@nicotesy
|
Selammm... ben geldim? Bu gece de bekleyenler kimler?
Çok uykum var umarım batırmamışımdır, güzel yorumlarınızı tekrardan okumak dileğiyle...
İyi okumalar :)
....
"Yalnızca içimde, derinlerde bir yerde, sivri bir iğnenin çocukluğumun bütün güzelliklerini ve hayallerini delip parçaladığını, sakatlığımı çırılçıplak, saklanamayacak bir gerçek haline getirip beni bu gerçekten kaçamayacak kadar güçsüzleştirdiğini hissediyordum..."
....
Bölüm 9: Derinlerde bir yerde, umuda sarılı dururdum eğer o beni böyle öpmeseydi.
"Hayatımın içine sıçtın. Bu gördüklerinden daha fazlasını bana sen sadece bir günde yaptın. Şimdi ellerimde can vermiyorken, sadece sus. Çünkü senin sesini duymakta, görmekte, nefretimi körüklemekten başka bir boka yaramıyor."
Kızgın gözleri kuzgun gibiydi. Biliyordum, tam şu anda yüzüme esen nefesime karışan soluğumu kesmek istercesine ve beni ürkütmekten, korkutmaktan, iç dünyamın çapak tutan göz damlalarına düşürmekten başka bir işe yaramıyordu. Kasvete düşmüş yüzümü tek eliyle avuçladığında, sertti, düşüncesizdi. En az beni iki yüzlü sanırken. Çünkü baş parmağıyla yanağımdan süzülen yaşlarımı o tutamları derime işlercesine bastırarak siliyordu.
"Ağlama," diyordu, kesinlikle benim ağlamamdan dolayı öfkesi dinmiyor aksine daha fazla artıyordu. Merhametten değildi. Bu gece yüzünde merhametten, sabırdan ve tahammülden eser yoktu. "Bu göz yaşlarının benim için hiçbir anlamı yok. Sadece bir aldatmacasın. Yalancı, ahlaksız ve iki yüzlü. Şimdi karşımda hiçbir suçu olmayan günahsız biriymiş gibi göz yaşı dökme. Çünkü senden dökülmesini istediğim kandan göz yaşları. Bunu da o sürtük abin ve sevgilisini gözlerinin önünde öldürdüğümde dökeceğini biliyorum. Bu nedenle sakla o sürekli akan yaşları. Tiksiniyorum."
Çehremi sıyırarak geçirdi parmakları. O gerilen kasları bana sırtını dönerken dinmesi için bastırdığım ellerim, onun yüzümde bıraktığı izleri parçalarcasına yok etmeye çalışıyordu. Öyle çok kanıma dokunuyordu ki sözleri, en kötüsü de tüm söylediklerine karşı susmak zorunda kalmış olmamdı.
Oysa ben; benimle dün gece ilgilenmiş bu adamın bir an için merhamet dolu sanmıştım. Ben bir an olsun bir kalbi olabileceğini sanmıştım. Ne büyük bir yanılgı ne de büyük bir aldanıştı.
Şimdi onun sırt üstü uzandığı koltukta, bir kolu gözlerinin önünü kapatmak istercesine sıyırırken, bir dizini kırarak o üstsüz haliyle uzanıyordu. Beni bir enkaz içinde bırakmış, beni bu mezar gibi görünmeye başlayan yatağın içinde ufacık kalana kadar, ondan gelecek hiçbir şeye katlanamayan biri olarak battaniyenin altına sığındım. Kafama kadar çektim. O aptal göz yaşlarım, kalbimi her gün daha fazlasıyla bıçaklayan bu kırıcı, aşağılayıcı sözler karşısında dumura uğramasından ötürü dayanamaz haldeydim.
Çünkü incittiği ben değildim. Ama ben kendimden geçeli bir hayli zaman oldu. Bu eve adım attığımda ve bu kararı aldığımda çoktan vazgeçmiştim kendimden. Lakin benim özümü öz yapan, omegamdı. Beni bu duyguları katan sonrasında bunu hiçmiş gibi Delta'nın yakışıksız sözleriydi. Onun beni anlaması mümkün değildi. Ancak ben; ondan gelecek her şeyi derinlerde hissetmek zorundaydım. Tıpkı tek taraflı yapılmış bu evlilik gibi.
Bana olan davranışlarını düşünmemeye çalıştıkça durmaksızın ağlıyordum.
