@nicotesy
|
Selam ballarım, ben geldim. Dün benim yb atacağıma dair attığım bildirime dayanarak beklettiğim insanlardan özür diliyorum... Elimde olan bir şey değildi. Annem sabaha kadar uyanık olduğumu fark edince bilgisayarımı elimden aldı Bende bölümü şimdi tamamlayarak atıyorum.
8klık bölüm gözlerinizden öper. İyi okumalar :) ... "Uzun cümlelerle konuşuyor kalabalık. ... Bölüm 16: Sen bana deli, ben sana deli. Kanarız deli gibi. "Sence de seni bu saatte başını bu denli ağrıtan gerçekleri bana anlatma vaktin gelmedi mi oğlum?" Annemin yüreğimi satır satır kesen sesiyle sıçramamak elde değildi. Elim yüreğimin üzerine kondu panikle. İçtiğim suyun tekrardan boğazıma dizildiğini hissederek soluklandım. Gözlerim karanlığa alıştığından onu daha rahat seçerek bir adım attım. "Anne sen yanlış anladın. Sadece vücudum bazı yaşanmışlıkları anlayacağın üzere kabullenemiyor." Diyerek durumu izah ettim hızlıca. Ama o benim ufak telaşıma nazaran daha sakin ve emin bir sesle benimle konuştuğunda kapana sıkışmışım gibi vücudum kasılmadan duramadı. "Jungkook, seni ben yetiştirdim bebeğim. Bana artık yalan söyleme. Biliyorum, daha fazla canımız yanmasın diye susmak istiyorsun ama unutma, ben senin annenim. Konu sen olduğunda her sorunu büyük bir sorumlulukla göğüslerim. Sen sahipsiz değilsin. Sen buraya tekrar geldiğinde ben kendime bir söz verdim. Oğlumu bir daha sahipsiz bırakmayacağım." "Anne," dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. Ancak o sakin tuttuğu sesi beni şaşırtarak biraz yükseldi. Yine de dikkat ediyordu. Herkesi başına toplamak istemediği belliydi. "O yukarıdaki haysiyetsiz adam seni aldattı mı? Doğruyu söyle bana. Nuna konuşmalarınızın birkaçını anlayamamış ve korkup bana anlattı. Bende size bakarak anladım geri kalanı." Ne kadar ağır geldi orada sessizce durmak ve bir şey bile diyememek. Annemin gözleri dolmuşlardı bile. Sessizliğim ona büyük bir yanıt olmuştu. Yüzüne bakamıyor olmam bile. Doğrultamadı bile omuzlarını. "Sen bu yüzden mi buralara kadar tek başına geldin, o halde. Per perişandın sen oğlum..." ellerini başına yasladı. "Oğlun seni gördüğü anda perişan bir hale büründü." Diyerek anlamaya çalıştığında, damağım titriyordu. Nasıl tepki vereceğini bilmesem de en az benim kadar kafası ve yüreği karışıktı. "Bir şeyler olmuş aranızda. Onu ilk gördüğümde yanında, elini tutuyordun bu adamın. Gözlerinde aşktan kör olmuş perişan bir hal vardı. Fakat şimdi, duyarsız, her an fırsatını bulsan boğazlayacakmışsın gibi. Kaçıyorsun, kaçıyorsunuz birbirinizden." Ben o günleri nasıl unutabilirdim ki? Şimdi tüm yaşadığım eziyetleri kıyıp da anneme nasıl anlatabilirdim. Daha ben kalkamamıştım yaşadıklarımın ağırlığı altından. Ama yalan söylemek de istemiyordum. Bu saatten sonra yüzüm daha fazla kızaramazdı onlara karşı. O yüzden oynattığı sandalyesinin hemen önüne geçip dizlerimin üzerine çökerek ellerimin arasına aldım ellerini. Şimdi gümüş ay ışığı tamamen ikimizi sarıyor ve aydınlatıyordu. Bereket toplanmış yüzünün kırışıklarında benden dolayı pay edinmiş acıları buruşuyordu. Başını acıyla sallandırıyordu. "Anne ben sana kıyıp da nasıl anlatacağım? Ben bilmeden kendime ettiklerime nasıl anlatayım sana? Bunu anlatırsam şimdi, bu ev bizim başımıza yıkılır. İsteme benden bunu. Yalvarırım sana." Elinden birini avuçlarımdan çekerek başıma yasladı. Merhametiyle örtüyordu kafamdaki ayıplarımı. "Ben senin için sıkıca tutarım bu evin direklerini. Yeter ki sen içindekilerle yeteri kadar tek başına boğuşma. Sen bunu kaldıramazsın. Biz seni böyle yetiştirmedik. Ben ellerine kıymık batırmadığım, balık kokusunu bile üzerine sinmesin diye çabalarken, kalem tutup çok güzel bir hayat yaşasın diye bunca zahmete katlanırken... bir başkası o elini tutarken sana acı çektiriyorsa; ben sana bunu yapan o elleri cayır cayır yakarım oğlum. İnan ki yaparım." Öylesine vakur bir tavırla söyledi ki bunu, gözlerimden sonunda tuttuğum gururumu akıttım. Avucuna yasladım başımı. "Ben size layık bir evlat olmayı ne zaman başaracağım?" dedim utanarak. "Sen mutlu olduğunda bu olacak oğlum." Diyerek daha da utandırdı beni. O kadar sakin atmayan kalbime inatla bir sakinlikle şefkatle okşadı ki yüzümün irin tutmuş yaşlarımdan dolayı çıkmış tenimin izlerini. "Anne benim canım çok acıyor." Diyerek o izlerden döktüm acımı. Tekrar ve tekrar. "Öyle zor şeyler yaşadım ki şu son altı ayda, ben, ben olmaktan çıktım. Ruhumla bedenimin acıları beni bir bütün kıldı. Şu akıllı diye sevip başını okşadığın oğlun öyle aptalmış ki... iki güzel söze hemencecik kandı. Bana beni sevdiğini söylediğinde hemen de inandım. Anne, hiç sevmemiş beni. Hep kandırmış. Ben aslında," diye tuttuğumda nefesimi, "Aslında," diyerek nefes olan anneme uzun uzun baktım. Yüzümde buruk bir tebessüm oluştu. Benim gerçeklerim ne çirkindi öyle. Söylerken bile utanıyordu insan. "Onunla hiç evlenmemiş bile ben. O zaten bir başkasıyla evliymiş. Bir kadınla. Kendisi gibi çok zengin bir ailenin kızıyla. Bunu o kadar korkunç bir anda öğrendim ki, inanamadım. O kadar yalvardım ki tanrıya, gerçek olmasın, evde bizi bekleyen bir oğlumuz varken ben o ateş düşürmüş ellerimde duran ona bana taktığı alyansa bakıyordum. Ama o kadar gerçek hissettirmişti ki ben buna sahte diyemezdim. Beni sevmemiş diyemezdim." Annem karşımda iki büklüm kaldı. Saçlarımı okşayan parmakları diken batmışçasına bir ahla uzaklaştı. "Jungkook, olmadı de. Bunlar başına gelmedi de bana." Sesinden düştüm cennetine anne, seni de kendimle bir cehennemime atıyorum. Çünkü ben bu acılar içinde yanarken, kimse beni duyamayacak diye çok korkuyorum. Bilmiyorsun ama ben biraz deliriyorum. "Dinle anne beni. Dayanamıyorum dedikçe dayanıyorum ben. Anlatacağım ama önce söz ver bana. Bir şey yapmayacağına ve davranışlarının ona karşı değişmeyeceğine." Bunları söylemezsem, tam da şimdi yakıp yıkar ve umursamazdı çoğu şeyi. Kim evladının canını yakanın canını bağışlardı ki? Ben bağışlamazdım. Bundan ötürü; "Babamın bir şey duymasını istemiyorum. Sana da zor biliyorum ancak onun tansiyonu var. Ben yaşadıklarım yüzünden zaten bir can kaybettim. Bir tanesinin daha kefaretini alamam. Anlıyorsun değil mi benim canım annem," diyerek, beni anlamasını umdum. "Peki oğlum. Buna da peki." Sonrasında yavaşça dizlerimin üzerinden doğrularak ayağa kalktım. Işığı açarak hemen yanındaki sandalyeye oturdum. Bu konuşma kendi içinde biraz hesaplaşma yatırıyordu. Bu masa daha öncesinde yaşanmış bir olayın en hakikatini anlatıyordu. Ben tarafından, eskimiş bir tarafından. "Anne hangi tarafından tutup anlatırım bilmiyorum ama sofrada bana bir laf etti. İşittin değil mi?" gözlerini düşünür gibi kıstığında, "Hastalandığından bahsetti," diyerek hatırlattığımda, hatırlayarak kafasını salladı. "Kaza geçirmişti aslında, gerçekleri öğrendiğim günü akşamı onu terk etmiş ve oğlumu da kendimle beraber götürüp aramızdaki bu ilişkiyi bitirmiştim. Haberlerde gördüm yaptığı kazayı. Benim yoksul sandığım ve bazı geceler yanıma bile gelemeyen bu adamı çalışıyor sanıyorken, o başka bir hayatın başrolü olarak yaşıyordu. Bir karısı vardı. Her şeye rağmen onu ziyarete gittim. Komadaydı. Oğlumun babasıydı ve seviyordum. Bana bunu yaşattı, yine de hemen kopamadım ondan. Çünkü bana