsin. Masum ise hiç. Çünkü bir ahlaksız var karşımda, kardeşimi bile kendine çekmeye çalışan bir ahlaksız."

Bu son raddeydi benim için. Bu son kez kendime yedirdiğim hakaretti.

Ben bu kadar ağır cümleleri duymayı hiç hak etmedim. Ben ki tüm ilklerimi onun bana olan nefretine rağmen yaşarken ses çıkarmadım, eşimdir dedim. Ama bu gözler ve sözler bunların hiçbirini hak etmiyorlardı şimdi. Ben bir aptaldım ve önümü göremiyordum.

Sinirden, öfkeden, kırgınlıktan kızarıyor ve pişiyordum. Bu sözleri çok bilmişlikle söyleyen yüzüne, kaldırdığım elimle sert olmasını umduğum bir tokat attığımda korkmadım. Diledim ki bu onu kendine getirsin ve sınırlarını bilsin artık.

Ama sol tarafına dönmüş başının şaşkınlıktan dolayı kaskatı olduğunu bilsem de artık yüzünde tiksinme olan bendim.

"Sen, sen artık sınırlarını aştın. Bir sırrım var diye, kardeşimi korumak istiyorum diye bana yaptığınız zulümlere, hakaretlere dayandım. Senin benim eşim olmana bile katlandım ben Delta. Ama yeter, dur artık. Sınırını bil artık. Bir tek namusum kalmıştı dil uzatmadınız, ailecek bunu da yaptınız. Ve sen, dün gece bana ne yaptığını ne çabuk unuttun. Madem bu kadar ahlaksız ve iffetsizim, dayanamıyorsun. Düşman belledin beni. Öldür de kurtul. Ben ancak sizin elinizden böyle kurtulurum. Artık yeter... bu sır yüzünden bir canımı bıraktınız bende, onu da alın. Alında benden kurtulayım sizden."

Elini yüzüne yaslayarak yavaşça bana döndüğünde artık korkmadan bakıyordum ona. Daha fazlasını yapamaz diye. Ama üzerime üzerime yürüyerek beni duvara sıkıştırdığında, gözleri öyle çok açılmış ve yüzündeki damarlar ortaya çıkmışlardı ki, sindirdiğim o korku öbeklerimi duman altında bıraktı, o öfkeyle solurken, hemen ardımdaki duvarı eliyle yumruklayıp bırakırken.

"Bu attığın tokadı sakın unutma." Dedi hırlayarak. O öfkeyle çatallaşan sesi yakıyordu ciğerlerimi. En çok da yüreğimi. "Ölmeyeceksin. Ben senin abinin kanını dökene kadar bekleyeceksin ölmeyi. Hatta şimdi dur ve beni bekle, çünkü döndüğümde o sırrının bir anlamı kalmayacak çünkü onu kendi ellerimle öldürüp geleceğim."

Gitmek için sabırsızlanan, kurnazca duran yüzüne bakıyordum başı boş. Beni sardığı bu ablukada sığındığım içindeki kurduna yalvarıyordum. Deltanın kendisinin beni sevmediğini çok iyi biliyordum. "Yapma... bu kadar acımasız olmak zorunda değilsin." Diyordum, ama o acımasız olmakla gurur duyan birisiydi. Bunu yapamadığı için böylesine öfkeliydi. "O hamile, bu kadarını yapmış olma bir kimseye. Ben bu kadar kötü bir adam için mahvolmamayım. Yalvarırım sana."

Kafasını salladı ve o yaralı gözünün üstündeki kaşını bana tehdit eder gibi kaldırdığında, "Bu bana kaldırdığın elden sonra hiçbir anlam ifade etmiyor. Şimdi kaçtığın bu delikte dur. Ben gelene kadar dur öylece, zaten ecelin olarak döneceğim buraya," dedi ve o ecelim olacak gözleri bana canımı alacak gibi bakıyorlardı.

Beni gerisinde bırakırken omuzlarının kasılışı ve her hareketinin hunharca çıkardığı sesler tarifsizdi. Sanki her adım atışı kalbimi ve ruhumu aynı anda ezdiği gibiydi. Dur demeyi istedim, durduramayacağımı bile bile. Aklımın kaybolduğu bu dünyada başım dönüyordu ve ben nefes alamıyordum. Can havliyle ağır bıraktığı bu kokusunun yamacında bulduğum tiksintiyle pencereye açtım. Ağlamam durmuyordu ve nefesler boğazımda diziliyordu. Bilhassa o adamlarını toplarken avluda, benim sesimi duymuş gibi bana bakıp önüne dönmesi gibi ve ardından her biriyle bu evden ayrılışı gibi

Yapacaktı. Aklına koyduğunu bulmadan gelmeyecekti.

Beklemekti şimdi yapılması gereken, büyük bir sabırla beklemek.

Tüm dualarımla beklemeye koyulduğumda her birinde bir merhamete buladım onu. İnsafsız kalleş yüzlere inat onun buraya eli boş gelmesini umdum. O açık pencerenin önünde durmaksızın ağladım. Sonra boşluğa daldı yüzüm. Nefesim sakinleşti. Hissizleştim. Bu kısa bir süreydi, sonrasında Jimin'in ellerinin yere düştüğünü ve bir elinin karnında durarak can verdiğini hayal ettim, bu kendime yaptığım en büyük kötülükken gücümün yettiğiyle Delta'yı kendi ellerimle öldürmek istedim oracıkta. Sonra, yine durağanlaştım.

Ama burada oturarak dışarda olan her şeyi de görüyordum.

