@nicotesy
|
Selam ballarım, günaydınlar size, ben üç saat de olsa uyumak istiyorum. Bu yüzden notumu kısa tutuyor, geçen bölümde kısa sürede sınırı geçmeniz beni çok mutlu etti. Kurguyu sevmiş olmanız çok özel benim için. Buna değdiğini hissettirdiniz, kokulu öpücükler.
İyi okumalar :)
... "Her insanın bir öyküsü vardır elbet, Bazılarının kalemi hüzünle doludur, Biriktirdiği duygular, acılarla örülüdür. Ama yine de umuda sarılmak için çabalar." ...
Bölüm 17: Bazı masalların sonu, başından belli olur. Ufukta sonsuza dek var olacak tek şey karanlık ve aydınlık döngüsüydü. Kollarının arasında yukarıya çıktığımı sanırken, aslında ben yuvarlanarak aşağılara yalpalanıyordum. Yüreğimde korkunç bir huzur vardı. Ama bu kısacık bir süreydi. Onun iniltileri neredeyse, kokumu ciğerlerine doldurduğunu bana hissettirecek kadar yoğun nefesler halinde çıkarken, beni sarsıyordu. Onun bende bıraktığı yaraları kanatıyordu. Ceza gibi gelir şimdi, ona merhamet etmek. Sakinleş ve sessizce bekle dedim içimden. Bunu kendin için değil, oğlun için yapıyorsun. Belki eskisi gibi güçlü ve sarıp sarmalamayacak kadar da yoğun bir aşkın kölesi de değilsin fakat ruhumun çengeline doladığım onda çok şeyim vardı ve ben onunla bunu da kaybediyordum. Onunla olmak hep bana bir yenilgi getirecekti. Bunun aksine karşı bir inancım da kalmamıştı açıkçası. Aynı yaralayıcı nefesler benden de döküldü. O üzerimdeki hırkanın uçlarından bana sıkıca tutunurken. "O kadar alıştım ki buna," diyordu sayıklar gibi. Dediklerini üzerime alınmıyordum çünkü bunu bana söylerken, genellikle o canımı yakacak bir cümle kurarken özellikle gözlerimin içine bakmayı tercih ediyordu. "O kadarına alışmışken, neden hep ilk defa oluyormuşçasına bu kadar acı içindeyim? Ne yapacağım ben. Ben kötü biri olmak istemiyorum. Ama kötü olmak benim kaderim." "Kendini iyi sanmaya inanmış bir kötüsündür," dedim sessizce. Anlık dürtüler çıkmıştı bu cümle. Belki kurtarılmaya ihtiyacı varmış gibi davranan oydu, ama burada onun yarattığı acılardan dolayı mahsur kalan bendim. Bu sözlerim kişiseldi, lakin onun bu halinin az önce çalan telefondan kaynaklı olduğunu da biliyordum. "Bilmiyorum ama sana bu halde olmak yakışmıyor." Yine onu düşünerek söyledim. Açıkçası bir epilepsi nöbeti geçiren insanların fiziksel tepkilerini vermişti ilk anda, ama tabi sonrasında bu durum duygusal bir krize dönüşmüştü. İlacın ne olduğunu ve ona nasıl iyi geldiğini anlamak istiyordum. Şu anlık tek çözebildiğim, onu sakinleştirmiş olmasıydı. Beş dakika sürmüştü. Boynumda yaslı cenazemin, kokusunu kokuma bulaştırması. Üşüyen karnımdaki dikişlerimin acısının ısıtması ve sarılırken, boşluğumu dolduruyor olması. Buna sadece dakikalardır şifa diye kucaklamış olmanın ayıbıyla çektim kendimi ondan geri. "Bundan daha fazlasına dayanamıyorum," diyerek. O orada kendinden geçerek gözlerini araladığında bana dolu dolu da bakıyor olabilirdi. Biliyordum, az da olsa orada minnet yatıyor ve ayaklarının altında ezilmiş bir gurur arıyordu. Çöl gözleri ölüm yadigarından alıntılanmış bir sandal gibi tekletiyordu. Gözlerimi kaçırdım. Ayağa kalkarak oğlumu kontrol etmek için arabanın kapısını açtım. Açıkçası gözlerimde biriken batmaları usulca salabilmek içindi. İri ve sakin yaşlarım, kalbimin özünü sıkıyordu sanki. Onun bende kalan o büyük aşkın kıyısını boşaltıyordu sessizce. Çünkü bu sarılmaya tek ihtiyaç duyan kendisi değildi, bendim. Ne acı. Minjun'un gözlerine bakamadan başını okşadım. Tekrardan sakinlik bulduğundan uyukluyordu. Bunda annemin hazırladıklarını yemesi de vardı. Karnı doyunca hemen uykusu geliyor ve şekerleme yapıyordu. Şimdi anneme sarılsaydım ve yaşadıklarımı kısacık da olsa avutarak dert yansam. Şehrin girişinde duran kendimi geriye doğru sallandırsam. Ama bunu yapmak için çok geçti. Taehyung'un en azından ayağa kalkabildiğini görürken. Kendisini toparlamış görünüyordu arkadan. Kendisini barikatların kenarına kadar götürerek, bir iki metre aşağısında yeşillendirilmiş olan ağaçlık alana bakarak duruyordu. Onu bir anda mahveden şeyi, oğlumuzu bile tehlikeye sokacak olan bu takip edilme durumunu merak ediyordum. Ve soracaktım da. Çevresinde tehlike var ise oğlumuzu bu çevreye dahil etmemesi gerektiğini hatırlatacaktım. Hırsları, kişisel intikamları veya yanlış anlamalardan doğan kıskançlıkları umurumda değildi. Bizim şu hayatımızda tek değerlimiz vardı. En azından benim için. Oğlumuz. Aksi olsaydı, yaşamamın hiçbir anlamı da kalmayacaktı. İnsan bunca mücadelenin boşa olduğunu bilerek daha ne kadar süre yaşamaya devam edebilirdi ki. Gözyaşlarım