"Siktiğimin odasında bile rahat yok. Bu koskoca dünyada senin yüzünden huzur bulacağım tek bir yer bile yok," diyerek bir hışımla kalktığını hissettiğim Delta'dan dolayı irkildiğimde, nefes almamak için bile o aldığım nefesi yutkunuşumla kesmeye çalıştım. Çok sürmedi ki odanın kapısı açılıp kapandı.
Gittiğini anlayarak daha iyi nefes alabilmek için üzerimdeki örtüyü çektim. Onun ortaya çıkan sert kokusu yüzünden yüzüm iyice düştü, dudaklarımın sürekli büzüşüyor olmasını engelleyemiyordum. Kırıldığım kanadımla geriye dönemediğim gibi varlığının az öncesinde ölüm bıraktığı yadigârlarında sadece kırışmış bir çarşaf izi kalmıştı. Çünkü yastığını da alıp çıkmıştı.
Bir yangın öncesi boğuntusuyla yürüyordu damarlarıma gece.
Ondan sonra sabah olmadı. O gece en uzun gecelerimden birini yaşamıştım. Ağlamak, korkmak ve üzerime sinen kırgınlık hiç geçmedi.
En zor olanı ise benim uykuya daldığım o sakin zamanda onun odaya girip banyo ederek üzerini değiştirmiş olmasıydı. Onun çıkardığı sesler ile uyanmış, bana tekrar kızmaması ve bağırmaması için uyumuş numarası yapmaya başladım.
Ancak bu sadece o üzerini değiştirip odanın içine gelene kadar sürdü. Uyumadığımın farkındaydı. Başımda duruyorken, "Kahvaltıya ineceksin, daha önce de dediğim gibi sakın hata yapma," dedi. Homurdandığında açmaya korkuyordum gözlerimi. "Düzgün şeyler giy ve o hastalıklı yüzünü biraz boya da bir şeye benzemeye devam et."
Her sözü, her sözden ürüyen ve sanki seçerek kullandığı bu acımasız sözlerinden ötürü daha güne açılmaya yüz tutmuş gözlerimi ıslatmaya başladı. Sıkıyordum kendimi. O beni aynalara küstüren halinden ötürü. Utanıyordum, beni her halimle her yok oluşumla daha da yok olmamı sağlayan bakışları ve kullandığı cümleleriyle.
Esaretin bedeli o odadan çıktığında kollarımı gözlerime bastırdım. Bu kadar ağlamak istemiyordum ama onların her biri benden izinsiz dökülen zerrelerdi. Buna katlanmak, katlanmaya çalıştıkça daha fazlasıyla layığımı bulmadan sürünüyordum yerlerde.
Hata, dedi. Hataları var edenin bencillikleriyle yüzleşmek zorunda kaldığımda artık kendimi çirkin bulduğum bu aynalardan korkarak onun duş aldığı banyoya girdim. Kısa sürede çıktığımda, artık ne kendime güvenim vardı ne de onu tatmin edecek görünüşün nasıl olacağına dair bir fikrim.
Üzerimdeki pijamalarımla birlikte odadan çıktığımda, aklımda sadece bu evde en azından birilerin iyi olmayı önemsediğini düşünmek isteyerek bir alt kata indim. Dudaklarım birbirini yiyordu. Sabahın erken saatleriydi ve ben Jennie'nin odasının önünde beklerken, çekiniyordum. Ancak hiçbir duygu, duygularımın katili olan bir adamın beni darağacında sallandıran sözleri kadar yontamaz veya değersizleştiremezdi.
Ayaklarım birbirine dolanmadan kapısını çaldım. Çaldıktan sadece birkaç saniye sonrasında, hazırlanmış bir şekilde kapıyı açtı. Sanırım bugün dersi erkendi. Bu nedenle kendisine özenmiş ve tüm hazırlığını görmüştü. Çok güzeldi. En azından benim gibi boyasa bile bir şeye benzemeyecek bir yüz hattı yoktu. Abisi öyle diyordu.
Ama şimdi aklıma getirdiğim olumsuz sözler, Jennie'nin şaşkın yüzünü kısa bir süre yanıtsız bırakmama sebep oldu.
"Ne oldu?" dedi, sesi mesafeliydi. Oysa ben yalvarır gibiydim. Çünkü bana yardım etmeyeceğine dair düşüncelere sahiptim. "Acelem var biraz, konuşacak mısın?"
"Jennie..." dedim, sadece ismini söylerken içime kısılan sesimden ve artık kendimle birlikte dünyadan aldığım güvensizliğimle bana yardım etmesini umduğum gözlerin sahibine bakıyordum dolu dolu. "Beni yine giydirir ve yüzüme makyaj yapabilir misin? Lütfen."
