@nicotesy
|
İyi okumalar :)
. "Sevgi bazı şeyleri kurban etmeyi gerektirir. Kurban da kansız olmaz." . Bölüm 47: Hapsoldum yaralarıma, çıkışlar hep kapanmış, ruhum dar sokaklarda. Gözlerimde sicim sicim karanlık dünyaların sadece var ediyormuş gibi etrafıma bakıyordum. Buz gibi bir karanlık vardı. Belki halen rüyadaydım diye teskin ediyordum. Ama elimi kalbimin üzerine bırakırken bu çarpıntı hakikatin en hakikatli olanıydı. Çünkü orada halen keskin bir acı yatıyordu. Dudaklarımın firar eden nefesleri arasında gözlerimi yoran karanlığa çekinerek bakmayı sürdürdüm. Uzandığım ranzanın demirleri sırtıma batıyordu. Buna dayanamadım. Korkuyla karışık bir pencerenin dahil bulunmadığı dört duvar arasında anlamaya çalışıyordum. Neredeydim, neden buradaydım, ne zamandır buradaydım ve en önemlisi benim burada olmama sebep olan o aşağılık kişi de kimdi? Bu soruların cevabı elbette olacaktı. Olduğum yerde usulca durmak ve korkumun yüreğimde beni kahredecek şekilde ilerlemesi yerine, sağ duyulu olmak için çaresizlikten kıvranan dudaklarımın büzüşmemesi için sıktım kendimi. Hayır, ağlamak belki duygularımı rahatlatacaktı ancak beni olduğumdan daha fazla yıpratmak dışında bir işe de yaramayacaklardı. Bu nedenle halen uzanmış olduğum bedenimi toparlayarak gözlerimde patlayan bu karanlığın içinde kendi kalp atışlarımı çok net duyabiliyordum. Sakinleşmek için aldığım derin nefeslerin sızıntısında burun deliklerimin içini küf kokusu sarıyordu. Bu midemin burkulmasına sebep oldu. Sol kolumun iç dirseğinde bir şişlik de hissediyordum. Parmak uçlarımı oraya değdirdiğimde acıyla tıslayarak geriye çektim. En son orada duran bir serum vardı. Düşünmek istemedim bu hale gelene kadar başımdan neler geçtiğini. Son zamanlarda bildiğim şeyler canımı yakıyordu. Taehyung'un bana duyduğu aşklarının itirafı dışında güzel olabilecek pek bir bilgimde yoktu. Ama kaskatı bacaklarım ne zaman soğuk yere kavuştu, ben o zaman burada bir lambanın olduğunu keşfettim. Cızırdıyor gibi bir ses çıkarıyordu. Eski taşlar, bir tane klozet, lavabo, yatak, minderi eski ve inceydi. Yıpranmış görünüyordu. Üzerinde belli belirsiz koyu renkler vardı. Yaklaştığımda bunun kurumuş kan olduğunu gördüm. Kenarda kırık iki raf vardı. Üstünde sadece bir siyah bir eşofman vardı. Yatağın üzerindeki kirli, sarı ve solgun yeşil battaniyeden çok daha temiz ve yeni duruyordu. Onun yanında bir tane de poşet vardı. Onunla ilgilenmeden bakışlarımla bu dört duvarın içinde sıkışık kaldığım yeri ve nerede olduğuma dair bir çözüme kavuşturmaya çalışıyordum. Duvarların taşlarının bazıları oyulmuş ya da kırılmaya çalışılmıştı. Karşımdaki demir kapının altı karanlıktı. Kapının ağzına gittim ve kulağımı yasladım. Ama duyabildiğim sadece buranın soğuğuyla içime işleyen sıcak nefesimin buhar yapışıydı. Bundan ötesi yoktu. Tek hücreli bir hapishaneydi. Ama sanki seneler öncesinde terk edilmişti. Yüreğime su serpmeye çalıştım. Taehyung iyi olacaktı. Evet, kendine gelmek üzereydi. O, beni buraya kapatan kişiyi bulacak ve beni