soğuduğunda ve ruhum sancısını dindirip dirayetini aklıma teslim ettiğinde indim arabadan tekrardan. Bu sefer daha sessiz ve dikkatli davranıyordum. Minjun'un hemen uyanmasını ve korkmasını istemediğimden. Kendisine doğru adım adım giderken, o halen sesini çıkarmamış ya da büyük ölçüde hareket etmemişti. Sadece cebinden bir şey çıkardığını görmüştüm. Sanırım yanında bıraktığım ilacıydı. Ama değildi. Hafifçe kafasını kendisine doğru yaklaştırdığı eline bırakmış, çakmağın sesi çıkmış ve hemen ardından havaya kara çalım atan gri dumanlar. Süzülürken, o omuzlarını kaldırıp bakışlarını karşıya çevirdi. Yan yana olduğumuz ama aramızdaki kilometrelerce mesafenin eklendiği bir boşlukla onun ciğerlerini zehirle doldurmasının sızısını yaşamıştım. Çünkü sevmediğim, nefret ettiğimi bilirdi. İlk görüşüyor olduğumuz zaman yanımda içmeye kalktığında, onu kibarca içmemesi için uyardığımda, bana sebebini sordu. Değer verdiğim insanların kendilerine bilerek zarar vermesi kötü, diye yanıtlamıştım. Ve o da bir daha hiç yanımda içmemişti. Yanında çakmak taşıdığını görmemiş ve sormuştum aklıma gelince. O da bana, senin değer verdiğin bir insan olmak istiyorum, demişti. O gün yüzümde açılan paha biçilmez mutluluk ve sözlerime karşı bu kadar hassas davranıyor olmasının içime işlenmişleri kalmıştı. Ve şimdi, bunu biliyordu. Yanımda öylece içiyordu. Bu kırmıştı. Artık aramızda değer verilecek bir şeyin olmadığını bir söz kullanmadan yeniden ifade etmiştin. Kırgındım. Ama daha da kırılmayı durduramıyordum. "Sigarayı bıraktın sanıyordum." "Ben seni de bırakabileceğimi sanıyordum." Gözlerim sindirilmez yaralarımın sahibine doğru çevrildi. Beni az öncesinde koparılmak üzere bir bağ gibiymiş gibi belimden sıkıca tutarak yasladığı parmakları, şimdi sigaranın sarı filtresinden sıkıca tutmuş, dudaklarının arasında sıkıca tutmaya çalışıyordu. Ama parmakları dudaklarının önünden kesildiği anda titriyorlardı. Sözün ağırlığının farkında değilmiş gibi birbirine karışmış kirpik tanelerini ayıklıyordu. "Ben bırakacağım dediğim her şeyi geri buluyorum. Bu bana zarar verse bile." "Ne demek istiyorsun?" diye sordum kaşlarım çatılı. Hemencecik anlamamı beklemiş gibiydi. Çünkü sigarasını söndürüp elinden attığında ve bana doğru döndüğünde, benim hep üzerimde taşıdığım hayal kırıklarından bir elbise geçirmiş ve yüzünü o şekilde germişti. "Boş ver Jungkook. Kelimeler bizi iyileştirmeyi bıraktı. Canımızı yakıyor." Sonrasında elleri yumruk oldu. Daralmış göğsüne beni de almak ister gibi değildi bu sefer, çünkü uzaklaşmış gibiydi. Milimlerce benden uzaklaşarak adımlarını arkasından çaldığı bir adıma doğru yanaştırdı. "Benim bugün ağızdan çıkarak kulaklarıma ulaşan her kelime canımı yakıyor. Sence de her şey boşuna mıydı? Bunca şey boş boşuna mıydı?" Konunun bahsi bendim. Muhakkak öyleydi. "Ben her şeye boşuna diyemezdim. Bu öncelikle oğluma haksızlık olur. Yine de hayatıma girmek için bir zahmete girmeseydin. En azından ben de seni kötü biri olarak yargılamazdım." Dedim, o korktuğu şeyi yüzüne yüzüne söylerken. Açıkça hasarını görmüştüm ve o bunu utandırmıştı. Çünkü bakmadı. Yüzüme bakmadı. "Her şey yoluna girdiğinde, söz veriyorum sana, ben hiç hayatında olmamışım gibi olacak." Öyle bir söylüyordu ki, sanki bir daha kendisini görmeyeceğimin garantisini veriyordu. Ama diyemiyordum, varlığın değil canımı acıtan. Anılarımızdı ve olmasını dilediğimiz anılarımız. Fakat sen o güzele meyletmiş her şeyi o kadar yıkıp yok etmeye başladın ki, seninle biriktirdiğim neredeyse üç yılın mücadelesini, umutlarını ve güzelliğini alıp götürmüştün. Hatta öyle bir yapmaya başladın ki, geriye hangisi daha acı verecek diye hesap etmeye başladım. "Bunu şimdiden de yapabilirdin." Derken üstündüm. "Mesela şu sigaran bittikten hemen sonra beni tekrar bindirerek götüreceğin yerin ardından ben seni nasıl hayatıma hiç girmemişim gibi yargılayacağım. Sen söyle? Ya da boş ver. Senin ağzından çıkanları kulağın duymuyor hiçbir şekilde." "Jungkook, mecbur olmasam, yemin ederim bende seni oraya götürmem. Kırılacağın gururun için değil. Sen sevilmeye alışmışsın," dedi bir anda garip hissetmeme sebep olacak kadar alçaltmış sesiyle. "Sen aile nedir biliyorsun, ama ben sadece seninle tattım bunu. Neden anlamıyorsun," sonrasında kafası karışmış bakışlarını indirmiş ve karnıma bakmıştı öyle. "Yine de kabul edemiyorum. Bu ailenin dağılmasına sebep olan bendim ve bir şekilde toparlayacağımıza dair bir umudum vardı. Ama sen, düşünmedim bile bizi yok ederken. Sığınağına girdiğin yerde bu kadar teslim olmanı hazmedemiyorum. Ne dersen de