aşk dolu gözlerle bakan bu adamın belki de bir açıklaması vardır. Bilmiyorum. O süreçte kafam karman çormandı. Doğruyu ve yanlış ayırt edemeyeceğim bir raddeydim. Sonra... ne yapacağımı bilmez bir halde onun kapısının ilerisinde beklerken, karısı geldi. Görsen, bir güzel. Ve beni tanımıyordu bile. Çok ağlamıştı. En az benim kadar. Bana ondan bahsediyordu. Ve diyordu ki; içerideki adam beni aldattı ama beni onu affettim, çünkü bizim bir çocuğumuz olmuyor. O da ben anne olayım diye o çocuğu ellerime vermek için yolda kaza geçirdi. Onu her şeye rağmen affettiğini ve kendisine âşık olduğunu söyledi. O kadar canım yandı ki benim." Bitmek bilmeyen bu döngüyü şimdi uzunca dilden dökmek bile beni yaralıyordu. Ama karşımda annem vardı ve ben ona içimi açarken, onun bana şifa olacağını biliyordum. En başından beri böyleydi ama ben sırt çevirmiş, kendime de onlara da büyük bir haksızlık etmiştim. Çünkü ağlayarak anlattığım her cümlenin sonunda o kendi gözyaşlarıyla bir benimkini siliyordu. "O kadar canım acıyordu ki benim, ne yapacağımı bilemedim. Çocuğumu da alacaktı. Her şeyiyle sahteydi bu adam. Adı, evliliğimiz, kimliklerimiz, evimiz, yaşantımız. Hayatlarımız tamamen sahteydi ve o benim tek gerçeğimi de alacaktı. Başka çareler aradım ama bulamadım. Anne ben mecbur kaldım. Avukat bile bu durum karşısında bir şey yapamayacağımı söyledi. Senin korktuğun gibi eğitimsiz ve yoksul kalmış birine bu ülke çocuğu vermezdi. Kim Holding'in sahibiydi. Benim parası boşa gitmesin diye elbiselerini diktiğim bu adamın serveti bu kadar büyüktü. Bende," diye yuttum son nefesimi. Cesaret bulamıyordum ama her bir şeyi anlatmayı da sürdürmeye devam edecektim. "Hoseok'u biliyorsun." Bildiğini belli edercesine kafa sallarken ne diyeceğimi kestiremese bile ben gözlerimi yumdum. Çok utanıyordum her şeyden. "Onunla evlendim. Biraz olsun maddi gücüm olsun ve çocuğumu benden alamasın diye. Bana her konuda destek oldu ama." Elimin üzerindeki elinin titrediğini hissediyordum. Resmen dilimden döktüklerimle ona ecel oluyordum. Annem dakikalar içinde karşımda birden fazla yaş ileriye atlıyordu. "Yine de aldı ellerimden. Bir hafta öncesinde geldi polislerle ve oğlumu benden aldı anne. Neredeyse ayaklarına kapandım. Almasın oğlumu benden diye. Başaramadım. Bana evlenmek için hazırlattığı evrakları önüme koyarken, meğerse o bu günlerin planlarını yaparak oğlumun tüm haklarını kendi üzerine almış. O kadar kolayca aldı ki ellerimden, ben o gün sadece bir çocuğumu değil, iki çocuğumu da kaybettim." Hıçkırıklarımı tutamadım. Elim hep boş bildiğim karnımın üzerindeydi. "En kötüsü de bu oldu anne. Bomboş burası. Bir daha dolmayacak. Onu daha kollarıma bile alamadım ve o, çocuğumuzun öldüğünü bile bilmiyor. Çocuğumuzun Hoseok'tan olduğunu sanıyor, bu yüzden canımı yakmak için yüzsüzce uğraşıyor benimle. Benim canımla çok uğraşıyor... oğlumu tamamen elimden aldığını söylemek için bile gelmiş buralara kadar. Derdi iyilik falan değil, sadece bir takıntı onunkisi. Onsuz da yaşayacağımı hazmedemiyor ve beni kendisine mahkûm etmeye çalışıyor." dedim acım yeniden bir öfkeye dönüşürken. "Karısıyla olan evine gelmem için teklifte bulunuyor utanmadan. Ben burada canımla cebelleşirken o bana bunu yapıyor. Sen söyle anne, ben ne yapacağım? Bir girdaptayım ve canım acıyor. Bana çektirdiklerin birazını bile çekmediği için canım yanıyor. Bana yaşattıklarının bedelini ödesin çok istiyorum ama bana bu kadarını yapmış birinin nasıl canını da yakarım, bilmiyorum." "Neler diyorsun oğlum sen böyle? Nasıl sakinsin bu kadar karşımda. Senin bu dünyayı onun başına yıkman gerekirken, utanmazca odanda yatmasına müsaade mi ediyorsun? Aklımı kaçıracağım. Ben aklımı kaçıracağım." Diyerek ayağa kalkmaya çalıştığında, tuttum ellerinden. Korktuğumun başına gelmesini istemiyordum. Annem dizlerine vururken, "Bebeğim, ah yavrum, sen böyle acılar içinde yanarken bir de ona kendi ellerimle besledim bu herifi," diyerek kendisine çok kızıyordu. "Bu adamın yatacak yeri yok oğlum." "Evet yok. Olmasında. Karşımda acılar içinde kıvranmasını öyle çok istiyorum ki..." dedim yumruklarımı sıka sıka. O da hüzünle baktım gözlerime. "Sen kimse için böyle şeyler isteyen biri değildin." "O beni bir kimsesiz yapmaya çalışana kadar öyleydi anne." Öylece birbirimize baktığımız anda evin sessizliğine kapı kapanma sesi duyunca, "Baban uyandı. Hadi toparla kendini güzel oğlum. Baban duyarsa katil olur," diyerek elini yüzüyle kurulamaya çalışırken bende aynısını yapmaya çalışıyordum. "Bende bundan öyle çok korkuyorum ki." Babam sanırım lavaboya gitmek için kalkmıştı. Annemle bizi bu halde görsün istemiyordum. Çünkü farkında değildim ama titriyordum, annem sarılınca ve sıcaklığı bana geçince fark ettim bunu. "Bana bak oğlum, sen çok güçlüsün. Şu yaşadıklarınla bile karşımda yıkılmadan durabiliyorsun. Ben seninle gurur duyuyorum. Burada senin hiçbir suçun yok. Senin saf kalbinle oynadıkları için ben kendime kızıyorum. Çünkü ben sana kötülüğü hiç göstermedim. Bilmene izin vermedim. Şimdi ne yaparsan yap, yanında olacağım. Bil ki oğlum, ben bir kere bıraktım bu ellerini ve sen bu hale geldin. Bir daha bırakmam. Koparsalar bile bırakmam. Her ne olursa olsun burada senin annen var. Ben senin için siper olurum. Tıpkı sen çocukların için olmaya çalıştığın gibi." "Teşekkür ederim anne. İyi ki senin gibi bir anneye sahibim ben." Diyerek öptüm yanağımdan. Karşılıksız bırakmayarak aynı şekilde öptü. Tabi babam bizi basar gibi kapıyı açınca, irkilerek ellerimiz çözüldü birbirimizin üzerinden. "Oh siz uyanık mıydınız, bu saatte böyle ana oğul kafa kafaya vermiş ne konuşuyoruz?" "Hasret gideriyorduk." Dedi annem normal bir şekilde. Babam gözleri uyku mahmurluğundan şişmiş olmasına rağmen, her şeyden habersiz bir halde yanımıza doğru geldi. "Beni de alsanıza yanınıza." "Tabi gel baba," diyerek yanıma oturdu. Şimdi ikisinin arasında kalmış küçücük bir çocuktum. İşte o zaman anlıyordum. Bir annenin ve bir babanın yanında yaşlar ne olursa olsun, hiç büyüyemeyeceğimi. "Jungkook, bizim damat iyi biriymiş. Keşke daha önce gelseymişsiniz. En azından aklım hep sizde kalmazdı. Torun da aynı damada benziyor değil mi?" diyerek bakış attı annemden de bu konuda onay almak istercesine. Annem ağzını buruşturdu hemen. "Huyları benzemez inşallah," dediğinde, korktuğum başıma gelecek telaşıyla, "Anne," diye uyardım onu. "Neden öyle dedin şimdi?" diye sordu hayliyle babam. Neyse ki annem onu yanıtlarken, işi kıvamına göre yorumlayabilmişti. "Daha bir gündür tanıyoruz. Ama ben oğlumu doğurduğum günden beri tanıyorum. Oğlum gibi ayakları üstüne basan, kalbi tertemiz olan bir insan olmasını diliyorum. Bunda şaşırılacak ne var?" "Haklısın, benim oğlum bir tane. Gel sarıl çabuk bana evlat," diyerek her şeyden habersiz halde bana sarılan babam ve bu durumu buruk yüzle izleyen annemle bitti bizim mutfaktaki birbirimize ses olmaya çalıştığımız kahrımız. Yüreğim annemle konuşmuş olmanın hafifliğiyle döküldü. Onun kollarında teselli bularak ağlamak iyi gelmişti. Çünkü korkmadım, mahcup olmadım. Bir hükümlülük hissetmedim. Yine de her an bu durum yüzünden bir terslik çıkmasından da korkuyordum. Bu sıkıntılı sürecin getirilerini bilmeden çıktığım odamın kapısını