Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15. Bölüm

@nicotesy

 

 

İyi okumalar dilerim :)

 

 

"Yanı başımda yatacaksın tüm uykularında. Rüyalarında gezeceğim ve hayallerinde. Kararlarında ve niyetlerinde. İyiye dair ne varsa eze eze."

 

Bölüm 14: Bir ölüm kalım meselesiydi.

Yüzlere çarpan asi tokatlar vardır ama bu çoğu zaman fiziki anlamda yaralayarak insanların canını acıtacak türden değillerdir. Sözlerdir şu anlık can yakıcı duran. İnsanı, insanlarla anlamlandırmaya çalıştıran o sözcükler. Ancak sözlerin ağırlığı altında ezilen, yüreğinin orta yerine koca bir tokat yemişçesine sarsılan bir adam vardı. Ona bu attığı sözlerin tokadıyla varlığı hissettiren, öfkeli ve hıncını alamayan gözlerle bakan bir Hoseok. Ve o koca lafların ardından kopacak kıyametlerin altında ezilecek gibi duran kişi ise Taehyung'tu.

Saniyelerce gelen bir akım döndü zihninde. Ancak birkaç saliselik dilimle, "Tüm diyor olduklarında ne böyle," diye dağları deviren bu fısıltı dökülüyordu ağzından parça parça. "Ne demek karımın planları işliyordu? Kızınızı neden almak isteyeyim? Bilmediğim ne sikim olaylar dönüyor burada?"

Hoseok oracıkta hızlı nefesler aldı. Ağzından çıkan sözleri esiri olarak buna hızlıca bir çözüm bulmaya çalıştı. Bir an için Taehyung'a kızları olduğunu itiraf ettiğini sanmıştı. Biliyordu ki eğer Taehyung durumu böyle sanmazsa, sadece hayatlarından Minjun'u almakla kalmayacaktı. Bu adam ne yapar ne eder Jungkook'u da alırdı ellerinden. Bu adam gözünde her şeyi yapabilecek kadar tehlikeli biriydi.

"Çünkü sen busun," dedi bunun içinde. Panik duygusunu tekrardan öfkeyle sarıp sarmaladı. "İnsanların hayatlarıyla oynayan, aşağılık adamın tekisin. Bencilsin. Baksana, yanılmadık bile senin hakkında. Buna izin bile vermedin. Sırf onun canını acıtmaya devam etmek için aldın oğlunu onun ellerinden. Bunu nasıl yaptın? Sana yalvardı halde arkanı dönüp gittin. Çok seviyorum diye bizlere nutuk çektiğin adama yaptın. Hoş sen neler yapmadın ki ona... Neden peki? Ah imparator hazretleri karısıyla aldatmış olduğu adam onu her şeye rağmen sevmeye ve beklemeye devam etmediği için. Ne olacaktı? İşin sonunda ikizinizi bir mi seviyorum diyecektin? Bir tarafına karını diğer tarafına da Jungkook'u sığdırırdın yatağına."

Taehyung dişlerini gıcırdattı. "Bilmediğin şeyler hakkında palavra saçmayı kes!" diye karşılık verdi. "Sen kimsin de benim hakkımda bu şekilde konuşmaya cüret edebiliyorsun! Kendine gel, yoksa ben seni kendine nasıl getireceğimi çok iyi bilirim. Şimdiye seni gebertmiyorsam bunu yine Jungkook'a borçlusun."

Hoseok onun tehditlerini umursamıyordu bile.

Hosoek'un yüreğindeki acısı keskindi. Oysa Taehyung gerçeği bilseydi, gösteriyor olduğu tepkisi çok daha acımasız ve çok daha acı verici olacaktı.

"Kızımız öldü. Senin ona yaşattığın acılar yüzünden. Yetmedi mi? Sen söyle? Bir de utanmadan gelmişsin buralara kadar... Sen hastanedeyken de Jungkook her şeye rağmen geldi senin için. Korktu. Çocuğunun babasına yine de bir şey olmasından çok korktu. O öylesine merhametli bir insan işte. Peki sonra ne mi oldu? Karın, onu seni beklediği yerde bularak karşısına geçti ağlayarak. Ve içerde yatan kocası tarafından aldatıldığını ancak kocasını affettiğini söyledi. Çünkü evlat sahibi olamayacakları için bu ilişkiye göz yumduğunu söyledi. Kocası olacak herif o çocuğu ellerine verecekmiş. Aile olacaklarmış. Yanılmamış. İlk kez, ilk kez senin hakkında ben bile yanılmayı istedim."

Titrek sesinden öfke yatarken Taehyung'un göğsüne yumruk attı. "Defol git artık!" dedi bir kez daha sertçe vururken. "Çünkü iyi gelmiyorsun ona. Her geldiğinde bir canından daha oluyor. Bu seferki onun canı olacak. Buna izin vermem!"

"Eun böyle mi söyledi size?" dedi şaşalayarak Taehyung.

Hoseok siniri geçmemiş ve boynunu yana yatırarak önüne tükürmüştü. "Gerçeği öğrenmemiz seni şaşırtmış olmalı."

Taehyung bu duruma iyice sinirlenirken onun tekrardan kendisine vurmak isteyen bileklerine sertçe asıldı. "Bana bak ve sakın bir daha haddini aşmaya çalışma," diye uyardı ve sonra sertçe bileklerini kendisinden geriye savurdu. Bu durum yaşanırken koridorun ilerisinde kendilerine doğru gelenler vardı. Bahçeye hava almak için çıkan Nayeon ve Mark'da onları görerek koşarcasına yanlarına gelmeye çalıştılar. Hayliyle Taehyung'un, Hoseok'un yüzüne söylüyor olduğu sözleri onlarda duydular ve bunu duymalarına rağmen inanıp da Jungkook'a bu konu hakkında tek bir kelime etmediler daha sonrasında.

"Bilmediğin çok şey var. Ben o kadınla sadece kâğıt üzerinde bir evlilik yaşıyorum. Bu geçici bir durum. Ve Jungkook'la yaşadığım ilişkiyi o da biliyordu. Ben asla Jungkook'u aldatmadım. Yalan söyledim. Evet, çoğu kez hayatım hakkında yalan söyledim. Yine de bu en çok onu hayatımdan koruyabilmek içindi. Yine de bu onu ve beni ilgilendirir. Sadece bizi. Seni değil," diye tısladığında, Hoseok'un gözü döndü.

"O artık benim eşim. Siz diye bir şey yok," dedi ve Taehyung kendisine doğru gelen hamleyi görerek, onu üzerinden itti.

"Bundan bu kadar emin olma," diyerek anlık gafletle çatladı sesi. "Hiçbiriniz onu mutlu etmiyorsunuz. Yüzünün güldüğüne bakarak onun iyi olduğunu sanıyordunuz."

"Bir de yüzsüz gibi gelmiş bunları mı söylüyorsun burada bize?" Mark bahçede zor sakinleştirmiş olduğu kendisini Taehyung'u görmesiyle tüm uyuşturduğu duygularıyla hoplatmış, başlarına hemşire toplanacak olmasını umursamadan Taehyung'un üzerine üzerine yürümeye başlamıştı. "Oğlum sen ne iğrenç bir insanmışsın lan! Hayatımda senin kadar toksik bir insan görmedim ben! Siktir git şuradan, bir de yüzsüz yüzsüz gelmişsin buralara kadar. Bir de diyor ki siz onu mutlu etmiyorsunuz. Neden mutsuz olduğunu bilmezmiş gibi."

Taehyung kendisine karşı siper almış bu üç nefret dolu çift gözlere tek tek baktı.

