Yeni Üyelik
31.
Bölüm

31. Bölüm

@nicotesy

Selamlar olsun, ben geldim. İki gündür yokum, özlediniz mi? Ayrıca kimler beni bekledi?

O kadar uzun bölüm yazdım ki, yani buna bakın az yorum gelirse, ben iptal, ben yok, siz zort :))

(evet tehditler edildi) (fav şarkılarımı koyuyorum, dinleyin br)

İyi okumalar.

...

"Ya geçmişi düşünüp endişeleniyorum ya da geleceği romantik gözlerle bakıyorum; hiç şaşırtıcı değil, yaşadığımı hissedememem... gerçek olan anın içinde kalmayı bilemiyorken..."

...

Bölüm 31: İğne atsan yere düşmez tenhalarım var benim kalbimde.

Ezici dudaklarının dudaklarımın üzerinde duruşuna izin vermiş olmanın çelişkisiyle karşılık verdiğimde, kalbim beni olduğu tenhalarda çekiyordu. Başımdan vuruyor, çek kendini geriye diye. Ama bunu yapamıyordum. Kontrolümün dışında güçsüzleşiyordum. O dudaklarımı böylesine ağır ve uyuşturacak kadar derince öperken, zayıf soluklarımı kendi soluklarını böylesine karıştırırken. Üst dudağını ısırdım dayanamayarak. Ellerim onun alt dudağımı ısırmasıyla inlememe sebep olduğunda kapalı gözlerime rağmen bu sesimden dolayı delirdiğini hissettim. Sıcak dilinin daha fazlasını isteyerek saçlarımda duran parmaklarını daha fazla kendisine yaslarken, burnum onun burnunun yanında soluklanıyordu.

Adım adım beni ileriye taşıyordu.

Beni köşeye sıkıştırdığını çok iyi bilerek. Bana ne yaptığını biliyordu. Bu dokunuşlara ne kadar yabancı ve savunmasız kaldığımı biliyordu. Sırtımı duvarda bulurken, teninin bana geçen sıcaklığının tam tersi bir şekilde yasladım kendimi ona.

Nefes nefeseydim ve alnını alnımın üzerine yaslamıştı. Bacağımın arasında uyluklarıma baskı yapan bacağının hissi, ellerinin biri belimi kavramış ve bir diğeri ise arkamdaki duvara sabitlenmişti. Beni kendi bedenin arasında görünmez yapmıştı. Şimdi kaçtığım gözlerine bakıyordum. Tamamen kendiydi. Mavi irisleri benimleydi. Canlı ve yoğun. Dudakları parlak ve kızarıktı. Solukları hızlı ve tekrar dudaklarımı kendi nefesiyle harcatmak istiyordu.

Ama ben üst üste yutkunurken, içimde dolanan bu arzuyu çözemiyordum. Kendimdeydim ve buna izin veriyordum. Kanım deli gibi tüm nabzımı çarpıtıyordu. Kollarım ve bacaklarım güçsüzleşti. Beni bir öpücük ile nasıl bu hale getirirdi? Buna nasıl bu kadar kolay izin verirdim derken, çattığım kaşlarımın farkında vararak kafasını kaldırarak alnıma öpücük bıraktı. O ıslak dudaklarını yavaşça sağ yanağımdan çehreme kadar gezdirirken, ürperiyordum. Dudaklarıma da değsin diye can çekişiyordum. Belimi okşuyordu, kazağımın altından süzülen uzun parmakları tüm belimi avucunda kıstırabilirmiş gibiydi.

"Karşında nasıl savunmasız kalmaya başladığım konusunda en ufak fikrin yok senin," dediğinde o derin sesi boynumdaydı. Orayı öptü. Etimi dudaklarına kıstırarak içine çektiğinde, başımı geriye, duvara yasladım. Yutkunuyordum boylu boyunca. Bunu bilirken, tekrar yutkunduğumda tam olarak âdem elmamın üzerinde durdu dudakları. İç çekerek öptü. "Dudaklarımla yakacak olabilseydim birini, o senin bedenin olurdu."

O zehirli şehvetli sözler zihnimi bulandırıyordu. Takımının uçlarını tutarken göğsümün derince alıp verdiği soluklarından ötürü onun göğsüne çarpıyordu. "Sen belki de sadece beni arzuluyorsundur," dediğimde, hoşlanmadı bu sözlerimden. Dudaklarımı öptü. Karşılık vermemi beklemeden. Derin ve ıslak. Sesli ve yitirici. Çünkü çatık kaşları yüzüme uzunca bakarken, "Ben seni uzun zamandır arzuluyorum, bu hissettiğimin sadece arzudan ibaret olmadığını da biliyorum Jungkook."

O öyleydi de ya ben?