kurtaracaktı. Ve ben ilk kez hiç ses etmeyeceğim onun yine birilerinin canını çok feci acıtacakları için. Yine de burada hiçbir şeyden haberim olmadan, ses olmadan duramıyordum. Kapıyı ittirdim ama kilitli olmasına rağmen emin olmak istemiştim. "Kimse yok mu? Neden kapattınız beni? Çıkarın buradan. Canınızı seviyorsanız bunu yapın." Dedim tüm gücümü sesimde harcarken. Ama hiçbir şey duyulmadı. İnsana dair en azından. Çünkü benim çelimsiz yumruklarım kapının sertliğinden ötürü epey kızarmışlardı. Bu da pes etmeme sebep oldu. İşte şimdi yaşanan duygu dökümüyle beni kimsenin duymayacağına inanarak ağlamaya başladım. "Neden?" diye sorarken bir mana aradım varlığımda. "Neden tüm bu kötü şeyleri yaşamak zorundayım ben? Neden diğer insanlar gibi sadece akşam yemeğinde ne yapacağımı düşünmek yerine her defasında canımın peşindeydim ki." İsyan dolu dilimin ucu yanar gibiydi. İlk kez ben şükran ediyor olduğum o Tanrı'dan hesap sormak istedim. "Neden hep sevdiklerimi benim ellerimden çekip alıyorsun? Madem beni sevmeyecektin, neden bu dünyada bu denli yaşamaya mahkûm ederek sevecek bir şeyler bularak beni üzüyorsun? Bir insan olarak benim hak etmem gereken bu muydu? Kötülükten bu denli kaçarken bile mi?" Üşümüştüm. İnsanın ağlarken sırtını ürperten bir soğukluk var olurdu. Kesinlikle bu dışarıdaki havanın çetin sertliğiyle alakalı olmazdı. Bu sizin yalnızlığa verdiğiniz tepki olurdu. Bunu çok iyi biliyordum. Şu beş altı ayda zaten bunu deneyimlemek dışında ne güzel şeylerim vardı ki? Hiç. Üstelik bugün benim doğum günümdü. Ölüme yine yakın buldum kendimi. Midem bulandığında koşarak musluğa koştum. Midemin içindeki o sarıyı suyu kustum. Pek bir şey yoktu. Ağzımı dolduran şebeke suyu daha da berbattı yine de bunu yapmak zorunda kaldım. Yüzümü yıkadım. Ancak üşümem geçmiyordu. Üzerimde halen Taehyung'un ince uzun beyaz tişörtü ve dizlerime kadar gelen şortu vardı. Tereddüt edecek de olsam aldım oradaki siyah eşofmanı. Biraz büyük duruyordu. Ama sorun değildi. En azından benim biraz olsun sıcak tutabilsin istedim. Üstümdekilere rağmen onları da üzerime geçirerek giyindim. Sonrasında görmezden geldiğim poşeti açtım. İçinde bir kutu bulunca şaşırdım. Lakin şaşırmamam gerektiğini hatırlattım kendime. Onu buraya her kim koyduysa zaten benim için koymuş olmalıydı. Kutu yeni ve kırmızı renginde sert bir yapısı vardı. Biraz da büyüktü. Yine de her türlü hinlik beklediğimden yatağın üzerine bıraktım. Hafifti. Yavaşça açıp kafamı uzakta tuttum. Ama gördüğümle kaşlarım öylesine sert çatıldı ki ağzımdan dolu dolu küfürler çıkmaya başladı. Bir doğum günü pastasıydı. Üzerinde birkaç süs, yanan çubuklardan vardı. Çilekli pastaya yüzümü buruşturarak bakıyordum. Kenarda duran notta bunu yazanın kim olduğunu görmüştüm. "Yeni yaşında benim olmaya hazır mısın? Tüm bu yaptıklarımı senin için yapıyorum. Beni takdir etmelisin. Sana kırmızı yakıştığından bunu gönderiyorum tavşancık. -Namjoon" Yazarın Ağzından Hastane duvarlarında sıkışıp kalanlar içinde bulundukları yer, bir hapishane