Yeni Üyelik
30.
Bölüm

30. Bölüm

@nicotesy

Selam... bu bölüm ahey ahey... :)

Bakın, dünkü gibi çok yorum bekliyorum tamam mı? yarın da buradayım ben :)

zaten bu bölüme de yorum yapmazsanız, parmaklarınız kanasın emi dajslkfş

İyi okumalar.

...

"Bu dünyaya gülüp söylemek, rahat etmek için gelmedik. Bazıları için hayat kolay olabilir. Ama hayatı kazananlar acı çekenlerdir, çile çekenlerdir. Acı bir terbiyedir. Ve yaşamak insan olma yolunda verilen zorlu bir kavgadır. Zordur insan olmak."

...

Bölüm 30: Yitti, gitti o günler, bana yetti. Bir çocuk bende tükendi.

Taze kokan sayfaların içindeki mısralara gömülmeye çalışıyordum. Kafamı dağıtmasını, bundan iki üç saat önce geçirmiş olduğum sinir krizini, içimde tutamayarak dışarıya attığım hıncımın öylece geçmesini bekliyordum. Aldığım duş, uzanarak gözlerimde kuruttuğum düşlerle yokluyordum içimde ne var ne yok diye. En sonunda kendimi rafların arasından vaktimi en azından kelimelerin arasından, bir başkasının hayatıyla avutacağım hikayeler bulmanın heyecanını taşıyarak açtım o sayfaları. Uzunca da okudum. İyiydi. Bir yere kadar.

Önüme dizilen şu paragrafa kadar. Çünkü okuduğumla, sakince kenara bıraktım. Kalktım ayağa ve pencereden dışarıyı seyre durdum. Eğer burada duvarların dili olsaydı, bana buradaki yaşama dair birçok sır ve sonuç verecekti. Bu anlamsız düzene, bunca yanlış olmasına rağmen, söylenen dürüstlük kalıplarına rağmen neden bir arada olduklarına dair. Ben bulamıyordum. Ben böyle yanlış bir aile sevgisi görmemiştim. Belki babamdan dolayı az çok anlayabilirdim. Ama Jimin öyle miydi? Değildi. Ben ona sahip olduğum için çok şanslıydım. Keşke hiç öğrenmiş olmasaydı yaşadıklarımı... fakat elbet bir gün öğrenecekti bunu. Delta onunla görüşme ayarladığında öğrenmiş oldu nasıl olsa en gerçeğini.

Dilerim, ona verdirttiğim o sözü tutuyordur. Kendine çok iyi bakıyordur.

Çünkü ben halen okuduğum sözlerin altında eziliyordum. Onu düşünüyordum. Eşim olanı. Bana bir boğaz gibi yapışan, bağlı kaldığım, o istemedikçe bozamadığım bu yemini düşünüyordum. Ne yazık ki bunda bir aile kavramı yoktu. Olmayacaktı da. Sevgi yoktu, güvende. E o zaman geriye ne kaldı ki?

"Sevgi, her biri ayrı büyüklüğe ve biçime sahip taşları bir arada tutan harçtır. Eğer harç yoksa, aynı ocaktan çıkmış olsa da taşlar, bir arada duramazlar. Üst üste, yan yana dizilip anlamlı bir duvar olamazlar; yıkılırlar." Diyorken bu sözler ile evin her yerini görmeye çalışıyorlardı bu gözlerim. "Sevginin olmadığı yerde toplumun en küçük birimi aileyi bir arada tutan nedir? Hep birlikte yaşanılan mutsuzluğa bağımlı olmak mı? Kolektif ızdıraptan keyif almak mı? Cinsel yolla bulaşmış en korkunç hastalık olan akrabalıktan iyileşememek mi? Hangi aşılmaz çaresizlikti bizi aynı hücreye hapseden? Sırf aynı kadının rahmindeki yumurtalardan ve aynı adamın testislerinde üretilen spermlerden can bulmuş olmak kardeşliğe, aile olmaya yeter mi? Bizim evde kimse kimseyi sevmezdi."