yavaşça açtım. Minjun'un uyuduğunu bildiğimden. Tabi ona baktıktan sonra yerinde olmayan Taehyung biraz kafamı karıştırmıştı. Ama ceketi halen koltuğun kenarında asılı durduğundan onun balkona çıktığını anlamıştım. Hiç merak edip yanına gitmeyecektim. Zaten onunla bilinçsiz bir şekilde aynı odayı paylaşmış ve ne olacağını kestiremeden yine aynı şekilde kalmaya devam edecek olmak göğsümü daraltıyordu. Baş ağrım hafiflese de ağladığımdan bu sefer gözlerime vurmuştu ağrısı. Bu durumu göz ardı etmeye çalışarak tahmin ettiğim gibi üzerini açan oğlumun yanına kıvrılıp tekrar düzelterek uyumaya çalıştım. Çok zor nefesler aldım ama oğlumu kollarımın arasında olması tesellilerin en güzeliydi. Korkmadan uyumaya çalışmak en zor olanıydı. Çünkü aklım uykuyu bana kâbus olarak verdiğinden asla derin bir karanlıkla gözümü açamıyordum. Yerimi yadırgayarak tekrar gözümü açtığımda Minjun'u hemen yanımda göremeyince hızlıca kalktım yerimden. O an için korkularım ve kaygılarım bana hükmediyordu. Çünkü güneş daha yeni doğmuştu. Ben sadece üç saat uyumuştum. Buna rağmen Minjun'un hemen yanımdan alındığını bile hissedememiştim. Götürdü. Aldı onu benden. Hem de veda etmeden diye çığlık atıyordu kafamdaki ses. Kimin uyanık veya kimin uykuda olduğunu bilmeden hızlıca merdivenlerden inerken, "Minjun," diyerek bağırıyor ve gözlerimden yaş düşüyordu. Çünkü onu alıp götürdüğünden neredeyse o kadar emindim ki, gözüm önümü görmüyordu. Nuna, "Abi sakin ol, Minjun ile bebeklerimle oynuyorduk salonda," diyerek çıkıp geldiğinde, benim halimden korkan gözleri garipti. Sanki ispata gerek duyduğumu bilerek benim zaten salona gelmeme rağmen kendisini gösterdiği kapıdan içeriye girerek, Minjun'u kucağına alıp bana getirdi. "Bak gördün mü? Kâbus mu gördün? Taehyun hyung benim uyanık olduğumu fark edince bana emanet ederek babamla bir balık avlanmaya gitti." "Ne yapmaya çalışıyor bu adam? Babamla balığa gitmekte nedir?" dedim kendi kendime bu duruma aşırı sinirlenerek. Nuna ise bu tavrımı biraz garip bulmuş ve anlamaya çalışmıştı. "Neden ki? Giderken çok heyecanlı görünüyordu. Özellikle babam. Daha önce hiç balık tutmadığını öğrendi ya, pek bir hevesliydi. Eniştemin bazı halleri benden bile çocuksu bu arada. Haberin olsun." "Gerek var mıydı buna cidden de?" diye söyleniyor, belli etme derken gerçekten babamla bu kadar samimi olup onun da duygularıyla oynuyor olmasını kaldıramıyordum. "Bilmem. Babam onu sevdi. Normalde nefret ediyordu. Seni bizden kopardı diye. Şimdi tüm hünerlerini gösterip onu etkilemeye çalışıyor." Nuna'nın bu durum epey hoşuna gitmiş görünüyordu. Duygularımı içimde yaşamayı bir kez daha kendime tembih etmek zorunda kaldım. Düşüncelerimi başka yöne aktararak, "Annem dükkâna mı gitti? Nerde? Çoktan uyanmış olması lazım," derken, sanki etrafımda onu görecekmişim gibi sağa sola kayıyordu gözlerim. Bir nevi de sıkıntıdaydım. Dün gece olanlardan sonra nasıl bir haldeydi kim bilir? "Evet, bugün bir kutlama yemeği mi ne varmış. Erkenden hazırlık yapmak için çıktı. Normalde ben ona yardım edecektim ama Minjun'a bakacak kimse yoktu." Diye surat asınca, niyetini anlasam da onunla uğraşmak istedim. "Ben varım işte," dedim gülümseyerek. Ayaklarını yere vurdu. Bende bu yaşlarda bu kadar mızmız mıydım diye düşünmeden edemedim o sırada. "Ama abi, ben bakarım Minjun'a! Hem biliyorsun, daha yeni teyze oldum ve..." diyerek o küçük aklıyla birkaç bahane bulmaya çalıştı. "Bahane sallama. Sevmiyorsun iş yapmayı. Bu durumu kullanarak kaytarmak senin tüm derdin. Minjun'a bakma hevesinden değil tüm bunlar." "Tüh ya, senin anneme ne çok benzediğini unutmuşum. Yıllardır görmeyince insan." Diyerek bana laf sokmaya çalıştığında, alnına küçük bir fiske vurdum. "Ya hayır öyle demek istemedim. Ama gerçekten Minjun çok tatlı ve akıllı bir bebek." Diyerek kabahatini anlayarak dudaklarını büzdü. Ona da kıyamıyordum ancak böyle her şeye yüksek tepkiler vermesi de yumuşatıyordu beni. Minjun'un rahat durmayan hallerine bakarak iç çektim. Sonrasında halen amacına hizmet ettiğimi duymak isteyen sözleri işitmek adına yerinde sayan kardeşime kıyamadım. "Tamam tamam, dudak asma. Hem Minjun seni çok sevdi. Ama dikkat et. Dişleri çıktı diye ağzına her şeyi sokuyor." Tahmin ettiğim şeyle Minjun'un parmaklarına dolanan uzun saçı aldım. "Bak, ellerinde saçları kalmış. Ağzına sokarsa ne olacak," diyerek konuştuğumda, şaşkın kız kardeşim durumu yeni fark etmiş gibi yolunmuş kafasını okşadı. "Ay bende diyorum benim kafam neden acıyor." Umutsuz bir vakaydı. "Deli kız," diyerek güldüm ona ve Minjun'u emanet ederek annemin yanına hemen diğer tarafa geçtim. Dükkân çoktan paspaslanmış ve temizlenmişti. Temizlik kokusunu seviyordum. Sanki ruhumdaki birikmiş kirleri de bu yolla atacağıma inandığımdandır belki. "Anne ben geldim yardıma," diyerek mutfaktan gelen takırtılara doğru yöneldim. Kasa diye kullandığımız yer boştu. Annem sesimi duyarak anında cevap verirken, doğru yeri tahmin ederek yanıma ulaşmıştı. "Nuna gelecekti. Sen niye geldin. Yat dinlen kuzum," diyen annemin beni neden yormak istemediğini anlıyordum. Ama ben şu an yanındayken bunu kabul etmeyeceğimi biliyor olmalıydı. "Senin zaten belinde fıtık var. Çok yorulmaman lazım. Hem özledim anne. Eskisi gibi olalım işte." Hemen her zamanki çekmecelerden birinde olan mutfak önlüklerinden birini üzerime geçtim. Annem doğramaya devam ettiği marulları keserken, sesi pek bir hevesliydi. "O zaman, komşuları da çağırayım mı sonra? Geldiklerini öğrendiler de merak ediyorlar seni." "Olur, fark etmez." Diyerek hemen karşısına oturdum. Elime yedek bıçağı alarak kenardaki patatesleri soymaya başladım. "Ama kafan almıyorsa..." diye beni yoklarken, bakışlarımı elimdeki işten ayırarak gözlerine doğru kaldırdım. Uykusuz göz altları canımı sıkmıştı. "Hayır, aksine kafamı dağıtacak şeyler olsa iyi olur." Demek istediğimi anladı ve bir şey demedi. Ara sıra yapacağımız şeyleri paslaştık. O artık yemekleri pişirme noktasına geldiği için ben geriye kalan toplama işlerinde yardım ettim. Annemin ısrarıyla ufacık da olsa benim için hazırlamış olduğu sandviçlerden birini ayak üstü yedim. Her ne kadar işinde ilgili olsa da gözü hep üstümdeydi. Sonrasında Nuna'nın isyan ederek beni işimden alıkoymaya yetti. "Abi senin bu oğlun hiç yerinde durmuyor. Sıçmış altına, evi kokuttu. Teyzeyim diye havalara girdim ama ben değiştirmem bunun altını. Haberin olsun. Oğlun bok kokundan bayılacak şimdi." Diye kucağında sürüyerek bana doğru getirdiği oğlumu tanıyamadım resmen. "Sadece iki saat içinde benim oğlum nasıl bu kadar pasaklı olabilir. Şunun ağzının yüzüne bak. Çikolata mı verdin bu yaştaki bebeğe?" dedim biraz kızarak. Çünkü sağlıklı bulmuyordum. Bu tarz şeyleri de çok alışıp sürekli yemesini istemiyordum. "Çok istedi ne yapayım?" diyen Nuna'ya göz devirdim. O daha bir çocuktu, normal dedim. Ama Minjun'un elindeki çikolata kalıntılarını benim yüzüme kadar sürmesi de bir garipti. Hem komik hem de biraz sinir bozucu. Özellikle hep üstü başı temiz olsun diye uğraşırken. Minjun'u sıkıca kollarımın arasına aldım. Bezi baya şişmişti. Ve evet, baya da kötü kokuyordu. Onu bir an önce temizlemeliyim diye anons geçiyordum kafamda. Anneme seslenerek, "Anne ben Minjun'u temizleyip