hücresi gibiydi onlar için. Üç kişi aralarında çaresizce duran hemşire ile tüm cesaretsizlikleri yutkunuyordular sertçe. Aralarında her zamanki gibi daha akıllı ve soğukkanlı olan Seokjin'di. Gergin çenesinde kaskatı duran iri dudaklarını ayırdı hemşireye doğru. "Sen bana yüksek dozda bir sakinleştirici getir. Şırıngaya tak da getir." Genç hemşire bu kararmış gözlerden işin ciddiyetini anlayarak acele ile malzeme odasına gitti. Doktorun kendisinden istediği şeyi verebilmek adına. "İlk ben gireceğim. Choi sen de hemen arkamdan gir. Sessiz ol ve gözlerine bak. Onu oyalamaya çalıştığımızı anlamasın." Dedi ve sonrasında halihazırda duran Yoongi'ye baktı. "Sende bir Kim ailesindensin. Senin de emrin altında olan adamlar olmalı. Git ve Namjoon'un o delikte takılıp takılmadığına bak. Bir şeyler bulun. Çünkü buradaki kameralardan bir şey çıkmayacağı belli. Kaçırdılarsa araba ya hastanenin çıkışında duran yerlerin birinde park halindedir ya da otoparkta. Güvenliklere de sordurt. Garip birilerini görmüşler mi ya da hastaneden baygın halde ya da uyuklayan hastaların çıkıp çıkmadığını. En azından bu bize birkaç ipucu verecektir." "Ya hiçbir şey bulamazsak?" dedi Yoongi oldukça karamsar bir şekilde. İçinde bir mücadele ve işe yarama güdüsü yaşıyordu. En önemlisi böylesine büyük bir felaketi Jimin'e nasıl söylerdi? Onu bulmalıydı. Belki bunun sayesinde bağışlanması daha kolay olacaktır diye bir düşünce geçti içinden. "Öyle bir şey olmamalı, beni anlıyorsunuz değil mi?" dedi baskın bir sesle Seokjin. İlk kez onu bu kadar sert ve baskın görüyordu ikili. "Yoksa bizim burada insanlığını kaybetmesin diye boğuştuğumuz saatlerin bir anlamı kalmaz. Uyandığı gibi sorduğu ve huzursuzluk çıkaran birinin demek ki en değerlisi olmuş o kişi. Ve kimse bir Delta'nın değerlisine el uzatamaz. Eğer bu ülkede felaket yaşanmasın ve faili meçhul cinayetlerden biri de biz olmamak için Taehyung'dan önce bir şeyler yaparak bulmalıyız. Anladınız mı beni?" Her ikisi de sessizce onayladı onları. "İyi," diye mırıldandı Seokjin. Hemşire kız yanı başına gelerek hazırladığı iğneyi doktora teslim etti. Seokjin onu önlüğünün cebine atarken gergin olan kaslarını birkaç saniye gevşetmek için derin bir nefes aldı. Choi'ye hadi dercesine bir bakış yolladı ve Yoongi gerginlikle dudaklarını ısırarak ikisinden ayrılarak telefonunu eline aldı. Halen emrinde olan adamları kullanarak bir şeyler yapabilmeliydi. Kaybettiği gururu için bile bunu yapacaktı. Seokjin kapıyı açtığı gibi Delta'nın öfkesinden dolayı odayı dolduran dağınık feromonlarından ötürü ciğerlerinde sert bir acı hissetse de işine geri döndü. Sağlam duran adımlarıyla, gözlerini açmış ve hırıltı dolu nefesleriyle halen ilaçlardan dolayı kendisini dengede tutamayan, yastığın içinde kafasını bir o tarafa bir bu tarafa çeviren Taehyung'a kısa bir göz attı. Taehyung onun geldiğini fark etti. Ama bu acıdan kıvranan, kafasında durmadan bir yaban arısının vızıltısına maruz kaldığı ağrıyla gözlerinin odağını netleştirmeye çalışıyordu. O gelen