"Dersim var Jungkook, sabah sabah bunun için mi beni oyalıyorsun?"
Rahatsız olduğunu göstermekten çekinmemişti. Belki de bu isteğimle kendisine yakınlık kurduğumu veya onun bana yakınlık gösterdiği düşüncesi ile yanlış anlaşılmanın önüne geçmeye çalışıyordu. Bilmiyordum. Herkes benden bir şekilde bir vebalıymışım gibi kaçmak istiyordu bir şekilde.
"Lütfen... bu konuda çok yetersizim ve eğer abin bu konuda beni uyarmasaydı, seni rahatsız etmezdim. Yardım edeceğin ve uğraşacağın ben değilim. Abinin yanında durması istediği o sahtelik. Onu utandırmamı istemezsin değil mi?"
İşte bu küçük nefeslerce dökülmüş sözlerimle kararsızlaştı. Alnını kırıştırdı. "Tamam," dedi. "Abim benim için çok değerli Jungkook. Bunu onun için yapacağım."
"Teşekkür ederim," dedim ve bir cevap vermeyip beni kısa süre odanın önünde bekleterek içeriden aldığı küçük bir çantayla geri döndü. Merdivenleri çıkarken, "Gözlerindeki bu tuhaflığı yok etmemiz için biraz uğraşmamız gerek. Her defasında bu kadar şiş olması..." dedi ve söylediklerinin sebebini anlayarak sustu.
Konuşmadık ondan sonra pek. Hemen odama geçti ve bir tane yumuşak dokuda siyah bir pantolonla, üstüne yakışacağını düşündüğü beyaz bir kazakla geldi. Saçlarımın öndeki hafif dağınık duran tutamları arkaya alarak bağladı. Uzamış kâküllerimi önlerimde dağıttığında, yüzümü canlandırmaya çalıştı. Yine de emin değil gibiydi. Solgun yüzüm, şiş gözlerim, kanayan dudaklarımın çatlakları ancak bu kadarıyla bile toparlaması iyiydi. Kulağıma takıştırdığı inci küpelerle, "İstersen ayna da kendine bir bak," dedi. Bakmak istemediğimden, "Senin bu konuda güveniyorum, gerek yok," dedim.
Bu sözlerim onun hafifçe tebessüm etmesini sağladığında, telefon ekranından saatine baktı.
Gözlerini sinirle yumdu. "Of ya, geç kalıyorum derse," diyerek hızlıca odadan çıktı. Hoşça kal veya görüşürüz demesini beklemedim tabi ki, bence bana vakit ayırdığı için bile, özellikle benden bu kadar nefret ettiklerini bilirken çok değerliydi.
Şimdi hazırdım, bu iç çekilesi hengamede ne bir komut ne de bir dürtüklenme bekliyordum. Yine o çaresiz gerginlik, o çaresiz bağrışan yüzümle odadan çıkmak için hamle de bulunuyordum.
Merdivenlerden inmeye çalışırken, halen sızlayan ve beni zorlayan adımlarımı zaten zaman kazanmak isteyen yüreğim yüzünden daha da yavaşlatıyordum. Daha merdivenlerden yeni inmiş ve mutfağın önünden yeni geçiyordum ki, alacalı eller bir pençe misali tırnaklarını batırarak beni güçsüz kalmış bedenimi sürüklercesine mutfağın içine çektiğinde, annesinin o birikmiş ve o birikmiş olanla kızaran yüzü taş gibiydi. Arkamda duran Geong ablaya tek kaşını kaldırdığında, kapı kapanmıştı.
İçeride ben, annesi, Geong abla ve diğer çalışan kadın vardı, yaşlı olan.
"Bakıyorum da pek heveslisin oğlumun eşi olmaya," dediğinde adım attığı adımlarına tezat korkuyla bir geri adım attım. Ama hissediyordum başıma gelecek olanı. "Bana bak küçük şırfıntı, eğer aklında oğlumu ayartmak gibi bir düşünceye sahipsen ona kalmadan ben öldürürüm seni."
"Benim öyle bir düşüncem yok," diyerek kendimi bu ithamlardan haklamaya çalıştığımda, sanki bunun aksini söylemişim gibi bir tepki gösterdi. "Şuna da bak nasılda karşılık veriyor," diye sinirlenerek gözlerini öfkeyle açtığında, birkaç gündür canımı yakmayan o parmakları bu anı beklermişler gibi yüzümdeki yerini aldığında, acıdan sızlayan her bir hücremi sarsmıştı. O kadar sertti ki, parmağında duran yüzüklerin çenemdeki sızısı daha yeni soldurduğum gözlerimin içini besliyorlardı.