Ben niye bu kadar teslimi olmuştum bu duyguların. Bunca geçen şeylerden sonra onun ellerinin ve dudaklarının altında ona hemen teslim oluyormuşum gibi hissettim. Eğer o gözlerde bana bakarken o yangını görmeseydim, kendimi utancımla tokatlamayı isterdim, tam da şimdi. Bunu yapmak yerine, dudaklarımı sıyırdım dilimle. Ondan kalan tadı almak iyi bir fikir değildi.

Bu nedenle kendimi kaybedeceğimi ön görerek kesmek istedim bu canımı çok fena yakacağını hissettiğim yakınlığı.

Boğazına kadar utanç ve kestiremediğim karnımdaki o darbelerle gözlerinden ayırmadım gözlerim. Nettim ve kendimi bu durumda bulduğumdan ötürü sinirliydim. Kendime olan hıncımla keskindi sözlerim.

"Ama ben sana kurdumun olan zayıflığıyla, arzusuyla teslim oldum."

Bu onun gözlerinde duran arzuyu nasılda paramparça bırakmıştı, görmüştüm. Öylece yüzüme baktı. İki gözümün arasında mekik dokurken daha da çatıldı kaşları. Dudaklarını birbirine bastırıp üzerimde duran bedenin ağırlığını silkelerken kendimi kötü hissediyordum. Bir anda onu kendi ellerimle kuracak olduğum bu bağdan uzunca ittiğimi.

Çarpık duran, iç çarpıtan sesimdeki o bozgunlukla anlamlar arama telaşındaydım. "Bunu artık biliyorsun, bu yüzden... Bir daha bana bu şekilde yaklaşma Delta," dedim. Ses etmedi. Susmayı yeğledi. Kasılan çenesi, gururundan ödün verdiği kendisiyle kendisini azar azar çekti geriye. Düşünceli bakışları artık ben taraflı değildi zannımca. En az benim kadar ikili duruyordu. Benim kendime kanıtladığım kadar o da kendisine bir şeyler kanıtlamaya çalışıyordu.

"İsteyerek değildi," dediğinde bu ufacık çıkan sesleri kendi içinde tekerrür ediyordu. "İstemeyerek öptün. Öncesinde korktuğun gözlerinin içinde yanan bu ateş artık kurdunun bir zayıflığı öyle mi?" gözlerimin içine bakıyordu. "Evet," dedim emin durarak. Sinirlenmiştim. Kızmıştım. Fakat bu duygularımın öncülüğü ona değil, en çok banaydı.

"Anladım." Dedi, sadece demeye çalıştı. Gözleri benim gözlerimden uzağa taşındı. Odadan, bulunduğumuz ve şu darmadağınık içinde kendimizi bıraktığımız enkazdan kaçıyordu, uzaklaşıyordu. Yemin ederim, onu incittiğimi düşünmek beni öylesine rahatsız etmişti ki aksini söyleyecek cesaretim yok idi. O kapattığı kapıyı açıp, sırtının ardından bakıyorken ona durmuştu. Omuzunun üzerinden bir bakış attı. Sonrasında karşısına. Yüzünü görmemi istemiyordu. Sesindeki o savaşı ben görüyordum nasıl olsa. "Aç kalma, belli ki gerçekten arzuladığın her şey benden bağımsız. En azından aşağı in ya da odaya yemek iste. Ben bu gece evde olmayacağım."

Gidecekti. Hevesle girdiği bu ayakların şimdi benden kaçar adım uzaklaştığını bilirken, dilimi tutamadım. Çekinerek sordum. "Benim yüzümden mi?" diye.

Duraksadı. Keşke o an gözlerinden geçen açık ifadeleri görebiliyor olmuş olsaydım. Eminim aldatıcı duran o vakur sesin yaydığı enerjiden çok daha fazlasını anlayacaktım. Kuru ve hissiz çıkanlar, onun az öncesinde dudaklarımın üzerinde bıraktığı uyuşuk sesten o kadar bağımsızdı ki, yadırgamıştım bile şimdiden.

"Alacağın her türlü cevap seni mutlu etmeyecek biliyorum. İyi akşamlar," dedi ve çıktı odadan.

Ardından olduğum yerde kaldım. Neydi benim ayaklarımın ona çektiren bu his? Ben ne hissediyordum veya tam olarak neyi istiyordum da beni ayaklandırdı bu cümleler. Saniyeler içinde çılgınca fikirlere kapılmış, odanın içinde üzerime düşen onun ağırlığının bertaraflarını yaşamıştım.

Bu nedenle onun parmaklarının hızla kapadı kapıyı açarak, ölüm kalım meselesi haline gelmişçesine onun ağır adımlarla uzaklaşmış olan bedenine merdiven boşluğunda yakalama telaşındaydım.