kişin Jungkook olmasını istiyordu. Çünkü korku dolu bakışları hatırasında ona karşı kalan son şeylerdi. "Seokjin," dedi derin ve zor çıkan sesiyle. "Jungkook nerede? Benim uyanmamı bekliyor olmalı?" dedi o umuduyla. Çünkü o da çok iyi biliyordu. Aynı yoğun duygularla olmasa da kendisini sevdiğini. "Onu çağır bana." Seokjin hiç renk vermeden onun başına kadar geldi. "Evet bekliyordu senin uyanmanı," dedi ve buruk bir gülümseme bile elini cebine attı. "Ama bildiğin gibi senin kadar güçlü olmadı hiçbir zaman. Yine de başına gelen onca şeye karşı dimdikti. Sonra, bayıldı." Bu sözleri nazikçe söylemesine rağmen Taehyung şimdiden delirmiş gibi onun için endişelenmeye başlamıştı. "Benim onu görmem lazım," dedi ve doğrulmaya çalıştı ama göğsünde onu zorlayan bir ağrıyla nefes nefese olduğu konuma tekrar dönmek zorunda kaldı. Seokjin şimdiden sadece bu söyledikleriyle bu hale gelen adamın, onun kaçırıldığını ve haber alamayacağını öğrendiğinde vereceği tepkiyi görmek istemiyordu. Bu kadarına katlanabilir miydi? Hiç sanmıyordu. "O uyuyor," dedi. "Dinlenmesi gerek. Belli ki hem bedenen hem de ruhen çok yorulmuş. Şimdi onu uyandırırsak daha toparlanamadan yanında biter ve ağlar. Çünkü sürekli ağlıyordu senin için. Yeni sakinleşti, bunu istemeyiz değil mi?" Taehyung'un yumuşak yerinden bularak konuşuyordu ve içeriye giren Choi ise onu tekrardan gözlerini açık gördüğü için sakinleşmişti. Bir an için onu kaybedeceği düşüncesi ile yüreğinde tarifsiz bir acı oluşmuştu. Yine de çok da rahatlamış değildi. Sonuçta az çok kapıdan Seokjin'in onu yatıştıracakmış duran sözleri sadece zaman kazanmaktan başka bir şey değildi. Ama ya bulamazlarsa ve Taehyung tüm bunları öğrendiğinde kendisine ihanet etmekle suçlarsa? Çünkü omegaya olan aşkını kendi gözleriyle görmüştü. Hayatında ona bakarken ilk defa dertsiz tasasız bir günde olan, genç bir adam gibi yaşıyor olduğunu düşünmüştü. Şimdi de o günün üzerine yaşananlar korkunçtu. "Çok mu üzüldü?" dedi ve derin bir nefes alıp bıraktı Taehyung. Ama içi o kadar huzursuzdu ki bunun kaynağını bilemediğinden kendisini çaresiz hissediyordu. Bir görse gözleriyle, dokunsa tenine, hissetse onu bütünüyle, zaten iyileşecekmiş gibi hissediyordu. "Üzülmesin. Beni daha fazla çaresiz halde görsün istemem..." diyordu sessizce. Çünkü onun Deltasıydı. Onu kendinden zor koruyordu ve halen kendisine ne olduğunu bile bilmezken, stresten ve kurdundan dolayı olduğunun düşüncesiydi. "Neden bu haldeyim?" dedi, sesi şimdi biraz daha iyi çıkıyordu. Boğazındaki biriken narkozu atsa daha da iyi olacaktı. "Birdenbire yere yığıldım. Tüm kemiklerim kırılacakmış gibi. Kurdum tehlike içinde kalmış gibi dönüşmeye çalışıyordu." Seokjin onun bu sorularını elbette yanıtlayacaktı. "Canın yanıyor mu?" diye sordu ilk önce. "Biraz," diyerek geçiştirdi. Choi az çok anladı Seokjin'in ne yapmaya çalıştı. Sadece sessiz oluyor ve ortama ayak uyduruyordu bir köşede. "İlk önce bir ağrı kesici vuralım. Daha hızlı toparlan," dedi Seokjin, cebindeki iğneyi çıkararak onun serumuna