"Siz mi ona iyi mi geldiğinizi sanıyorsunuz? Ha?" Her çapraz duran bakışlara küçümseyerek baktı. Sonra sözleriyle hitap ettiklerinin yüzlerine baka baka konuştu. "Sen onun arkadaşı olmana rağmen yan gözle bakmaya devam eden adi herifin tekisin. Sadece fırsat kolladın. İyi olup olmaması umurunda bile değildi. Onun korkusundan yararlanarak hemencecik evlendin. Benim evladıma utanmadan kendine baba dedirttin. Jungkook'un zaafını yine kullanmaya çalıştın. Kendine muhtaç bırakmaya çalıştın."

Hoseok'tan çevirdi bakışlarını. Onun hemen bir adım önünde durmuş yumruklarını sıkan Mark'a odaklandı. Biraz da hayal kırıklığına uğramışçasına izledi onu.

"Ya sana ne demeli? Sen Mark, seninle o kadar oturup kalktım. Kendi gözlerinle gördün onu ne kadar çok sevdiğimi. Onun için her şeyi yapabileceğimi. Buna rağmen Jungkook'u aylardır komadayken koruyup kollaman gerekirken, tuttun onu dostuna karşı muhtaç kalmış birine yakıştırmaya çalıştın. Çünkü Hoseok'un duygularından uzun zamandır haberin vardı. Mutlu olacaklarını sandın. Hadi onu da geçtim." Yanında kendisinin bile güveneceğini düşündüğü Nayeon'a baktı. "Sen Nayeon, Jungkook'un sırdaşısın. Gözlerindeki acıya rağmen bilmiyor muydun bu alacağı kararın ona nasıl acı çektireceğinden? Gerçekleri öğrenmesi, ne olup bittiğini anlaması yerine, çözümü onun bir başkasıyla evlenmesinde mi buldun? Peki çocuğumuzun bir başkasına baba demesine senin nasıl yüreğin el verdi? Bu kadar şey olup biterken böyle mi yolunda sandınız her şeyin."

Nayeon dolmuş gözleriyle ona doğru adım attı. Bu durumda bile kendisini suçlu bulan Taehyung'a karşı hazmetmediği haklılıktan dolayı yüzüne bir el tokat attı.

"Kapa çeneni, sen bizim ne yaşadığımızı bile bilmiyorsun. Karın yanındayken bile görmezden gelip geçen sen mi söylüyorsun bunları ha? Kendini aklamak yerine bizi mi suçluyorsun burada? Sen benim arkadaşımın döktüğü tek bir gözyaşını hak etmiyorsun."

"Çünkü hafızamı kaybetmiştim." Diye bağırdı Taehyung. "Uyandığımda neredeyse çoğu şeyi hatırlamıyordum. Ve bana dedikleri tek şey mutlu bir evliliğim olduğuydu. Bana gerçeği söylemediler. Ve ben oğlumun bende bıraktığı yoksunluk hissiyle kendime geldim. Geldiğim gibi gittiğim tek yer, Jungkook'un yanıydı. Ailemin yanı." Kendisine inanmayan gözlere boş yere açıklama yaptığının farkındaydı.

"Ama artık bunun bir önemi yok. Onca yaşanmış hiçbir şeyin önemi yok. Sizler artık umurumda değilsiniz. Düşündüğüm kadar da iyi insanlar hiç değilmişsiniz. Dost ayağına vicdanınızı soğutmaya çalışan bencil insanlardan başka bir şey de değilmişsiniz. Dilerim bu sefer ona iyi bakmayı başarabilirsiniz. Doktorun diyecek olduklarına dikkat eder ve yüzüne taktığı maskenin ardındaki acıyı, yalnızlığı görebilirsiniz. Benden buraya kadar. Jungkook benim için sadece çocuğumun babası. Yine de görmek istediğin de görüşebilir ve doyasıya sevmeye devam edebilir. Ama o herife dokunduğu gün ve o çaresizliğine rağmen onunla birlikte olarak çocuk doğuracak kadar sevdiği gün, o da benim için öldü. Ben ise her şeye rağmen onu merak ettiğim için geldim. İyi olacağını bildiğimden de şimdi gidiyorum. Dilerim bir daha sizi görmek zorunda kalmam."

Kalmam dedi ve gitti. Kimse de engel olup bu durumu izlemek istemedi. Sözlerde diken yoktu ama herkesin bugün için düşünecekleri çok şey vardı. Taehyung'un ise yüreğindeki yanıklarına merhem olacak bir öfke parıltısı.

Çünkü eve vardığında, yatağında rahatça uyuyan Eun'un neredeyse boğazlayacak şekilde uyandırdığında kendisini tanıyamıyordu. Bu içindeki durdurulamaz şiddetini bastıramıyordu. Öylesine birikmiş bir hınçla doldu ki, kapana sıkıştıkça saldırganlaşmaktan korkmuyordu.

Bıkmıştı. Herkesin kendi hayatına bunca zaman müdahale etmesinden çok bıkmıştı. Hapishanesinden kurtulmayı çok istiyordu.

"Sen yaptın," diye başladı. "Bilerek yaptın. Bir daha birbirimize kavuşamayalım diye sen yaptın her şeyi."

"Yaptıklarının sorumluluğunu al artık ve büyü," diye son buldu konuşma karısı tarafından. Çünkü Eun bunu yapmasaydı, Seokjin'in Jungkook'u bulmasının an meselesi olduğunu söyledi. O hastane koridorunda bir seçim yapmıştı. Cehenneme doğru giden yollar, onun için iyi niyetli taşlarla döşenmişti. Ama bu cehennem sadece Jungkook için yapılmışa benziyordu. İşin sonunda her halükârda Taehyung'da biliyordu. Asla Jungkook'un sebep ne olursa olsun onu affetmeyeceğini. Tıpkı onun da bir daha ona dokunmak istemeyeceği gibi.

Bu yüzden sadece oğluyla teselli buldu.

Sadece biri o teselli bulamadıklarıyla hunharca ölüp biterken.

Bir gece daha gündüzü ile yerinden yer yer oynayıp ölmüş ruhları diriltirken, sessizlik yutmuştu tüm dünyanın kara cennetini.

Jungkook ışığı yutulmuş hastanenin odasında her bir koltukta uyuya kalmış arkadaşlarına baktığında, yutkunamadı. Çünkü hissetti. Düşlerinde öldüğünü rüyalarında yaşatamadığı gibi, her şeyi hissetti.

Hıçkırarak ağlayarak gözlerini açtı. "Benim bebeğim nerede?" diye haykırdığında, arkadaşları korkarak ona sarılıp destek çıkmaya çalıştı. Ama bu kadar taze bir acıya teselli nasıl bulunurdu ki? Katiyen asla. Jungkook'ta bulamamış ve kendisiyle ilgilenen hemşirenin hazırlayarak getirdiği bir iğneyle yeniden uykuya dalmıştı. Dikişlerinin patlamasını kimse istemezdi. Vücudunun az da olsa iyileşmesi için bu gerekiyorsa da birkaç gün daha onu uyutmaya devam edebilirdi.

Elbette Jungkook kolunu iyiden iye morartan iğne izlerine karşı iyice hissizleşmiş ve uyandığında ağlamamıştı. Donmuştu onun için. Bir kabustu ama fazla gerçek hissettiriyordu. O hissediyordu her şeyi.

Elinden sürüyerek gidiyor olduğu yalnızlıklar, nedir bu meskeni olunmayan şarkılar, hep mi yürekten ağlatırlar. Çünkü duymak nedir ki, sağırdan öte iki kulaktan çınlatır evlatlardan olma sanrısal sesleri. Her birinde bağırır, baba diyerek çırpındırır ve kafasına vura vura verir derdi.