"Haddini bileceksin. Bu evde kim olduğunu, neden olduğunu, nasıl bulunduğunu tek bir gün bile unutmayacaksın. Duydun mu beni? Eğer, eğer bu insanlar olamasaydı ben seni o bodrumun içindeki farelere nasıl yem edeceğimi öyle bilirdim ki, dua et, dua et de bir gün elimden sağlam çık."
Titreyen bedenim, şahit olduklarım, şahit olanların arasında yaşadıklarımla katlanılmaz bir zaman dilimi daha üzerimden beni fillerin çimenlerin üzerinde tepişiyor olması gibi koca bir ağırlığın içine çökertti. Ağlamamak için sıkıyor olduğum çenem, kızardığını hissettiğim yanağım ve ruhumun bir yerde bu insanların arasında sıyrılıyor olduğu bu anda ben çok yorgundum.
Mutfağın kapısını açıp çıktığında, kimseden ses çıkmıyordu. Kimsenin bana bir teselli vermesi merakında değildim, ama en azından da birkaç saniye sonrasında hiçbir şey olmamış gibi sofraya koyacakları malzemeleri taşımaya başlamasalardı da kendimi bu denli yok sayılıyor hissetmeseydim.
Bu aşağılayıcı duygularımla ancak içmeye zorladığım su ile kendime gelmeye çalıştım. Çünkü dudaklarımın titremesi geçmiyordu, yanaklarımın ısısı soğumuyordu ve ben kaç damlalarca dökülmüş gözlerimin içlerinin kendisine gelmesini bekliyordum. Biliyordum ki, salondaki uyanmış insanların konuşkan duvarlarına sızdığımda, orada suçlanacak ve Delta'nın bu halimden ötürü benden hıncını çıkaracağını artık çok iyi biliyordum.
Dakikalar peşin sıra ilerlediğinde, deliliğe yakın bir insandım.
Çünkü mutfaktan çıkarken dünyanın en kırgın gülümsemesine sahiptim.
Salona girdiğimde beni karşılayan bakışlara, canımı acıtamayacaksınız diyecek kadar canı yanmış biri olarak gülümsedim. Delta'nın bağışıklığına aldığım soğuk gözleri, yüzümü inceledi birkaç saniye. Sonrasında sahtelik gerçeklik kazanmış gibi sanki beni karşılamaya gelmiş, elini belime atmıştı. Dokunmasın istedim. Uzaklaşmak. O ise bu hislerimi anlamış gibi, "Benim güzel eşim uyanmış, daha iyi hissediyorsun kendini değil mi?" dedi ve dudaklarını kulağıma doğru yaslarken gülümsüyordu.
Lakin sözleri sadece gülüşleri soğutacak türdendi.
"Bu kadar zamanın zahmeti bu muydu?" dedi, mesafe ve taşlayan bir tavırla.
Zahmetin güzelliğini benden alınan hınçla alıkonulduğunu söylemedim. Kafasında yakıştığım yerden asla kurtulamayacaktım ve en ağır olanı da bu yabancıların bizi cidden de imrenerek bakıyor olmasıydı. Oysa avazım çıktığı kadar imdat demeyi istiyordum.
Beni kendisiyle ilerletirken, herkese günaydın demiştim. Üzerime sinen gecenin kâbusu ve sabahın kızıl darbeleri halen yüzümde izdi.
Bana nasıl olduğumu sordular, her birine daha iyi olduğumu, üşüttüğümü söyledim. Onlara bulaştırmak istemediğimden ve Delta'nın dinlenmem için ısrar etmesine dair bir ton yalanlar söyledim. Her biri diken üstünde çıkan sözlerdi. Oysa bu sözlerime katiyen dudak altında gülen annesi, kardeşi Namjoon vardı. Taehyun ise susuyor, telefonuyla uğraşarak bu ortama adapte bile değildi. Ve Delta'nın bakışları kenarları bilerek kısılmış göz çevreleri yüzünden sıcak bir ifade ile duruyorken, aslında bu tamamen ayağımı denk almam için uyarı veren gözlerden başka bir şey değildi.
Kahvaltı esnasında yanağımda duran kızarıklığın geçmemiş olmamasının endişesi ile elimle hep orayı kapatmaya çalışmış, artık midemim kabul etmeyi reddediyor olduğu kahvaltılıkları yemek için epey zorlanmıştım.