geliyorum," diye seslendim, o da koyduğu çorbayı karıştırmakla meşgul olduğundan, "Zaten işlerin çoğunu hallettik. Sen bak işine," diyerek yanıtladı. Minjun'u ilk kez bu kadar pis görüyordum. Normalde sadece üzerini değiştirmek istedim. Ama yıkamanın daha doğru olacağını düşünerek onu güzelce soyup bezini çıkarttım. Bunu yaparken öyle çok gülüyordu ki, çıplak olmak hoşuna gidiyor ve elimden o haliyle kaçmaya çalışıyordu. "Bici bici yapacağız şimdi seninle tamam mı oğlum?" "Hayır," dediğinde bana dudaklarını büzmüştü. Tabi onun bu tatlı hallerine kapılıp yanaklarını yemek istesem de bu halde çıplak kalmaya devam etmesini istemediğinden onu kandırmam gerektiğini biliyordum. "Havuz yapacak ama sana baban," diyerek kucağıma aldım. Bu fikir çok hoşuna gitmişti. Ellerini çırparak, "Havuz," diye alkışlarken gülmeden edemedim bu hallerine. Onu o kadar çok seviyordum ki bu hallerimizin kıymetini ve hakkını vererek onunla ilgilenmeye çalışıyordum. Evde bir tane banyomuz vardı. Onu alıştırdığım küçük küveti olmadığından, annemin ara sıra makinemiz bozulduğunda elinde çamaşırları yıkamak için banyoda bulundurduğu leğenin içine çok da sıcak olmayacak şekilde su doldurdum. Ve Nuna'nın oyuncaklarından birini feda ederek suyun içine koydum. Duş jeliyle hafifçe köpürttüğüm suyun içinde öne çıkmış iki dişiyle gülerken, yüreğimi huzur ekşitiyordu. O suları bana doğru fırlatmaya çalışırken, ben kaçındıkça ve kaşlarımı yalandan çattıkça buna bayılıyordu. İşte o zaman sadece Taehyung'a teşekkür ediyordum. Bana böyle bir evlat vermeyi nasip ettiği için. Çünkü bu his bambaşkaydı. Her şey için dayanma ve savaşma gücüydü. Kalkandı. Kalbimin zarını eritmeyen büyük bir kalkan. Cildi sudan dolayı buruştuğunda çıkardım onu leğenin içinden. Ona fazlaca büyük olan havlunun içine hapsettiğimde, onu ısırmak istiyordum. Çünkü kucağımda uçurarak götürdüğümden hoşuna gidiyordu. Yüzü güldükçe yüzümü güldürüyordu. Odanın içinde havluyla birlikte yatağının üzerine bıraktım. Saçları alnına yapışmış, yanakları kızarmış ve burnunu kırıştırmıştı. "Sakın hareket etmek yok," dedim parmak göstererek ve arkamı dönerek koltuğun kenarında duran, onun için hazırlanmış çantanın içinden bir bebek bezi, atlet, çorap ve siyah polarlı bir tulum çıkarıp aceleyle arkamı döndüm. Tabi ki sözümü dinlememiş, üzerindeki havlusunu üzerinden atarak yatağın içinde ayağa kalkmaya çalışıyordu. O kadar komik görünüyordu ki, minik göbeği, kısa bacakları ve oflayarak buruşturduğu yüzüyle. "Asla söz dinleme zaten," dedim söylene söylene. Tabi suç üstünde yakalandığından kıkır kıkır gülerek yatağın başına kaçmıştı. Hemencecik yakalayıp kollarımın arasında havalandırdım onu. "Nereye kaçtığını sanıyorsun sen bakim," diye yanaklarını öptüm. "Söz dinlemediğin için seni şimdi bol bol öperek cezalandıracağım." Ama o benden önce davranıp yanağımı öptüğünde o kadar mutlu oldum ki bol bol öptüm ve sonra üşür diye, oflayıp puflasa da üzerini değiştirdim. Epey oyalandım. Annemin beklediği misafirler gelmiş midir diye kucağımda Minjun ile balkona çıktım. Dükkâna doğru bakmak için balkonun köşesine gittim ki, görüşümü dükkânın önünde duran arabalardan önce babam ve Taehyung'un yan yana dururken ki halleri şaşırtmıştı. Taehyung babamın yedek de olan, balığa çıkarken ki kıyafetlerini giymiş ve balıkçı sarı çizmeleriyle, başındaki büyük şapkasıyla çok farklı bir havaya sahipti. Bu haliyle ilk kez gördüğümden garipsiyordum. Elinde tuttuğu kovaları taşıyarak yavaş yavaş geliyor ve babama sadece elindeki oltaları taşıttırarak bir şeyler konuşuyordu. Bilmiyordum ama babamı dikkatle dinlerken, babamın heyecanla bir şeyler anlatması... uzaktan her şey çok sorunsuzdu. İstemsizce doldu gözlerim. Keşke dedim bir kez daha. Tüm bunlara mutlulukla bakabilseydim. Taehyung'un gülerken ki samimiyetini yüreğime hapsetseydim. Bu kadar gerçek hissettirdiğinden dolayı. Bizde böyleydik uzaktan. O hep yanımdayken samimiydi. Babam ondan ve niyetlerinden hiç şüphe etmeden öğütler verirken kırılıyordum. Onu aptal yerine koyup, bir nevi yaşattıklarımı ona da kasten yaşatıyor olduğum için. Dudaklarımı ısırdım. Yüreğim ezildiğinde kalbim paramparçaydı. Bu manzarada bile bir hayalimin nasıl kırıldığını netçe hissedebiliyordum. Ama dakikasında babamın bakışlarına yakalanmış ve bana kocaman bir gülümseme ile el sallamıştı. Tabi bunu yaptığı gibi Taehyung'da benim olduğum tarafa bakmıştı. Babamdan dolayı yüzünde oluşmuş iri gülümsemesi yavaşça bir tebessüme dönüşmüştü. Babama bakıyordum ama onu gözlerimden de kaçırmıyordum. Sadece birkaç saniyeliğine gözlerine baktığımda, işte yine aklımı bulandıran çöl gözlerinin serabı benimkileri mahvetti. Çok tanıdıktı. Huzur bulmuşçasına bakıyordu. Çok şey demek isterken öylece baygınlaşıyordu yüzünün kasları. Sanki bana bakarken yavaşça eriyip gidiyordu. Bu hallerine bakarak beni sevdiğini düşünmeden edemiyordum. Kafamı karıştırmasına izin vermeyerek babama gülümseyip hemen kucağımdaki oğlumu kendime iyice sararak içeriye geçtim. Üzerimi Minjun yıkarken ıslattığımdan bebeğimi kenarda bekleterek aceleyle üzerimi değiştirip annemin yanına geçtim. Bir şeylerle meşgul olmak en iyi beynindeki düşünceleri susturma sabotesiydi. Bunun içinde Minjun'u temiz koktuğuna ikna olmak için koklayan teyzesine emanet ederek mutfak önlüğünü geçirdim üzerime tekrardan. On beş kişilik bir kalabalığa yetişmek için mutfakta duran annemim hazırladığı servisleri masaya açma işi bana kalmıştı. Tabi bu sırada sessizce babamın kendisine gösterdiği gibi balıkların pullarından sıyırma işiyle boğuşan Taehyung'a göz atmadan da edemiyordum. Onun bu halleri, evli olduğumuzu sandığım zamanlardan bir alıntı olsaydı, durmaksızın çatar ve öperek onu sinir eder, fotoğrafını çekmeye çalışırdım. Ama şimdi gerçeği ve onun aslında kim olduğunu bilirken kaşlarım çatıyor ve bir yabancıyı izler gibi bakıyordum. Tüm bu çektiklerime sebep olan kendisi değilmiş gibi ailemin evinde burada masumca elinden kayıp duran balıkları bıçakla pullarından sıyırmaya ve arındırmaya çalışırken, tatlı görünüyordu. Bir an içimde oluşan şevkat duygusunun sebebinin oğlumdan kaynaklı olduğunu fark ettim. Çünkü tamamen yan profilden oğlumuzu anımsatıyordu. İyi hissetmiyordum. Taehyung'un yanımda bu şekilde olmasına dayanamıyordum. Yine beni kandıracak kadar zayıflıyordu kalbim. Zaafım gölgeleri yaşanmışlıktan uzak kaldığından mı soğutuyordu çoğu şeyi bilmem ama tokat gibi çarpan bir acı bana kendisini hatırlatıyordu. O da müşterilerden birinin yanında getirdiği kız çocuğuydu. İki tarafından ördüğü saçları, mor uzun elbisesi, ayaklarındaki sevimli pabuçlarıyla babasının dikkatini çekmeye çalışıyordu sürekli. Elimdeki meze tabağıyla öylece kaldım. Elim karnımın üzerine gitti. Durdum. O boşluk yine keskin bir şekilde aklımı ikiye böldü. Gözlerim doluyordu ve ben ağlamak istemiyordum. Bunu bir daha yapmak istemiyordum. Ben güçlü görünmek zorundaydım. Acımı ve yaşadıklarımı yumuşatamazdım. Merhamet etmemeliydim. Kimsenin bana merhamet ettiği yoktu. Bilhassa da o. Zaten bunun bilenmesiyle boğazımda biriken yumruyla kafamı çaprazımda kalan Taehyung'a çevirdiğimde gözlerini dikmiş beni izlediğini gördüm. Yüzünde acı çeken bir ifade vardı. Sanki o da kızımı