Adımlarımı duyuyordu. Yine de durmuyordu. "Delta bekle," diye seslensem de durmamıştı. En sonundan ona yetişmek için atlamam gereken beş basamaktan fazlası varken, "Taehyung bekle," dedim sesimi biraz yükselterek.

İşte o zaman durdu. Sırtı gerildi ve kalakalmış gibi dikeldi olduğu yerde.

Ben kasılı kaldığım merdivenin birkaç basamağından indim ve iki basamak gerisinde kaldığımda bana yavaşça döndü. "Hım?" dedi ve çatılı kaşlarına nazaran bu irkilmişçesine mırıldanmasıyla derin bir iç çektim. Söyleyeceğim şeyi neye dayanarak söylüyordum ama içimi huzursuz eden bu şeyin de devam etmesini istemiyordum.

Dudaklarımı ısırdım, serbest bıraktığımda onun gözleri gözlerimin üzerindeydi. Koyu denizleri yakıyordu ve ben kendimi bile isteye yakıyordum. "Bana biraz zaman ver olur mu?" diyerek. Nefesim beni tüketecek kadar ağırdı. Kelimelerim omuzlarımdaki ağır yükleri taşır gibilerdi dilimden tüyerken. "Bana karşı bu kadar acımasız olma. Eğer, eğer gerçekten de aramızda yani bu bağın gerçek olmasını istiyorsan... bana biraz zaman ver. Her ikimizin de yaşadıkları kolay şeyler değil. Ben biraz mesafe ve saygı istiyorum. İyileşmek ve toparlanmak. Beni anlıyorsun değil mi?"

Gözlerinde parlayan, bana baktıklarında beni köşesine çektiren bir ifade vardı ve bu, kalbimin atmasına sebep oluyordu. "Anlayacağıma inanıyorum," diyordu, emindi kendinden.

Güç bulmuştu ve bir basamak daha çıkarak şimdi bizi burun buruna getirmişti. Sanki ellerimin stretten dolayı üşüdüklerini bilir gibi, parmak uçlarını sağ elimin parmaklarıyla buluşturdu. Yine o sıcak sesi vardı. Bunu kısa zamanda hem tatmış olup hem de istiyor olduğumu bile anlamamıştım, o benimle yine bu şekilde konuşurken.

"Sen bir gün beni isteyerek öpecek ve bir gün bu şekil elimden tutacaksan, sanırım, ben anlamış olacağım." Dedi, o dilini ağzının içinde okşadı. Burnundan aldığı soluk gözlerinin yavaşça açılıp kapanmasını sağladıklarında, benimle nazik konuşmaya özen gösterdiğini anlıyordum. "Sadece nerde durmam gerektiğini söyle, kendimi az önceki gibi kaptırıp seni rahatsız etmek istemiyorum."

"Beni rahatsız hissettirmiyorsun." Dedim, bu tek taraflı olmadığından vermiştim bu tepkiyi. Ve her zamanki gibi benden daha dürüsttü. Yüzüme bakarken, konuşurken. "Ama rahat da hissettirmiyorum."

Ve saklanmadım. Onun kadar açık değildim belki, yine de denedim.

"Alacağın her türlü cevap seni mutlu etmeyecek," derken. Buna sadece kafa salladı. Ne diyebilirdi ki başka? Parmaklarının ucunu sıvazladığı uçlarıma kadar gerilmişken, aramızda örülü görünmez bir duvar vardı. Ve biz o duvarın karşısında duran, tanıdıktı ya da değil. Ama yalnız olmadığımızın bilincine varacak kadar da yakındık.

Bu kısa mesafeli uzaklığımızı o bir adım atarak bastırmıştı. "Aşağıda birlikte akşam yemeğini yiyelim," demişti. Bu da benim yüzümden gideceğinin bir itirafıydı aslında. Bu sefer uysallaşmışım gibi, "Tamam," dedim ve o ellerim onun sıcaklığından çekildi.

O elimi diğer elimin içine saklarken son bir katın merdivenlerini onunla iniyorduk. Hemen onun arkasındayken sesler geliyordu. Bu anında yerimde diken gibi kasılmama sebep oldu.

"Anne abim çok kızacak," diyordu Jennie. Annesinin o savunmacı ama artık kulağa iki yüzlü gelen sesini işitmiş olmamla, onu göndereceğini söyleyen Delta'ya baktım. Yumruk olmuştu boğazım. "Asıl bunu yapmazsam çok kızacak, biliyorsun kızım."