Yürür, ezeli olana belki. Bu aydınlık gökyüzü de nedir? Bilmez mi dünya kapkaranlık? Güneş doğmaz ve bahar açmaz, öyleyse tam karşısındaki bu çirkin güllerde kimin yaşam hikayesi? Elini karnının üzerine bırakırken, bu boşluktan sızan küllerde nereden geldi? Yoksa akıl, rüyalarının akıbetinde onu mutsuzlukla mı lanetledi?

Bilmiyordu. Bilmek artık onun için ezeli bir duygu idi.

Yoksa çokça bildiğinden mi bir gündoğumu vakti uyandığından beridir, kendisini uyandıran kiraz ağaçlarının haşatından diledi. Yaşam diledi. Tüm yaşananların olmamasını ümit etti. Farkındalık arkadaşlarının kendi yüzlerinde duruyorken, baktı usul usul. Ağlamamak için fazlasıyla ağlamaklı kalmıştı yüreği. Boğazında geçmeyen bir yumruyla öylece baktı. Bakmak, görmekten daha iyi değildi.

Teselliler dinlemeyecek sağırlaştı. İçe döndü dünyası. Sustu. Yaşamak için çaba veren vücuduna kızdı. Nasıl da senden düşmüş olanları yaşatmak yerine bu bedeni hunharca kendisine gelmesi için şimdi savaşırsın? Kızım tam merkezimdeyken, nurumu benden nasıl alırsın? Zaten uzunca gözyaşlarımla büyütmeye çalıştığım oğlumu da en sevdiğim ve en güvendiğim adam almadı mı? Yoksa kızımın canını da artık beni sevmeyen Tanrının bir cezası mıydı?

Bilmiyordu. Bilmek artık onun için ölümcül bir duygu idi.

Şimdi en başa dönmüştü. Elde avuçta kalmayan varlığıyla, silik duran varlığıyla yürüyordu. Çünkü bir ölünün ayak izleri, bir kelebeğin omza konan izi kadardı ve Jungkook öylece o veda etmeden çıkıyor olduğu bu hastanenin içinden çıkarken tek yaptığı da buydu. İzlerini konduramadan uçup gitmekti. Her çaresiz bir evladın yapacağı gibi yuvasına dönmekti. Taşıyamadığı yüklerini dökmekti. Yoksa ölecekti. Bu acıya dayanamadan ölecekti ve kaburgalarının arasına sığdırdığı bu kalbini koruyamıyordu kemiklerinde yatan sızısından.

Çünkü ayakları ait olduğu yere, başlangıcına tekerrür ediyordu.

Ağır ağır izledi o adımlar gölgesini. Her adımda dikişindeki sızıyla soğumuş yaşlarından bir ateş tanesi düştü çehresinden yutkunamadığı boğazına kadar.

Kimsenin haberi olmadan çıktı. Artık endişeleneceği ve rol yapacağı kimse kalmamıştı. Arkadaşlarını da kendisinin arkasından perişan olmuş hallerini izlemeyecekti ya da üzgün gözlerle ne yapacağını bilmeden üzerine titriyor olduklarını? Bir son vermek istiyordu. Çünkü bıkmıştı. Yaşamaktan hiç olmadığı kadar çok bıkmıştı.

Bu yüzden de o yıllarında masum kalan ama sırtını dönerek kendilerini silen ailesinin kapısına gidiyorken, kovulup kovulmayacağını umursamıyordu. Sadece sarılmak istiyordu. Annesine. Babasına. Kız kardeşine. Son kez. Çünkü bir daha birine korkmadan sarılabileceğini sanmıyordu. Neyi sahiplenmek istese kollarına, kaybediyordu.

İnsanlar hep baktı ona. Bu başı boş hastane kıyafetleriyle, üzerinde kaba duran bir ceketle yollara düşmüş bu gence. Birileri yardım etmek amacıyla yaklaştı ona. Jungkook yüzlerine bomboş bakıyor ve öylece geçiyordu yanlarından. Şehrin gürültüsü yutmuştu onu ve o da bu gürültünün altında ezilerek yok olabilmeyi diliyordu. Minik adımlarından doğuramadığı çocuğunun sızısını döküyordu, iyileşemeyen kanlarının bedelini ödetiyordu. Her canı yandığında, yanan canlarının acısını alıyordu.

Ama en nihayetinde otobüs durağına geldiğinde ve yanında duran birkaç kişinin elini ağzına yaslayıp, şoklanmış yüzlerle kendisini izlerken sadece ağlıyordu. Sessizce. Yüzündeki akanları silme zahmetine bile girmiyordu. Kan dolmuş gözlerinin nuru alınmıştı, parlatamıyordu. Kimsem kalmadı, tutunacak hiçbir şeyim kalmadı, öyleyse bu eller ne işe yarar? Bu ayaklardan gelen kuvvette neyin nesi? Öylece geldim ve öylece gidiyorum. Anne, beni karnın içine tekrardan koysan da koruyamayacakmışsın yaşadığım bu kötülüklerden. Çünkü ben koruyamadım. Yine de şifa bulmak istiyorum. Hakkım kaldıysa. Ben her daim korumak istiyorum. Ölmüyorsam bile bil ki; oğlum şu dünyada bana bir umut nefes bıraktığındandır.

Busan'a kalkan otobüs yolcularını alabilmek için durağa geldiğinde, Jungkook bilinçsiz bir şekilde kendisinden önde ilerleyen o kişileri takip ederek arkalarına geçti ve otobüse bindiği gibi en arkadaki köşeye kıvrılarak oturdu. Uzun geçecek olan yolculukta biletleri kontrol etmek için gelen görevli adam onun en arka köşede oturmuş bedeninin önüne geçtiğinde, "Efendim," diye seslendi birkaç kez. Ama Jungkook sağır bir insan gibi ona hiçbir tepki vermiyordu, körleşmiş bir insan gibi bakıyor olsa da göremiyordu.

Bu durumdan dolayı telaşlanan görevli gencin durumunun kötü olduğunu pekâlâ da farkındaydı ancak o koltuğun bedeli olan o parayı da almak zorundaydı. Stresten ne yapacağını bilememiş ve hareket halindeyken bunu şoföre söyleyip, durumu merak ederek kendilerini izleyen insanlara firma olarak kötü bir imaj yaratma isteğinde de hiç değildi. Neyse ki içinde halen insani duygular barındıran orta yaşlı bir kadın duruma el attı. Durakta çocuğu gördüğü andan beri içi ezilmiş ve hastane kıyafetleriyle bu şekilde sokaklarda dolaşan birinin çok zor bir gün geçirdiğini anlamıştı.

"Çocuğum," diye seslendi görevliye. Adam hemencecik kadına döndü. "O çocuğu rahat bırak. Ben öderim onun yol parasını." Görevli bunu memnuniyetle kabul etmişti.

Jungkook öğrenci yıllarında olduğu zamana dönmüştü sanki. Dönem sonlarında ailesine gitmek için hızlanan adımlarının tam tersi duygularını yaşıyordu. Bir alışkanlık hakimdi. Ne heyecan vardı ne de kalbinde o büyük özlemini kavuran hayaller. Annesi her daim kendisini babasıyla birlikte almak için durağa gelir, sıkıca sarılır, çok zayıfladığından şikâyet ederek önüne en sevdiği yemekleri bir anda dizerek yediğini görmeye çalışırdı. Öpücüklerle uyandırılırdı. Gurur duyarlardı ondan. En iyi üniversitelerden birinde okuduğu için annesinin göğsü kabarır, her avlayıp da pişirip sattıkları balıkları, oğlunun kendilerine getirdikleri şans olarak yorumlarlardı. Gelen müşterilere bunu söylemekten çekinmezlerdi.