hissediyordu. Taehyung, hissettin mi sende onun öldüğünü? Yoksa bebeğimiz senin aklında halen bir başkasına sığındığım yaralarımın tesellisi olarak gördüğünden mi acı çekiyordun? Hazmedemediğinden mi? Ama bunun cevabını uzun zaman bilemeyecektim. Çünkü eğer seni her şeye rağmen ilk günkü gibi seviyor olduğumu ama affedemediğimi bilirsen, çok gurursuz olacaktım. Bununla senin varlığının bir öneminin olmayacağını, bana yaptığın yanlışlara rağmen hayatıma devam edebileceğimi görmeni istiyordum. Sana olan aşkımdan dolayı her aptallığı kabullenerek seni bekleyecek olan o yedek kişi olmak istemiyordum. Hayır, bana yaptığın bu hatayı ve ihanetini asla affetmiyordum. Gözleri gözlerimi bulduğu gibi ona nefret ederek bakmaktan çekinmedim ve hemen yarım bıraktığım işime geri döndüm. Böylesi daha iyiydi. En azından bugün için konuşmamıştık. Diken üstünde de sayılırdım. Annem ona güler yüzlülük göstermeyi bırakmıştı. Ama her an bir şeyler patlak verir diye de çekinmiyor değildim. Hoş arada babam olmasaydı, daha beterini yaşaması için dua ederdim. Hak ettiğinden. Müşteriler yaklaşık mekânda bir saatten fazla vakit geçirmiş ve ben o sırada sadece bir kez Minjun'un ne yaptığını merak ettiğim için eve gidip gelmiştim. Müşterileri uğurladıktan sonra Taehyung sessizce yanıma gelip bizim birleştirerek oluşturduğumuz masanın üzerindeki kirli tabakları toplamamda yardım etmeye başlamıştı. Bir şey diyecektim ki babamın duş almış halde dükkâna girdiğinden sesimi çıkaramamıştım. Ama rahatsız olduğumu kesin anlamıştı. Hemen arkamda yer alması da ayrı bir garip hissettiriyor, o görmese de kaşlarım çatılıyordu. "Oğlum telefon sana," diyerek elindeki telefonuyla bana yaklaşan annem gülümsüyordu. "Bana mı? Kim?" dedim elinden alırken. "Hoseok oğlum. Pek bir efendi çocuk. Seni epey merak etmiş. Ara sıra bizi arar hâl hatır sorardı haylaz. Yanlış anlama oğlum ama sizi çok yakıştırırdım. Eğer damadımızla evli olmasaydın, onunla evlenmeni isterdim," diyor ve sanki Taehyung'un hemen peşimde olduğunu bilmez gibi masumiyetle konuşuyordu. Tabi ki masum değildi ve annem bunu söyleyerek Taehyung'u rahatsız etmeye çalışıyordu sözleriyle. Bunu başarmıştı da. Taehyung'un yanımdan geçerek sert sayılacak bir üslupla elindeki tabakları tezgâha bırakmasından belli oluyordu. Elimdeki telefonu almadan önce elimdekilerden birini annemin eline bırakmış ve ahizeyi kulağıma yaslarken, diğerini hızlıca bende tezgâha bırakmıştım. O sırada Taehyung öfkeli gözlerle olduğu yerde dikelerek çekinmeden bu bakışlarını üzerime doğru tutuyordu. Çok kısık bir sesle, "Hoseok?" diyerek bu rahatsızlık veren ortamdan aceleyle kaçarak mutfaktan çıkmış ve Hosoek'un endişeli sesinden önce sesimi duymuş olmakla aldığı derin nefesiyle kutsanmıştım. Çok içten çekmişti. "Senin için çok endişelendim. Sesini duymak ne iyi geldi biliyor musun? Ölecektim sanki sensizlikten." Diye yakınırken, sesindeki sesimi duydu diye var olan heyecanı göz ardı etmeye çalışıyordum. Dışarıya daha rahat konuşabilmek için çıkmıştım. Temiz ve biraz da serin olan hava iyi gelmişti. "Sizi de endişelendirdim, özür dilerim." "Jungkook hayır, üzülmen için demedim bunları. Sadece," diyerek ofladı. Şu an bile nasıl olduğu yerde eğilip büküldüğünü tahmin edebiliyordum. Çünkü konuşulacak şeyleri bende pek konuşmaya hazır değildim. "Üzgünüm, yaşadıklarını hazmedemedim. Ailenin yanına gittiğini anladım ancak kaçmak isterken seni peşlemenin iyi olmayacağını düşündüm. Bir de diyemiyorum ama anlıyorsun beni değil mi?" Gözlerimi yumdum. Nefesim sıkışıyordu işte bu anlarda ve yine rol yapmak zorunda bırakıyordum kendimi. Sanki bilmezlerdi beni. Ben acılarında kabuğuna çekilmek isteyen biriydim. Ama şu son zamanlarda ruhum gibi bedenimin de kaybolmasını çok istemiştim. "Anlıyorum. İyiyim, gerçekten. Burada olmak bana çok iyi geldi. Yaralarımı sarıyorum." Birkaç saniye susmuştu. İnanmaya çalıştı belki de. Sonuçta beni iyi tanıyordu, herhalde. "Sen kanarken hiçbir şey yapamamış olmak canımı çok acıtıyor Jungkook." Dediğinde, sonunda gerçek, çelimsiz ve biraz da hışırdayan sesi ortaya çıktı. Ağladığını biliyordum ve bu beni de ağlatma noktasına getirdi. Çünkü ikimiz de kanayan yaramızın, kızım olduğunu biliyordum. Kendimi sıkmak zorunda kalmamın sebebi de buydu. "Şşşt sakın ağlama. Ben iyiyim. İyi olacağım." Diye yalanlar söylememin sebebi de buydu. Kimseye derdimin yükünü vermeye mecalim de kalmamıştı. "İyi olmanı diliyorum." Dedi burnunu çekerken. "Bunun için yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyle. Lütfen." Sonrasında yine kendisini ele geçiren o güçsüzlüğüyle, "Seni seviyorum Jungkook," dedi ve ben onun aksine arkadaşça niyetle karşılık verdim. "Bende seni seviyorum." Aylarca benimle ilgilendi bu adam. Bir başkasından dolayı kanamış yaralarıma yüzümde açtırmaya çalıştığı tebessümlerin çabası olmaya verdiği gayreti görmezden gelmek, çok bencilce olurdu. Hakkını ödeyemezdim. O olmasaydı halim daha kötü olurdu. Birden bir kırılma sesi duydum. Çevreme bakındım ve bir şey göremeyince, önümde duran çiçeksiz ağacın solgun yapraklarına baktım tekrardan. "Senin benim için göze aldıklarını unutamam." Diyerek cümlemi tamamladım. Beni anladığını umdum. "Bunların senin yanında bir önemi yok." "Olsun." Dedim sanki görebilirmiş gibi omuz silkelerken. Habersiz çekip geldiğim buralara, mahcup hissediyordum. "Sen, Naeyon ve Mark'a her şey için teşekkür ederim. Sizler benim için çok değerli dostlarsınız." "Sen de öyle." Dediğinde sesinin düştüğünü anladım. O benim dostum olmak istemiyordu ama ben ona ne kadar çok denersem deneyim, o gözle bakmayı hiç başaramıyordum. Bunun için de üzülecek dermanım kalmamıştı. Bu baskıya daha fazla dayanamıyor, stresten yine boğazıma hızlı hızlı diziliyordu nefeslerim. "Benim kapatmam gerekiyor. Diğerlerine iyi olduğumu ve daha da iyi olduğumda iletişime geçeceğimi söyler misin?" diyerek kapatma girişimde bulundum. "Elbette," dedi ve iç çekti. "Jungkook bize geri dönecek misin?" "Bunun cevabını şimdi vermek istemiyorum. Görüşürüz." Diyerek kapattım ve öylece olduğum yerde durdum. Dünya dönüyordu ve ben bağcıkları çözülmüş bir aptal gibi bu döngünün içinde az bile olsa ilerleyemiyor ve hep yere düşüyormuşum gibi hissediyordum. Üzerimdeki kötü düşüncelerden, eksiklenmelerden, hiç olmayacak hayal kırıklıklarından arınmaya çalıştım bir süre. Bu yeterli gelmedi. O an anladım. Benim yalnız başıma kendime bile tahammülüm kalmamıştı. Geldiğim gibi içeriye geri dönerken dalgındım. Ne hissedeceğimi bilmediğim gibi ucu bucağı görünmeyen düşüncelerden düşüncelere atlarken de sarsılıyordum. Huzursuzdum. Bu gelen telefon çağrısı, Taehyung'un o anda ki tavırları bir kombinasyondu. Annemi kasanın orada buldum. Giderleri yazıyordu. Başında hafifçe dikelerek, "Taehyung nerede?" diye sorduğumda içim kabarıyordu. Çünkü burada yoktu. Annemde bunun onaylıyordu, içten içe bundan memnundu. "Peşinden geldi. Sonra ne duyduysa sinirle buradan çıktı." "Anne o şekilde söylemen iyi değildi." Dedim, Hoseok için bile bile kurduğu cümleler benim şu anki durumum için olumsuzluktan başka bir dönüş sağlamayacaktı. "İyi oldu." dedi, beter olsun der gibi. Sonrasında tereddüt ederek yüzüme baktı. Ben ise sıkıntıdan göğsümü şişirip