O her yeri birbirine katan annesinin elinde küçük bir çantayla, üzerine giydiği tüylü montuyla kapıya getirilmiş olan araca bindiğini gördüm. Gidiyordu, muhtemelen kanına zehir gibi işlediği Delta'dan bir de utanmadan özür beklediğinden gidiyordu. Artık onun bu sersefil olan karakterini çözmüştüm. Peki o ırz düşmanı şerefsiz adam nerelerdeydi? Jennie neden gelmemişti. Ben bu koca hapishane de kendi cenazemin kalkmasını mı bekliyordum yoksa bana getirilecek olanı mı? Bilmiyordum, yine bunun kendiminki olmasını dilerdim.

Çok sonra kızmadım bu ekşiyerek buz kestiren, yağmur yağdıran bulutlara. Yalnızca gözlerimden pıhtılaşmış kanlar yağdı yeryüzüne. Ağlamadım. Yalnızca ölüm çığlıkları duyuldu kimsesiz döşeğimde, zeminin içime işlettiği soğuk mermerinde. Pişmanım. Heba olan seneler boğazımda hesap soruyordu, bu yaşa geldin ve sahip olduğun bir kardeşti, onu da koruyamadın diye. Sevmedim. Aslında hiç, çünkü sevmek... Bir nebze ölümü beklemektir. Beklemedim. Beklemek sonunda bozdurur niyeti. Niyetlenmedim. Altmış bir günlük bu borcu göze alacak yüreğim yoktu çünkü. Benim bu evde geçen süremi tekrarlamaya hiç gücüm yoktu.

Yolunu gözledim Delta'nın saatler oldu dönmeyişi. Sahi saat kaçtı. Alacakaranlık çökmüştü. Kimsecikler gelmemişti. Belki de herkes bu kıyamet geceyi ona ve bana armağan etmişti. Gözlerimi diktiğim dış kapıda kalbimi bıraktım, onun yeniden gelip ezmesini bekliyordum işte.

Belki bu düşüncelerden dakikalar sonra üşüyen yanaklarımı tekrar yaşlarımla boğduğum bir vakitti. Vücudum güçsüzdü. Ayağa kalkmakta zorlanıyordu. Yudum geçmeyen boğazımdaki yumruyla ben o avluyu dolduran arabaları görerek güç bulduğumda, bayılacaktım. Titredim. Sakinleştiğini sandığım her şey bir palavra haline gelmişti.

Yutkunarak onun her zamanki gibi arabasından inmesini izledim. O kadar sakindi ki, kafayı yiyordum. Oysa ayakları buradan ne kadar hızlı çıkmışlardı. İki göğsümün arasında sıkışan nefesi veremiyordum bile. Çıldıracaktım. Kafamı duvarlara vuracaktım. O son beş dakikada deliriyordum.

O kapıyı açtığında, ışığın kapalı olduğunu bile anlamamıştım. O karanlık ve iri bedeni ile duruyorken, nefeslerim derin ve acele ile paylandı. İnip kalkan omuzlarım onun yüzünü gördüğünde göreceği ifadeden çok korkuyordu. Zafer mi vardı yoksa nefret mi?

O kaba dokunuşları lambayı bulup açtığında, gördüğümle sendeledim.

İşte benim dünyam gerçek anlamda böyle karardı.

Üzerindeki beyaz gömleğe sıçramış kanlar, yüzündeki o kaskatı ve donuk ifade. Yorgun omuzlarıyla yüzüme bakışı, her şey o kadar kâbus gibiydi ki. Nefes alamıyordum. Boğuluyordum. Elim boğazıma gitti, "Öldürdün," dedim, ama o kelime dilime öyle yapıştı ki onu neredeyse duyamıyordum. Ama gözlerimin takıldığı gömleğindeki kırmızılıktan onun dudaklarına ulaşan kırmızılıklar aynıydı. "Evet, birden fazla."

"Sen benim kardeşimi öldürdün..." diye sayıklıyordum. "Sen benim kardeşimi öldürdün."

Şimdi tamamen deliriyordum. Üzerine yürürken önümü görmüyordum. Onun kanını taşıyan gömleğinden göğsünü paralarken, "Katil, sen bir canavarsın. Sen bir hayvansın!" diyordum ama bu yetmiyordu. Çığlıklarımı hiçbir şey susturmuyordu. "Sen onu değil beni öldürdün," diyordum, yetmiyordu. Benim koca ömrümün sonu böyle olmalıydı.

Tanrım ne büyük bir ağırdı. Kardeşim. Jimin. Hayır. Gerçek değillerdi.

Bu gerçek olamazdı. Yıkıp döktüğüm hiçbir şey gerçek değildi. Her bir parça beni öldürüyordu. Nasıl, nasıl ben onun gerisinde sağ kalır da yaşardım. Nasıl? Annemden sonra nasıl birinin daha eceli olurdum ben? Şu aldığım onsuz bir dünyanın nefesinin hakkını nasıl ödeyecektim. Bu nedenle mi odadan itekleyerek çıkarmaya çalıştığım Delta'nın yokluğunda deliriyordum. Sinir krizi geçiriyordum. Ağlayarak bağırıyordum. Bu saatten sonra bana sağır olmaları umurumda bile değildi.

Çünkü ben kırdığım cam sehpanın parçalarıyla bileklerimi keserken kesinlikle, bu sabahı görmek istemiyordum. Ben onsuz bir dünya istemiyordum. Bu canavarın elinde, burada, koca ömrümü bu azapla yaşayamazdım. Çünkü benim yaşamak için bir sebebim kalmadı.

Şimdi dökülün usul usul, kardeşimin can kaybı kadar acıtamazdı beni bu bileklerim.

 

 

 

Bölümün sonu.

-diğer bölümü bekleyin sakince, zort, tae bundan sonra .... öyle olacak. Spoi yok, spoileri panomda veriyorum zaten :)

Ben Nicotesy, kendinize iyi bakın ballar.

Loading...
0%