Bir müddet sonra Hoseok masada şenlik katacak türden kendisinden bahsetmiş, dalgınca anlattığı anılarını dinlemiştim. En çok şaşırdığım noktalardan birisi de yüzbaşı olacakken bundan vazgeçerek şirket işlerine girişmiş olmasıydı. Anlatırken bu anılarını özler gibiydi. Buna Delta ile katıldıkları özel operasyonlarda dahildi. Daha da şaşırsam da tepki göstermedim.
Bu artık vücudunda gördüğüm yaraların bazılarını açıklamıştı. Ama neden bu işi sürdürmediklerine dair bir şeyler söylenmemiş, daha çok imayla dönen ve küçük diye lanse ettikleri saldırılardan bahsetmişlerdi.
En sonunda herkes doyduğunu belli edercesine konuşurken Bay Jung, "Eh Taehyung, eşinin elinden bir kahve içme zamanımız geldi," diyerek Delta'ya laf attığında, Delta bana bakıyordu. "Daha ben içmedim ellerinden bir kahve," diyerek yaşlı adamın gönlünü hoş tutacak şekilde konuştuğunda sanki konuşmam gerekiyormuş gibi hissettim.
Delta bilseydi uzun zamandır içtiği kahvelerini benim yapıyor olduğumu, ne tepki verirdi? Muhakkak yine sinirlenir, bir bahaneyle canımı yakacak sözler söylerdi. Şu anda bile yaşlı adama bunları söylerken amacı, yine onu berbat yaparak utandıracağımla ilgili düşüncelerinin eseriydi.
"Hemen yaparım şimdi sizlere," diyerek ayağa kalktım. "Marifetli olacağını biliyordum. Şimdiki eşler pek bir şımarık. Hoşnutsuz. Ama Jungkook pek bir efendi, ben çok beğendiğim ve taktir ettim."
"Onlar sizin güzel düşünceleriniz efendim," dedim ve gülümsedim. Aynı içtenlikle karşılık aldığımda, beğeni dolu sözler nedense kanımda ufak bir mutluluğun dolaşmasını sağladı. İnsanoğlunun da sorunu bu değil miydi? Hak etmediklerimizi yaşadıkça, hak ediyor olduğumuz bizi bulduğunda sadece ona karşı büyük bir minnet duygusu taşıyor olurduk.
Belli ki annesi de asla benim hak etmediğimi düşünenlerdendi.
Arkamı dönmeden öyle bir baktı ki, ben arkamı dönmemle dudaklarımda asılı kalmasını istediğim gülüşü kaybettim. Kendinden emin durmak istedikçe, görüşlerden kaybolmayı başardığımda bir kambur sırtına dönen düşmüş omuzlara ve yıkık bir duruşa sahiptim.
Geong abla zaten olan biteni duyduğundan ne yapacağımı bilerek bana yedi kişilik bir kahve servisi ayarlarken hepsini dikkatle hazırlayarak tabaklarına yerleştirdim. İki tepsi olarak taşıdığı kahvelerden biri boşta kaldığında onu kendi ellerime aldım ve salon koltuklarında oturan, önüne konulan kahvelerini şimdiden yudumlaya başlayanları görmek yerine Delta'nın önüne bıraktığım kahvesine olan bakışına bakıyordum.
İçmek ister gibi değildi. Bende nereye gideceğimi bilemezken onun karşısında duran, Namjoon ve Taehyun'un yanına gitmeye yeltenecektim ki bileğimden tutarak beni kendine doğru yanaştırdı. "Benden uzaklaşma," diye söylediğinde, ortam bir anda sessiz olduğundan mıdır nedir herkes onun bu sözlerini duymuş ve gülerek tepkiler çoğaltmıştı.
Oysa utanç içinde yanına sokulduğumda, onun geniş bir açıyla açılmış bacaklarının bacaklarıma değiyor temasla geri çekilmek istiyordum. Bir elini bacağımın üzerine bıraktı. Hafifçe sıkıp bıraktıktan sonra herkes kahveyi beğendiğini söyledi. Gözlerim istemsizce Delta'nın dudaklarına taşıdığı fincandaydı. Yüzünü yan taraftan inceliyordum. Dudaklarına düşen ilk payla kaşlarının çatıldığını ve bozuntuya vermeden yavaşça içiyor olduğunu da.
Hoseok çapraz koltukta sırıtarak ikimize bakmaya başladı.