doğru enjekte etmeye başlarken. Çok değil birkaç dakika sonra derin bir uykunun içinde huzurla uyuyacaktı. En azından hiçbir şey hissetmeyecekti. İşini halletti ve halen kendisine sorgularcasına bakan Taehyung'un omzuna dokundu. "Bu nasıl söylenir bilmiyorum." Dedi ve yanan gözleri bir kardeşin yapıyor olduğu kötülüğün hazımsızlığı ile parıldıyordu. "Namjoon... İçtiğin kahveye zehir karıştırmış. Senin tamamen deforme olup bir kurda dönüşmen için. Bir daha insan olmayıp o halde kalman için öfke ve kurdunun ayalarıyla oynamış en basitiyle. Biliyorsun ki bunu yaparak," dediğinde, Taehyung şaşırmadığı bu ihanet karşısında tamamladı onun cümlesini. "Beni yetiştirildiğim ve ayrıcalıklı kılındığım devlet tarafından imha edilmemi istedi." Sonra aklına daha felaket bir senarto geldi. Acele ile bakışlarını Choi'ye doğru çevirdi. Bedeni uyuşmaya başlamıştı bile. Göz kapakları onu deviriyordu çoktan. "Bana bunu yapan... Jungkook'a da bu halimden yararlanarak, sırf canımı yakmak için zarar verir. Onun başından ayrılmayın. Choi sana güveniyorum... Ben kendime gelene kadar ona güvenle bakın. Ona iyi bakın..." dedi ve daldı karanlığa. Sonrasında da aydınlık onu hiç bulmayacakmış gibi kör etti. Choi ise ağlamak üzereydi. Bunu yapmamıştı. Oysa akıl edip ilk yapması gereken buyken yapmamıştı. O kadar suçlu hissetti ki duramadı orada. Elini ağzıyla bastırıp gözyaşlarını Seokjin'in yanında dökemeyecek bir gururla oradan çıktı. Ama tam karşısında ağlayan gözlerle haberi aldığı gibi buraya gelen Jennie ile karşılaştı. Ona da aynı çaresizlikle bakıyordu ve ikisi arasında çok garip bir göz teması gerçekleşiyordu. Çünkü bu uğurda ona yardımcı olacaklardan beri de gerçeği öğrendiği anda yıkılan Jennie'ydi. Daha en sevdiği abisinin iyileşiyor haberinden sonra en yakın arkadaşının kaçırıldığını öğrenmişti. Üstelik daha bu sabah annesinin ona akıl hastanesinde bile yeni öğrendiği yerden bir mektup gelmişti. Kendisini vicdansızlıkla ve hayırsızlıkla suçluyordu. Ama şimdi öğrendikleriyle, iyi ki onu görmek için gitmemişim diyordu. Her şeyin bu kadar iğrenç boyutlara ulaşmamasının nedenlerinden biri de oydu nasıl olsa. Namjoon'un korkunç yanını biliyordu. İyileştirmek yerine kullanılmaya ve kötülüğün onda da çoğalmasına izin vermişti. Şimdi ne yapacaktı? Bu kötülük denizinde bu kıyameti nasıl durdurabilecekti? Korkuyordu. Çok korkuyordu. Gerçeği bilen herkes gibi. Taehyung'tan ve Jungkook'un başına bir şey gelmesinden çok korkuyordu. Ki zaten bu deli dolu günlerin hastane köşelerinde yarattığı ağır karanlık geçmiyordu ki hamleler önden geldi. Taehyung bir kez daha uyandı. Bu sefer yanında kimse yoktu. Uyandığı gibi dinç kalkmıştı. Çıplak ayaklarını umursamadan kapıdan çıktığında, uyuklayan Choi'nin karşısına dikildi. Etrafına bakındı. Jungkook yine yoktu. Bu kabusundan zaten Jungkook'un sesiyle uyanmıştı ve o yine yoktu. Biliyordu. Choi'ye, "Uyan ve beni Jungkook'a götür," dedi sert sesiyle. Choi sıçradı yerinden. Sesin geldiği kişisine Azrail görmüşçesine bakıyordu ve yine