@nicotesy
|
SELAMMM GÜZEL OKUYUCULARIM BENİM CANLARIM BÖCEKLERİM RUH HASTALARIM ACI SEVMEYE AMA TAEKOOKUN HER ANINA KURBAN OLAN MANYAK SHİPPERLARIMMM O KADAR GÜZEL YÜKSELDİM Kİ.... HADİ YİNE İYİSİNİZ (çok geç geldim diye af diliyorum çaktırmayın) LÜTFEN BİR TAEKOOKER OLARAK BU BÖLÜME YORUM YAĞDIRIN ÇÜNKÜ... SONLARA DOĞRU ANLAYACAKSINIZ :)) İyi okumalar diliyorum :) ... "İnsan her sözü kuşkuyla karşılıyor artık. Gerçekle düş birbirine karışıyor; yalanın nerede bittiğini anlayamıyoruz. Tutunacak bir dalımız kalmıyor. Tutunamıyoruz." ... 19. Bölüm: İyi niyetler sakladım, yarınlarıma veda ederek. Belkilerimi de sana sakladım, dünlerimiz yok olur diyerek. Ruhumun bile isteye intihar ettiğine şahit olmak kolay değildi. Siz bu kadarını yaşamayı canınızı acıtmayı planladığınız düşlerinizde bile görmeyi istemediniz. Birebir yaşadığım bu ıstırabı ne kadar az okursanız, aslında bir o kadar mutlu olacaktınız şu çürümüş kalbinizin sevgisizliği içindeyken. Ama insan her daim meraklı tohumlarla büyütülmüştür. Bende merak içindeydim. Bir gün bu canımı yakan ve her defasında bundan daha fazla nefesim kesilemez dediğim nokta da başıma gelecek olanları. Yine de ben, Birgün; sahil iskelesinde oturacak ve ne günler yaşadım, her biri beni yıldırmak yerine olgunlaştırdı, hatta öyle bir hale getirdi ki ben kendi kendimin sırdaşı, dayanağı ve güvencesi oldum. Büyüdüm, çocuğumla. Çocukluğumu sürükleyip yenilmez oldum. Şimdi hiçbir acı beni yıldıramaz ve bile isteye öldüremez. Ama şu an bu hayallerimden uzaktım. Az kalmasını ummak çaresiz bir umuttan başka bir şey değildi. Velhasıl kurutmuş olduğum güllerimin düşen toprağının içinde bana yeniden kahredici şekilde bir yas tutturmaya başlamıştı. Ben bir zehir bahşetmedim karşıma. Ben zehrin kendisini tatmış bir haldeyken, ben ona zehrimin sebebini söyledim. Kana kan değildi ama göze göz olduğumuz yerde ruhumuzun bizden kaçırdığı pek çok kayıplar vardı. Kızımız gibi. Onun da artık biliyordu kızımız gibi. Bu nedenle gözlerinde bana karşı oluşmuş ifadeyi bile anlayamadım. Çöl gözleri, benim masumiyetine inanarak ballandırdığım akışla yaslanmıştı. O kadar oydu ki, bu sefer inkâr etmedin bunu. Ruhumun sızdırdığı boşluklardan birazdan kurak topraklarını yaracak şekilde sert darbeler indiriyordu. Buna şahit oluyordum ama acımıyordum. Acılarıma rağmen bana acımayan ona artık acıma duygumu kaybetmiş gibiydim. Ağzını konuşmak için bile aralayamadı. Nefes aldığı bile şüpheliydi. Ben onun parça parça kestiği duygularına sırt çevirdim. Ben nasıl tek başıma göğüslediysem ve buna rağmen onun bana yaptıklarına katlanmaya çalıştıysam, aynı savaşı onun da verme vaktiydi. Dilerim canımın yandığı kadar yanardı canı, onunla aramızda eşitlenmeyen çok şey vardı. Şimdi gözlerimden hızlıca kaçırdığı bakışları, karnıma yaslanmıştı ve buna maruz kalmak istemedim. Bir hüznü ve bir özrü kabul edemeyecek kadar merhametsizdim ona karşı. Oysa ben; onun için kendimden vazgeçmiş biriydim. Şimdi süzülmüş inci tanelerimle ondan geriye hiçbir şey bırakmadığıma inandırdığımla oradan ayrıldım. Nurunu kaybetmişçesine üzerime sarılı bu beyaz kıyafetin içinde bir yanılsamanın perde arkasındayım. Bunu ona söylemek istememiştim. Bir şekilde onu Hoseok üzerinden canını yakma bencilliğini yapıyordum. Bunu itiraf ediyordum. Maksat taşıdığım durum ise sadece yüzümdeki pak acının ve ona karşı arsızca toprağında çıkmaya devam eden aşktı. Kuruduğunu sandığım lakin bir bahar görse yeniden hortlayacağından korktuğum duygularımdı. Aşka