@nicotesy
|
Selam ballarım, ben seviyorum bu gece üçbuçuk olayını galiba neyse... istediğim yerde bitiremedim. Bizim olaylar diğer bölüm başlayacak kesin olarak. Neyse... dilerim okurken yorum yapmayı unutmazsınız... okumak istiyorum... (hatam varsa da uykusuzluğuma verin) İyi okumalar :) "Hayatla ölüm, gerçekle yalan iç içedirler, hazla elem gibi." Bölüm 13: Senden değil, benden değil, gayrı olmayan ölüm ihtimaliydi bedeli. Ezilmiş yüreklerin ağırlığı çok olurdu. En az hissedenleri kadar. Taehyung kucağında durmadan ağlayan oğlunun sırtını okşuyor ve susması için yalvaracak hale geliyordu. Bindiği aracın arka koltuğunda daha o evin konumundan uzaklaşalı beş dakika olmuştu. Şimdiden bundan pişman olmuş ve öfkeyle kalktığı yerden hemencecik zararı hissetmeye başlamıştı. Ama o vicdanını rahatlatacak şeyler sıralamaya çalışmayı ihmal etmiyordu. "Korkma oğlum, Jungkook baban seni ne zaman görmek isterse göstereceğim ona. Onun gibi yapmayacağım. Sen her daim babalarının kim olduğunu bileceksin. Aileni tanıyacaksın." Dolu dolu gözlerini kırpıştırdı. Yanaklarını öptü oğlunun, boynunu kokladı. Usul usul sakındı onu göğsünde. Çünkü bir şekilde oğlu bir müddet sonra ağlamaktan yorulmuş ve uykusu gelerek babasının kucağında uyuyakalmıştı. Taehyung geçen zamandan sonra ceketinin iç gözünden dikkatli bir şekilde oğlunu uyandırmamaya çalışarak önce Jimin'i aradı. Eşyalarını toplamasını ve evlerine gelmesini söyledi. Onunla yakın arkadaş değillerdi belki de halen bir patron ve çalışan ilişkisi içindelerdi ama yine de Taehyung ona güveniyordu. Oğlunu o evde sadece ona emanet edecek ve yanında olamadığında ancak onun ilgilenmesini isteyecekti. Bu konuda netti. Katiyen Eun, oğlunu eline alıp da sevemeyecekti veya zehirli ailesinden biri onu kendi korkunç karakterlerinden birini veremeyecekti. Bunun önlemini almak için annesiyle bir anlaşma yapmıştı bile. Bu kararı aldıktan ve avukatıyla görüştükten sonra annesini özellikle aramış, evdeki durumu öğrendikten sonra da en üst katı kendisine göre tasarlanmasını söylemişti. Artık Eun ile evli olduklarına dair kanıt isteyen o odayı kullanmayacaktı. Oğluyla beraber orada kalacak ve sadece kendisi görecekti. Bunun içinde oğlunun ihtiyaç duyabileceği her şeyin bir an önce temin edilmesini istedi. Emindi ki o eve varana kadar tüm bu istekleri hazır olmuş olacaktı. Kendi ailesinin gücünün altında tüm bunlar bir parmak şıklatması gibi olacaktır. Yanılmamıştı. Tüm bunlar halledilecek şeylerken, halledemediği şey kulağında çınlayıp duran Jungkook'un sesiydi. Göğsü sıkışıyordu durmadan. Ama göğsündeki oğluna bakarak yüzünde huzur bulmadan edemiyordu. İşte benim avuntum ve dayanacak gücüm bu. Sevdiğim adamdan bana sonsuza kadar kalacak o mucizevi bağ. Evinin otoparkına kadar geldiklerinde gözüne hemencecik beklemeyi umduğu Jimin'i buldu. Onaylanmaz bir yüzle bakıyordu ama bunu demeye, özellikle de bir araba dolusu korumanın etrafını sararken sesini de edemiyordu. Taehyung dikkatli bir şekilde kucağındaki bebeğini taşıyarak aracından indi. Jungkook'un her şeye rağmen oğluna çok güzel baktığını kendi gözleriyle görebiliyordu. Öncesinde kollarında kasılıp kalacak diye ödünü koparan Minjun, şimdi yumuşak minik bedenini dolu dolu sığdırıyor, derin uykusunda kalkan göğsünü kendi göğsüne yaslamış ve boynuna gıdıklayıcı yumuşak nefeslerini bırakıp duruyordu. O kadar istiyordu ki eskisi gibi kendisine gülmesini ve duyamadığı o hitapla kendisine seslenmesini. 'Baba' diyerek öpmesini. Ancak bu istekleri hemencecik olacak şeyler değildi. Çocuk hafızası berraktı ve Minjun bunun en önemli çağlarında aylarca göremediği babasını unutmuştu. Önce korkacak, sonra arkadaş edinecek ve ardından baba diye sevecekti onu. Jimin, "Onu bende çok özledim. Yaramaz oyun arkadaşımı," diyordu ancak cesaret bulsa sesi soracaktı ona. "Neden, neden bu kadar ileri gittiniz? Bunu yapmamalıydınız. Jungkook'u bu kadar incitmeye hakkınız yoktu." Fakat bunu yerine ekleyemediği cümlelerini iri dudaklarının arasında kıstırdı. "Çok büyümüş ve büyüdükçe size benzemeye devam etmiş. Ama gözlerinin