bu canımı yakıyor ve senin de canını yakacağını bilmeme rağmen seni kendimle bir götürmek istiyorum. Bundan fazlası..." diyerek sustu. Yarım bıraktığı cümlelerinden nefret ettim. "Daha fazlası ne?" dedim ısrarla. "Sizi öğrenmemeleri gerekiyor." Diyerek çenesini sıktı. Ardından imayla dadandırdı dilinde cümleyi. "Ama senden şüphe ediyorlar." "Ne demeye çalışıyorsun?" diye sorduğumda, daha anlayamadığım şeyden ötürü yüreğimi bir panik havası sardı. "Kendini aklamaya çalıştığın yaratıcı senaryolarından biri de bu mu?" "Hayır, değil." Kesinkes bir dille reddetti bunu. "Artık sözlerim sana inanman için yalvarmayı da bıraktılar. Kendi gözlerinle göreceksin ama ben senin görmemen için her şeyi yapacağım. Zaten tek istediğim senin oğlumla güvenli bir şekilde yan yana olmanız. Ona ancak sen iyi bakabilirsin ve ona bir aile olmayı öğretebilirsin. Ama sadece sen. Yanında taşımak istediğin diğer insanlar olmadan." "Senin her daim yanında taşıdığın, benimleyken bile taşıdığın diğer insanlar gibi mi Taehyung?" dediğimde, beni durmadan Hoseok konusunda vurmaya çalışmasından bıkmış ve yüzümü buruşturup onu ne iyi temellere geliyor olmasına rağmen söylediklerinin altında kuruntuları olduğunu düşünmek, sarsıyordu beni. "O kadar kötüsün ki sen?" dedim kendimi tutamayarak. "Sana bir dakika bile acısam, üzülsem, hemen beni bundan pişman ediyorsun." Kendi kendime deliriyor ve söyleniyordum. Sinirliydim. Son dakikaları sevmezdim ancak hamle yapmaktan geriye de duramıyordum. "Ama aptallık bende. Seni dinleme zahmetinde bulunuyorum. Senin bana söylemek istediğin tek bir halt yok. Laf safsatası yaparak kendini haklı göstermek. Bir de demiyor mu? Sözlerime inanmazsın, gördüklerine inanırsın sen. Hayır, dinlediğim onca şey yalandı ve gördüklerimi de inkâr ettin sen. Bunu nasıl da yaptın gözlerimin içine baka baka. O yüzüğü elimde tuttuğunda, gocunmadın. Hiç utanmadın bile onu saf niyetlerle kurduğum yuvamın içine katarken. Ama iyi ki getirmişsin. Senden nasıl şüphe etmeye başlardım ben. Ah..." Yerimde sinirle kuduruyordum ve kendi kendime konuştuğumu yeni fark ediyordum. Taehyung arabaya geçmiş ve çalıştırmaya başlamıştı. Onu şimdi tam da boğmak nasıl da güzel hissettirirdi doğrusu. Onun bu dengesiz hallerine dayanamadım. Çünkü arabayı çalıştırır vaziyette beklerken, kafasını arkaya doğru çevirmiş ve gülerek Minjun'a bir şeyler söylemişti. Dişimi gıcırdattım. Ve derin bir nefes aldım. Kaçtığı her şeyi bir gün yüzüne asi bir tokat gibi geçirebilmek için sabır diledim kendime. Gözlerimi onun üzerine dikerek dörtlüleri yakarak beklettiği aracın içine binene kadar ayırmadım. O da hep üzerinde bu ağırlığı hissetmişti yine de hiç karşılık vermedi bakışlarıma. Bundan memnundum. Varlığımı yanında hep bu denli diken üstünde hissetsin istiyordum. Minjun'u kucağıma aldım daha sonrasında. Şaşırmadığım, Seul'un en zenginlerinin yer aldığı semte doğru gidiyorduk. Sanırım azalan zamanı hissettikçe daha da geriliyordum. Kendimden ve orada olacak kendimden daha şimdiden utanıyordum. Metres diyeceklerdi bana. Evli bir adamdan çocuğum vardı. Kimse olayın içinde nelerin yattığına bakmazdı. Ambalajda gözüken neyse oydu cevaplar onlar için. Bu itham hayatta en korktuğum şeylerden biriydi. Tüylerim ürperiyor ve midem bulanıyor gibi hissediyordum. Kendimi bu çirkinlikten gizlemek istiyordum. Hatta öyle bir şeydi ki bu, Taehyung'la olmayacağımı bilsem bile diğerleri de bunu bilerek bana bakmalarını istiyordum. Ardından arkaya baktım. Arabaya bindiğimiz sırada Nuna'nın koşarak arabanın arkasına koyduğu poşet aklıma geldi. Bu hastaneden çıkarken ödünç aldığım, koltuğun kenarında duran Hoseok'un ceketiydi. Annem onun bana ait olmadığını farkındaydı. Ağır ve biraz da pahalı bir şeydi. Ben fuzuli şeylere para harcayan ya da onlarda gözü olan biri olmamıştım hiçbir zaman. "Babacım, seni şimdi güzelce yerine koyalım." Diyerek Minjun'u uzanarak koltuğuna oturttum. Tam orta yerimizde olduğu için yine yollara bakıyor, kararmış havadan dolayı ortaya çıkan sokakların ışıkları ona eğlenceli geliyordu. Gülümseyerek izledim ve kemerini taktım. Ardından yere düşmüş poşeti almak için uzandım. Belimin açıldığını hissettim. Serinlik gelmişti. Taehyung'un homurdanmasını da buna yoruyordum. Ondan habersiz arabanın içinde hareket ediyor ve dikkatini dağıtıyordum. Ama emelime ulaşmış, poşeti elime alarak önüne dönmüştüm. Poşetin için kurcalayarak ceketin cebini yokladım. Aradığımı bulmuştum. Kapalı cep telefonum. Birkaç bozuk para ve alyansım. Hoseok ile evlendiğimiz zaman taktığım o alyansım. Ameliyat sırasında