Fakat aynı şaşkınlık ve siniri Delta'da görünce, dikkatimi görüşüme giren, mutfağın önünde duran ikiliye verdim. Taehyung benden daha iri adımlar atarak, ikilinin önüne gelirken sesi sert ve baskındı. "Neler oluyor burada?" diye soruyor, o bakışlarını annesine yönlendiriyordu. "Anne senin en son gideceğini sanıyordum buradan," diyordu imayla.

Kadın resmen karşımda iç sıkıntıyla boğuşuyor, elindeki telefonunu sallayarak kendini açıklıyordu. Jennie sırtını duvara yaslamış, annesini gözlerini devirerek izliyordu.

"Gidecektim ama telefon gelince durmak zorunda kaldım. Halan ve kuzenlerin gelecek. Benim evde olmamam tuhaf olurdu. Buradan Eun'a bir görücü çıkmış, onu araştıracaklar. Benden yardım istediler. Halanı bilirsin, istersen sen ara ve söyle ona olan biteni. Yeterince alay konusu olduğumuz çok şey var, bir de anneni haksız yere suçlayıp gönderdiğini de söyle ama. Yoksa ben söylerim."

Bu denilen kişileri tanımıyordum. Onlar için ne kadar önemli olup olmadıklarını da. Bizim halamız bizi hiç sevmezdi. Yüzünü bile unutmuş olabilirdim. Fakat Delta, söylenen haberden ziyade annesine, "Bunları konuşmuştuk seninle," diye ikazda bulunuyordu.

Kadın bana saniyeler içinde yokluğumu keşfederek baktı. Dişlerini sıkmamaya çaba gösteriyordu o sırada. "Bende sana, bana her şeyi Namjoon'un anlattığını söylemiş olmama rağmen, sen de bana, omegamın rızasını almadan beni eve alamazmışsın demiştin. Yeterince zayıflığını gösteren bir konuşma yaşadık, hatırlıyorum."

Bu sözler Delta'nın kanına saplanan sözlerdi. Onun boynunda çatırdamak üzere duranları görüyordu. Bu beni geriyordu. Annesinin yapmaya çalıştığını anlamıştım. Onu nerden vuracağını çok iyi biliyordu. Gururluydu evet, ama o bu gurur meselesini Delta üzerinde aşağılık kompleksi yaratacak kadar sert ve iğneleyiciydi. Anneydi ve bunu bilerek yapıyor olması o kadar zoruma gitmişti ki onu sahiden de bana ve Delta'ya yapmaya çalıştığı şeylerden dolayı pişman etmek istiyordum. Durulmaya çalışan denizi fırtınaya döndürmek istediğinden.

Nitekim tahmin ettiğim gibi de oluyordu. "Zayıflığı ve iki yüzlülüğü senin oğlunda gördük." Diyordu tükürmek istercesine. Yoongi hyungu kastediyordu ve ben bir huzursuzluk çıkmasının derdinde değildim. Onun bu sinirli halinden çekinsem de koluna dokundum. Anında bana döndü bakışları. Yumuşar gibiydi yüzüme bakınca. Belki de ben bunu böyle sanıyordum.

"Taehyung, bırak kalsın. Bu kadar çok istiyorsa." Dedim, madem gerçekten sadece benim rızam ile duracaksa şu anlık bu hengâme, bu kadına katlanırdım hatta bunu onun burnundan bile getirebilirdim.

"Emin misin?" demesi yüzünden kararsız kalsam da bakışlarımı kadına süzdürüp, onun o kuduran yüzünü görmezden gelerek tekrar onun harelerin içine baktım. "Evet, endişelenme."

"Peki," dedi ve dudağının kıvrımı sanki havaya kalkmış gibiydi. İzin verseler burada bile uzun uzun tekrar bakacaktı yüzüme. Bu bana iyi gelmiyordu, aklım onunla dolup taşıyordu. Kafam karışarak gözlerimi kaçırdım.

Kendime gelmen annesinin o kalkan iki kaşı sayesinde kısa sürdü. "Cidden de ona sordun bunun için," diye hayıflanıyordu oğluna. Jennie annesinin öne atılacakmış gibi duran kolundan tuttu. "Anne şansını zorlama," diyordu ve bununla başımı onu görmemek için çevirdiğimde, Delta halen bana bakıyordu. Sertçe yutkundum bu ayarsızca duran bakışları yüzünden.

Sonrasında kendisini toparladı ve önüne döndüğü vakit sertleşen yüzüyle salona geçti. Annesi onu hemen takibe aldı. Muhakkak yine zihnini kirletecek cümleler sıralayacaktı onun için.

Onu takip ederek ilerledim. Jennie yanımda duruyordu. "Jungkook bunu yapmamalıydın," diyordu kızarcasına. "O ne demekti Jennie," diyerek dönüp baktığında, sofraya oturmuş üç kişi yüzünden başını olumsuz anlamda salladı. "Sonra anlatırım," diyerek geçiştirmek zorunda kaldı bu durumu. Ama o sesinden hiç hoşlanmamıştım.