Bu evde sevilen sahiden de sevilen biri var mıydı? Hem acıma duygusu yaşıyordum ona karşı hem de büyük bir nefret. Bu ikilemle duruyorken yapabileceğim en iyi şeyi yapmaya çalıştım. Hastanede sağ olsun buna alışmıştım. Yatağın içine kıvrılmadan perdeyi çekmiş, aydınlık girmesin diye siyah fonu da çekmiştim. Daha huzurluydu ve yorganı üzerime çekerken istediğim derin ve düş görmeden bomboş bir uykuydu. Zihnim yeterince düşünmekten dolayı ağrıyordu zaten.

Bunu sonunda başarmış olmalıydım. Çünkü yumuşak parmakları omuzumdan dürterken aşırı sessizdi. "Jungkook, hadi uyan ama." Diye sızlanıyordu ve karanlığın cezbettiği o derinlik o kadar güzeldi ki açmak istemiyordum. Fakat ısrarcı olmasına pes ederek açtım yüzümü buruşturarak. Jennie lambaları açmıştı. "Ne zamandır uyuyorsun sen böyle," diye sorarken tatlı tatlı, onun gözleri yorgun ve kanlı duruyordu. Ağlamış olabilir miydi?

"Bilmiyorum," diyerek yatakta bedenimi toparladığımda, yanıma oturdu. "Yine burada olmana çok sevindim. Her ne kadar senin öyle duygularının olmadığını bilsem de" diyerek çekinerek baktığında, ona karşı içten bir tebessüm ettim. Ve sarıldım. O artık hem arkadaşımdı benim. "Sen burada olduğun için inan daha iyiyim."

Sıkıca sarıldı bana. Derin nefesler alıp veriyordu. Bir derdi vardı belli ki ama anlatmak istemiyordu. Son zamanlarda çenesinden bile ödün veriyordu, konuşmak isteyen dudaklarını hep sıkıca kapayıp duruyordu.

"Sabah kalktığımda yoktun," dedim. Dersi olmadığını düşünerek. "Hıhım, abim beni kovaladı mesaj atarak. Seninle baş başa yemek istedi sanırım. Çünkü kapıdan Taehyun ile aynı anda çıktık. Uykucu olduğundan küfrederek çıkıyordu. Nereye gideceğim ben bu saatte diye abime küfrediyordu."

Bu durum karşısında kaşlarımı çatıyordum. Sanki baş başa kaldık diye sohbet mi etmiştik? Aksine gerginlikten başka ne vardı aramızda, bir de o iki yüzlü annesinin olayları vardı.

Jennie her ne kadar annesiyle anlaşamıyor olsa da annesini ona karşı kötüleyecek ve durumları anlatacak değildim. İç çekerek susturdum kelimelerimi. Parmaklarımla oynuyor, "Saat kaç?" diye soruyordum. Kolundaki saatine baktı. "Altıyı çeyrek geçiyor."

Yarım saate gelirdi muhtemelen. Yine en başa dönecek bir kâbus vardı ve ben tam artık bu odanın içinden de rahatça çıkabilirim diye düşünürken şimdi tüm bunların hiçbiri olmayacaktı. Aşağı indiğim anda göreceğim kadının bir surat ekşitmesiyle sinirlerimin bozulacağını çok iyi biliyordum çünkü.

Bunu düşünürken bile içim daraldı ve boşluğa dalan bakışlarım, olası o iğrenç anları tekrar ediyordu. Sırtım, yanağım ve kalbimdeki o haksız hakaretler yüzünden daha da sinir oluyordum. Belki de gitmiştir diye düşünmek istiyordum.

"Annen eve geldi, gördün mü?"

Bana bakarak tepkimi ölçerken, "Evet, gördüm. Temelli geldiğini söyledi, bir de seninle konuşmamamı. Ama ona buna karışamayacağını söyledim. Az kalsın dövecekti. Zor kaçtım elinden de buraya geldim," diyerek hızlıca konuşuyordu.