burada Seokjin'in olmasını diledi. Ama bir başınaydı. Verdiği tepkiler yüzünden Taehyung daha da sinirleniyordu. Burnundan soluyordu. "Beni duymuyor musun Choi, götür beni dedim sana." "Götüremem," dedi titreyerek Choi. Sertçe yutkundu. Taehyung'a karşı başını eğdi. Kelimeler düğüm oldu çıkamıyordu yerinde. "Çünkü," diyordu, yakasını astıran Taehyung ise burnundan soluyordu. "Konuş," diyordu ağırlığıyla. "Yok. Kaçırıldı." Dedi ağzından güçsüz çıkan bu ses Delta'nın kalbine sağlam inmiş yumruklardı oysa. Elleri titrer gibi oldu. "Kaçırıldı..." dedi, idrak edemediği bu kelime ile. Boğazında bir el vardı. "Kaçırıldı," dedi bir kez daha delirir gibi. "Benim omegam kaçırıldı. Benim omegam." Gözleri yerinden fırlayacakmış gibi açıldılar. Bağrından yükselen homurdanmalar, yükselen vücut ısısıyla göğsü inip kalkıyordu. Choi daha ilk dakikada ondan yükselen feromonları yüzünden dizleri titremeye başlamıştı. Baskın bir alfa olmasına rağmen çok hızlı etkilenmişti. "Sen buna nasıl izin verirsin?" diyerek kükredi. "Buna nasıl izin verirsiniz?" diye yumruk yaptığı ellerini Choi'nin hemen yanı başındaki duvara vurdu. Üzerine eğildi. "Ne zamandır yok? Onu kaçıran piçin adını ver bana?" "Üç gündür," dedi ve Choi son nefesini alır gibi dizlerinin üzerine düştü. Hastane çalışanları gelen sese ve kokuya kırmızı alarm vermek üzerelerdi ama karşılarında alacakları bir delta olduklarından polisi aradılar. Ama olayı hemen duyan Seokjin odasında hastası olmasına rağmen özür dileyerek oradan çıkmak zorunda kaldı. Gördüğü manzara hiç hoş değildi. Choi dizlerinin üzerine kapanmış yalvarır gibiydi. Burnundan kan akıyordu. Bu baskın odun kokusu insanı zehirliyordu. Kimse yaklaşamıyordu. Choi'nin dudaklarının minik kıpırtısından ona Namjoon'un adını verdiğini duydu. Sonrasında Taehyung'un kimseyi umursamadan hastaneden çıkarken öfke dolu sesini. "Ölümlerden ölüm beğen Namjoon. Seni kazığa çakmadan sana bir başkasından ölüm yok." Bunlar kayıplara karışan ve şehri alt üst eden Taehyung'un son sözleriydi bu hastaneden. Çünkü omegasını bulmadan tekrar nefes alamayacaktı. Nefesini arıyordu dolu dolu. Acı pareler yüklü yağmurlar altında adamlarıyla. Devletinden de yardım istedi. Bunu ilk kez yapmıştı. Halen saygınlığı vardı ama söz geçirilmez hali yüzünden bazı insanları rahatsız etmeye başladı. Hangi kapıyı çalsa, hangi çete başının duvarlarını aşılasa bulamadıkça birinin canı gidiyordu. Ağzından söylentiler dışında bir şey bile çıkmıyordu. Buradan çok uzakta olan Hoseok'tan bile yardım istemişti ama kendisinin yurtdışında olduğunu öğrendi yine de kimseye güvenmediğinden adamlarını yolladı evini aramaları için. Namjoon'a dair en ufak bir şey aradı. Yoktu. Uçurumun kenarında, üstü başı kan içindeydi. Canı yanıyordu. Canı öyle çok yanıyordu ki yaktığı sigarası, kanlı parmaklarının arasında titreyerek ağzının hizasını buluyordu. Gecenin ağırlığı bedenini öyle yormuştu ki tek başına kenara çektiği arabasının kaputuna yaslanmıştı. Kalbinin üzerinde kızgın bir demirin acısı vardı. Sigarasını