Mecburen herkes yerini aldığında, sofrada yine annesi ile yüz yüze olduğum için sinirlerim yıpransa da bu sefer inadına lokmalarımı her daim sayan o suratına karşı yemeğimi iştahla yemeği planlıyordum.

Geong abla herkesin önündeki servisler ara sıcakları yerleştirdiğinde, Taehyung, afiyet olsun, dediğinde biliyordum. Karşımdaki kadının susmayacağını ve mutlaka bir sözle orta yeri çalkalandıracağını.

"E az önce yukarıda kıyamet koptu sandık, bağrışlar, çığrışmalar, telefon gelmeseydi yanınıza gelecektik," dediğinde, kaldırdığım bakışlarım onun yüzüne dik dik bakıyordu. Taehyung'un bir şey demesini beklemeden tek kaşımı kaldırarak kadının yüzüne bakmayı sürdürdüm. "Her eş arasında olabilecek şeyler bunlar Bayan Kim, siz aklınızı bunlara yormayın, yarın gelecek misafirlerinizi nasıl ağırlayacağınızı düşünün, bir aile büyüğü gibi."

Bu onun susmasını, moralinin bozulmasını sağlamaya yetmişti. Elimde duran kaşığı sinirden dolayı sıkıca tuttuğumu anladıktan sonra ona baktığımda, kafasını eğmiş gülümsediğini görmüştüm. Ve bu beni dumura uğrattı. Gerçek değil gibiydi. O, güzeldi. Böyleyken, nasıl hep sert dururdu ki yüzü?

Ondan sonrasında yemek sakin ve hızlıydı.

Doymuştum ama kalkan birileri olduğundan kalkamamıştım. Masanın üzerindeki mendille oynuyordum. Taehyung mendille oynayan elimin üzerine elini koyduğu an ürpererek ona baktım. Ama o benim aksine gevşemiş bir yüze sahipti.

"Jungkook biraz bahçede yürümek ister misin benimle? Oda eski halini değilse de dağınıklığını toparlayana kadar," dedi sessizce. Ama herkesin duyduğuna da emindim. "Olur," diyerek kafasını salladım.

Geong ablayı çağırdı sonra. Odayı toplamadan önce ceketlerimizi getirmesini söyledi. Taehyung'un biraz arkasında bekliyordum. Annesi bu duruma sinirlenmiş ve çoktan odasına çıkmıştı. En son Jennie bu duruma sırıtarak bakıyor, Taehyun ise elindeki telefonundan hiç başını kaldırmıyordu. Oyun oynuyordu sanırım.

Taehyung eline aldığı ceketlerden birini giymemde bana yardımcı olduğunda alışamıyor, kendimi tuhaf bir ütopyanın içinde hissediyordum. En sonunda o da giymiş ve kapıdan birlikte çıkarken, evin arka taraflarında duran, ormana doğru uzayan geniş yeşilliklerin içinde sakince yürüyorduk. Sanırım, korumaları rahatsız edilmemek için diğer tarafa çekmişti.

Yürüyorduk. Sessizdik ve yan yana iken etrafa baksam da ciğerlerimi dolduran o soğuk dağ havasını çekiyor olsam da yine onun kokusu geliyor ve bulutsuz gökyüzünde yıldızlar ve ayın ışığı çok hoş duruyordu. Bir an, hiç sıkıntım yokmuş gibi, özgürmüşüm gibi hissettim.

"Bana biraz kendini anlatır mısın? Bundan önceki hayatını, nasıl olduğunu?" diye sorduğunda, kalınlaşmış sesine yutkundum. Ona döndüm. Ağzından çıkan buharla, havanın nasıl soğuk olduğunu daha iyi anlıyordum. Ama benim bundan daha ayaz gecelerim de vardı.

En önemlisi beni tanımak istiyor oluşuydu.

"Bunu aramızdaki sessizliği bozmak için mi yapıyorsun?" diye sorarken, "Değil, merak ediyorum. Sana ait olanları keşfetmeye çalışıyorum," diyordu, bu soğuktan kızaran yanaklarımın yanına eklenen utancın kızarıklığıyla dudaklarımı ısırma isteğimi bastırmaya çalışıyordum.

Onun yüzü, son zamanlarda çok tehlikeli ve zararıma olacak kadar dikkat çekici durduğundan yürüdüğümüz yolun üzerindeki taşlara baktım.