üzerimde çıkartılmış olmalı ki Hoseok onu cebine sokuşturmuştu. Acı verici sebebiyetim şimdi benim bir kalkanım olacaktı. "Evdeki herkes benim aslında kim olduğumu biliyor." Diyerek parmaklarımın arasında duran alyansımı yüzük parmağıma geçirdim. "Ama kim olduğumdan ziyade kim olmak istemediğini de bilmeleri gerek." Taehyung bana döndürdü başını. "Ne yapıyorsun?" dedi ve anlaması kısa sürmüştü. Benim de ona vereceğim cevabım da öyle. "Ben evli bir adamım. Tıpkı senin gibi. Bunu diğerlerine de göstermenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Özellikle her şeyi bildiğini söylediğin karının da öyle. Bu yüzük Hoseok ile olan ilişkimin resmiyetini de herkese gösterecektir." Yüzü öyle kızarmıştı ki boynundaki şah damarı belirginleşmiş ve sadece elimdeki sarı zayıf alyansıma bakıyordu. "At şunu, bunu görmek istemiyorum." Diyerek homurdanıyordu. Bu yüzsüz hali o kadar sinirimi bozuyordu ki! "Kes sesini," dedim ve bir an için yolda dikili gözlerini tekrar bana çıkarttı ve aracının hızını düşürdü. "Buna senin karışma gibi hakkın yok. Metres dedirtmem ben kendime. O eve senin çocuğunun babası olarak girdiğimde ne gözle bakılacağımdan haberin var mı senin? Ben sen değilim Taehyung. Benim bir midem ve gerçekten de hayatta asla yapmam dediğim şeyleri yapmama gibi kriterlerim var." Bu konuda nettim. "Başka, başka yüzük alırım ben sana." Derken, istemsizce güldüm. O kadar saçma şeyleri üst üste yaşamaya başlamıştım ki bünyem kaldırmıyordu. Dudaklarım ağlamakla gülme arasında ayar değiştirerek eğilip bükülüyordu. "Sende çok vardır doğrusu. Haklısın. Gün içinde iki evlilik yüzüğü takan bir adamsın sen." Dişlerinin gıcırtısını bir tek ben duydum. Minjun ise durumu anlamıyor, su istiyordu benden. Taehyung'a olan tüm ilgimi bu sayede çektim. Oğlumun isteğini yapmak için. Onu umursamadığımı görünce, "Ne yaparsan yap, duydun mu beni? Ne yapmak istiyorsan öyle yap. Bunu yapmasına izin vereceğim tek insandın, öyle kalmaya devam et. Lanet olsun. Her şeye lanet olsun," diyerek direksiyona vurdu. Onu umursamadım bile. Onun da çok konuşması bir alanı kalmadı. Çünkü Minjun içtiği suyuyla güzelce geğirdiğinde kıkırdadık birbirimize ve sonra araç epey durunca, sırtımı döndüğüm yere doğru bakmak zorunda kaldım. İşte başladı benim sınavım dedim içimden. Beni yeni azap yerim ve bir hapsolacağım mekânım. Senin hem arkanda olacağım hem önünde... Güvenli zannettiğin evinde... Atalarından devraldığın fikrinde. Hem geçmişinde hem geleceğinde. Denizlere de açılsan... Kırlara da çıksan peşinde. Benden kaçarken vardığın her yerde. Hayatının tam orta yerinde dev bir kafeste. Karşımda dört katlı, dış cephesi zırhla çevrilmiş gibi yüksek betonlarla örülü evin dışı ve ardından büyük bahçesi karşıladı. Aracını öylece bahçenin ortasına kadar getirmişti ve ikimizde aynı yere, neredeyse her odanın ışığı yanıyormuş gibi duran, şık, altın kemerleri var olan, modern bir yapıyla geleneksel yapıyı bir arada kullanan mimariyi inceliyorduk. Gözüm kenarlarda gidip gelen ve belli aralıklarla dizilmiş korumalara takılıyor, bize doğru gelen iki donuk suratlı adam yüzünden geriliyordum. Taehyung onların araca gelmemesi için bir el hareketinde bulundu. Adam bunu görerek geri geri giderken, belindeki telsizi çıkarıp birkaç şey söyleyip geri yerine koydu. Aşırı gerilmiş, yutkunmadan edememiştim. İkimizden de bu konudan ses çıkmıyordu. Fakat her ne oluyorsa, evin dış kapısı yavaşça açıldı. Ağır kapının ardından bir hizmetli kız görünüp kayboldu. Taehyung oflayarak durdurduğu aracının kapısını açarak indi. İnerken benimle kısaca göz göze gelip kapısını kapattı. Minjun'u almak için harekete geçince oturduğum yerde daha fazla kalamadım ve muhtemelen onun doğup büyüdüğü bu evin topraklarına bastım. Oğlumuzu kucağına alarak yanıma gelince, "Onu bana ver, istediğini yapıyorum da" diyerek sorun çıkartmadan versin diye tersledim. Buna itiraz etmedi ve oğlumu aldım onun kollarından. Bir şey diyemedi. Aşırı gergindi. "Korkudan titreyerek baktığın bu eve bizi koruyacağını söyleyerek getiriyorsun. Seni gerçekten artık hiç anlayamıyorum." "Çünkü beni neyin korkuttuğunu bilmiyorsun." "Anlatmıyorsun demeyeceğim," dedim önüme bakarak. "Vereceğim cevapların benzer olması ve benim yine aynı şeyleri duymaya sabrım kalmadı. Sesine de öyle. Benim sana artık hiç tahammülüm kalmamış." Sözlerim onun üzerine bir taş gibi inmiş, dikkatsizce ayak altında ezilen bir karınca gibi savunmasız bırakmıştı. Biliyordu ki; benim onu yeni tanıdığım hayatıyla, onun beni tanıdığım kişiliğime olan uçurum birbirini tamamlıyordu. İkimizde