Bu yaşanan durumda tek yara alan Jungkook değildi. Ailesiydi. Her akşam yemeğinde Jungkook'un oturuyor oldukları yere bakarak iç çeken onlardı. Hepsi onunla yeniden konuşmak için hazırdılar. Ama Jungkook hiç gelmedi onlara. Bir anlık öfkeyle söylenmiş sözler sadece çocuklarına karşı kurdukları hayallerinin mahvolmasından ötürüydü. Oğulları gençti. Kore gibi yaşam kalitesinin pahalı olduğu bir ülkede daha tahsilatını bile almadan böyle büyük bir hata yapmış olmasını kabullenemediler. Bundan vazgeçmesi için bile kendilerini ortaya attıklarında, Jungkook'un kendilerini bu yaşa kadar getirip bir gün bile sevgisini esirgemeden büyüttükleri oğullarından bu darbeyi beklemiyordular tabi ki. Bir yıldır tanıdığı bir adam için arkasını dönmüş olmasına çok kırgındılar. Hem de çok.

Oysa Jungkook çok istedi gitmeyi. Sadece korktukları o hayattan kurtulduktan sonra kocasının ve çocuğunun elini tutarak gitmek istemişti. Büyük bedellerle vazgeçtiği ailesine, korktuğunuz başınıza gelmedi, ben iyiyim ve mutluyum diyebilmeyi istemişti. Şimdi ne yazık ki korkulan her şey olmuştu. Hem de en korkunç şekillerle.

Jungkook gözlerini ağır ağır kapayıp açarken bildiği o tüm yollara hipnoz olmuşçasına izleyerek çıkamadığı geçmişin çukurunda durmaksızın oyalanıyordu. Beyni ona acıyı atlatabilmesi için yardımcı olacağını sanırken, kalbi tüm bunların tersini yapıyordu. Ve tüm bu içsel çatışmalarında galip gelen daima kalbi oluyordu. Öyle ki... durmuş aracın içinden çıkana kadar baskılandığı acıların tesirinden sıyrılamamış ve doğup büyüdüğü o şehrin topraklarına ayaklarını bastığında, tanıyamamıştı. Kendisi gibi.

Çünkü tamamen bir yabancıydı.

Zamanla kendisini bulacak bir yabancı.

Jungkook'un anlatımından;

Zihnimin berrak sularında kara bir çamur gibi dizildi görüntüm. İlk kez durup kendimi inceledim. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Sadece bir anlık duraksamayla oluvermişti. İndiğim aracın camından bana yansıyan görüntümde yoksunluk krizine girmiş bir akıl hastasının şehre tutunuş filminden bir kesit alıntılanmış gibiydi. Tek farkı benim bilincinde olduğum yeksan duygularımdı. Ağlarken artık utanmamaya başlayan kendimdi. Çünkü insanları umursamayı, varlığım için en azından, bırakmıştım.

Bilakis elimden bırakmış olduğum şeyler, öylece şeyler değildi.

Ciğerimi deliveren bir duygu ile sarsıldım. Göz bebeklerimin yerinden zonklaması an meselesiydi. Bir an için ayaklarımı hareket ettirmek istedim. Başarısızdım. Boşluktaydım ve süzülüyordum. Ve sanki düşecektim. Derinlere.

Sanki bu hayatta yapmam gereken tek ulvi bir göreve sahip birinin azmiyle kabarmıştı göğsüm. Hızlıca alıp vermeye başladığım soluklarımın başka bir anlamı yoktu. Sorguluyordum da. Bir insanın yüreğini ikiye ayırıp, ayırdığı yerden bir göz yaşı nehri var ederken, nasıl olabilirdi, sanki bir bütünmüşçesine atmaya devam edebilirdi böyle? En sevdiklerini kaybeden insanların sabır dedikleri şey aslında bedenlerinin onlardan bilinçsizce çalışmaya devam eden yaşam gayesi miydi? Çünkü beni bıraksa bu bedenim, çoktan ölmüş ruhumu uzak diyarlara taşıyabilecektim. Sesler susacaktım, susmuş sesim can bulacaktı.

Fakat taşıyabildiğim, en azından taşımak zorunda kaldığım bedenimin külfetini bir kenara alarak yürümeye başlarken, kurumuş dudaklarımı kanattığımın farkında değildim. Bilmiyorum, hiç bilemem de, yine de kaybettiğim kızımın acısını ve oğlumu bir daha göremeyeceğimin bende yarattığı ağır tahribatı annemin kollarında geçirmeyi diliyordum. Bu olmazsa ne olacaktı? Bu kafamdaki çocuklarımın ağlayışlarıyla ne yapacaktım? Beni çağırıyorlardı ve ben onlara nasıl gideceğimi bilmiyordum.

Tanrım, dayanamıyordum.

Daha kokusunun bile ne olduğunu bilemediğim, yüzünün nasıl olacağını kestiremediğim, sesini duyarak yeni huzurum diye sarıp sarmalayamadığım bu evladımın yükünün altından nasıl kalkacaktım? Ben, ben daha iyi bir baba olsaydım, o hayatta olabilecek miydi? Beni bu ikilemde bir yarattığın azaptan sağ çıkarmayacaksan, izin ver, şu anda öylece karşıya bakan gözlerimin yol ortasında duran bedenime sorumsuzca çarpacak bir acıyla sonlandır. Çünkü bu yürek burması hikâyede bana mutlu son yazılmayacak gibiydi.

Belki de hiçbir zaman dilediğim hiçbir şey gerçekleşmeyecekti.

Ben şimdi de beni kahreden küçücük bir umudun ışığı altında büyüyerek bir yangına dönüşeceğim.

Dönüşüyordum da. Bir muhtaç gibi ailemin işlettiği sahile bakan küçük restoranda on dakika gibi bir sürede yürüyerek ulaştığımda, olmayan yüzümün çirkinliklerini sıvazlıyor, döktüğüm gözyaşlarımla bana tükürmeyi ihmal etmemiş yüzümün izlerini tenimden kazıyarak çıkarmaya çalışıyordum. Acı, utanç, mahcubiyet vardı. Her birinin kökünde ailemin izleri vardı.

Pes etmek üzereydim, gitmeye çalıştığım bu yoldan geriye dönmek üzereydim. Ama annemi anlayacak yaşa çoktan gelmiş ve bir evladının olmasının ağır yükümlülükleri altında ezilmiş ve ağırca da ezilmeye devam edecek gibiydim. Ben nasıl çocuğumu korumak istediysem, o da zamanında beni korumaya çalışmıştı. Yine de...

Orada sandığımdan daha çok bekledim. Sırtımı elektrik direğine yaslamış, girişin yarısını gösteren cam kapının ardına dikmiştim gözlerimi. Aklımda binlerce üreyen korku ve ürpermeler mevcuttu. İnsan hiç annesinin kollarına sarılmaya çekinir mi? Evet çekinirdi. Zamanında size açmış olduğu kollardan arkanıza bile bakmadan bir yabancı için kaçarsanız, olacak olan buydu. Şimdi öylesine pişmandım ki. Bana baktığı anda bunu kendisi de görecekti. Sözüne gelmiş olmak ne ahır ne kahrediciydi o vakit.

En nihayetinde korktuğum başıma geldi. Yan taraftaki evimizin bahçesindeki balık avlamak için çıkardığı malzemelerini, karşısındaki iskeleye bağlamış olduğu küçük teknesine yerleştirmek için dışarıya çıkmış, hızlı hızlı nefeslenerek elindeki yüklerle durmuş ve kafasını geldiği yöne doğru çevirmişti. Gürültüyle bağırmıştı. "Kızım hadi getir şu malzemeleri sende," diye sesleniyor ve homurdanıyordu. "Bugün rüzgâr var, erkenden çıkmam lazım. Yoksa alabora oluruz."