parlaklığı, üzgünüm ama size benzemiyor. Daha çok..." Taehyung duymak istemeyerek kafa salladı. "Konuştuğumuz gibi. Bundan sonra sadece Minjun ile ilgileneceksin. Kimseye güvenmiyorum. Yiyeceği şeyleri bile ilk sen kontrol et. Kalacağınız katın kapı şifresi sadece sende ve bende olacak. Oğlum bu hapishaneye geldi ama asla onları görmeyecek. En azından ben bu beladan kurtulup oğlumu da kendimle beraber buralardan sürmeden önce." "Ve" diyerek sesini alçalttı Taehyung. Bir tek ikisi vardı asansörün içinde. Evin salon katına çıkıyorlardı. Bu aptal karmaşayı sonlandırdıktan sonra oğluyla odalarına geçeceklerdi. "Ondan haberin olmaya devam etsin. Vardır senin bu konularda güveneceğin biri. Ya da ne bileyim, ararsın onu. Açar mı bilemem ama en azından oğlunu özlediğinde onu görebileceğini söyleyebilirsin." Jimin sadece baktı. Kıyamıyorsunuz ona ama bir an olsun canını acıtmadan da duramıyorsunuz. Bu sözleri gün geldiğinde daha sesli söyleyecekti fakat bu evin sınırları bu sözleri açıkça söyleyebileceği kadar rahat bir yer değildi. Yanılmamıştı. Daha giriş kapıları açılmadan karşılarında buldukları pişkin suratlı Seokjin'di. Şahsen bu hikâyeye inanmamış ve kız kardeşinin bir şeyler sakladığından emin olmuştu. Sadece bunun ne olduğunu öğrenmesi gerekiyordu. "Gözümüz yollarda kaldı enişte, bir an dalavere çekiyorsun sanmadan edemedim." Dedi sırıtarak. Göze hoş gelen yüzü Taehyung'un boş surat ifadesiyle çarpışıp kucağındakine takılmış ve şöyle hafifçe geriye çekilerek, karşısındaki iki yetişkin insanın geçmesini sağlamıştı. Bir yandan da gözünü ısıran bu minik boylu adamın kim olduğunu düşünmeye çalışıyordu. Yüzü gözükmeyen ve babasının boynuna saklanmış gövdesinden onun neye benzediğinin merakıyla, "Bakayım şu yeğenime, malum bir yıldır yaşıyor ama bizim nedense yeni haberimiz oluyor," diyerek yanaşmaya çalıştığında, Taehyung'un boş ifadeleri sertleşmiş ve uyarmıştı onu. Bu sefer şu yalandan edinmiş oldukları kibarlıkları üzerinde yoktu. "Uzak tut o zehirli gözlerimi çocuğumun üzerinden." "O bizim de kanımızdan biri." "Siz," dedi Taehyung, bunu vurgularken bir tiksinme söz konusuydu. Alay bilhassa. Ancak Seokjin kendisini bu yeryüzünde yaşayan en üstün insan olarak gördüğünden onun bu imalarını yakalasa bile ciddiye almıyor, ukalalıkla konuşmaya devam ediyordu. Kelimeler ağzından sadece birini öldüreceği zaman tertipli çıkardı. Taehyung salonda meraklı gözlerle kendisini bekleyen annesine doğru yöneldi. Kadının gözlerinde sonunda torununa kavuşmuş olmanın huzuru ve abartı sayılacak bir mutluluğu vardı. O eşi gibi bunun altın bir bilet olarak değil, gerçekten bir torunu olduğu için sevinç duyuyordu. Taehyung ile çoğu zaman bir anne ve bir oğul ilişkisinde olamamıştı. Eşinin şaşalı ve en iyi olma takıntısı zamanla kendisine de etiketlenmiş ve önceliklerinin düzeni değişmişti. Ama şimdi bu bebek huzurdu ve ona iyi bir babaanne olma konusunda kararlıydı. Ancak Taehyung öyle değildi. Dizginleri sonunda eline almış biri olarak annesine uyarıcı bir bakış atıp, kendisini toparlamasını izledi kısa sürede. "Fotoğraflarda görmekten dolayı o kadar kahroluyordum ki, şimdi doyasıya onun şen gülüşlerini evimizde duyabileceğiz. Torunum Minjun, evimize mutluluk katacak." Kimse onun bu nidalarına cevap vermemiş, Taehyung, "O uyuyor, sessiz olun," diyerek bebeğini kucağından hafifçe ayırarak Jimin'in kucağına vermişti. "Biliyorsun," demişti sadece. Jimin kafa salladı ve Seokjin onları izlerken Bayan Kim, oğlunun herkesten uzakta saklayacağı oğlunun şu anda gelinin abisinin radarındayken açık vermeme adına olaya kurnazca el atmıştı. "Evet evet, götür evladım bir an önce torunumu annesinin kollarına. Malum kızımız kaç saattir fiziki ve duygusal olarak hırpalanmış bir halde. Eminim oğlunu gördüğü anda tüm yaşam enerjisi yerine gelecektir. Taehyung sonunda karısının korkularının üstesinden gelerek oğlunu bu eve getirebildi." Seokjin kulak asmıyor ve azıcık da olsa adını bilmediği kısa boylu adamın kucağında görebildiği yüzle merakının giderilmiş olmasının verdiği rahatlıkla, bir anda ilgisizce