birbirimize hiç göstermediğimiz yönlerimizi sunuyorduk. Ve ben sadece ne olacaksa olsun ve bir dört duvarın arasında kendimi korumak istiyordum. Gideceğim yeri biliyordum. Ondan önce bir adım atma sebebimde buydu. Aramızdaki bu tartışmanın rezilliğini bir başkasının önünde yaşamak istemiyordum. Ve çimlerin içine dizilmiş armut dilimli taşları eze eze geçerken, çok fazla aydınlıktı ve Minjun onlara uzanmaya çalışır gibi elleriyle oraları işaret ediyordu. Her şeyden o kadar habersiz ve masum bir halde duruyordu ki onu ne kadar sıkıca kollarımın arasında tuttuğumdan ve yanaklarını, boynunu bilinçsizce öptüğümün farkında değildim. "Umarım geldiğimiz gibi, seninle buradan birlikte de çıkarız oğlum." Beni anlamadı ama güldü. Burnumu onun o tatlı burnuyla sürttüm. Açıkçası bunu yaparak beynimin sol tarafını uyuşturmaya başlayan bu stresti yok saymaya çalışıyordum. "Benim akıllı bal porsuğum, hep böyle babanı gülümset sen olur mu?" Anlamadığı halde tatlı bir şekilde tamam diyor ve sevimli iki ön dişlerini bana sunuyordu. Şükretmeden geçemiyordum. Onu gülümsettiğim her an için şükrediyordum. Sadece onu kaybettiğimi, bebeğim gibi bir daha hiç göremeyeceğim düşüncesiyle kahroluyordum ve bu da gireceğim eve karşı bana güç veriyordu. Biliyordum da ben artık. Hiçbir acı bir evladın acısı kadar bağrını yakmaz, deşmez, küllerini bıraktığım gerimde olan canım kadar canımı alamazdı benden. Taehyung benim adımlarıma yetişmiş ve hemen bir adım gerimde durmayı başarmıştı. Dikkatimi ona vermedim. Açıkçası evin girişi zeminle bir değildi. Saydığım on iki basamağı çıkarken, her defasında kaçabilme arzum tetikleniyor, karşımda eli önünde bir pençe bekleyen orta yaşlı hizmetli kadının bakışlarından sobeleniyordum. Taehyung o anda biraz kafasını eğerek kulağıma yaklaşmış ve beni, "Kimseyle konuşma, kimseye de cevap vermek zorunda değilsin," diyerek uyarmıştı. Fakat daha kapının eşiğinden yenice geçmiş ve kapı girişindeki holde duruyordum, sonra o yumuşak sesin bana çok tanıdık gelen yankısı duyuldu. İçeriden geliyordu. "Bayan Elanor, gelen kim?" diyen ses, Taehyung'un eşinin sesiydi. Bunu asla unutamazdım. O kadının sesi ve söyledikleri, aylarca beynimin içini kemiren bir sürüngen gibi durmaksızın eşeleyip, beni perişan etmişti. Sırtım ürperdi. Lakin o ürperiş yüreğime geçti. Çünkü kapıda bizim üzerimizdeki ceketleri almak için bekleyen kadın, Taehyung'a, "Hoş geldiniz efendim," diyerek eğilip saygı duyduktan kısa bir an sonra içeriye doğru seslendi. Bunu yaparken gözlerime baktı. Sanki her şeyi biliyormuş gibi irdeledi beni. "Eşiniz geldi hanımefendi." Daha kapının girişinde durmuştu bu ayaklarım. Mantıksızlık zaten beni kavuruyordu ancak sürekli işiteceklerimle nasıl ayakta kalacağımdan emin değildim. Çünkü ben onu ve Taehyung'u yan yana görmüştüm. Bu elem bir keder olarak beni lanetlemiş, paramparça etmişti. Ama şimdi... bunu ne kadar sık görecektim ve her defasında ne kadar eksilecekti benim aşkım. Eksildikçe kendimi de bulamıyordum ben. Bundan ötürü Taehyung ceketini kadına vermiş olmasına rağmen ben kimseyi bir zahmete sokmadan olduğum yerde dikelmeye devam ettim. Kaskatı olmuş bedenimi çözmek için oğluma sığındım. Şifama. Nazarım kalmış bu evin artıklarında, değdiremedim göreceklerimi. Ayak sesleri, kalbimi eze eze geliyordu. Onun ailesi geliyordu. Benim ailem diye gururla göğsüme bandırdığım bu adamın gerçek yuvası, onu sahiplenmek adına geliyordu. Yanılgılar. Yanlışlar. Yakarışlar. Annesine bakıyordum. Bundan emindim. Ben nasıl oğluma bakarken Taehyung'u rahatça görebiliyorsam, annesine bakarken de ondan parçaları netçe kestirebiliyordum. Dudakları, sivri çehresi, dik duruşu. Ama bakışlar, donuk, ürpertici ve gergindi. Peki hemen onun yanında beni baştan aşağı süzen babası. Keskin gözleri, düzgün ve yapılı fiziği... ve bana düşman bellemişçesine büyük bir nefretle örten kendimi ona karşı apaçık hissettim. Tek kelime etmediler bana karşı. Edeceklerini umduğumdan değildi. Taehyung'a tek kaşını kaldırıp bir mesaj verdi. Ama ben o mesajı anlamak yerine, üzerine tam oturmuş kadife bir elbiseyle parıldayan o kadına bakıyordum. O kadar şık ve bakımlıydı ki o an da aşkım bir kıyaslamaya kalkıştı. Üzerimde bundan dört sene öncesine ait bir siyah kazak ve dizleri solmak üzere olan kot pantolonum vardı. Şişme montum ve kucağımdaki bebeğimle, öylesine aykırıydık ki buraya, bu fiyat etiketlerinin uçuştuğu ortam da kendimi ucuz hissettim. Ancak hemen yanımda duran Taehyung, bilmiyorum ama onlardan farklı durdu gözümde. Belki de bu sadece ona hediye etmeye