Oflamamak elde değildi. Temelli geldiyse, demek ki gerçekten de Delta çağırmıştı onu. Çok az da ihtimal vermeyi istiyordum. Bu kadının karakterini az çok bildiğimden sadece arsızlık yaparak ortalığı kolaçan etmeye gelmiştir diye düşündüm. Sanırım yanılmıştım. O kadar çok kanım kaynıyordu ki gözlerimin içi yanıyordu. Bu adamın bana olan hoşlantısı bile böyle can yakıcıysa, istemiyordum, yaklaşmasın. Bu yakınlaşmak istediği haliyle böyle yapan adamı benim iyileştirecek gücüm yoktu, isteğim de hiç kalamamıştı.

"Buraya geldiyse, abinin izni olmalı."

Söylediğime ses vermeyince almıştım cevabı. Birdenbire bu hissin beni nasılda kırmış olduğunu fark ettim? İzin vermek istemedim. Şu aramızdaki bağdan ötürü bana her istediğini yapan biri olsun istemiyordum. Yeterince incinmiştim. Her şey açığa çıktıktan sonra da beni suçlayacak bir şeyi de kalmadığına göre beni halen bu denli incitmeye devam edecekse, kalsın, uzak dursun benden. Bunun böyle olması için elimden geleni yapacaktım.

Daha yeni bu kararı sağlamca almışken Jennie elindeki telefona bakıp bana döndü.

Kaşları şaşkınlıkla açılınca, sevdiği ve görüştüğü çocukla alakadır diye düşündüm. Bu nedenle, "Bir sorun mu var?" diye sorduğumda, "Kime göre bilmiyorum ama bir şeyler olduğu ve sorun olacakmış gibi hissettiren durumlar var."

"Nasıl?" dedim daha da kafam karışırken. Endişelendim de. Ama o, "Taehyung abim, sen ve benim hazırlanmamızı, ikimizi dışarıya yemeğe götüreceğini yazmış. Yarım saate geleceğini, kapıda bizi bekleyeceğini söylemiş. Tüylerim ürperdi. Ay, daha önce abimle hiç yemeğe çıkmamıştım."

Dişlerimi sıktım. Bu adam benimle dalga geçiyor olmalıydı. "Hazırlanmıyorum. Onunla asla bir yere gitmem," diyerek ayağa kalkarken sinirden gözlerimin içi yanıyordu. "Ben daha onunla aynı odayı paylaşıyorum diye kafayı yerken ve o böyle davranmaya devam ederken, şimdi kalkıp dışarıya çıkacağımızı söylüyor. Cidden de dengesiz, sorunlu biri," diyerek sinirle yerimde gidip geliyordum.

Jennie ise söylediklerimden ötürü gözleri dolmuştu. Beni anlamasını ummuştum. Ama o çok kırgın bir şekilde, "Öyle deme," dedi, sesi titriyordu. "Sen çok başkasın sandım Jungkook. Fakat, üstüme vazife değil ilişkinize karışmam. Biliyorum. Ama abime sorunlu deme. Sen onun ne kadar çabaladığını görmüyorsun. Nelerden vazgeçtiğini. O sen iyi ol diye hayatında yapmayacağı bir şeyi yaptı. Kardeşini ve kardeşini affetti. Bizzat görüşme ayarladı. Sen yokken delirdi o burada. Tek yaralı ve kanayan sen değilsin. Onu gerçekten tanımadığın için kolayca kızabilirsin, ama ben gördüm onun yaralarını, ağlamak için gittiği ormanda seslerini. O cidden iyi biri, sadece iyilik görmeye ihtiyacı var. Sen ise tanıdığım iyi bir insansın. Bilmiyorum, kimse kimseden bunu istememeli. Katlanmak zorunda değilsin. En azından, sende o içine düştüğü bu yalnızlıkta ona bir darbe olma. Daha da yaralama. En azından onun hasta olduğunu yüzüne söyleme."

Bu sözler altında ezileceğim kadar duygu dolu geldiğinde diyecek bir şey bulamadım.

"Bende iyi olmasını isterdim. Her şeyin. Ama o gerçekten çabalamayacaksa, ben bu yıpratıcı duran sorumluluğu reddediyorum Jennie. En azından buna hakkım olmalı benim."