kaydırıyordu gözlerini Minjun'dan. Taehyung'a bakarak rahatça koltuklardan birine geçti. Şu anda evden çekip gitmek gibi bir arzusu yoktu anlaşılan. Bir bacağını diğer bacağının üzerine rahatlıkla atarken, "Cidden de yeğenim, tıpatıp senin gibi. Hiç mi kardeşime benzemez. Tanrıya şükürler olsun ki benzememiş. Çocuğun bir de kız olduğunu düşünsene. Bir ahmak daha yeryüzünde dolaşmaya başlardı." Diyerek gülüyordu. "Eşine ahmak dediğim için kızma, ağmak çünkü senin gibi bir budalaya âşık oldu. Eğer olmasaydı, dünya daha zevkli olurdu. En azından ben durmadan sabrımı senin yüzünden zorlayıp durmazdın." Taehyung'un kendisinden nefret ettiğini belli eden gözlerini artık sakınmıyor olmasından dolayı gözlerini devirdi. "Canımı sıkıyorsun enişteciğim. Oysa seni ne çok severim, bilirsin." "Sende benim midemi bulandırarak canımı sıkıyorsun. Duygular karşılıklı," diyerek tam karşısına oturdu Taehyung. Keşke içimdeki şu hıncımın hepsini ondan çıkarabiliyor olsaydım diye iç çekmemiş değildi. "Komiksin. Biraz da beni şüphelendiriyor bu hallerin. Nedense bu taşıyıcı annelik yalanını yemiş değilim. Bir boklar dönüyor. O her neyse saklasan iyi olur. Kaynağının sen olduğu bir hayli belli." Seokjin bu işin peşini bırakmayacağını açık açık söylüyordu. Çoğu zaman duygularını baş başayken açıkça belli etmekten çekinmiş biri değildi. Bayan Kim'in az önce yanlarındayken kendisi koltuğa geçtikten sonra nereye gittiğini fark edememişti. Taehyung ile bu dil düellosuna girerken rövanşların yüzlerde bırakıyor olduğu akıbet bir hayli çirkindi. "Durmadan o kokuyu alıyorsun. Çünkü kendinden geldiğini anlamayacak kadar egolu olduğundandır. Ama merak etme. Yakında bu işi halledeceğiz. Sana ve senin şu diğer pek saygın aile üyelerin canımı feci sıkıyor. Kökünden halletmeye karar verdim." Dedi baskın bir sesle Taehyung. "Ve yaparım bilirsin, size bu güvenilir imajı veren biziz." Seokjin dudaklarını kıvırdı. Vay canına, şu piçe de bak, gözünü artık karartmış ve bizim bir kuklamız olamayacağını söylemeye çalışıyordu. "Oh, alenen söylemeye de başladın demek. Hayırdır, nereden geliyor bu cesaret enişte? Sen genellikle sadece bakmayı bilirdin, nefret kusma işlerini yapamıyorsun sanıyordum." "Daha fazla konuşmak istemiyorum seninle, işine bak." Diyerek yerinden kalktı. Aklında çok fazla düşünce varken, şu anda karın ağrısı olan ve ortalığı gelip de karıştıran Seokjin ile uğraşacak havada değildi. Yorgundu, canı acıyor ve beyni sürekli vakumlanıyormuş gibi ağrıyordu. Eğer uyanmadıysa, oğlunun yanına uzanıp az da olsa kıvrılarak onu izlemek istiyordu. "Hoş, işin yok senin. Babanın ayak takımında olan huysuz bir çaylaksın. İşleri yöneten Namjoon'du sanırım. Git de kardeşinden biraz iş iste de verim alalım senden. Bu sayede dolandırmaya çalıştığın beni ikna ederken daha iyi hikayeler uydurursun." Arkasını dönerek tekrar evin sakinleri için olan asansöre yöneldi. "Çıkış kapısını biliyorsun," dedi ve içine bindi. Seokjin onun bu küstah davranışları yüzünden kuduruyordu. "Senin sonun benim ellerimden olacak Taehyung, bunu sakın unutma." "Seninkinin de benim ellerinden olacağı gibi desene." Ve kapı kapandığında Taehyung derin bir iç çekti. Oğlunu sahiden de bu pisliklerden koruyabilecek miydi? Bunun sadece iki yolu vardı. Birinci yoldaki zamana artık sabrı kalmadığından ikinci yola yöneldi. Onlar gibi olmak zorundayım. Gerekirse birinin canını kırpmadan yakabilmeliyim? Hoş bunu bir saat öncesinde bu hayatta en sevdiği adama yapabilmişti. Çünkü Jungkook tahminlerinden çok daha derin bir acıyla can çekişiyordu. Sıtmaya tutulmuş yüreğinin gamzelerine düşürmüştü oğlunun adını. İkna olamıyordu bu kayba. Kimseyi duymak istemiyordu, daha doğrusu duyduklarından sonra bir olumsuzluğu kaldıracak takati yoktu. Kahır bedenini zehirliyordu ama o bunu fark edemiyordu. "Jungkook, ne olursun... aç kapıyı. Bir yolunu bulacağız. Sana söz veriyorum." Diyerek bağırdı. Çünkü korkuyordu çok fazla. Nasıl olmasın o korku. Ecdadından dökülmüşlerdi o göğsünü delen çığlıklar. "Biraz daha bana ses vermezsen, kıracağım bu kapıyı." Anlıyordu