bırakıyordum. "Seni seviyor ve kıskanıyor. Ama bu onca işlediği günahlarını temizlemez Jungkook. Ben az bile dedim. Keşke, ah keşke daha fazla şeyler diyebiliyor olsaydım." Annemin onu gerçekten eline imkân geçse boğabileceğine ikna olmuştum. Sürekli sinirden ellerini birbirine kavuşturup ovuşturmaya başlamıştı. "Anne konuştuk bunu. Oğlum onun ellerinin arasındayken benim elim kolum bağlandı. Çünkü ne kadar çok dil döksem de sevdiğini düşündüğün bu adam bana hiçbir şekilde acımıyor." Bu yüzden kimse onun bakışlarına ve tavırlarına aldanarak beni seviyor olduğunu söylemesin. Benim sevmekten kastım bu değildi. Sevmek böyle bir şey olmamalıydı. Onun sevgisini aramıyordum da. Sadece oğlumun daima benimle olacağını bilmeye ihtiyacım vardı. Yüreğime kurt düştüğünden mi nedir? Orada duramadım. Onun nereye kaybolduğunu çözmem gerekiyormuş gibi bir şey demeden dışarıya çıktım tekrardan. Ve yanılmamıştım da. Taehyung üzerini değiştirmiş, buraya ilk geldiğinde giyindiği kıyafetlerini giyinerek arabanın bagajına Minjun'un sırt çantasını bırakmıştı. Haber bile vermeden gidiyordu. Koşarcasına yanına vardığımda, geldiğimi bilmesine rağmen hemen aracın yanında beklettiği Minjun'u kollarının arasına alarak sıkıca sardı. "Neler oluyor," diye soruyordum, anlıyor olmama rağmen. Çünkü anladığım şeyi reddediyordum. Bana sert bir bakış attı. Beni eziyordu bu gözleri. "Gidiyoruz. Sen kararını çoktan vermiştin zaten. Benimle gelmeyeceğine göre daha fazla burada kalmam çok saçma. Gözlerin en azından buradan gitmem için yalvarırken en doğru karar bu." Diyerek çenesini kastı. Ellerim titriyordu. Kulaklarımda yine o duymak istemediğim korkunun fokurdayan sesleri çıkmıştı. "Tek başına gitmen için konunda, evet, ama oğlum bu isteğe dahil değil." "Boşuna diyorsun bunları bana tamam mı?" iyiden iye bana kafayı yedirtiyordu. "Vedalaş. Akşam yemeğine kendi evimde olmam gerekiyor." Aniden verdiği kararın o telefon konuşmamızla alakalı olduğunu biliyordum. Kıskançlıktan, hazmedemeyişinden kendince benim canımı yakıyordu. Sorunda buydu işte. Bunu çok güzel başarıyordu. "Bilerek yapıyorsun." Dişlerimi sıktım. Sanki gücüm olsa, oğlumu onun ellerinden yumruklayarak alacaktım. Çünkü susmuyordu. Yalanları gibi inkarları da hiç bitmiyordu. "Hiçbir şeyi bilerek yapmıyorum. Bazı şeylerin kişisel olmadığını ne zaman anlayacaksın. Konu artık biz değiliz Jungkook. Biz diye bir şeyin olmadığını artık kendi gözlerimle görebiliyorum. Sadece oğlumuz. Bu sebebe sahibiz." O sebebi kısa süreliğine kucağıma verdi. Resmen canımın üzerinde adice hopluyor ve ben Minjun'u kollarımda titreyerek tutarken, bize bakmıyordu. Sanki aksi olabilirmiş gibi, "Bırakmam oğlumu," diyerek sıkıca sardım. Minjun şu anda onunla oyun oynadığımı sandığı için şanslıydım. "Bırakırsın. Sen çok güzel bırakırsın bir insanı." Kollarımdan çekip almaya çalışmak için uzandı. Bunu yapamıyordum. Ayaklarım bu durumdan kaçınabilmek adına geriye geriye doğru düşerlerken, "Taehyung, yapma!" diye yakardım. Ve o ciddiydi. Annemin olduğu yerden biraz yükselmiş sesimle ortaya çıkması, "Oğlum neler oluyor?" diye sorgulamasıyla, ben şimdi büyüyecek olayı tahmin edemiyordum. Babam bu kadarını öğrenmemeliydi işte. "Yalvarırım. Alma. Bir rezillik çıkartma burada." Annem yanıma kadar sokulduğunda artık bana bu konuda bir cevap bile vermiyordu. Aksine annemin peşinden gelen babama durumu izah ediyordu. "Bizim gitmemiz gerekiyor efendim. Ama sanırım Jungkook biraz daha sizinle vakit geçirmeyi istiyor. Çok istesem de benimle gelmesini, bu isteğini de kıramıyorum." Diye girdiği roller midemi ayağa kaldırıyordu. Şimdi sessizce sadece beni duysun diye ona yaklaşmak zorundaydım. "Sus, lütfen," dedikçe, zamanı azalan saatli bomba kadar gergindi tavırları. "Vakit geçiyor." Açıklama isteyen babama baktığında benim gözlerimin dolmasını bastıracak hiçbir şey bulamıyordum. "Minjun'un da yarın bir hastane kontrolü olduğundan o da benimle gelecek. Hepinize iyi akşamlar dilerim." Diyerek uzandığı gibi Minjun'u ellerimden aldı. Karşı koyduğum an söylediklerine karşılık uyumsuz bir görüntü ortaya çıkacaktı. Durumu sadece annem anlıyordu ve o da kendisini babamın yanında zor tutuyordu. Taehyung o nefret dolu bakışları görmezden gelebilmeyi yine de başarmıştı. İkilemdeydim. Ölümle yaşam arasında bir yerdeydim. Sadece oğluma bakarken gururumun beni ayakta tutamayacağını anlamak güç değildi. Ve o bir adım uzaklaştı. Bununla ruhumun zımabaralayarak kendisine doğru sürükledi. "Taehyung," dedim mırıldanarak. Çöl gözleri o zaman nasıl da kendinden emin bir halde gözlerime baktı. Bu cevabı ona vereceğimi bilir gibi kabardı omuzları. "Fikrini mi değiştirdin canım? Ama sana bunun sorun olmayacağını söyledim." O ve ailemin arasında kalarak yüzümü ona tamamen çevirdim. Beni duyuyordu, çünkü sessizce söylediğim her sözüm, onun keskin gözlerinin dudaklarıma diktiği bir okuma gibiydi. "Bunu onlara ikinci kez yapmak istemiyorum. Neden anlamıyorsun? Onları kendinde tanıdın. Bu günahı da onlara ortak edip durma." Sözlerime hafifçe gülümsedi. Ama bu sadece bir tepki vermek gibiydi. "Bizim aramızda bir günah yok, artık yok." Bana hiç acımadığını ve bunca şeye rağmen beni suçlamaya devam etmesinin mantıklı kuruntularını bulamıyordum. "Senden nefret ediyorum. Senden ölene kadar nefret edeceğim. Bunu bile bana yaptırdığın için pişman olacaksın." "Ben artık seninle ilgili her şeyden pişmanım." Yumruklarım ona kalkmak için öylesine büyük bir mücadele içindeydi ki, eğer Nuna hemen ayaklarımın dibinde durarak Minjun ile vedalaşmaya çalışmasaydı bunu yapacak gibiydim de. "Tamam sevgilim, sen sarılarak vedalaş. Nasıl olsa tekrardan geliriz buraya. Ben Minjun'u arabaya yerleştireyim." Dedi. Annem ve babam sakince torunlarına olan sevgisini gösterdi. O sırada dehşet bir utanç duygusu yaşıyordum. Taehyung onların sevmesine izin verdikten sonra Minjun'u onlardan alarak arabaya götürürken, ne yandan güç bulacağımı hiç bilmiyordum. Babama sıkıca sarıldım. Aynı şekilde bana sarıldı. "Baba bu kadar aceleyle gidiyor olduğumuz için üzgünüm." Diyerek kendimi geriye çektiğimde, gözleri nemliydi ancak sesi, beni mahveden bir umuda sahipti. "Yine geleceksiniz ama değil mi?" sanki hayır desem oracıkta elini kalbinin üzerinde tutarken ölecekti. "Geliriz," diyerek aileme yalan söyledim bir kez daha. "Hayır ya, Minjun'u daha arkadaşlarıma gösteremedim. Daha yeni geldiniz. Bu kadar erken gitmemelisiniz." Diyen Nuna'nın sadece saçlarını karıştırabildim. Babam bilmediği şeylerle bana merhametini sunuyordu. "Karışma çocuğum, duymadın mı Minjun'un hastane randevusu varmış. Hem biz gideriz onların yanlarına. Bayadır şehre gidemiyorduk. Gezmiş oluruz." "Evet, evet öyle de olur. Bu çok güzel olur." Nuna bu fikre bayılmıştı. Ama ben bunun yaşandığını hayal bile etmek istemiyordum. Sadece anneme sıkıca sarıldım. Çekingen bir sesle, "Anne, seni hayal kırıklığına uğrattım yine değil mi?" dedim ve sarılırken belimi okşadı. Aldığım kararın bedellerini koyuyordu içten içe. "Yok öyle bir şey. Sen bunu oğlun için yapıyorsun. Oğlum, sakın kendini ezdirme. Seni üzmelerine ve canını yakmalarına izin verme. Yalvarırım. Aklım hep sende olacak. Sık sık arayacağım seni. Sen de bana ne kadar zor olursa