"Ama duyacakların, onu da kapsıyor. Adını anmamdan rahatsız olmaz mısın?" dedim çekinerek. Derin bir nefes aldı. Eli dudaklarının üzerine gitti. Kaşır gibi. Sonrasında yine elini montunun cebine bıraktı. "Senden rahatsız olmuyorum. Bundan da duymamayı bilmeliyim."

"Anlatacak çok güzel bir anım yok aslında."

Sonrasında bu aramızdaki gerginlik bakışlarımı göklere çıkardı. Oysa benim benliğim buralardan sürülüymüş gibilerdi.

Kendimi anlatmak, anlatmaya çalışmak ve aslında kim olmadığını bilmeden o kadar ağırdı ki. Aksıyordu insanın kelimeleri, kelimelerle bir ömrü yetiştiremeyişi.

"Ama yaşarken saklamanın bizi mutlu edeceği anılar biriktirmeye hep gayret ettim. Çocukluğumda bir kovan gibi görürdüm kendimi: Basit, sıradan insanlar, hayat üzerine bilgilerinin, düşüncelerinin balını arılar gibi kovanıma taşır, sunabildikleri ne varsa ruhumu zenginleştirmek üzere getirip cömertçe sunardı. Bal her zaman temiz olmazdı, hatta çoğu kez acı olurdu. Ama her bilgi, yine de baldı! Hyung hep söylerdi. Hiç yiyemediğim tatlılardı. Her sözün altında da onu arardım. Ben, ben her şeye inanırdım. Eğer karşıma biri geçip elime bir taş verse, bu gerçek bir altın fakat gizli, bunu sadece özel çocuklar görebiliyor dese hemen inanırdım."

Aptallıklarım, zırlayışlarım, kaçmalarım, yuvarlanışım, çiçeklerden kendime makyaj yapışım, taşlardan evlerim, iplerden elbiselerim, çanaktan müziklerim vardı. Çok şeye sahiptim. Ama bunlar yaş alındıkça, insanın kendisine yeri geldiğinde acımasına ve yeri geldiğinde huzuruna sebep oluyordu.

Ben bilmiyordum, kendime acıyor muydum yoksa huzuru mu arıyordum?

"Saftım ve gökyüzünün altında, en azından havalar çok soğuk olmadığı ya da babam evde olmadığı zamanlar güzeldi," derken gözüm ayın üzerindeydi. Hemen karşımdaydı. Hep olduğu yerde. Kelimelerim ağzımdan bu nedenle savunmasız çıkıyorlardı.

"Evin çatısına çıkardım. Merdiven sayesinde. Bir keresinde düşmüştüm, canım çok yanmıştı ondan sonra korkup çıkamamış ve hep ağlamıştım. Çünkü ilk okulda sınıftaki çocuklar annemin hayatta olmadığını biliyorlardı. İlk dalga geçmişlerdi. Sanırım hyung o zamanlar daha elbiselerimi nasıl yıkayacağını pek bilmiyordu, söküklerimi dikmeye çalışırken hep parmaklarını kanatıyordu bunun yüzünden inatçılık edip bir daha dikmemesini söyledim. Bu yüzden okulda dilenci olduğumu söyleyerek çok dalga geçmişlerdi. Bu beni üzüyordu, ağlatıyordu. Bir gün öğretmenimiz bunu fark etti ve ben ona anne diye sarılıp ağladım. Durumu anlattım. O da bana asla yalnız olmadığımı, her gökyüzüne baktığında, ayın parlak yüzeyinde annemin beni gittiği yerde izlediğini söyledi. Gündüzleri ay olmazdı, bunu sorduğumda 'uyuyordur' demişti. Geceleri ise ben korkmadan uyuyayım diye beni izlermiş. Bende onu izlemek istediğim için hep aya bakarım. Ben hep yalnız hissettiğimde, şu yaşımda olmama rağmen ayı izlerim Taehyung. Korunduğumu ve gözetildiğimi hissetmek için. O zamanlar çok güzeldi. Annemin beni oradan izlediğine dair düşünmek..."

Yüzümde bir tebessüm vardı. O tebessümü var eden yanaklarımdaki gamzemde dokundan esmer bir tenin sıcaklığı. Kırılgan bir varlığın esiriymişim gibi usulca soludu orada. Gözlerimi çekemedim olduğu yerden.

"Şimdi de aya bakıyorsun," dediğinde, gözlerim karşıma geçmeye yeltenmiş o gözlerin üzerindeydi. Yutkunarak, tebessüm dudaklarımdan kaçarak çekti parmaklarını oradan. "Alışkanlık." Diyebildim sadece.

Kendimi anlatmış olmakla kalmak istemediğimden, yine yürür gibi olduğumuzdan onun yanımda ilerleyen geniş omuzlarına, arkaya yatırılmış saçlarından fırlayan ön tutamlarına baktım.