da onu. Yaşadıklarının hiç kolay olmadığını ancak aklını kaybedecekti ona bir şey olacak diye. Kollarında güçsüzdü ve bayılacak gibi olmuştu. Sadece iki dakika yalnız bırakmak zorunda kalmıştı salonda. Telefonunu alıp bu durumu kendi avukatına danışabilmek için. Geri döndüğünde Jungkook odasına çıkmış. Oğluyla birlikte kaldığı odaya. Yatağının kenarında daha bundan birkaç saat öncesinde oyunlar oynadığı oyuncakları vardı etrafta. Ama şimdi, şamatasına yer ettiği sesi çok uzaklarındaydı. Bir daha göremeyecekti. Oğlunu o kadının avuçlarından tutuyor olma düşüncesi de cabasıydı. Taehyung bunu da yapmıştı kendisine. Onu asla affetmeyecekti ancak Taehyung artık ondan bir af da dilemiyordu. Lanet ediyordu, onunla tanıştığı güne. Tüm bunları yaşayacağını bilseydi, ölmeyi dilerdi. Bu kadar canını yanacağını ve her şeyini kaybedeceğini bilseydi. "Tüm bunu nasıl yapabildin?" diyordu kendi kendine. Gittikçe kısılan bir sesle, gözlerindeki yaşları kurutuyordu. Çünkü bedenindeki acının tümünün kalbinden kaynaklı olduğunu sanırken, terliyor, büründüğü cenin pozisyonunda büzüşüyordu. "Bu kadarını bize neden yaptın? Keşke... keşke ölseydin, hiç, hiç bilmeseydim seni. Keşke... keşke ölseydim, hiç, hiç bilmeseydim seni sevmenin zehrini." Dudakları titredi. Kendine tutunmak bile istemedi. İmdat diye atmayı istediği çığlıklarını da. Bu tatlı bir uykuydu onun için. Islak, kan revan eden bir uyku. Çünkü sanıyordu ki uyandığında oğlunun yüzünü mıncıklayarak kendisini uyandırmaya çalışacaktı. "Babam," diyerek yanaklarını öpecekti. Uyanmamış gibi onu uyandırmak için tüm mücadelesini verecekti. Böylece uykuya daldı. Solgun teni önce sarardı. Kurumuş dudakları morarmaya başladı. Elinin altında sakladığı peri kızının onunla bir döktüğü acıların kanlarını döktü usul usul. Ama o öldüğünü hiç hissetmedi. Bir rüya vardı. Masmavi denizlerde sevdiklerini oyalıyordu. Güneş sönmüştü ama yıldızların tepelerinde olduğunu kim inkâr edebilirdi ki. Şenlik yüzündeydi, mutluydu yine de emin değildi. Oğlunun ellerinden tuttuğunu bilerek koşarken, duraksadı. Koşmuyordu, kaçıyordu aslında. Fakat elini karnının üzerine koyarken, kızının böyle zarar göreceğini düşünerek oraya baktı. Düz bir karnı gördü. Ürperdi. "Kızım," dedi, sesini daha hiç duymamıştı fakat aklında ona tatlı bir ses ve isim bulmuştu. Deby'di adı. Tatlı yağmuru. Çünkü varlığı bile ona gözyaşlarıyla gelmiş, sevdiği yağmur tanelerine dönüştürmüştü kendisini. "Taehyung kızımız," diye sayıkladı. Ama bunu neden bile yaptığını bilemeyerek etrafına baktı. O da neydi öyle? Oğlunu kucaklayarak kendisine sırt dönerek ilerleyenler onlardı. "Taehyung," diye haykırdı. "Beni burada bırakmayın," veryansın eden sözlerle koşuyordu arkasından. Ancak bu sokakları tanımıyordu. Huzur da neredeydi öyle? İki sene boyunca kaldığı evin kapısındaydı fakat ev eğilip bükülüyordu. Fakat duramazdı. Taehyung'un elinde oğlu ve kucağında yüzünü göremediği bebeğinin yeni doğan hali vardı. Ve o eve giriyordu. Ancak girmek için girdiği mücadele bomboş oluyor ve dış kapının mazgallarına dokunan elleri yanıyordu. Demir sıcaktı. Ellerine baktı acıyla. Kan gördü. Anlayamadan bakışlarını eve doğru çevirdiğinde, işte evi yanıyor ve içinden çığlıklar yükseliyordu. O nasıl bir korkuyla kabustan uyanmaktı. Çığlıklar, göz yaşlarından dolayı ıslanmış kirpiklerini zorlayarak açmasına sebep oluyordu. Ağlamalı sesler duyuyordu. "Canım ben buradayım," diyor ama midesini düğüm eden öğürme hissi o kadar kuvvetliydi ki, bedenini yana çevirmek istiyordu. Kollarını ve başını tutan her kimse ise buna engel oluyordu. "Dayan az kaldı, lütfen bilincini kaybetme yine Jungkook, yalvarırım." Hareket ediyor olduğunu hissettiği uzandığı yerden. Sarsıldığında acıyla kasıldı. Başını usulca sağına ve soluna gezdirdi. "Hasta çok kan kaybetmiş görünüyor," diyen bu sesi hiç tanımadı. Başında silik üçten fazla hayali kafalar vardı fakat hiçbirini seçemiyordu. Gözlerini kapatmak istedi ama o yüreğini sıkan o rüyayı bir kez daha görmek istemedi. "Minjun nerede," dedi dudaklarını cılız bir kıvraklıkla yönetmeye