Ona dikkatle baktım. Daha öncesinde göbeklendi diye dalga geçtiğim babamın, şimdi dört sene öncesinde olan yıpranmış kıyafetinin bol gelişiyle yüzüm buruştu hüzünle. Ya o saçları, arkasındaki kırlaşmış saçları neredeyse bembeyaz, yüzü epeyce solgundu. Koyu göz halkalarını buradan bile görebiliyordum. Oysa benim babam birbirine girmiş saçlarını her daim özenle her sabah tarayan bir insan olmuştu. Kişisel bakımına özen gösterirdi, müşterilerimizi karşılarken onlara karşı temiz ve özenli olmanın, karşı tarafa da aynı özeni gösterdiğimizi anlatırdı, derdi.

Ama şimdi, ellerinin arasına sıkıştırdığı kayışları tutan parmakları titriyor, çatık kaşlarındaki iz daha belirgin duruyordu. Oysa benim babam, hep gülerdi. Çok gülerdi. İnsanlara nazik olmayı o öğretmişti. Ama kendimize neden hiç nazik olmamız gerektiğini anlatmamıştı ki?

Peki söylene söylene arkasından gelen anneme ne demeli? Bu asık suratlar benim onlarda alışkını olduğum şeyler değildi. Onları ben bu hale getirmiştim. Biliyordum. Ve bunu bilerek onlardan sevgi ve kabul görme gibi bencilliği yaptığım için utandım. Dert edindiklerimle kendimi kaybetmiştim ama annem de en az benim kadar çocuğuna hasretti bunca zamandır.

Dip boyası gelmişti. Belinde fıtığı vardı, o ilerlemiş görünüyordu. Belini tutuyor, kamburu çıkacakmış gibi eğilip bükülüyordu. Minik kazağının üzerinde elde kalan balıkları temizlemek için giydiği önlüğü duruyor, iki yandan ayırıp sıkıca bağladığı saçlarının altında sarkan derisini görebiliyordum. Mutsuzdu ama gülümsüyordu. Bu bir aldatmacaydı. Bir başkasına normal gelecek şeyler, eğer o kişi en çok tanıdıklarınızdan biriyseniz farkı anlayacağınız kadar çok belirgin tavırları verirdi.

"Her gün aynı şeyleri söyleyip duruyorsun," diyerek gülerek söylemeye çalışsa da benim annem babama balım lafını eksiltmezdi ağzından. Sevgi sözcüklerini kullanmayı pek severdi. Bu durumu kütüphaneden aldığı kitaplara borçlu olduğunu söylerdi. Şiir okumak ruhunu okşarmış. "Su dipçik gibi, fırtına çıkacağı yok bugün. Sabahtır boş yere evham yapıyorsun."

"Benim içime doğuyor, bugün hava boğucu. İkidir yüreğim sıkışıyor benim," diyerek huysuzlanan babamın düşünceli sesine aksi bir şekilde karışıyordu. "Tansiyonun düşüyordur. Pek bir şey de yemedin. Sana kilo aldım diye moralin bozulduysa... doktorun sana dedikleri için diyorum. Hiç dikkat etmiyorsun kendine."

Babam ona bir cevap vermedi. "Kızım nerde? Sözde yardım etsin diye çağırdım onu kendimle. Yine ayna başında oyalanıyor değil mi? O da serserinin birini bulacak, bırakacak bizi." Sözleriyle gözlerim yine doldu. "Oğlumuz gibi. Bir kere bile aramadı. Ancak resimlerini gördük. Ama bayadır onu da göremez olduk. Sildi bizi. Yazıklar olsun. Halen kaldıramıyorum bunu. Biz bunu hak edecek ne yaptık? Sevgimizi mi hissettiremedik de bu çocuk böyle yapar oldu. Ama onu biz büyüttük. O öyle biri hiç değildir ki. Acaba başına bir şey mi geldi? Uzaktan baksak mı yine?"

İçim titredi. Bunlardan hiç haberim yoktu. Ben onlardan vazgeçtikten sonra beni bir daha hiç görmek istemezler sanıyordum. Beni ve oğlumu asla kabul etmeyeceklerinden korkarken... duyduklarımla hıçkırık koptu boğazımdan. Bu çıkardığım ağlamaklı sesleri duymamaları imkansızdı. Ellerimle yüzümü kapatmamın sebebi de buydu.

"Jungkook," diyen annemin perişan bir halde bana koşarak geldiğini hissederken hareket edemiyordum. Gücümün yittiği yerdeydim. Yıllardır onların adımı seslenmesine bile hasret kalmıştım ben. Dizlerim titredi. Babamın elindeki eşyalarını yere fırlattığını hissettim, kulağıma birçok tıkırtı sesleri gelmişti.

Ama en çok da annemin parfümle karışık balık kokusu. Bu bazı insanlara iğrenç gelirdi. Ancak hayır, bunlar benim anılarımın en güzellerinden olan kokulardı. Pişmanlığımın diplerindeyken bana bir elin sarıldığını bilirken, öylesine yüzsüzdüm ki. Sakındım. Yıllar sonra o yumuşacık kollara sarıldığımdan dolayı karmakarışık duygularla sarıldım ve ortaya çıkan yüzümü bir an önce saklamak için benden biraz kısa kalmış annemin boynun girintisine bıraktım.

"Oğlum," diyordu ve sesi titriyordu. En son gördüklerinde bile bu kadar şiddetli ağlamamıştım. Annemin yine aynı o çaresizliği yaşadığını iliklerime kadar hissediyordum. "Ne oldu sana böyle? Canın mı acıyor? Söyle bebeğim... sen neden bu haldesin? Jungkook?"

"Sen evladına kıyamadın ama ben senin evladına kıydım. Ne olursun beni affet." Dedim hıçkırıklarımın arasından. "Size yaşattıklarımdan dolayı beni affet anne, ne olursunuz?"

Sırtımı okşuyordu. "Ben seni çoktan affettim. Yeter ki ağlama Jungkook, oğlum ne olursun?" dedi, beni daha çok ağlattı bu sözleri. Beklediğimden öte bir bağışlanma yaşadığım için. Kollarımı ondan çekemiyor, yaşamak için sebep bulduğum ve bana kendi yaşamından bir parçayla bu hayata döndürmüş kadının ayaklarına kapanmak istiyordum.

Buğulu gözlerimden öpüyor, acısıyla bir korkusunu serdiği yüzümü avuçlarının arasına alıyordu. "Neden bu haldesin? Başına bir iş mi geldi? Canın mı acıyor? Bir şey söyle oğlum bana."

"Anne, benim canım çok acıyor. Anne, nefes alamıyorum, ölüyorum acıdan." Tutamadığım hıçkırıklarımı onun ellerinin arasına döküyordum. O her ne olursa olsun annemdi ve bana kollarının merhametine düşünmeden alıyordu. Ben ondan dileniyordum, can kuvvetini şimdi. "Anne, bir şeyler yap ne olursun... ben bu acıya dayanamıyorum. Ben dayanamıyorum."

Kalbim delice çarpıyordu. Ve çok zor geliyordu ellerinin arasında öylece ağlamak ve annemin ağladığını görmek.

"Söyle annene? Ne oldu?"