Onun kirpikleri ağırdı. Onlar bile iç çekiyordu sesi kadar. "Senin özlemle, avuntuyla geçirdiği şeylerin zamanında benim en büyük kâbuslarımın olması ne tuhaf."

"O ne demekti," diye tamamen döndüm ona. "Boş ver, bazı yaşanmışlıklar bazen insanın kendi içinde saklı kalması daha doğru." Diyerek söylemeyi istemedi.

"Israr etsem bile mi?" dedim, dudakları narince açılıp kapandılar. Biraz kafasını eğdi. "Israr etsen bile."

Sonrasında kafasını kaldırdığında bakışları karşıya dik ve sert bakıyorlardı. "Benden uzaklaşmanı, acımanı veya korkmanı istemem. Ben aştım bunları." Diyordu, aklımda yer etmeyen ama çığlık çığlığa kalmama sebep olacak görüntüler varla yok arasında gidiyordu. Jennie hep onun çocukluğundaki kötü zamanları üstü kapalı ima ederdi. Bu da bununla alakalı olmalıydı.

Söyleyip söylememe arasında kalırken, aşırı sessiz bir biçimde, "Ben çocukluğunla ilgili bir şeyler duydum," dediğimde, adımları olduğu yerde durdu. Bedeni gerildi. Bu beni tedirgin etmişti. "İçeriye geçelim mi?" diye sordu, sormak yerine yapalım der gibi. Ayak uydurdum. Her insanın rahatsız olduğu bir konu muhakkak vardı. Bunu irdelemeyi daha sonraya bıraktım ve "Tamam, geçelim," diyerek üstelemeden ona eşlik ederek geri döndük.

O biraz çalışma odasında duracağını söylediğinde açıkçası bu durumdan biraz rahatsız olmuştum. Farkında olmadan ona zarar verdiğimi düşündüğüm için. Odaya tek başıma girdiğimde, evet odadaki çoğu şey yoktu artık. Garipti. Gün içinde yaşıyor olduğum şeylere yetişemiyordum, pijamalarımı giyerek yatağa girdim. Uyumakta çok kısa bir zamanımı aldı.

Ama bir ara uyandığımda Taehyung'un odada halen olmadığını fark ettim. Ondan sonra uyumaya çalışmak zor olmuştu.

Fakat sabahın serin sularında uyandığımda, Taehyung'u kahvaltı masasında gördüğümden dolayı iyiydim. O söylemeden sadece görmüş olmakla içimin rahatlaması, şimdilik düşünmeyeceğim şeydi. Kahvesini yaparak kendisine götürdüm. Beğendiğini dile getirmesine bile gerek yoktu. Gözlerinin üstünde kapalı bir ima vardı ve evdeki telaşa sıkılarak kahvesini bitirip, yüzüme baktı ve gitti.

Şimdi diken üstünde olma vaktimin geldiğini hissediyordum.

Annesinin keyfi olduğundan beni kaileye almaması iyiydi. Ama Jennie öyle değildi işte. Bir fırsatını bularak salondan ilerlerken yukarı kata çıkmak için yanına gittim.

"Dün bir şey demiştin bana," dedim hemen. Beni anladı. Annesinin acele ile topuklarının üstünden dönerek mutfaktan çıktığını görünce, "Dememe bile kalmadı, göreceksin gözünle şimdi her şeyi. Tabi bu seni rahatsız mı eder yoksa rahatlatır mı bilemem?" demişti.

"O ne demek?" diyordum. Kafasını karıştırdı. Sonra her şeyi şimdi anlamamı sağlayacak kadar iyi anlatmıştı.

"Eun, abimle önceden takılıyorlardı. Sevgili olmak üzerelerdi, anlaşıyorlardı. Sonra abim birden ilişkiyi kesti. Buraya gelmeleri de bir palavra. Annem her şeyin farkında ve bilerek yaptı. Halamı o aradı. Sanırım, umarım yanlış anlıyorumdur, abimle arasını yapmak istiyor. Eun için görücü bulma meselesi sadece bir bahane. Onun mühürlü eşi olmasını istiyor, sözünü geçirdiğinden."

Şimdi tüm taşlar yerine oturmuştu. Peki bu durum neden beni içimde bin parçaya ayıracak kadar rahatsız eden sözlerdi. "Taehyung bunu kabul eder mi?" diyerek çekinerek sorduğum sorular, Jennie tarafından da aynıydı. "Bilmiyorum Jungkook. O bir delta, kurdu elbette kendisine mühürleyecek bir eş istiyordur. Kalıcı bir eş. Bunun olmasını, seninle olmasını çok istiyorum. Ama senin bunu istemiyor oluşunla zorlayamam seni. Belki de bu şey olursa kurtulursun, ondan. Bu evden. Belki abine kavuşursun. İşine gelmez mi? Mutlu olursun."