Ayağa kalktı. Sarıldı bana. "Haklısın, abim konusunda biraz hassasım. Bencillik de yapamam. Senin suçun bile yoktu. Sende kardeşini korumak istemiştin. Umarım sözlerimi anlayışla karşılarsın. Sanırım bugün benim için her şey üst üste geliyor, duş alsam iyi olur. Akşam yemeğinde görüşürüz, aşağıda yani."

Yumuşak sözleri sonrasında arabulucu olduğundan bana bu sözleri kullandığı için suçlayamadım da tabi. Sarılmasına karşılık verdim. "Görüşürüz," dedim. Ve sonrasında gözyaşlarını silmiş ve tebessüm ederek çıkmıştı odadan.

İçime sıkıntı çökmüştü bile. Yerimde gidip gelirken yarım saat sonra ne olacaktı diye düşünüyordum. Ama soracaktım. Neden böyle yapıyor olduğunu, aklımı karıştırmasının en nihaiyi sebebini. Odada gidip gelmelerim sürerken bir yandan da kafamda ona söyleyeceğim cümleleri hesap ediyordum. Yine kaba davranırsa alttan alacağımı hiç sanmıyordum? Gücüyle mi domine edecekti, etsin, ele geçireceği sadece bedenen bir zafer olacaktı onun için.

O yarım saat kafamda harlandığında en son tekrar tekli koltuğa oturmuştum. Artık gelmeyeceğini düşünmeye başlamıştım. Bununla yarım bıraktığım kitabı elime aldığımda kapı açıldı sonuna kadar. O çatık kaşlarıyla bana baktığında, üzerindeki kıyafetlerin sabahkilerle aynı olmadığını gördüm. Siyah yerine giydiği, yelekli gri bir takım elbise vardı. Kravatlıydı ve saçlarını özenlice arkaya yatırmıştı. Ona dikkatle baktığımdan bu durumdan nefret ederek önüme döndüm. Daha önce beni korkutan o gözündeki yara izi bile sert bir aura yaratıyor ve ona yakıştığını düşünmeme sebep oluyordu.

"Neden hazır değilsin Jungkook," diye girişince söze, odaya tamamen girmişti. Adımlarındaki o sert dayatmayı hissederken, çatık kaşları ben ona bir cevap vermedikçe daha da homurdanıyordu. Bana dik dik baktığını bilsem de sanki elimdeki kitap ilahi bir güce sahipmiş gibi onu tutuyor ve rasgele açtığım sayfada dolanıyordu gözlerim. "Jungkook, bana bak."

O sesi daha da sertleşirken çehremi sıkıyordum.

"Biri konuşurken onu duymazdan gelmeye çalışmakta sanırım bana öğreteceğini sandığım sevginin bir göstergesi. Böyle mi davranılıyor Jungkook," dediğinde, kaldırdığım gözlerimde ateşler çıkıyordu. Hakkı varmış gibi bana laf söylerken sertçe yutkunup kitabı bırakıp ayağa kalktım.

"Delta," dedim, sabrım kalmayan bir sesle. O kadar yüzü düşmüştü ki, dudaklarını gerdi. "Delta..." diye. Bunu duyduğuna emin olmak için tekrar ederken beni.

"Bence seninle hiçbir yere gelmem." Dediğimde o kasılan çenesi yavaşça kalktı. "Seninle, senin gibi ne istediğini bilmeyen, söylediği ve yaptığı bir adamla işim yok benim. Eşim olmanda umurumda değil. İkimiz de bunun gerçek bir evlilik olmadığının farkındayız. Bu saçmalıkların içinde bir de bana kalkmış diyorsun, senden etkileniyorum. Senin hoşlandığın insana muamelen buysa, istemez. Ben senden gelecek hiçbir şeyi istemiyorum. Anladın mı Delta?"