"Ben, ben kızımı kaybettim anne. O öldü. Koruyamadın onu. Küçücüktü." Yüzümü sardığı parmaklarını karnımın üşüyen duvarlarına bastırdım. "Buradaydı. Daha birkaç gün önce konuşuyordum. Bir iki ay sonra alacaktım kollarıma. Utanıyorum ama sen bir kız torunun ne çok olmasını hep söyler dururdun, seni onunla tanıştıracaktım. Anne ben geç kaldım. Ben her şeye hep geç kaldım. Korktum. Beni affetmezseniz diye. Ama çocuğum olunca da anlamam gerekirdi. Aile her şeyi kabullenen ve koruyup kollandığı tek yerdir. Yine de çok utandım. Ben sizden çok utandım. Çünkü," dediğimde sustum. Diyemedim. Siz haklısınız diye. Buna daha cesaretim yoktu. Babamın bana dolu gözlerle bakarken olduğu yerde put kesilmişçesine bakmasına dayanamadım. Biliyordum. Başıma gelmiş onların her birini diyecek olsaydım, daha çok incinirlerdi. Perişan olurlardı veya biz dedik sana bunu diyerek bana kızarlardı.

Ancak ben nasihat duymaya değil, kabullenmeye, şifa bulmaya gelmiştim.

"Çok üzgünüm oğlum," dedi tekrardan sarılarak. Onun sesiyle sakinleştim. En azından duruldum ve nazikçe ayrıldım kollarından. Çünkü babamın olduğu yerden bir milim kıpırdayamayışı ve ne yapacağını bilememesinden dolayı, ona da sarılmak istedim. Gözlerinde öfke yoktu. Merhamet vardı ve acı, incinmişlik.

"Baba," dedim çekinerek. O zaman duruşu silkelendi. Bize doğru dalgınlaşan bakışlarını toparladı. Kaşlarını çatmaya çalıştı ancak bunu yapamadı. Boğazında konuşmasını zorlaştıran bir yumru vardı ve onu zorluyordu. Sesi kesik kesik çıkıyordu ağzından. "Ben... benim avlanmaya çıkmam gerek. Deniz bugün kötü. Fırtına çıkacak. Evet, fırtına olacak."

"Baba lütfen..." diyerek ona doğru gidecekken, babam yanına alacak olduklarını hızlıca alıp uzaklaşarak arkasını dönerek gitti. Dudaklarım büzüştüğünde, "Sadece çok şaşkın ve oğlunun yanında ağlamayacak kadar gururlu bir adam. Her gün senin gelmeni bekledi. Ona biraz zaman tanı. Biz seni seviyoruz," diyerek teskin etti. İç çektim. "Haklı. Ben bu tepkilerin çok daha beterini hak ediyorum."

"Bunun bir önemi yok Jungkook." Yüzüme bakarak kırgın bir gülümsemeyle güldü. "Eğer sen hiç gelmeseydin işte o zaman çok daha üzücü olurdu."

"Anne?" diye seslendim. "Söyle oğlum?" derin bir nefes alarak gözlerimi kapattım. "Ne olup bittiğini sormayacak mısın bana?" gözlerimi açtığımda, kirpikleri titredi. Sanki ben söylemeden tüm söyleyeceklerimi duymuş gibi davrandı bana. "Hayır. Sen anlatmak istersen dinlerim. Sana hesap sormayacağım ya da kızmayacağım. Sadece her daim yanında olacağımı hisset, sana karşı olan tüm endişelerimi de anla."

Dayanamayarak halimdeki bulamadığı halden dolayı dizlerini dövercesine konuştu.

"Bunu daha önce yapsaydım bunca sene senden ayrı kalmak zorunda kalmayacaktık. Zaman ilaç olmuyor oğlum. Özlemin ailemizin her gün ocağını söndürdü. Aklım ve kalbim senin için her gün acı içinde kıvrıldı. Her gün tanrıya senin için dua ettim. Sağlığın için. Fakat oğlum," dediğinde gözyaşlarını hızlıca sildi. "Sen çok değişmişsin. Benim neşe kaynağımdın ama şimdi... ellerimde can verecekmişçesine solmuşsun. Ben seni bunca zaman korkarak severken, benim canıma kim bu kadar acımadan harap etti de sen bu halinle buralara kadar geldin. Jungkook... asıl sen bizi affet. Çünkü seni düşünürken senin duygularının toyca olduğunu düşündük. Ah, Minjun nerede? Neden sen burada bu halde tek başınasın? Seni bizden ayıran herif de nerede?"

"Anne kızma bana ama sana yaşadıklarımı anlatacak gücüm yok. Sadece hiçbir şeyimiz yokken olduğu gibi sarılsan... saçlarımı okşasan. Geçti... geçecek desen."

Anlayarak sustu. Belimden dokunarak, "Tamam öyleyse, eve gidelim. Odan bıraktığın gibi hala. Sen hiç gitmemişsin gibi burada her şeyin," dedi ve diyecek söz bulamadan takip ettim bildiğim yolları.

Akşamları oturmaktan keyif aldığım bahçedeki ağaçların biraz daha büyüdüğünü, saksıdaki bazı çiçeklerin farklılaştığını, kırık çardağın köşesinin tamir edildiğini gördüm. Babam sonunda paraya kıyıp yaptırmıştı. Doğru ya, artık okul için harçlık biriktirmesine ve bana göndermesine gerek kalmamıştı.

İki katlı küçük ve dış kapısı evin beyaz duvarlarına nazaran masmaviydi. Bu rengi ben seçmiştim. Değişmemiş olmasına sevinmiştim. Annemin dediği gibiydi. İzlerim terk etmemişti burayı. Evin içi her zamanki gibi derli topluydu fakat ayakkabılarımı çıkarıp girerken, çorapsız ayaklarımın zemine değmesiyle içim gıcırdamış, unuttuğum şeyle yüzüm buruşmuştu. Girişteki şu kırık fayansı hep unutuyordum ve basıyordum.

Annem sonunda ağlamıyordu. Benim burada olduğumdan emin olmak için birkaç kez arkasına dönüp bana bakıyordu. Ve kısacık da olsa duraksamış olmamdan dolayı durumu anlayıp, "Aynı hataları tekrar tekrar nasıl yapıyorsun? Ama o kadar özlemişim ki bu hallerini. Değiştirmedim özellikle orayı. Hep söylenerek girerdin ve yüzünü buruştururdun. Bende çorapsız gezme diye bilerek düzeltmezdim orayı." Anımsadığı şeylerle gülümsedi. Sonrasında güldü kendi kendine. Üzgündü biliyorum ama beni daha da üzmemeye çok dikkat ediyordu.

"Sen duş al oğlum ama şu son zamanlarda ergenliğe girmiş olan kız kardeşini çağırayım ben. Burada kıyamet kopsa odasından çıkmıyor bir türlü. Bilmiyorum o telefonda ne var da sabah akşam ellerinden düşmüyor," diye kızıyor, aceleyle mutfağa giderek çay suyu koyuyordu. "Senin sevdiğin kaymağı daha dün yapmıştım. Taze taze yersin. Annen seni iyileştirecek hemencecik. Ama önce duş alıp üzerini değiştir. Dolabındaki kıyafetlerin temiz. Gelirsin diye hep yıkayıp koydum. Sen dolap kokusu sinince bile giyemezsin, hatta dur ben senin için seçip getireyim. Şu bacaksız kardeşini de saçından tutup getireyim. Abisi gelmiş, her gün senin hakkında konuşup duruyordu. Son zamanlarda konuşamayınca..."

Konuşmalarının gidişatını görerek hemen kelimelerinin sonlarını yuttu. Korktuğunu söyleyerek beni korkutmak istemediğindendi. "Özür dilerim," dedim çekingence. Hemen düzeltti kendisini. "Tamam tamam hadi. Sorun yok, sen duşa gir, bende hemen getiriyorum kıyafetini."