çalışırken. Hoseok onun ne dediğini anlamaya çalışarak eğildi başının üzerine. "Bir daha söyle Jungkook?" "Oğlum, oğlum nerde? Söyle, söyle ona... korkmasın. Alacağım ben onu yangınlardan." Hoseok onun ne demek istediğini anlayamıyordu. Bu daha da paniklemesine sebep oluyor, acilin kapısından içeriye girerken tuttuğu göz yaşlarının akmasına çok az kalmıştı. Aradığı diğer arkadaşlarının hemen şimdi yanında olmasına çok ihtiyacı vardı. Çünkü Jungkook'un buz tutmuş ellerini daha da sıkı tutamadan kendisinden uzaklaşırken, kalbi korkudan ona kriz geçirtecekti. Dili tutulmuş, sadece o ve sahiplendiği bebeklerinin iyi olmasını diliyordu Tanrıdan. Fakat dualarının cevabı belliydi. Keza sadece beş dakika sonra yanına gelen doktor fazlasıyla telaşlı gözlerle yanındaydı. "Eşiydiniz değil mi?" diye sordu. Hoseok hızlıca kafa salladı. Konuşamıyordu. "Şu anda bilinci yerinde olmadığından sizin rızanızı almak zorundayız. Bebek için üzgünüm. Eşinizin bu ölüm yüzünden zehirlenmeye başlamış durumda. Acil ameliyata alacağız. Ama keşke, keşke daha önce gelseydiniz. Bebek karnında yirmi dört saatten fazladır ölmüş durumda. Plasentasının patlamasına sebep olmuş, bu yüzden çok fazla kan kaybetmiş durumda. Eğer bu durum biraz daha gecikseydi, hastayı tamamen kaybedebilirdik." Hoseok tutamadığı göz yaşlarıyla birlikte ellerini başının arasına aldı. "Onu, onu kurtarın yalvarırım," dedi ama devam edemedi konuşmaya. Doktor ona teselli edecek bir süreçte değildi. "Hemşire sizden gerekli imzaları alacaktır," diyerek kendisinden uzaklaşırken çöktü olduğu yere. Saçlarını çekiştiriyordu. Jungkook'un bu acıya dayamazdı. Kendisi bile kaybettiği kızı için ağlarken, Jungkook'un orada öylece canıyla cebelleştiğini bilirken, kahrından ne yapacağını bilmiyordu. Orada kafasına vura vura kendisine gelmeye çalıştı. Fakat durumu öğrenen ve ilk önce butiğinden fırlayarak gelen Nayeon'du. Çünkü Mark idol şirketinden çıkmaya çalışırken hesap sorup durumu izah etmek zorunda kalıp izin almaya çalıştığı çok kişi vardı. "Hosoek, Hoseok neler oluyor? Jungkook iyi mi? Ne oldu birdenbire?" Nayeon, Hoseok kendisine bir şey söylemeden ağlamaya başlamıştı bile. Çünkü halinden bile anlaşılıyordu hiç iyi şeylerin olmadığını. Oysa gündüz her şey iyiydi. Güzel olduklarını düşündükleri bir kutlama bile yapmışlardı. "Öldü... kızımız öldü Nayeon... o adam yüzünden oldu." Diyordu, çünkü Jungkook'un kendisini ihmal ettiği her şeyin sebebi buydu. Son nokta ise oğlunun ellerinden alınmış olmasıydı. Nayeon şaşkınlıkla baktı. "O herifin ne alakası var?" dedi ismini anmadan. Hoseok nefretle kaldırdı bakışlarını. "O it herif geldi ve Minjun'u aldı. Jungkook," dedi gözlerinin önünde onu ölü gibi bulduğu hali vardı. Kollarında cansızca yatan ve yatağı kana bulayan o hali. "Onun yüzünden kaybetti. Her şeyini aldı elinden. Bende alacağım. Canını öyle çok yakacağım ki... öyle acıtacağım ki," diyordu ama ağlıyordu. "Jungkook'u bu hallere düşürdüğü gibi yen içinde bırakacağım." Nayeon elleri titreyerek bir adım uzaklaştı ondan. Nefesi kesilmiş, kulaklarında bir uğultu vardı. Nasıl dayanılırdı bu acıya? O hiç anne olmamıştı ancak Jungkook ile tatmıştı bir annenin heyecanını. Daha geçen gün hediye olarak hazırlamaya çalıştığı kızı için olan minik elbise, diğer çalışma masasının üzerindeydi. İçli içli ağladığında, Hoseok'ta aynı onun gibiydi. Ancak içinde felaket intikam duygusu da var idi. Ameliyathane kapısında öylece ikisi farklı yerlere bakarak sessizce düşünüyorlar, Jungkook'un artık bedeninde olmayan kızının yasını düşünüyorlardı. Arkadaşlarını bu saatten sonra toparlayabilmenin ne kadar güç olduğunu biliyorlardı. Mark'da aynı panikle aralarına katıldığında ve her şeyi öğrendiğinde, ağlamaktan ziyade köpürüyordu. "O adamın evini ateşe vereceğim. Yakacağım. O adamı öldüreceğim!" diye bağırdığında, Nayeon onu zorla oradan alıp dışarıya çıkardı. Temiz hava alıp kendisine gelmesi için. Fakat Mark'ın sakinleşme gibi bir isteği yoktu. Diğerleri gibi ağlayıp çığrınmaya da. Sıktığı yumruklarını bir yere toslatılmasına ihtiyacı vardı. "Nasıl olur