çalıştığım el örgülü atkımdan kalan hatıralarımdan kaynaklıydı. Acaba bunu aldığındaki sevinci samimiydi. Tüm kış boyunca yanıma geldiğinde boynuna taktığında, paçavra demiş miydi? Bilmiyorum ama onun bu evde değil de arabasının bagajında saklı halde çıkarılıp kullanıldığını da biliyordum. En azından böyle hissettiriyordu. Ben bu düşüncelerin ve bakışların arasında odaklanmak istiyor, buz kestirici bir aile girişindeyken kendimi o kadar fazlalık gibi hissediyordum ki boğulacaktım sanki. "Akşam yemeğini kaçırdın, bir daha olmasın" dedi babası ve arkasını döndü. Annesi de kucağımda duran Minjun'a belli belirsiz gülümseyerek bakmakla yetinerek kocasının peşinden gitti. Sanki az önce büyük bir kavga yaşanmış, biz tuzu biberi olarak orada yer alıyorduk. Ama karısı orada duruyor, kafasını yana yatırıp gelene bakarken gergin görünüyordu. Ayakları tereddüt ediyor, ikilem içinde Taehyung'a bakıyordu. "Sen direkt odaya çıkarsın," demişti bana sessizce. Bundan o kadar memnun olurdum ki. Ama hayır, daha bunun için biraz ilerlemiş, salona açılan geniş araya girdiğimiz anda Taehyung derince iç çekmişti. Eşi de aynı şekilde bize yaklaşmaya başlamıştı. "Bunun ne işi var burada? Bir bu eksikti." Sessiz bir küfür gibi söyledi bunu Taehyung. Bu durumdan epey rahatsız olarak karşımızda bize doğru gelmekte olan geniş omuzlu adam, ilk önce Taehyung'a gülümseyerek bakmış ancak beni gördüğü gibi kaşlarını çatmıştı. Taehyung bunu hemen fark etmiş olacak ki aramıza girerek, görüşümü kesmişti. "Sakın onunla konuşma," diye uyardığında, yaka paça sarsılmışım gibi içim ürperdi. Çünkü yakınca görünen bir mesafeyle o adamın yanına gitmişti. Ama adam onun hamlesini önemsememişti. "Geçmiş olsun demeye gelmiştim ama durumlar sandığımdan daha ciddiymiş enişte. Bende tüm iyi niyetlerimizi ailenize nasıl da sunduğumu gösterebilmek için sizinle bir müddet burada kalmaya karar verdim. Hiç teşekkür etme zahmetine girme. Aile arasında olur böyle şeyler." Arsız ve güç ibaresi hakimdi tavrında. Taehyung'un dili dudaklarının üzerini eziyordu. Sinirli olduğu anlaşılıyor ve adam onun bu halinden aşırı keyif alıyordu. Ancak ben değildim o keyfi alan. Bize doğru dönmüş, karısı da Taehyung'un yanına usta bir sessizlikle yanaşarak kucağımdaki oğluma parlamış gözlerle bakıyordu. "Yeğenimi de seveyim," diyerek kucağımdan almak için kollarını uzattı. Taehyung'a baktım. Kafasını kesinlikle hayır anlamında sallamıştı. Fakat karşımdaki adam bu konuda çok ısrarcıydı. "Minjun, dayıcım." Diyerek sevimli bir yüz takınarak oğluma bakarken, nedense bu samimiyet bana hiç geçmiyordu. "Yeni uykusundan uyandı," dedi Taehyung. Oğlumuza yaklaşmaması için kolundan çekerek engel olmaya çalıştı. Ama hayır, Taehyung'u asla umursamamıştı. Çünkü nihayete ermiş bacakları tam önümde durduğunda, iri dudakları öylesine gevşekçe kıvrıldı ki, ilgilendiği oğlum değildi. Keza gözleri gözlerimde, elleri oğlumun üzerine yaklaşıyordu. Sevmedim. Bu adımın üzerimde kirli niyetlerce dadanmış bakışlarını sevmedim. "Siz onun bakıcısıymışsınız sanırım," dedi. Ama kesinlikle sorgulayarak sordu. Alay eder gibi. "Seni ilk nerde gördüğümü sorguladım. Çünkü ben beğendiğim yüzleri pek unutmam." Söyledikleri yüzünden alnım kırıştı. Anlamadığımı anlayarak flörtüz bir şekilde güldü ancak sözleri asla gülümsetecek türden değildi. Aksine ödümü patlatıyordu. Taehyung'un karısının orada dikilerek bakması bile şu an midemi ayağa kalkmasına sebep olacak şeyler değildi. Bu adamın tehlikeden gelen ve kıyamete çevirenlerden olduğunu anlıyordum. Gözlerinin ardından kan parıldıyor ve benim parıltılarıma doğru iştahla süzülüyordu. "Seni eniştemin kaza gecesi görmüştüm. Eğer o talihsiz olay yaşanmasaydı" diyerek üzülmüş bir surat ifadesine büründü. Sadece bir saniyelik yapaylıkla yaptı bunu. "Sanırım yeğenimin taşıyıcılığı yapan şu bedenini bir ihanet için kullandığını düşünerek delik deşik edecektim. Çok şanslısın, bunun kıymetini bil." Taehyung sabrı kalmamış bir halde onu kendisine çevirmişti. Sesi yüksekti. "Seokjin, Tanrı aşkına, sen ne anlatıyorsun ona." Seokjin ise onun aksine çok daha sakin bir sesle konuşuyordu. "Benim kim olduğumu anlamasını sağlıyorum. Tıpkı senin bundan saatler önce anladığın gibi enişte." Ve işte o zaman anlıyordum, gelen o telefon aramasından sonra Taehyung'u gözümde kısa süreliğine perişan hale çeviren kişinin bu adam olduğu. Durum benim açımdan epey bir hale büründü. Endişelenmemek bile mümkün değildi. "Senin onunla, onun da seninle işin yok. Kes sesini ve bırak şimdi onları," diye dişlerinin arasından hırladı. Karısı onun