Kafamı karıştırmıştı o sözleri, bu nedenle kinli hissediyordum ona karşı. Ve asıl kafası karışan kendisiymiş gibi bana bakarken, "Anlamıyorum. Bana bu şekilde seslendiğin sürece hiçbir şeyden anlamayacağım," demesi çileden çıkarıyordu. Dişlerimi sıkıyordum.

Onunla karşı karşıya durmak istemiyordum. Banyo geçici bir kaçışken, yummuş gözlerim, "Sabır ver bana Tanrım... Çünkü tükendim ben," diye isyan ederken, yanından hızlıca geçmeye çalışıyordum. Eğer o beni kolumdan durdurana kadar. Sinirlenmişti. Ve o emirlerinden birini yine yapmıştı. "Bu konuşma burada bitmedi. Hazırlan, çıkıyoruz."

Kolumu ondan kurtardım. Kaşlarım sonuna kadar çatılmışlardı. Ellerim yanlarımda yumruk olmuş halde sallanıyordu. "Ya sen benim söylediklerimi anlamıyor musun?" diye sordum son bir sabırla. Benim burada deliren halime nazaran onun kafasını eğip yüzüme boş bir duruşla bakıyor olması ve konuşması daha da sinirlerimi bozdu.

"Hayır, daha çok kendi kendine bir şeyler söyler gibisin. Çünkü bana neden sinirlendiğini söylemiyorsun. Sabah böyle değildin. Gideceğimizi söylediğinde inkâr etme, gözlerinin içi parlıyordu."

Hakkımda vardığı yargıyla hafifçe güldüm. Gözlerimin bu durumdan ötürü kısılan halini düzelterek apaçık bir kinle gözlerine baktım. Açıklardı, havaya kalkan kaşlarımdan ötürü. "Bak şimdi de parlıyor. Sana olan öfkemden. Bunu da görmek istiyor mu o kafasına göre bir şeyler gören gözlerin?" diye bağırdığımda, kaşlarını çattı ve dudaklarını ısırıp çehresini sertçe yan tarafa çevirdi.

"Jungkook... Bana bağırma." Diye bağırdığında, kendisini sıkıyordu. Ama bir kere kafayı yemiştim. "Ne olur?" diye bağırdığında yana çevirdiği başı benim yüzüme kasılan çenesi ile bakmam için döndü. Gözleri resmen susmam için baskı yapıyordu bana. Oysa ben bunu gördükçe daha fazla döküyordum içimdeki sözleri. "Öfke sorunların vardı değil mi?" dedim kafa sallaya sallaya. "Ne yaparsın, boğazlar mısın beni? Sanki yapmadığın şey. Tokatlar mısın, bir yere mi kilitlersin? Üzgünüm ama hepsini yaptın zaten Delta. Sen düşünmeden, karşısındaki insanı anlamayacak kadar bencil bir herifsin."

Ellerini havaya kaldırdı ve hıncını alamayarak arkasını döndü. "Yeter, sus artık." Diye bağırıyordu. Havayı parçalamak istiyordu. Tekmelediği şey koltuklarının önündeki süsler olurken, "Niye susacakmışım?" diye bağırıyor ve gidip aynı şekilde bende o bibloları ellerimle deviriyordum. "Böyle yapmak iyi mi geliyor, bende yapayım o zaman?" diyordum.

Önüme gelen ne varsa; kitap, saksılar, tablolar, yastıklar, cam süsler, her ne varsa atıyordum onun ayaklarının önüne. "Al, al, hepsini al bakalım," diyerek nefes nefese atıyordum. Onun sadece durmuş seyretmesi halen sinirlerimi bozuyordu. En son sehpanın üstünde kalan okuduğum kitabı ona fırlattım. Onu okurken onu düşündüğüm için yapmıştım bunu. "Evet iyi geliyormuş. İnsan sinirini böyle çıkarınca rahatlıyormuş."

Nefes nefese durmuştum. Omuzlarım kalkıp iniyordu. Yüzümde boşluğun verdiği bir gevşeklik vardı. Onun çatlayan yüzüne rağmen. Boğazına kadar derinleşen damarlarına rağmen.