bu? Tüm bu yaşananlar olup biterken biz neredeydik! Biz bu kadar mı çaresiz arkadaşlarız!" diye otoparkta bağırırken, diğer insanlar onlara kaşlarını çatarak ve biraz da merak ederek bakıyordu. "Ya ben biraz olsun o adamın iyi olabileceğini düşünürken bir de Minjun'u ellerinden nasıl alır? Ya Jungkook ya Deby... Nayeon, biz bu acının içinden nasıl çıkacağız! Jungkook kızını da kaybettiğini fark ettiğinde yaşayabilecek mi? Acılarını siktiğim dünyasında biz onun canını nasıl kurtaracağız?" "Bilmiyorum," dedi Nayeon. Derin nefesler alıyor ve ağlama isteğini bastırmaya çalışıyordu. Mark'a söylüyordu ama o da kendisine söylemeye çalışıyordu. "Ancak böyle yaparsak, zaten hiçbir şey yapamayacağız. Arkadaşımız için biraz olsun soğukkanlı gözükmeye çalış. Zaten elimizden bir şey gelmezdi. Doktor bunun erkek doğumlarında olabilecek komplekslerden biri olabileceğini söyledi. Bebek yirmi dört saatten fazla süredir ölü. Biliyorum, çok acımasızca, fakat arkadaşımın ölmesini kaldıramazdım zaten. Bunu da uygun dille anlatabilelim kendisine ve" durdu öylece. "Minjun'un ona ihtiyacı olduğunu ve kavuşacaklarını söylemeliyiz. Jungkook ancak bir umudu olursa yaşar. O benim hayatımda tanıdığım en güçlü insan. Çocukları için her şeyi yapabilecek çok güçlü bir insan. Her gün acıyla gözlerinden yaş aksa bile sırf biz kırılmayalım ya da üzülmeyelim diye gülen insan. Anlıyor musun?" Birbirlerine sıkıca sarıldı. Birbirlerine sıkıca sarılarak ağladılar. O an da Taehyung'da sıkıca sarıldığı oğlunun artık ona biraz alışmış olmasının yüzünde açtığı tebessümle yanaklarından öptü. Dakikalarca onunla gülüşmüş ve tüm sıkıntılarını unutmuştu. Aşağıda olan uğursuz ailesinin varlığını bile unutmuştu. Hatta bu nefret ettiği evde olduğunu bile. "O kadar tatlı ve akıllı bir çocuk ki," diyordu iç çekerek. Keşke demekten bıkarak iç çekti. "Kesinlikle bana benzese de tüm huyları Jungkook." Sonra da duraksıyordu. Onun adını andığı anda gözlerini açarak dudaklarını büzerek kendisine bakan oğlu yüzünden. "Baba, baba, nerede?" diyordu peltek bir sesle Minjun. Taehyung'un yüzü kızardı. "Gelecek oğlum," dedi, bunu tüm yüreğiyle isterdi. Tıpkı o doğacak çocuğun kendisinden olmasını dilediği gibi. Ne olursa olsun bir türlü inanamıyordu ya bebeğin Hoseok'tan olduğuna. İkisinin hayallerini artık bir başkasına vaat ettiği düşüncesini kolayca sindiremiyordu. "Baban bize gelecek..." Minjun'u bir kez daha öptü. "O seni çok seviyor. Beni sevmese bile." Bunu söylemesi bile yüreğini ezdi ve sustu. Bu yaralayıcı özlemini bastırmak için kaşlarını çattı. Bu aciz kıytırık umutlarını artık yanı başında olup çoğu şeyden habersiz olan oğluna anlatmaktan çekinmiyordu. Roller değişmiş gibiydi. Şimdi aynı ıstırap duyguları kendisi taşıyordu. Ya Jungkook hiç gelmezse ve kalırsa, yok saymaya devam ederse kendisini. Oğlu büyüdüğünde ve çoğu şeyleri anlayacak yaşa geldiğinde, Jungkook babasını bu kadar üzdüğü için ondan da nasıl af dileyecekti. Sadece Jungkook'un kendisini affetmesine ve bir kez de olsa sarılmasına o kadar çok ihtiyacı vardı ki, tüm bununla acıları son bulacak ve canını bunca zaman yakan herkesin canını yakabilecekti. Çünkü bilecekti. Sevdiği adamın yanında olduğunu. Ama bu ne mümkündü doğrusu. Ardından oğlunu kucağına alıp pışpışlayarak dışarıyı seyretti. Göremezdi ama bu şehirde kalbinin sahibini bulmak istercesine uzaklara daldı. Haddinden fazla göğsü sıkışıyordu. Oğlunun huzurlu mırıltılar içinde mayıştığını gördü. Yavaşça odasından çıktı ve yanı başlarında duran odanın içinde duran Jimin'e emanet etti. Çünkü bebeğiyle saatlerce oyunlar oynadığından, yorulmuş ve uyuklamaya çalışıyordu ama bir türlü de uyumak istemiyor gibi irkilerek gözlerini açıyordu. Jimin'in sevimli yüzünü görüp kucağına kıvrıldığını ve rahatça uyuduğunu görünce iç çekti. Taehyung'da duş alıp onun yanında uzanıp uyumak istiyordu. Tüm gün yaşadığı duygu karmaşalarından arınmak istiyordu en çok da. Fakat çok sürmedi bu huzuru. Duş aldıktan sonra üzerini değiştirerek oğlunun odasına geçmek için odasından çıkarken, koridorda kendisine nefes nefese gelen