Annem hızlıca üst kata çıktığında öyle durdum tam evin ortasındaki salonda. Tüm hayatım ve çocukluğum buradaydı. Aslında bendim ama bir yandan da değildim. Yüreğimdeki baskı ezildiği yerden beni yerden yere vurmaya devam ediyordu. Fakat öyle bir haldeydim ki annemin ağzından çıkacak her şeyi yapmaya hazırdım. İyileşmek istiyordum. Dediğim gibi, beni hayata karşı ayakta tutan oğluma kavuşmak istiyordum. Bunun için iyi olmak zorundaydım. Kaybetmeye gücüm yoktu. En dipteydim ve ne kadar çok savaşmam gerekiyorsa oğlumu alacaktım kucağıma tekrardan. Kimselere veremezdim. Ben geriye kalan tek parçamı da öylece onlar istedi diye kaybetmeyecektim.

Tıpkı Taehyung'a karşı daha da büyüyen nefretim gibi.

Annemi bir kez daha kırmayacağımı ve bu sefer çıkacağım bu hayat yolunda babamın da desteğini alacağıma dair kendime söz vererek banyoya girdim. Üzerimi çıkarıp suyun altına girerken, karnımda duran her dikiş izini düşünerek ağladım ve hırsla doldurdum yüreğimi. Başka türlü olmazdı. Ben başka türlü yaşayamazdım. Çünkü sebebim olacak olanlar, artık elimi tutamadıklarımdı.

Suyun altındayken kapı şiddetli çalıntı. Kız kardeşim tıpkı ses kayıtlarında olduğu gibi parlıyordu. "Abi, abi, hadi çık artık. Seni çok özledim ben! Sarılmam lazım! Neden Minjun'u getirmedin, ona bir sürü oyuncak almıştım. Ve" sonra sesi kısıldı. "Tamam anne, abim banyodan çıkınca bağırmaya devam edeceğim."

Hayat buydu. En gerçeğim buydu. Acım kadar mutluluğumdu onlardı. En korunacak olduğum yerdeydim ve buraya ne halde geldiğimi umursamadan çıktım duştan. Dolaptan sarı renkte olan eski bornozumu aldım ve giyindim. Bu halde çıkmayınca, kapıyı hafifçe aralayıp annemin genellikle duşa girmeden unuttuğum kıyafetlerimi kapının kenarında duran sehpa üzerine bıraktığından elimi oraya uzattım ancak onun yerine kıpır kıpır olan kardeşimin ojeli parmakları karşıladı.

"Al oppa," diyerek cıvıldayarak kıyafetlerimi vererek kapının arasına benim gibi iri duran rimellediği gözlerini belerterek çıkardı. "Çok yakışıklısın yine, arkadaşlarımın hepsi sana âşık olmakta haklılar." Sonra suratını astı. "Onlara yine senin evli ve çocuklu bir yakışıklı olduğunu anlatmak zorunda kalacağım."

İçim titredi bu sözlere. Söyledikleri doğruydu ama bilselerdi bu bildiklerinin artık bir başka adamla olduğunu. Anlarlardı ama bunlar öylece de denilecek şeyler de değildi. İçim yine bunaldı. "Hadi Nuna, şarlatanlık yapma. Üşüdüm." Diyerek sevimli olması için zorladığım sesle elindekileri aldım ve kapıyı sıkıca kapatıp üzerimi hızlıca giyindim.

Çıktığım gibi bana sıkıca sarılan Nuna'yı gücümün yettiği kadar kucakladım. Boyu daha bu yaşta göğsüme geliyordu. Biraz beni şakalaşmaya çalıştı. Annem onu tembihlemiş olmalı, Minjun'a bayılıyor ve oyunlar oynayıp, öpmek için can çekişirken bu konu hakkında bir daha bir şey demedi. Bu durumdan memnundum. Anneme okuldan mezun olduğumu ve artık bir öğretmen olacağımdan bahsettiğimde, bu geç gelen eşsiz mutluluğu sıcacıktı. Karşımda otururken, sırf yiyeyim diye az da ola yemek yerken bana eşlik ederek ayağa kalkıp nemli saçlarımdan öptü.

"Hayatım boyunca evlatlarımdan tek dileğim, kimseye muhtaç olmadan ayaklarının üzerinde durmalarıydı. Bu dileğimi geç de olsa gerçekleştirdiğin için seninle gurur duyuyorum."

Evde olmanın yorgunluğu çöktü. Annem beni odama bıraktı. Nuna zaten utanmasa benimle uyumak isteyecekti ama biraz yalnız kalmak istediğimden, daha sonra bunu yapacağımıza dair söz verdim. Çünkü sustuğum anda ağlamak istiyordum ve onların bunu daha fazla görmelerini istemiyordum. Ve akşam olmasından da çekiniyordum. Birkaç saat geçmesine rağmen babam eve halen dönmemişti.

Ben yorgun hüzünlerime rağmen kendi yatağımda cenin pozisyonunda uykuya dalarken, eski ders çalışma masamda duran garip anılarımla öylece uykuya daldım. Orada ders çalışmaya çalışırken Taehyung'un bana her attığı mesajda masayı nasıl sevinçle yumrukladığımı, beni sürekli özlediğinden ve ne zaman döneceğimi sormasını... her şeyin sahte olması ve oradaki benim ne kadar aptal olduğumu düşünerek uyuya kalmama ve göz yaşlarıyla uyanmama sebep oldu. Bu iyi olmuştu aslında. Çünkü babam elimi tutmuş sessizce ağlıyordu. Birbirimize bakıp sıkıca sarıldık. Gece odaya sinmiş olmalı ki göz yaşlarımızı rahatça dökebiliyorduk. Ondan çokça özür diledim. O da artık özür dilemediğini ve bir daha kendilerini öylece bırakıp gitmemem konusunda yalvardı.

Bir daha bunu onlara yaşatmayacağıma dair söz verdim.

Aradan geçen iki günün ardında herkes üzerime titriyordu ve sıkıyorlardı ağızlarına kadar dolan merakı. Yastaydım ve ara sıra gözlerimden farkında olmadan yaşlar döküyor, damağım titriyor ve Nuna'nın telefonunda ona attığım Minjun'un resimlerine özlemle bakıyordum. O kadar canım acıyordu ki ne yapacağımı da bilemiyordum. Taehyung onu bana asla vermeyecekti ve ben o kumdan kale olan bu imparatorluktan çocuğumu nasıl alacaktım?

Her şey böylece bitmiş olamazdı.

Düşünüyordum sessizce. Babam yine avlanmaya çıkmıştı. Onu hep beklediğim iskeledeki banklardan birine oturmuş, gün batımına çalım atacak kadar berrak duran denizi izlemiştim. Dışarıdaki sesleri duyamayacak kadar sağırlaşmış ve içimdeki sesleri sadece duyar olmuştum. Orada ne kadar süre oturduğumu bilmiyordum. Burnumun ucu sızlıyordu ve ara sıra refleksle gözümden akanları siliyordum. Her şeye rağmen bir çuval gibi büzüşmüş karnımın üzerini sarmalamaya çalışmaktan vazgeçemiyordum. Orada olan her yumuşak, esnek boşlukla, kızımın hiç olmadığını anlamak nefesimi tıkıyordu.

Bu acılarım sussun diye gözlerimi sıkıca kapadım. Yüzümü meltem vuruyordu. Burnumun ucunu ise okyanusun tuzlu körfez kokusu. Ciğerlerimi ruhumun ağırlığıyla çırpındırıyordum. Üşüyordum. Ama gücümde yoktu. Sanki burada beklemek, yakamozu gözümle görerek bir gün acımasız umutsuzluğuyla uyuya kalmam gerekiyormuş gibi veyahut öyle kapanacak ki gözlerim ben tüm yaşadıklarımı umutsuz bir kitabın aklımda kalan satırlarından dökülen anlarcasına silkinecektim. Hiçbir acıyı yaşamamış ve göğüslememişim gibi.

Ama sonra, bir şey oldu.