"Kendine gel." Diye beni uyarıyordu. Kaşımı kaldırırken, ona kafa tutuyor olmak artık umursadığım bir şey değildi. Çıldırmışım gibi, boğazım acıyacak kadar bağırıyordum. Ne olduğunu anlamıyorum demişti ya, şimdi anlayamadım ben diyecek kadar sağırlaşmasın diye. "Asıl sen kendine gel. Dengesiz Delta. Nasıl kafamı karıştırıp sonrasında bana bu kadar eziyetler ve iftiralar atan anneni bu eve getirirsin. Senin insanlık diye öğrenmeye çalıştığın bu mu? Nasıl sevileceğini öğrenmek istiyorum dedin, ama sen daha karşındaki insanın neler çektiğini bile görmezken ne olmasını bekliyorsun."

Çatılı kaşları, "Haberim yoktu," derken sakinleşmiş görünüyordu. Ama ben değildim. "Hani senin her şeyden haberin olurdu," diyerek bana kullandığı o sözlerini söyledim yüzüne.

Derin bir nefes alıp rahatlamış görünüyordu. "Görünce gitmesini söyledim zaten." Diyordu, sanki çok önemsiz bir şeymiş gibi. Sinirle güldüm tekrardan. Her şey onun için ne kadar basit görünüyordu. "İnanmıyorum sana Delta," diyordum. Ellerimle öne düşmüş saçlarımı yolacak kadar geriye attığımda, elimi takip eden gözleri çatıldı.

Oysa titriyordum. Tüm vücudum bu üzerimdeki yükün ve içine hapsolduğum şeyler karşısında nöbet geçirmiş gibi sarsılıyordu. "Yeter artık," diyerek üzerime geldiğinde, sarıldığında, "Sus ve sadece dinle. Sakinleş," diyerek üzerimde feromlarını hissettirmeye çalıştığında boğuşuyordum kollarında. Atmaya çalıştım. "Bırak beni. Dokunma bana." Diye bağırdım ama o daha çok kollarımı aramızda bırakarak belimden kavradığı ellerini daha çok sıkmış, hareket etmeye çalışan beni durdurmaya çalışmıştı.

Başını başıma yaslamış, kulağımda benim sesime çok tezat duran sessizliğiyle, "Sakinleş..." diyordu. O kadar yavaş ve uyuşuktu ki, sesine kapılabilirmişim gibi. "Kurdunun ne kadar acı çektiğinden haberin var mı? Biliyorum her şeyi içinde tutuyorsun ama yapma."

Kollarında çıkmak için çabalamanın boşa anladığımda durdum yerimde. Derin bir nefes aldım. Onun solukları boynumda dolanıyordu. Gözlerimi yumdum. Beni bu kadar çıldırtırken, sarılmasıyla sakinleştirmeye başlaması haksızlıktı. Bunu kabullenemiyordum. "Beni sinir eden senken, senin kollarında sakinleşeceğimi mi sanıyorsun?"

Ama zaten çoktan o sesim kısılmışlardı.

"Bana bak Jungkook," diyerek kafasını geriye çektiğinde, boynumda dolanan o sıcaklık yüzüme çarpmıştı. Gözlerine bu kadar yakın bakmak istemiyordum. Kafamı diğer tarafa çektiğimde, sıcak soluğu yanağıma çarpıyordu. Bir elini serbest bırakıp, çehremi tuttuğu baş parmağıyla.

"Kaçırma gözlerini. Bak işte." Dedi, okşayarak kafamı kendisine çevirmeye çalışırken. Çevirdi ama bakışlarım yüzüne değil, burnunun üzerinde duran küçük noktaya takılıyordu. Orada duran cılız havanın esintisinin kavrukluğu vardı. Nasıl olurdu? kanıma işleyen bu bağ mıydı, yoksa sesindeki o titreklik mi? Dürüstçe söylenmiş gibi yaktığı ben mi?

"Ben seni gerçekten incitmek istemiyorum." Diyerek çehremde gezinen eli sol yanağımı okşamaya başladı. "Bunu nasıl anlamanı sağlarım hiçbir fikrim yok. Aklında bir şeylerin kanısına varmadan önce bana sorsan olmaz mı?"