Jimin yüzünden endişelendi ve hissetti. Bu gece ona asla uyku yoktu. Çünkü uykularını kaçırttığı biri varken, bu nasıl mümkün olacaktı ki zaten? "Ne oldu? Minjun'a bir şey mi oldu?" Jimin kafa sallıyor ve gözlerini yumuyordu. Jungkook'un arkasından iş çevirmişti ama onun arkadaşlığı hep samimiydi. Bu nedenle çok üzgündü. Göz bebekleri titriyorsa da bu yüzdendi. "Arkadaşım aradı," dediğinde, Taehyung onun konuşmaya devam etmesi için çehresini kaldırdı. "Jungkook'un hastanede olduğunu ve..." dedi, Taehyung'un yüzünün kasıldığını gördü. "Bebeğini kaybettiğini söyledi. Hayati bir tehlike atlatmış." Taehyung üzerine tonlarca ağırlık çökmüştü. Hiçbir şey diyemedi. Söylemeye dili varmadı. Çünkü söylenenlerle yandı kül oldu. Bebek belki kendisinden değildi, o düşüncelere durmaksızın itildiğinden ama Jungkook'un üst üste yaşadığı acılar onun yüreğindendi. Ve istemiyordu, acılarını. Ona en güzel kahkahaları bunca zaman alıştırmışken. "Hangi hastane," diye sorduğunda sesi buz gibiydi. Jimin ona hızlıca adresi verdiğinde arkasına bakmadan aceleyle çıktı. Jimin baktı öylece arkasından. Ve sonrasında diğer odada öylece uyuyan Minjun'un yanına gitti. Bu gece o da uyuyamayacaktı artık. Burada tam bir kaosun tepesindeydi ve bu yaşananlar ise cabasıydı. Acaba Yoongi onun bu evde olduğunu öğrenseydi ne yapardı? Düşünmek bile istemeyip kafa salladı. Eski sevgilisini kafaya takacak psikolojide değildi artık. Taehyung hızla yükselip alçalan nefesinin düzenin farkında olarak aracını sürerken, tanıdığı hastanenin baş hekimine ulaşıp Jungkook ile ilgili tüm durumları öğrendikten sonra geldiğinde kendisinin özel olarak kaldığı odaya alınmasını ve yalnız olmak istediğinden bahsetmişti. Ki sözleri ricacı bile değildi. Başhekim ise bu özel ziyareti hızlıca kabul etmek zorunda kalmak dışında bir şey yapamamıştı. Şimdi daha çok ilgilenmeliydi bu hastayla. Belli ki Kim ailesi için önemli biriydi. Oysa Taehyung onu o halde görmeye bile hazır değildi. Kapıda kendisini karşılayan başhekimle birlikte ilerlerken, "Kimse yok değil mi?" diye sordu. Başhekim hızlıca, "Dediğiniz gibi geçici olarak girişleri kapattık odalara," dedi ve Taehyung çehresini sıktı. Sabırsızdı ve bir an önce Jungkook'u görmek istiyordu. "Dediğim gibi en iyi şekilde ilgilenmesini istiyorum. En kısa sürede toparlanabilmeli." Başhekim bunun için gerekli önemli doktorlarını yönlendirmişti. Taehyung ise doktorların kullandığı asansöre binerek bitmek bilmeyen zamanın çekiminde parçalanırken, çehresini hep yukarda tutmaya çalışıyordu. Acizliği bir tek Jungkook'aydı. Bunun haricinde hiç güçsüz kalmak zorunda kalmamıştı. Ama şimdi, izole ederek giyindiği ve açarak gireceği odada göreceklerinden öylesine korkuyordu. Buna hakkı var mıydı? Emindi ki eğer Jungkook kendinde olsaydı onu buradan kovardı. Kısa süreliğine açamadığı kapıyla bakıştı. Sonrasında yumduğu gözlerini açıp derin bir nefes alıp içeriye girdi. Ama girdiği gibi orada öylece yatakta uyuyan, cansız soluklarıyla mahvolmuş sevdiğinin hali kâbus gibiydi. Bunun sebebi olmuş olmak ise en zor olanıydı. Adımları öylece yavaş yavaş sızmaya başlayan bir su akıntısı gibiyken, titreyen parmak uçlarını dokunamadığı elden uzak tuttu. Oysa çok yakındı. Gurursuz oluşuyla baş etmeye çalışıyordu. Ama daha ilk on saniyesinde kaybetmişti. Tüm çektiği acılarını almak isteyerek sıcak dudaklarını ay tenli Jungkook'un alnının üzerine bıraktı. "Özür dilerim Jungkook." Dedi sessizce. "Ama beni affet diyemeyeceğim. Buna yüzüm yok. Artık sana ne dokunmaya ne de bakmaya yüzüm yok. Yine de affet. Şu dudaklarımın baş ucuna dokunuyor olmasını." Kapalı gözlerini izledi. Sancılı acıları yüzüne bulaşmıştı ama o her zaman en aydınlık olandı. Karanlık kalan kendisiymiş gibi sarsıldı. Neden çıkamıyorlardı? Mutsuzluk ne illet bir bulaşıcılıktı ki, başladı mı tüm hayatını böylesine kusursuzca işleyebiliyordu. "Benim yüzümden... benim yüzümden bu halde olduğunu bildikçe nefret ediyorum kendimden. Çaresizdim. Bunu yapmamak için zorladım kendimi. Oğlumuzu aldım ellerinden. Şimdi de sen kaybettin kızını. Kızının