Gözlerimi iyice dolduran. Böyle kalbimi delicesine çarpmasına sebep olacak türden bir şey. Bir özlem vurdu. Nasıl anlatsam, gözlerim kapalı hissettim onu. Yanımdaymış gibi. Parmaklarımın bankın kenarına bükülmüş yerlerine yansıyan bir sıcaklık. Üşümüş olan sol tarafıma esmeyi kesen bir duvar örüldü. Dalgın saçlarıma sonbaharın yaprakları gibi dağılan onun kokusu. Acı acı soludum. Her şeye rağmen onu özlediğimi anlamış olmakla titredi dudaklarım. Kalbim yine bana ihanet ediyordu ve ben gözlerimi açmak istemiyordum. Biliyordum ki açtığım anda yüzleşeceğim aşka dair biriktirdiğim duyguların güzelliği değil, o güzellikte bulduğum acılar olacaktı. İhanetim, kandırmacam ve sahte alyansım olacaktı.

Yine de açtım yavaşça. Karşımdaki manzaram çok güzeldi. Ve cesaret edip yanıma çevirmedim başımı. Çünkü o hemen yanımda oturuyordu. En az benim kadar sessiz bir şekilde benim baktığım gibi tam karşısına bakıyordu. Ona bağırıp çağırmayacak kadar güçsüz bir halde soluklandım. O da bunu bozmadı.

Uzun bir süre orada öylece Taehyung ile sessizce durduk.

Bir şeyler ölmüştü. Kızımız gibi. Ama o bunu bilmiyordu. Bu acıyı da ben tek başına göğüslüyordum. Hoş bilseydi, onu da ellerimden alamadığı için üzülürdü.

Fakat pes ettim. Ben pes ettim. Ben onun bana yaşattıklarını biraz unutmak ve iyileşmek için geldiğim evime, o nasıl cesaret edip de gelmişti? Bir değerlim onlar kalmıştı, onu da mı alacaktı? Canımı alana kadar durmak bilmeyecekti anlaşılan? Arkadaşlarımdan önce onun buraya kadar beni bulup gelmesi, ona kendimi ne kadar safça gösterdiğim ile alakalıydı. Onun aksine.

Yüzümü yavaşça ona döndürdüğümde, direkt olarak onunla göz göze geleceğimi tahmin etmemiştim. Çok derin bir şekilde gözlerimin içine bakıyordu ve yüzünde en az benim kadar yorgun bir ifadeyle duruyordu. Omuzları düşmüş ve rüzgârın onda bıraktığı dağınık saçlarıyla, her şeye rağmen bir insanın gözüne hoş gelecek bir biçimde kalmayı başarıyordu. Ama yine de benim Taehyun'um değildi. O Taehyung'du. Mütevazi giyinişinin aksine üzerinde pahalı bir takım elbiseyle duruyordu.

"Bunca yolu, var ettiğin eseri izlemeye mi geldin? Memnun kaldın mı bari benim bu perişan halimden," dedim dayanamayarak. O ise yavaşça kafasını salladı. "Sana oğlumuzu getirdim." Dediği anda yüreğimde bir nefeslik can varmışçasına ayağa kalktım. "Nerede? Minjun nerede?" dedim neredeyse bağırırcasına. Yanında göremediğim için onu kime bıraktığını bilemeyerek.

Ayağa kalktığım gibi o da ayağa kalktı. "Endişelenme, şu an annenin yanında. Pek sevindiler, özellikle kız kardeşin. Kucağımda gördüğü an selam bile vermeden aldı ellerimden," dedi mesafeli bir sesle. Onun ne yaptığını asla anlayamıyordum. "Seni anlayamıyorum," diye çıkışmamda bu yüzdendi. "Her ne yapmaya çalışıyorsun bilmiyorum ama bu duruma ailemi sakın bulaştırmaya çalışma. Onlar hiçbir şey bilmiyorlar."

Buruk bir yüzle bana baktı. Uzun uzadıya. "Onlara gerçeği anlattım," dedi tok bir sesle. Gerçek dedim içimden, gerçek dediğin neydi ki senin?

"Senin bir gerçeğin yok Taehyung."

"Sen varsın. Vardın en azından."

Beni bu kadar kırmış olmasına rağmen bu şekilde alınarak konuşmasına çatıldı kaşlarım. Çehremi sıktım. Bir an önce oğluma kavuşmak istiyor ama bu tanımakta güçlük çektiğim adamın bana daha nasıl acı çektireceğini bilemediğinden koşarak gidemiyordum eve.

"Tıpkı senin gibi değil mi? Artık bu konuları konuşmak istemiyorum. Aileme ne kadarını anlattın bilmiyorum ama emin ol yine kendince güzel bir kurgu yaratmışsındır. Bu konuda çok iyisin. Gerçekten."

Bir şey diyemedi. Bende bir sıkımlık canımla, "Oğlumu yine kollarımdan öylece alacak mısın? Bana bu acıyı yine acımasızca yaşatacak mısın? Korkmadan sarılmak istiyorum Taehyung. Yalvarırım. Biraz olsun merhamet et ve oğlumu benden alma," dedim. Konu tek canımdı, o da oğlumdu ve ben onu da kollarıma kadar gelmişken bir daha bırakmak istemiyordum.

"Bunu bende istemiyorum," dediğinde yüreğimde bir umut filizlendi. "Oğlumuz bana alışmaya başlasa da sürekli olarak senin için ağlıyor." O filiz daha da büyüdü. Çünkü Taehyung'un en nihayetinde yaptığı buydu. Filizlendirerek var ettiği cenneti daha sonrasında yakarak cehenneme çevirmekti.

"Ama sana onu veremem. Bunu artık istesem de yapamam ve istemiyorum. Sen nasıl çocuğuna karşı bir özlem yaşıyorsan aynı duyguyu bende yaşıyorum. Buraya da bunun için geldim. Yanlış anlama, bu saatten sonra seninle olamayacağımızı bende biliyorum. Kendimi sana artık açıklamayacak kadar vazgeçtim. Sen benden nasıl kolayca vazgeçerek..." diyerek ima etmeye çalıştığı şeyi diline getirmeden, kendisini susturup sertçe yutkundu. Kaşlarını sertçe çattı ve kaçırdığı bakışlarını yine gözlerimin içine dikti. Konuyu gözlerindeki karanlık hırslarına çevirmişti. Çünkü incinmiş duyulmadı sesi.

"Benimle gel. Sana bir aile olmayı vaat etmiyorum. Yeniden bir araya gelmemiz içinde yalvarmıyorum. Tek istediğin oğlumuzla birlikte olmak değil miydi? Sana bu imkânı vereceğim. Aramızda hiçbir samimiyetin olmayacağının garantisini vererek sana tüm bu olanakları sağlayacağım. Sana ancak bu şekilde oğlumuzla daima olmana izin verebilirim. Aksi taktirde bu onu son görüşün olur."

Sözlerde diken vardı, gülü en güzel şekilde açtırabilmek için. Sen bana içten içe yalvarıyordun, sana geri dönmem için içten içe her şeyi yapıyordun. Tek kozun kalmıştı, oğlumuz, onu da çekinmeden yapabiliyordun. İnanmadığım aşkın için. Çünkü biliyordun. Ben yanında olursam senin aşamayacağın hiçbir engelinin kalmayacağını.

 

 

 

Bölümün sonu.

of of offf diğer bölümler için çok heyecanlıyım. Salak bir jk bekleyenler hızla uzaklaşsın, oyun yeni başlıyor, artık gelişme kısmına geldik ve ben geberiyorum :)

artık herkes korksun, dünyada evladını korumak isteyen bir ebeveyn kadar tehlikeli bir şey yoktur ahahhaha

Ben Nicotesy, görüşelim yakında ballarım.

Loading...
0%