karşı olan güvensizliğim ve gurursuzluğum ise beni ona karşı en çok yıldıran şeylerden biriydi. Yüzümde akan lekelerimi hızlıca siliyor ve birinin bu sağanak evin içindeki harabede oğlumuzu korunması gerektiğini hatırlatarak kendime gelmeye çalışıyordum. Merdivenleri inerken tek düşündüğüm de bu olmaya başlıyordu. Aşağıda kara kuru duran bu kötülüğün ve ona gözüne dikmiş bir kadının çarçur edilemez deli gözleri varken, asla ama asla güçten düşmemem gerektiğinin bir kez daha hatırlatıyordum kendime. Ağladığımın belli olmaması için bir iki dakika köşedeki büyük saksının orada durmuş, kimsenin dikkatini çekmediğimden emin olarak oğluma bakınmıştım. Jimin, Taehyung'un yokluğunda onu hemencecik sahiplenerek kolları arasına almış ve Eun denilen kadın ile arasına bir metreden fazla mesafe bırakmayı ihmal etmemişti. Jimin'i affetmek kolay olmayacaktı, güvenimi tekrar kazanması da öyle. Ancak sadece burada olması bile bu komple yabancısı olduğum bu hayata nasıl bir tutum sergilemem gerektiğini hatırlatıyordu. Titreyen ellerime bakarken beynime bunun hükmünü geçirmeye çalışıyordum en azından. Güvenini kaybetmiş birine bu saatten sonra nasıl hasıl olur bir sırt yaslamanın ihtimali? Öğrenecektim. Öğrendiğimde yüzümde mutluluktan yaşlar akıyorken bir vebalde akıtıyor olacaktım. Sanırım ön göremediğim geleceğimden dolayı duyduğum endişeyle gözlerimi muhtemel yerde öylesine dikkatli olarak tutmuş olmalıyım ki görüşümü kesen Hoseok'un parlayan teni usulca oğlumun güneş gibi kaybolduğum zamanda beni ayyuka çıkardı. "Bende tam sana bakmaya geliyordum. İyi misin?" diye sorarak, parmağını göz pınarımda kurumuşçasına duran yaşlarımdan birini sildi. Oysa halen içten içe ağlamaya devam ettiğimin farkında bile değildim. Cevabıma muhtaçmış gibi bir merhametle bakarken göğsüm daraldı. O kadar bıkmıştım ki müşkül durumda kalmaktan. Halbuki ben her daim geleceğimi tayin ettiğim hayallerimde ayakları dimdik yere basan, güçlü ve engel konulsa dahil onu çarçabuk alt edeceğine inananlardan biriydim. Çocukluğumla şimdim arasındaki uçurum, beni tepetakla ederek yere indiriyordu. "Vereceğim hiçbir cevap aslımı söylemeyecek sana, biliyorsun değil mi?" masumca yolmaya çalıştım gülüşümü. Aldatmacalardan var olan bir yaşam felsefi ile kasılıyordu bedenlerimiz oracıkta. Şuh gülüşler ve nifak tohumları eken sessiz bakışmaları arasında biz, "Biliyorum," diyerek omuzlarımı sıkan arkadaşımdan çok öte bir bağ ile yol bulmaya çalışıyorduk bahtsızlığımıza. "Senin için çok endişeliyim." Derken o demese bile endişesi yüzünde uzun zamandır ezberimde olan ifadelerden biri oluvermişti. "Diğerleri de öyle," diyerek daha da yük biniyor kalbime. Birinin kalp hüznü olmak ve onları da beraberimde acımla perişan ediyor olmak o kadar huzur vermeyen bir sarsıntıydı ki sarsılıyor ve kötürüm bir boğaz sıkılması hissi ile yumrulaşıyordu âdem elmam. "Onlara ne diyeceğimi bilemiyorum. Bu doğru bir karar değil ama bunu neden yaptığını da anlamak beni mahvediyor. Ancak sana bu konuda yardım edeceğim. Burada konuşmak doğru gelmiyor. İçerdekilere yakinen tanımıyor olsam da haklarında çok şey duydum." Gözlerini sıkıca yumdu. Omzumda dinlenmeye devam etti eli. O kadar bitkin hissetmeye başladım ki uzak tutamadım duygu yüklü tenlerin üzerimde bıraktığı o nazarlarını. "Sadece Minjun ile evden çıkmayı mümkün kılabilsen, sana gerisi için yardım edecek birileri ile iletişime gireceğimden buradan kaçırmak çok daha kolay olacak. En azından zarar görmeden." Omzumda