kızım olsun diye çok yalvardığımı... Bu kadarını bile yaptım sana. Bunu hiç istemedim, cesaret de edemedim. Fakat bir anlık kıskançlık duygularımla yaktım her yeri. Yoksa sen karşımda ağlarken ben nasıl senin benden istediğine karşı gelebilirdim. Gücüm var sanıp da seninle mücadele edebilirdim. Ama yokmuş. Benim senin şu hallerine hiç gücüm yokmuş. Bir başkasını artık seviyor olsan bile, iyi olman her şeyden daha değerliymiş." Dakikalarca izledi ona. Parmak uçlarını onun parmak uçlarına dokundurttu. Sonra dayanamadı. Avuç içlerini öptü iç çekerek. Ağladı orada. "Jungkook, ben sen o gözlerini açtığında o yaşayacağın bu acıyı nasıl alacağım ellerinden. Zorla aldığım oğlumuzu da veremem ki... o evden, o yerden çıkaramam. Çünkü bilirler. Bir yolunu bulurlar... seni bir evlat acısıyla daha yüzleştiremem. Eminim ben şu haldeyken sen benim aksime ölmemi bile dileyecek hale gelmişsindir." Sonra kırgın bir gülümsemeyle baktı ona. "Ama korkma sevgilim. Bir ölünün tenine bıraktığı bu öpücükleri bir daha hiç hissetmeyeceksin. Kalbinde bir mezarımın olduğunu biliyorum. Ve oraya kızının küllerinden bir gül bahçesi dikeceğim senin için." Daha fazla kalamadı. Bir saat öylece izlediğinde onun parmaklarının arasında parmaklarının son özgürlüğünü okşayarak aldı. Göz yaşları artık akmıyordu. Uyandığında ve kendisine geldiğinde hemen burada olacaktı. Ona Minjun'u vereceğini söyleyerek teselli edecekti. Bunun tahmin ettiği kadar hoş cümlelerce ve istenildiği gibi olmayacağının da farkındaydı. Ama kendisinden vazgeçmiş birine ancak bu kadar vaatte bulunabilirdi. Odasından yavaşça çıkarken görünürde kimse yoktu. Üzerindeki siyah pijama takımındaki koruyucuları hızlıca çıkarıp çöp kutusuna attı. O cehennem evde olan oğluna gitmek zorundaydı. Oğlunun o evde ilk gecesiydi ve artık kimseye güvenemiyordu. Tabi kendisi bir ani hareketle oradan çıkıyor olduğu için, Jungkook'u bekleyenleri unutmuştu. Giriş dışarıdan kapandığı için kapının orada içeriye girmek için bekleyen Hoseok'u görmeyi de bir anda beklemiyordu. Çünkü kendisine hiç hoş olmayan bakışlarla bakarken, "Her şey senin yüzünden oldu," diyerek üzerine yürüyor olmasını umursamıyordu. "Senin burada ne işin var? Yetmedi mi yaptıkların!" "Kes sesini," diyerek uyararak oğluna gitmek için ayaklarını önünü kesen Hoseok yüzünden durdurmak zorunda kaldı. "Jungkook bunca zaman bu hale dönüşene kadar ne boklar yiyordun? Bebeğin bunca zaman içeride hastalanıp ölürken neredeydi aklın? Sözde onunlasın hep ama ona doğru düzgün bile bakamamışsın. Sen her şeyime böyle bok gibi bakmışken tüm suçu bana atmaya çalışma sikik herif." Diklendiğinde, Hosoek'da diklenerek nefret ederek kusuyordu ama farkında olmadan bir şeyi de itiraf ediyordu. Kızlarını. Eun'un aylardır işleyen oyununu. "Sen ne iğrençsin! Bu adam aylardır senin yüzünden doğru düzgün ne uyudu ne yemek yiyebildi! Her gün Minjun'u alacaksın diye ödü koptu. Kızını bile alacaksın diye uyuyamadı rahatça, sen bana neyden bahsediyorsun! Ama korktuğu başına geldi. Çocuklarını tek bir günde kaybetti. O biricik karının kehaneti çıktı ortaya. Meğerse senin tek derdin, karından olamayan çocuğu Jungkook'tan alarak kendinizi bir çocuk sahibi yapmakmış. Bir de buna rağmen gelmiyor musun buralara, seni kendi ellerimle öldürmek istiyorum." Beni anlamadın demeyeceğim. Beni anladın. Zaten en dayanılmaz acı buydu. Sen beni anladın. Anladığın halde canımı yaktın Taehyung. Sen beni acılarınla müjdeleyerek gelmiş olandın. Ben sadece haberi geç alanlardandım. Bölümün sonu. Tekil ağız mı iyi yoksa üçüncü ağız mı? Diğer bölümden sonra tekile döneceğim. Artık size tüm olayları vermek istemiyorum, Jungkook'un gözünden öğrenmenizi istiyorum. Kurgu için ne diyorsunuz bakayım (bana azıcık güvenin yahu, kurgunun girizgahı diğer bölüm bitiyor ve biz gelişme kısmına başlıyoruz, haberiniz olsun)
Bu uygulamaya yeni geçtim normalde wattyden yazıyorum ama bölüm attıkça buraya da atarım... Ben Nicotesy, yeni bölüm atmakla zorbalamayın beni ben zaten müsait olduğu an bölüm yazıp işsiz gibi paylaşan bir ruh hastasıyım zaten :) |
0% |