olsun gerçekleri anlatacaksın. Sıkıştığında, canın sıkıldığında bile ara tamam mı? Bir daha habersiz bırakma olur mu bizi kendinden?" "Söz anne," diyerek çektim. İkimizin arasında sadece birbirimizi anladığımızı gösteren bir bakışma yaşadık. Vedalar artık gözümde korkunç görünüyorlardı. "Sizi çok seviyorum. Görüşürüz." Dedim kaçar gibi. Çünkü hıçkırarak ağlamam an meselesiydi. Yine onlara sırt çevirdiğimi bilerek geriye döndüm. Ecelimle bana bir kez daha hayal kırıklığı olacak adam orada duruyordu. Yüzü bomboştu. Zafer parıltıları gözlerinin içine kamaşmayacak kadar kibirliydi. İntikam ve hırs içindeydi. Ona karşı az da olsa yumuşamak isteyen yanlarımı buz kesilmesine sebep olmuştu Ve intikam bir yangın gibidir. Yakıp yok ettikçe oburlaşır. Kendi kendinizi affetmediğiniz ve yaralarınızı geride bırakmadığınız sürece, hayatınızda hiçbir mükemmel deneyim gerçekleşmeyecekti, biliyordum. İntikam ve üzüntü rezonansında tutsak olacak ve hayatımıza sadece benzer olaylar çekecektik de. Fakat o anki hislerim, bunu bilmeme rağmen yapmak istediklerimden geriye durmama engel oluyordu. Ama benim için; En azından bana göre insanın kendi acısını gidermek için bir başkasına kötülük yapmayı düşünmesi intikam sayılmazdı; intikam tıpkı bir tufan gibi her şeyi altüst ederek tüm olup bitene bir son vermeliydi ve ben bunu çok istiyordum. Yaşadığım her şeye ve bu denli elim kolu bağlı bir çaresizliğe mahkûm olmayı hiç istemiyordum. Tabii ki en iyi intikam iyi yaşamaktı ama aslında, en iyi intikam, iyi yaşayıp düşmanının yüzüne gülmekti. Neden ikisi birlikte olmasın ki? Ben bunu yapacak kadar gözümü karartmıştım Taehyung'a karşı. Bilakis o bana karşı karısıyla aynı evde kalmamı isteyecek kadar gözünü karartmış ve ahlaksızlaşmışken. Şimdi intikam istiyorum ve bunu yaparken, kendim içinde bir mezar kazıyor olduğumu biliyordum. Sessiz gözyaşlarım onun sürdüğü yollarda bitmek bilmeyen öfkeyle baş gösterdi. Bunca ettiği tahribatı görmezden gelerek yola odaklanması o kadar kanıma dokunuyordu ki, dilim durmuyordu. Nefretimi ona karşı kusmak ve bendeki o taşınılmaz duran zehri sahibine iade etmek istiyordum. "Bir zamanlar yanında eşin olarak dururken, şimdi sözde öldüğünü söylediğin ailenin karşısına beni metres gibi mi çıkartacaksın? Ne diyeceksin onlara? Ben bu adamı nasıl kandırdım bir bilseniz, karım bile durumun farkında ve bile bile onu buraya getiriyorum, çünkü oğlumuz o yokken ağlıyor. Ama sorun değil, ben midesiz bir adamım. Beni de siz yetiştirdiniz. Memnuniyetle bu durumun altından ailecek kalkarız." Sinirle soludu. Bana ufak bir bakış atarak tekrar önüne döndü. Oysa ben gözlerimi ondan bir an olsun bile çekmiyordum. Her bir kasının nasıl da öfkeyle kasıldığını öfkeyle görmek, biraz olsun rahatsız olduğunu kendi gözlerimle görmek istiyordum. "Son sakinliğimle söylüyorum sana. Beni dikkatle dinle Jungkook. İnanırsın ya da inanmazsın ama ben söyleyeceğim. Çünkü benden hiç duymadın bunları." O ve saçmalıkları diye başlayacak olduğumda, "Karım diye bahsettiğin kadınla ilişkimiz yok," dedi aynı siniri taşıyarak. "Bizim sadece kâğıt üzerinde bir evliliğimiz var. Seninle tanışmadan çok önce bitti aramızda her şey. Ve sana âşık olduğumda, sensiz yapamayacağımı anladığımda ve bu yaşadığım hayata daha fazla katlanamayacağımı anladığımda özellikle, bunu Eun'a söyledim. Seni en başından beri biliyordu. Seni sevdiğimi. Sana her geldiğimde o yardım ediyordu. Onun iyi biri olduğunu düşünüyordum. Ailesindekilerden farklı olduğunu sanıyordum. Ama değilmiş. Bunun önemi yok. Sadece ondan boşanamıyorum. Bunu yapabilseydim seninle tanışmadan önce yapardım. Çünkü denedim kaç kez. Ancak başaramadım. Bir evlilik sözleşmemiz var ve bu on yıllık anlaşmanın bitmesine daha iki yıl var. Tek yolu onun benden boşanmasıydı. Ancak o da kendi ailesinden dolayı bunu asla kabul etmiyor. Bende meraklı değildim anlıyor musun? Senin için ne kadar çok risk aldığımın ne kadar acılar çektiğimden veya geceler boyu yatamadığımdan haberin yok. Ben seni tek bir günde kaybetmemiştim. Ben seni tanıdığım ilk andan beri parça parça kaybediyordum. Buna rağmen vazgeçemedim senden, bizden, küçük dünyamızdan." Sessizce onu dinlemiş olmam, kendisini anlatmış olduğundan anlaşılır olduğunu sanmıştı. Ancak ben dilimi damağımın arasında kıstırıp bıraktım. Güleç bir sesle, "Güzel hikayeymiş," diyordum. Durum böyle olsa bile bana dürüst olmadığı gerçeğini değiştirmiyordu. Bu evdeyim diyip dışarda olduğunun suç üstü yakalanmış bir yalanı değildi. Bu yalan hiçbir durum ile mukayese olunmayacak kadar korkunç bir şeydi. "Böyle diyeceğini tahmin etmiştim. Ama artık canımı yakmıyor. Bana güven duymamanı anlıyorum. Benim canımı yakan şeyler çok başka. Fakat senin bu duruma tutku dolu yaklaştığın gün gibi ortada." Diyerek bana laf sokmaya çalışmasının abesliğiyle aynı şekilde ona karşılık verdim. Yaktığı kadar yakmaya ant içmiştim. Benim ne halde olduğumu bile bile konuşuyor olması... "Evet öyle. Çünkü dürüstler. Yalanlar yok ve zaten evli değillerdi." "Ne güzel, evlendin de." Dişlerinin arasından söyledi bunu. Bu düşünceye, Hoseok'un varlığına tahammül edemediğini bildiğimden gözlerimi kısarak, onu eze eze bende söyledim söyleyeceğimi. "Evet, keşke bunu en başında yapmış olsaydım. Belki sen bunun önünü kesmeseydin, ben onun aşkını daha erken fark ederdim ve en başında ona giderdim. Hep mutlu ve huzurlu olurdum. O beni gerçekten hiç ağlatmazdı da." "Sus artık," diyerek çıldırdığında durmuyordu dilim. Ve o gittikçe hızlanıyordu. "Neden, senin bana yaşatamadıklarını bir başkası yaşatıyor diye canın mı sıkılıyor?" "Delirtme beni," diyerek beni bir kez daha uyardığında, daha çok deliren bendim. "Delirsene sen bir ya," diyordum uzunca. O sırada yükselen sesimizden dolayı arabada olduğu an uykuya dalmayı seven oğlumu kontrol edemeden duramadım. Bağrışlarımız yüzünden uykusundan korkuyla sıçramasını istemezdim. Uyuduğundan emin olarak yükselen sesimi biraz alçalttım. "Çünkü ben gideceğimiz yeri düşündükçe deliriyorum. Malum bir zamanlar beni öpen, âşık olduğunu durmadan fısıldayan bir adamın, sözde kâğıttan ibaret olan ama karısıyla beraber yatıp kalktığı eve gidiyorum. Her şeyden habersiz oğlumuzla birlikte. Ne güzel, karın yanında, metres diyecekleri bende öyle. Kaybettiğin şeylerin bu kadar çok bir arada olması ne hoş değil mi?" Sanki durum söylediğimin tam tersiymiş gibi kızarak konuşuyor, direksiyonu sıkmadan duramıyordu. "Kimse sana böyle bir şey demeye cüret edemez, kurma kafanda saçma sapan şeyler. O dediklerinin hiçbiri de yok. Beni dinlemiyor musun sen hiç?" diyerek bir an için gözlerini yoldan ayırarak bana baktı. Dudağının sol köşesini dişleriyle parçalamış görünüyordu. "Dinlediğim günlere say. Malum hepsi boşmuş. Sözlerinin çoğu gibi." Burnundan soluyarak bana bakmayı kesti. Dilin kemiği yoktu. Ama sözlerin tüm bedenimi bir balyoz etkisi yaratacak kadar çok sarsmaya başlamasının da. "Sende öyleymişsin. Artık çok masummuş gibi davranma. Seni korumaya çalışıyorum burada." En çok zarar verenin, ayaklarımın şu anda bile ona olan sinirimden dolayı uyuşturan kendisiyken, bu girdiği burhan hava başımı döndürüyordu. "Kendinden de koruyabilecek misin? Seğiren damarlarına bakılırsa yapamayacak gibisin