koluna dokundu. Gözlerim orada istemsizce biraz takıldı. Yutkunma hissi bastırdım hızlıca. Onun karısıydı. Buna takılmak istemiyordum. Taehyung zaten bu dokunuşla hemen kolunu silkelemişti ondan. Seokjin ise bir avcı gibi bu manzaranın tadına bakıyor, "İlginç," diyerek mırıldanıyordu. Çok yanlış şeyler ve anlamadığım bir kıyamet dönüyordu. Karısının bile rengi atmıştı. Bunu düşünmek istemedim. Açıkçası ardımdaki kapının açık olacağını şu anda bilseydim, hemen bu anda kaçardım ve tüm yaşayacaklarımı hiç yaşamamış varsayacaktım. Ama bunu yapacak olsaydım da öğrenemeyecektim. Bunca aldığım yaranın sebeplerini. Kanattığım yaralardan da çıkaramayacaktım bazı dersleri. Ve ilk kez, kalbimi kıran ve beni dost ihanetiyle tanışık bırakan birini gördüm diye duyduğum memnuniyeti anlatamam size. Taehyung daha arkasına bakmadan gelenin kim olduğunu anlamıştı. Bu konu da kadar ağzımı açıp bir şey demediğim için şanslıydım. "Jimin, Minjun'un uykusu gelmiştir. Sen onları kalacakları yere kadar eşlik et." Jimin daha acele ederek yanıma geldi. Tanrı biliyor ya, beni gördüğü anda yüzünde buruk bir sevinç ele vermişti kendisini. "Eun'un bebeğini görsün ilk, ne bu acele." Seokjin dedi kafasını bana doğru çevirirken. "Çocuğu bir başkasının kucağında ama çocuk annesini görmesine rağmen hiçbir tepki vermiyor. Olacak şey değil," dediğinde Eun sanki bu anı bekliyordu. "Kardeşim," diyen abisinin bana doğru yönlendirmesiyle, o kadın oğlumu elimden almak için bana doğru geliyordu. Hayır, onun kucağında olmasını istemiyordum. Hayır, onun kucağında kendisinin olacağını iddia ettiğim bebeğimi görmek istemiyordum. Hayır, ben bu kâbusu canlı canlı yaşamak istemiyordum. Eğer Taehyung buna engel olmazsa, tam da kendim yapacaktım bunu. "Tatlı bebek... oğlum... onu ben yatırabilirim değil mi?" diyordu. O an firesi kopmuş sesim can buldu. "Hayır," dedim kendimden emin bir şekilde. Şimdi boy ölçüşemeyecek bir bakışma yaşıyorduk. Ona itaat etmeyen yüzüme baktı. "Nasıl hayır dersin, bu ne cüret?" Taehyung o an ikimize değil, gergin bir şekilde Seokjin'e baktığını gördüm. Pekâlâ, sanırım çekindiği adam buydu. Ve bu adamın bana söylemiş olduklarına bakılırsa da birinin canını ölesiye yakmaktan hiç korkmayan hatta bununla gurur duyan biriydi. Bunu Taehyung için değil, kendim ve oğlum için yaptım. Yine de çocuğumu onun kollarına vermeyecektim. "Sizin eliniz daha bu bebeği nasıl bakacağına alışkın değildir, hanımefendi. Son zamanlarda kendisini güvensiz hissetmiş olmalı. Ben size yardımcı olurum," diyerek hafifçe gülümsedim. Bu sözlerimin imasını yumuşatması ve dikkat çekmemesi için yapmıştım. Kardeşi gölgemizden çekildiği anda ona nasıl davranacağımı tahmin ediyordur diye düşünüyorum oğlum konusunda. "Tabi, bunda sorun yok. Çocuklar değerlidir. Kırılgan bir cam gibi dikkatli bakmak gerekir ilgilenirken." "Öyleler, kesinlikle." Bu düşüncesi samimi sözcüklerin epitopu kadardı ona olan saygım. Çocuğunun olmadığını kendisi söylediğinden dolayı bu konuda hassas olabileceğini anlıyordum. Biraz da iyi düşünmeye çalışıyordum. Nasıl ben ondan rahatsız oluyorsam, hayliyle o da benden rahatsız oluyordur. Sonuçta olmayan çocuğu yüzünden, eşi bir başkasından çocuk yapmış ve onu yaşadıkları eve kadar getirmişti. Düşününce onun da acılar çektiğini düşünüyor, Taehyung'un yaptığı yanlışlarının bedelini bir başkasına ödetme konusunda kendimi tembihliyordum. "Hadi gidelim Jungkook," dedi Jimin. O da benim gibi bu ortamdan uzaklaşmaya çalışıyordu. Hemen kafa sallayıp onayladım onu. Daha öncesinde bıçak sallamış biri olarak, ona karşı daha sakindim. Yine de bu bana olan ihanetini ve iyi niyetimi para uğruna kullandığı gerçeğini değiştirmiyordu. "Evet gidelim, oğlumu doyasıya sevmek istiyorum." Kadının bu sahiplenmek ilgi eklerini görmezden geliyor, giderken Seokjin'in arkamızdan bir şeyler söylediğini duyuyordum. "Bu taşıyıcılık muhabbeti güzel değilmiş, insanın inanası gelmiyor, kardeşim yıllardır çocuk hasreti çekti yine de bir kere kucağında göremedim. Ne tuhaf ne de işgüzar bir durum değil mi Taehyung?" Konuşmanın devamında ne olduğunu bilmiyordum. Çünkü Jimin bizi epey ilerletmiş ve evin içindeki asansöre yönlendirmişti. Minjun'u kucağımda duruyor, sırtını okşuyordum. Fakat asansörün içine girdiğim anda oğlumun elini tutan kadını görmemle aynadan, hızlıca çekildim öne doğru. "Dokunma sakın oğluma," diye sesimi yükselttim. Dördüncü katın düğmesine çoktan basmış olan Jimin sayesinde kapıları hemen kapanmıştı. Üç yetişkin insan olarak şu kutunun içinde olmak mide bulandırıcıydı. Bilhassa daha bundan bir