bitirerek attı. Dayanamadı. En son çocukken bu denli içli içli ağlamıştı. Şimdi de kimsesi yoktu. Kalbi yoktu ama bir kalbi varmış gibi hıçkırarak ağlıyordu. Omuzları sarsılıyor, bedenini taşıyamayarak yere çöküyordu. Bir ay olmuştu. Günyüzü'nden ayrılalı bir ay olmuştu ve güneş doğmaz olmuştu kıymık batmış gönlüne. Bu özlem bir bıçak gibi kesip atmıştı onu. "Gözlerimi kapatmaya korkuyorum. Sesin bölüyor yorgun bedenimi. Neredesin?" Hıçkırıklarının arasında küçük çocuk gibi çıkıyordu sesi. Çok çaresizdi. Canını vermesi gerekseydi verirdi onu için, yeter ki karşısında kanlı canlı dursun ve gülümsesin. Bunun için elinde ne varsa harcayabilrdi. Tüm serveti oydu ve şimdi kendisini bu gecenin ayazında dımdızlak hissediyordu. "Ben ölüyorum..." dedi. "Ben yaşamayı sevdirdikten sonra yokluğunla ölüyorum. Ben seni bulamıyorum ruh parçam," diyerek saçlarına asıldı da asıldı. "Yemin ederim seni bulduğumda o kollarından çıkamayacak bedenin. İzin vermeyeceğim hiçbir kötülüğün sana el uzatmasına." Belki saatlerce ağladı. Bu onu sakinleştirmemişti ama gördüğü karşı dağın eteklerinde yalnızlığın kendisinde bulduğu aya baktı. O Jungkook'tu onun için. Oraya dalmıştı. Öyle uzun dalmıştı ki yanaklarından halen süzülmeye devam ediyordu yaşları. Arından montunun cebinde duran telefonundan bir mesaj bildirim sesi yüksledi. O kadar dalmıştı ki buna dikkat edemedi. Ama bir kez daha yükselince o ses çenesi kasılarak aldı eline. Belki Jungkook hakkında bir şey bulunmuştur diye. Evet, bu Jungkook hakkındaydı. Görmek istemeyeceği şeyler onun gözlerini kırmızıya dönüştürmüştü. Bir dakikalık video atılmış, altına iyi seyirler delta yazılmıştı. Taehyung videoyu açtı. "Selam Taehyung... ah hyung," dedi Namjoon sırıtarak video ekranına. İlerliyordu. Arkasındaki karanlık o ilerledikçe artıyordu. "Beni bulamadın mı daha? Ne yazık sana. Ama bak ben sen motive ol diye ne yapacağım şimdi." Dedi ve ekranda duran kafasını geriye çektiğinde, korkunç bir yatağın içinde bağlı duran Jungkook'u gördü. Gözlerindeki yaşları görüyordu. Gözleri, burnu, yüzü kıpkırmızıydı. Korkusunu ekrandan görüyorken şimdi belindeki silahı kafasına sıkacak kadar çıldırıyordu. Namjoon videoyu ön kameradan aldı ve arka kameraya aldı. Jungkook'un yüzünün her bir yanını çekiyordu. "Çok lezzetli Taehyung..." diye mırıldanıyordu. Jungkook'un ağzındaki bez parçasından zar zor çıkan bağrışlarını duyuyordu. Özellikle tekrardan kamerayı Jungkook'un yüzüne yaklaştırarak saçlarını okşadığını gösterirken. Jungkook'un, "Taehyung..." diyen boğuk sesini ve yüksek sesli ağlamasını duyuyordu. Video Namjoon'un yüzünde sonlanıyordu. Devamı yoktu. Hiçbir şey yoktu. Delta ölmek pahasına dönüşmüştü. Gerekirse Jungkook'u bulana kadar bu formda kalarak bulacaktı onu. Sonunda bir ölüm olacak bile olsa. Çünkü varlığı, küçüğünün döktüğü göz yaşlarından daha değerli olamazlardı.
Bölümün sonu. Diğer bölüm, omggggg sonlara geldiğimizden spoi vermeyeceğim ama finale kadar olaylara devam :))))))))))) Ben Nicotesy, iyi geceler. |
0% |