Kafa sallıyordu. "Taehyung'un halen evlendiğine inanamıyorum." Diyerek gülüyordu. "Doğruyu söyle, burada yabancı da yok. Eşin zaten en yakının ya," derken sesindeki imayı fark etmiştim. İşte o zaman bir şeyler garibime başlamış, Delta'ya göz ucuyla bakmıştım. Boynundaki damarın kabarmasına ve onu bastırmak için kendisini sıktığını fark etmiştim.
Sadece artık bazı şeylerin bedelleri olmak istemiyordum. Kardeşim için olmalıydı, ama Delta yaşadığı her hıncı benden çıkarmaya yemin etmişti bir kere.
Bu nedenle bu ima edenin sahibine baktığımda bana göz kırptı.
"Kendini geçmişinden mi kurtarmaya çalışıyorsun yoksa bu evlilik bizim bile gözümüzü boyamak istediğin türden bir operasyonun eseri mi?"
Delta soğuk bir gülüşle tepki gösterdi ilk. "Kullandığın cümlelere dikkat et Hoseok. Eşim senin bu sözlerinle kendini kötü hissedebilir, eğer o kötü hissederse... sana yapacaklarımı tahmin gücüne bırakıyorum. Çünkü az çok tanıyorsun beni." Dedi ve dizlerimde buluştu ellerimiz. Orada gerginlikle duran elimin üzerine elini bırakmıştı. O soğuk parmak uçlarım onun sıcak parmaklarının altında rahatsızdı ancak bu konuşmanın ortasında bunu çekemeyecek kadar korkaktım. En önemlisi anlayamadığım olayların çatışma hattında bir seyirci olmanı ötesine geçerken.
"Nedense sevgili eşin senin dokunuşlarından bile çekiniyor," dedi ve gözlerini bana dikti. İşte anladım bu adamın sanıldığı kadar masum, şakacı ve iyimser biri olmadığını. Demek ki Delta'nın bu denli dikkat ediyor olmasının altında kurnazca bilemediğim bir sebep vardı.
"Yeni evlendiğimizden halen biraz utangaç," dedi ve Delta bir şeyleri kanıtlamak istercesine davranmaya devam ediyordu. Aralarına kimse girmiyor, sessiz bir pür ile aralarındaki kibar çatışmayı dinliyorlardı. "Onu açmaya çalışıyorum."
"Neden şimdi onu burada öperek üzerindeki tüm utancı almıyorsun. Sonuçta o bir omega ve omegalar, eşlerinin herkesin içinde gösterdiği sevgiye bayılırlar. Bundan dolayı kafayı yerler."
Olayın döndüğü ve izahın şekil aldığı konuşmalar içinde nefesim kesildiğinde, yanaklarıma doğru hücum edilen ısınmalar utancın en bastırılmış haliydi ve ben kıpkırmızı kesiliyordum.
"Bu isteğin çok saçma ve yersiz," diyerek uyardı Delta. Hoseok ise zaferden bir gülümseme ile başını salladı. "Bende öyle düşünmüştüm," dedi ancak kesinlikle düşünüyor olduğu şey başta belirttiği düşünceleriydi. Delta'da bunun böyle olduğunu bilerek, kaşlarını çatıp gevşekçe bıraktı.
Ellerim yaşadığım gerginlikle beni terletirken bundan çok ama çok daha beteri yaşanmıştı. Delta bana doğru dönerek, sözde bir naziklikle elimi çehreme yasladı ve başını bana yaklaştırarak dudaklarımın üstüne dudaklarını bıraktı ve sesli bir şekilde öperek çok uzaklaşmadan geriye çekildi.
Şaşkınlıkla açılan gözlerimi, hızlanan kalbimi ve sıklaşan nefesimi onun dudaklarının değdi yerin karıncalanıyor olmasından sadece saniyeler sonrasında o gözlerimin içine baka baka, onu irdeleyen adamın görüşünü kısıtlamış olmasının verdiği rahatlıkla, tiksintiyle buruşan yüzünü, elinin tersine dayayarak dudaklarına götürüp sildi ve bunu yaparken gözlerinin içine bakıyordum, ama oradan nasıl bir ifade geçtiğini bilmiyordum. Tek bildiğim, nefesi nefesime yakın olduğu her an sadece biraz daha kalbimin kırılıyor olmasıydı. "Senin yüzünden artık sadece şerefimde değil, dudaklarımda da senin kirini taşıyorum."
.....
Bölümün sonu. |
0% |