Beklenti doluydu bu sözler bana karşı.

"O kadar samimi değiliz." Derken halen o derin mavilikler görüş alanımda değildi. Eğer o, alnımı alnıma yaslayarak, bedenimizi tamamen birbirine hissedilir kılarken derindi o sesi. "Olmak istiyorum."

İç çektim. Eğer haklıysa diye. Çağıran o değilse ve ben onu böyle yaparak hırpalıyorsam diye. Şu anda bana olan davranışları, cam hastalığına tutunmuşumda o da beni o şekilde dokumaya çalışır gibiydi.

"Bu o kadar kolay olmayacak." Derken dürüsttüm. O ise, "Bir yerden başlamalıyım öyleyse," diyerek dudaklarının gölgesini dudaklarımın üzerine düşürdü. Çektiğim havayı kendi tadıyla karıştırdığında, kendimi darmaduman hissediyordum. Nasıl diyordum, beni nasıl bu kadar kendine çekebilirdi.

O sözleri, nasıl bu denli kanıma işleyerek kalbimi hızlandırırdı?

Çünkü arzu ve isteği, konuştukça derinleşiyor, ufalıyor ve dudaklarımın üzerine çarpıyordu. Beni bitiriyordu. Bence bana ne yaptığını biliyordu. Tam da yarı kapalı gözlerinin üzerindeki kirpikleri kirpiklerimi okşayacak kadar içerlerken beni.

"Öpmek istiyorum seni. O öfkeyle dolmuş gözlerini dudaklarımın arasında ezildiği için yaşla dolsun istiyorum. Sadece kasıklarının arasındayken kurduma seslen diyorum. Sarılırken, şu yaşadıklarından ötürü çarpan kalbin bana sarılıyor diye çarpsın istiyorum. Jungkook sen beni öyle bir kendine çekiyorsun ki, acı duymayı kabullenmeyen bünyem seninle yansın istiyorum. Gözlerime bu yüzden bak diyorum, orada kendini de gör diye."

Sözlere dökülünce çirkinleşmeyen, sıcaklığını, gerçekliğini yitirmeyen hiçbir itiraf yoktu. Uçup giden, ele gelmeyen sesleri, korkuları, dokunuşları, insan birbirinin kollarında yıprata yıprata bitirirdi. Acı veren bu yangını söndürmeye kalkışmadan taşımaktır, yürekli olmak.

Ben o kadar yürekli miydim ki? Bu nedenle kaçıyordum. Gözlerinin içine bakıyordum. Yeşillerim onun engin sularının karanlık derinliklerinde, öbeklerinde kasılıyordu. "Beni kandırmaya çalışma, sevilme açlığının açtığı yaralar narindir. Sen ise beni kendi kanamış yaralarından vuruyorsun."

Dudaklarıma dudaklarını sürttü. İçine çekerek nefes aldı.

"Onları çok narin seveceğim. İzin ver, omegam."

Hiçbir şey diyemedim. İçimi titretti o sahiplendiği benliğim. Dudaklarımın üstüne dudaklarını öyle yavaş bırakıp içine çekti ki. İlk önce küçük busesiyle, sonrasında alt dudağımı ezişiyle kasıldım. Saçlarıma daldırdı parmaklarını. Aklımı kaybettim. Çünkü onun alt dudağımda bıraktığı tadı ben onun üst dudaklarından almak için oynattığımda, yenildim.

Ben sadece o dudakların beni incitmeden öpeceğine inanarak yenildim. Biliyordum ki, bu adam severse çok severdi. Sevdi de nitekim. Benim ruhumdaki tüm yaraları sararak sevdi. Kendinde açtığı yaraları umursamadan.

Bölümün sonu.

Nasıl buldunuz bölümü? (diğer bölüm eli kulağında bir şey geliyor, ne acaba)

Ve bu ficte olmasını istediğiniz sahneleri yazsanıza :) yazarım...

Ben Nicotesy, taekooklu rüyalar.

Loading...
0%