de." Artık ona bakmayacaktım. Sinirden delirmesi sandığım kadar keyif vermiyordu. İçim soğumuyordu. Ben kabuklarımın arasında sindirilmiş bir duygu durumuyla yıldırılıyordum. "Sana hiçbir şey yapmayacağım." Diyordu o da aynı üzerine sinmiş bir sükunetle. Ancak gidiyor olduğumuz yerin beni nasıl mahvedeceğinden, yüzsüzleştireceğinden, karakterimi yerle bir edeceğinden habersizmiş gibi davranıyordu. Oysa ben ona bir içme suyu kadar tertemiz gösterdim kendimi. "Yapacağını yaptın da ondan." Diyerek iç çekerken, o da hızla aldığı yolun keskin virajını dönerek aynalarını kontrol etti. Arkadan bir araç hızımız yüzünden bize korna çaldı. "Tanrı aşkına biz neyin tartışmasını yapıyoruz seninle dakikalardır," diyerek penceresini hafifçe araladı. Ona omzumun üzerinden bir bakış attım. Tek eliyle sürüyor olduğu araç için çok hızlıydı. "Senden ne kadar çok nefret ediyor olduğumu ve seni nasıl ellerimle boğmak istediğimden bahsettiğim bir tartışma yaşıyorduk. Başka türlüsünü mü isterdin?" "Bu kadar çok mu ölmemi istiyorsun?" Bu soruyu nedense öylesine söylenmemiş gibi hissettirriken, kendimi "Evet," demekten alıkoyamadım. "Merak etme. Öyle bir çemberin içindeyim ki dileklerin korkarım ki çok kısa bir süre olmasa da gerçekleşecek gibi. Üzülme bunun için. Şimdiden buna mutlu ol." Şimdi kaşlarını çatmıştı. Sesindeki o gocunmuşluk, bıkmışlık, beni yansıtıyordu. Çok kısa bir an vicdanımla oynadı. Bunu bile bilerek yaptığını düşünüyordum. Bu nedenle; "Drama yapmak da tam senlik durdu, Kim Taehyung," dediğim anda yoldaki sollamalarıyla hızlıca önüme dönerek elimi savrulmamak adına aracın ön konsoluna doğru yasladım ne olup bittiğini anlamadan. "Bekle, ne yapıyorsun bu kadar hızla?" Bana bir cevap vermedi, hızlı sollamalar ve yaptığı makas hareketleri yüzünden korkmaya başladım. Çünkü her şey bir anda gelişmeye başladı. Ne hızını ne de onun elleriyle ve gözleriyle mücadele girdiği sürüşünü takip edebiliyordum. Bir sorun olduğunu anlamamak mümkün değildi. Bu da bana yanıt vermeyen Taehyung'a bağırmama sebep olmuştu. "Hızlanma bu kadar. Kime diyorum ben! Arabada oğlumuz var, dikkatli sür şu lanet aracını artık her ne halt oluyorsa bile!" Minjun'un uyanmış olması ve ağlayacak gibi durması yüzünden gergin ortam daha dayanılmaz hale geldi. Oturduğu çocuk koltuğundan çıkmak için debelenmeye başlamıştı. Ona bakarken, burada olduğumu bilmesini istiyor ve elimi uzatarak kendisini güvende hissetmesini sağlamaya çalışıyordum. "Jungkook, sakince dur yerinde. Kaza yaptıracaksın bana." Diyerek kızdı o sıradan bana Taehyung. Çünkü bunu yaparken eline yanlışlıkla dokunacak olursam, sanırım ölecek olan sadece o değil, biz olacaktık. Bu nedenle sakin olmaya çalışıyordum. Onun da tedirgin oluşu, sık sık aldığı nefesleri yüzünden bu durum bana hiç yardımcı olmuyordu. Sürekli olarak kontrol ettiği aynalara bakıyor ve ne gördüğünü de anlamaya çalışıyordum. "Neler oluyor?" dedim benden beklenilmeyecek kadar sakin bir sesle. O ise küfrederek sürüyordu. "Siktir, buna nasıl da dikkat etmem. Nasıl da gözümden kaçar bu durum." Minjun ağlamaya başlamıştı bile. Ona doğru kafamı hızlıca çevirip saçlarını dikkat ederek uzanarak okşadım. "Bir şey yok babacığım. Bir şey yok." Diyor, yana savrulmuş oyuncağını ona vererek oyalanacak bir şeyler bulmasında yardımcı olmaya çalışıyordum. Bu kısa bir süreliğine başarılı oldu. Taehyung'a baktım. Şehirler arasındaki otabandan çıkmıştık. "Takip mi ediliyorsun? Neler oluyor?" Diye sordum. Artık bana bu konuda bir cevap vermesini umuyordum. "Evet ama halledeceğim." Sanırım halletmişti. Sadece bu sözünden dakikalar sonra ödümü patlatan iki yüz kırka çıkmış hız ibresi doksanı görmeye başlamıştı. Ama erken sevinmiş olmalıydım. Uğursuz telefonu çalmaya başladı. Ara konsola bıraktığı telefonuna göz ucuyla baktığında, anında aracı kenara çekti. Bende aynı şekilde telefonun ekranında yanıp sönen yazıya baktım. 'Bilinmeyen numara' yazısına bakarken, Taehyung telefonunu hızlıca kendisine çekti ve emniyet kemerini çözüp hızlıca araçtan indi. Gözlerimle onu takip ederken bana sırtını dönmesi yüzünden olayları takip edemedim. Ancak az önce ben ve oğlumun can tehlikesine sebep olan durumu merak ediyordum. Buna sebep olan olayı. Neredeyse bizi ölüme sürükleyen bu yolculuğun sebebini bilmek istiyordum. Bu nedenle hızlıca çözdüğüm emniyet kemerimle hemen indim araçtan. Hızlıca onun olduğu tarafa yönelirken, Taehyung resmen acı içinde inlemişti. "Lütfen... yapma... Bu kadar ileriye gitmenize gerek yok." Telefon ellerinden öylece düştü. Taehyung gözlerimin önünde sendelerken paniklemeye başladım. Bu yaşanan durum karşısında şaşkın olsam bile hızlıca önüne doğru geçtiğimde, yüzünün rengi atmış ve alnında boncuk boncuk terler birikmişti. Elini göğsüne yaslamış, "Jungkook, ilaç..." dedi, güçlükle duyuluyordu sesi. Anlamadığımı anlayarak sırtını arabanın kapısına yasladı. "Koltuğun altında. İlaç. Onu vermen lazım bana," diyorken gözleri geriye doğru kayarak olduğu yerden düşer gibi oldu ve yere oturur vaziyette düştüğünde ne yapacağımı bilemedim. Sadece o sözcüklerce söylenmiş şeyin peşine doğru koştum. Dediği gibi onun oturduğu koltuğa baktım. Çünkü bu ilaçtı ve muhtemelen en yakınında olmalıydı. Onu almaya çalışırken Minjun'un bu hallerim yüzümden ağlamaya başlayacağını biliyordum. Gülümsedim korkmaması için. Elimde üzerinde hiç bir yazının bulunmadığı ilaç kutusuyla hızlıca önüne geçtim. Kendi dizlerimin üzerinde duruyordum. Kapağı açarken bile zorlandım. Çünkü paniklemiş ve etraftan hızlıca geçen araçlar, az önceki yaşanan olaydan sonra beni aşırı korkutmuştu. Ve ona ne olduğunu, o telefondan nasıl bir haber aldığını bile bilmiyordum üstelik. "Taehyung, gözlerini aç," diyerek çehresini tutarken, gözlerini sesimi duyarak açmaya çalıştı. "Neyin var senin?" diye sorduğumda, aralanmış dudaklarının arasına istediği yuvarlak sarı ilaçlardan birini bırakmaya çalıştım. Onu titreyen dudakları ve böylesine bir anda ellerimin arasında muhtaç bir halde yüzüme bakması, alışmadığım gibi beni epeyce sarsan bir durumdu. Ben onun bu haliyle mücadele edemezdim. Arabada bana o sözleri söyleyen adım Kim Taehyung'tu. Ancak şimdi bana çölleşen gözlerinin meltemiyle, acı çekerek yüzüme bakarken benim Taehyun'umdu. Kalbimi orta yerinde sarsılmaz bir şekilde tahtını kurmayı başaran adamdı. Ve his dolu bir sesle, "Jungkook," diyerek adımı zikrettiğinde, daha ben bunu bile sindiremezken beni kollarına çekerek sarıldığında, sarsıldım. "Yalvarırım tek kelime etme ve sorgulama, sadece biraz olsun sana sarılmama izin ver. Nefes almama izin ver. Boğuluyorum." Öyleleri vardır ki, ufak tefek şeyler onları yaşatır da sert bir söz onları öldürür. Ancak ben de tam tersiydi. Ben bana karşı muhtaç bir şekilde dökülmüş sözlere ve dokunuşlara ölmüştüm. Yekpare bir ölümdü benimkisi. Öyle ki; ben bile öldüğümü anlamamak için o bana sarılırken gözlerimi kapattım. Görmek istemedim. Buna izin veren kendimi bilhassa. Çünkü onu affetmediğim gibi kendimi de affedemeyecektim. Ve onun cehennemine doğru giderken, geriye kalan tek güzel anının, bu olacağına inanmak istemiyordum. Bölümün sonu. Ben, şimdi, size, ne diyeyim?? Siz diyin bölüm sonu için bir şeyler :) Ben Nicotesy, görüşmek üzere |
0% |