iki dakika önce kendisine karşı anlayışlı olma konusunda tembihlerde bulunan kendim için öyleydi. Ben ve o kadın göz gözeydik. Jimin hemen sol tarafımda duruyordu. Gerçek yüzünü sakınmayacak kadar büyük bir nefretle bana bakan kadına, duyacağım sözlerden ötürü aynı şekilde yansıtmayı ihmal etmiyordum. "Benimle böyle konuşma cesaretini sana Taehyung mu veriyor? Sakın ona o kadar güvenme. Hoş sana yaptıklarını düşünürsek, güvenirsen senin ne kadar aptal olduğunu bir kez daha anlamışız olur sadece." "Size mi güveneyim? Buradan bakılınca, aylar önceki sahteliğiniz akıp gitti gözlerimin önüne. Ne güzel de hastane önünde bana rol kestiniz. Gözleriniz şimdi bana, hiç yabancıya bakar gibi gelmedi. Şu anki nefretle de değildi bakışlarınız. Siz benden korkuyorsunuz. O yüzden bu kadar had belirtme derdindesiniz." Uzun bir kahkaha attı. O kadar çok eğlendi ki kendimi garip hissettim. "Sen kendini çok mu akıllı sanıyorsun? Güldürme beni. Sen sadece burada Minjun'a bakacak kişisin. O da bu eve alışsın diye. Başka bir açıklaması yok. Eşim ve eşimin ailesinin isteği bu yönde. Tek torun ve tek varis. Senin için ağız sulandırıcı cümleler olmalı. Sever sizin gibi yeni yetme gençler böyle şeyleri. Tanımadan etmeden altına yattığın ve çocuk peydahladığın adamın ailesiyle şimdi olmak nasıl? Tam karşısında karısı da var. Biraz yüzün kızarsın bana bakıp konuşurken. Çünkü her şeyi bilmene rağmen buraya kadar gelmiş olman beni epey utandırdı. Dilerim bu utancı daha fazla insanla paylaşmayız. Yoksa olay rezillikle sonlanmaz. Abimin aşağıda sana dediklerinin aynısı olur. Bir gram şaşmaz dediklerinden." Gözlerimin içine bakarak beni alenen tehdit etmişti. Kursağımda kalan cümleleri daha sindiremiyordum bile. Onunla bu tarz bir üsluba gireceğimi hiç düşünmüyordum. Kendisi için daha onurlu düşüncelerim vardı. Asansör varacağı yere vararak durdu ve kapılarını açtı. Ama ikimizde bu yoğun göz çatışmasında, Jimin'in sesiyle ayıklandık. "Herkes neyin ne olduğunu bilirken, maskelerin durmadan şekil değiştirmesi yorucu olmuyor mu Bayan Kim, ben izlerken epey yoruldum da." Mesafeli ve alaylı sesinden ötürü, kadının gözleri üzerimden çekilmiş ve Jimin'e kaymıştı. "Kimse sana söz hakkı vermedi. Haddini bil." Jimin çıktığı asansörden koluma hafifçe dokundu. Bende onun hemen yanında kalacağımız katın koridorunda durmuş, açık asansörden bizimle bir burada olacağını belli eden ayaklarla gelen kadının, Jimin tarafından püskürtülmesini izledim. "Siz de size verilen sınırlar kadar hareket etmenin haddini bilin. Sizin bu kata kesinlikle girişiniz yasak. Taehyung Bey, size bunu çok şiddetli geçirdiğiniz kavga da güzelce anlattı diye umuyorum. İyi akşamlar." Jimin sözleriyle ayakları bir adım geriledi. Bundan aşırı memnun olduğumu belli etmek yerine arkamı döndüm. Sonrasında kapıların kapandığını ve Jimin'in bize kalacağımız odayı sessizce göstermesini. Ardından benimle konuşmak için girişimde bulundu. Onu durdurdum. Bu akşam için benden bu kadardı. Yeterince hırpalandım. Sadece oğlumu sevmek ve onunla uyumak istiyordum. Eminim bu evin her gün olayı olacaktı ve ben bir şekilde hep bu olayların orta yerinde duracakmışım gibi hissediyordum. Çünkü geldiğim andan bana bunu hissettirecek çok şey yaşanmıştı. Odanın konforuna, büyüklüğüne ve Taehyung'un resmen benim de geleceğimi bilerek her şeyi çoktan hazırlatmış olmasının gareziyle biraz sinirlenmiş, pencereden dışarıya bakarken buradan kaçmanın çok güç olduğunu görmüştüm. Arazi epey büyüktü. Korumalar yerlerde gezen hamam böcekleri kadar çok ve yer kaplıyorlardı. Giysi dolabından bulduğum rahat eşofman takımlardan birini giydiğimde, Minjun'un bu odaya çoktan alışmış olması beni biraz üzse de hemencecik yattığı yerin yanına uzanmış ve üzerimizi örtmüştüm. Onu şu anda odadaki beşikte yatırmak yerine kollarımda yatırmak istiyordum. Böylesi daha huzurluydu. Biliyordum, burası kahredici bir yerdi ancak kimsenin onu benim kollarımdan alamayacağına emindim. Bunun iç huzuru ile uyumuştum. Çok yorgun ve yıpranmıştım. Ancak bu benim, bu evdeki en büyük ilk dikkatsizliğimdi. Girmesinin yasak olduğunu açık bir dille öğrendiğim bu kadın, gecenin ortasında, geceliğiyle girmiş olduğu odamın ortasında; elimi uzatarak yanımda bulamadığım oğlumu kollarının arasına alarak öperken, ben aklımı kaçıracaktım. "Minjun sen benim oğlum olmaya mı geldin? Ama ben sana çok güzel anne olurum ki." Bölümün sonu. Bölümü nasıl buldunuz bakalımmmm Ben olsam Jk, allah yaratmadı demem, eunun saçını elime bir güzel dolardım haberin olsun :)) Ben Nicotesy, görüşmek üzere |
0% |