Bunu isteyemediğimi itiraf edemedim.

"Haklısın. Taehyung bunu isterse, benim yapacak bir şeyim yok." Diyerek üzerimdeki yükü Taehyung'a atmıştım. Ama, "Gerçekten de abime karşı hiçbir şey hissetmiyormuşsun," diyen kırgın sesin, aslında benim gözlerimin dolu dolu olacağını hissettiğinden ne kadar kasıldığından haberi yoktu.

Kendimi bu karmaşık duyguların içine öylesine çok kaptırmıştım ki, "Hoş geldiniz," diyen annesinin sesiyle ayyuka çıktım. Kapının ne zaman açıldığı veya gelenlerin kim olduğuyla ilgilenmeyen gözlerim, şimdi bana söylenmiş sözlerden dolayı pür dikkatlerdi.

Üç kişilerdi. Bir tane bakımlı, boynunda eşarp ve broş takılı, balık etli bir kadın vardı. Bu halası olmalıydı. Yaşı kırkın sonlarında geziniyordu. Küçük bir oğlan çocuğu yaramazca elindeki tabletiyle koşarak salona gitti. Ama arkalarında duran kızın duru güzelliği, içeriye girmeleri için önden çekilen annesiyle aradan çıkmıştı. Çiçekli bir elbise giymişti. Uzun ve gür saçları, belinden aşağı sallanıyor ve papatya rengini taşıyordu. Genden kaynaklı mavi irisler onda da vardı, ince belli ve gülerken fazlasıyla hoş duruyordu.

Ona dikkatlice bakıyordum.

Annesi özellikle onun yanaklarını öpüp sarılmıştı. "Hoş bulduk canım. Hayatım güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişsin. İki sene nasılsan aynısın. Bebek gibi. Omega deyince ilk akla sen gelirsin." Diyerek haklı övgülerle pohpohluyordu. Üzerimde duran siyah kazak ve düz siyah pantolonla, çok sıradan ve silinik hissettim.

"Bende sizleri çok özledim." Diye karşılık verdi. Samimi konuşuyordu. Annesi onun saçlarını okşayarak, "Keşke daha önce gelseydin canım," diyor ve o da içeriye doğru geçerken, "Amerika'daki yüksek lisansım yeni bitti," diyerek dudaklarını büzüyordu. O sırada eğitim hayatı yarıda kalmış olan kendimi daha da eksik buldum. Niye böyle olmuştu ki?

Kızın annesi huysuzca çantasını önüne almış, "Ayak üstü mü konuşacağız, yoruldum vallahi, oturmam lazım benim," diye homurdanınca, Delta'nın annesi de olaya hızlıca, "Tabi canım, ben sizin için her şeyi hazırladım. Buyurun salona geçelim," diyerek gülüyor, karşıdan bakanın ne iyi kadın diyesi geliyordu. Değildi işte. Şimdi öğrendiklerimle korkunç bir kadındı. Hep öyle kalmaya da devam edecekti.

Sonunda önlerinde, ilerisinde duran bizleri fark etmişti. Jennie gülümseyerek onların yanına gitmek durumunda kaldıklarında, bana anne ve kız bakıyordu. Kızın annesi, "Şu, o şey mi?" diye işaret ettiğinde kızın gözlerini devirmesi ve gülmesi o kadar sinirimi bozmuştu ki, onda gördüğüm o imrendirici güzellik yok olup gitmişti. "Ah Taehyung hyung... bazen gururu yüzünden hiç olmayacak şeylere bulaşıyor." Diyordu, o ve benim için.

Dişlerimi sıktım. Gözlerimin önü karaydı ve ben, kaçmayacaktım, bu insanların beni zehirli gösteren dillerinden.

Tam karşılarına geçtim. Kibir yoktu ama taklit edilesi gurur yüzümdeydi ve kızla annesinin gözlerine bakıyordum.

"Hoş geldiniz. Ben Taehyung'un eşiyim. Jungkook. Adım veya varlığım şey değil kısaca."

Bu yüreğimin yüzleşmek zorunda kaldığı, kendimi ve içimde bulunduğum savaşla yüzleşmek zorunda kaldığı en gerçek andı ve ben, kendimi kaybediyordum. İçimde büyüyen bu duygular için uğraş veriyordum. Niçindi? Bana bakan o gözler, bir başkasına da öyle bakamasın diye. Çünkü anladım ki; benim sevgim deli baldı, biraz fazlası öldürürdü.


Bölümün sonu.

Kurgu akışını seviyor musunuz?

gelecek bölümler neler olacak sizce?

Ben Nicotesy, kendinize emanet olun.

Loading...
0%