duran kolunu tutarak parmaklarına doğru sürükledim. Onu oradan sakince çekerken hafifçe sıkıp bıraktım. Kendisine doğru büzüşüyor olmasını izledim. O başka alemin eleminde kendisini acıttı. Halbuki o benim birine aşkla nasıl baktığımı görmüştü, her daimde ona bu denli gözlerle bakamayacağımın da farkındayken, ufacık iznin ardından kendisine umut edinmesi beni mahcup etti. Bunun nasıl bir yara olduğunu biliyor ve bunu ona yapamayacağımı da biliyordum. Bundan dolayı kısık sesimin ölçüsünün diyeti farkındalıktan dolayı kaskatılardı. "Hoseok, arkandaki insanları gördün. Bunlar Devletin tam olarak kendileri. Beni bu ülkenin içinde nereye kaçırmak istersen kaçır, bulurlar, bu o kadar hızlı olur ki anlayamayız bile. Diğer türlüsü buradan kaçmamız da pek mümkün değil. Güç onlarda. Güç her daim paranın yanında. Duygunun, merhametin ve şefkatin olduğu yerlerde ne yazık ki güç kompleksleri olmaz. Bu içine düştüğümde de tam olarak bulamadığın tek şey, bu sana saydıklarım." "Hiçbir şey yapmadan senin bu ıstırabına susalım mı?" dedi, ufak çaplı isyankâr sesini yükselterek. Uyararak kaşlarımı çatarak ufacık etrafa göz attı. Halen kimsenin bizi umursadığı ve vasıfla burada yer aldığımızın merakı yoktu. En azından Seokjin'in bizden tarafa çevrili duran kafasına rağmen bakmıyor oluşu gibi. Sakince önüme dönerek bana yine aynı hisli isyanına daha küçük harflerle konuşan Hoseok'un gözlerinin içine baktım. "Hiç çabalamadan kabullenelim mi her şeyi? Senin onlara verdiklerinle çizdikleri mutlu aile tablolarının bir seyircisi mi olalım? Ne yapayım sen söyle, sen burada acılar içinde gözümün önünde ölürcesine çaresiz bir halde duruyorken, sana sırtımı dönerek öylece kaderindeki kedere mi bırakayım? Kendimin bile hazmedememiş olduklarıyla seni bu kederin içinde yapayalnız mı bırakayım? Bırak desen de bırakmayacağımı bilmiyormuş gibi." "Bak benim içinde çok zor." Zorlukla nefeslerimi toparlamaya çalışıyordum. "Ben de mutlu değilim. Fakat ben bir evladımı daha yeni kollarıma alamadan kaybettim. Eğer bu Minjun içinde olacaksa istemem, hiçbiri çocuğumun canından daha kıymetli olamaz. Kan kusarım yine de Minjun'un güvenli bir şekilde büyüdüğünü görebilmek benim tek istediğim. Eğer bir ihtimal uğruna kalkışacağım şey karşısında ben oğlumun can kaybını yaşarsam, bunun ne önemi var? Yaşadığım keder dolu kaderimin ne anlamı var?" "Lanet olsun. Lanet olsun... Bu kadar çaresiz olamayız. Yine de sana söz veriyorum Jungkook, ben bir yolunu bulmaya çalışacağım. Senin için ve Minjun için her şeyi yapacağım." Onun daha sözlerimin çıplak gerçekliğiyle karşılaşmasıyla burukça baktım ona. "Ve onu da çok özledim. Uzaktan bakmak çok koyuyor," diyerek, oğluma doğru çevirmiş bakışlarıyla bende rahatça görebildim onu. Uslu bir şekilde Jimin'in kucağında durması ve etrafında olan bitenden hiç haberi yokken herkese bahşettiği o gülüşlerine acıdım. Ah oğlum, büyümek kötü, ama sen yüreğimde hep böyle kalacak ve ölen çocukluğum gibi öldürmelerine izin vermeyeceğim seninkileri de. Her daim o pak gülüşünün masumiyetinde taçlandıracak, suretini bulduğunun aksine yüreğimi yeşerttiğim onurumla besleyeceğim o karakterini. "Bende öyle Hoseok." Diyerek iç çektim. Zaman akıyordu usulca. Ne zordu o vakit. Oğluma korkudan sahiplenemiyor olmak. O kadının gözlerindeki parıltıların durmaksızın hemencecik değiyor olmasına. Onu sahiplenişine ve kendini de bu oyuna epey inandırıyor olmasına. Öylece izledik onu. Yan yanaydık. Bazen kendimi ve kim olduğumu unutarak gözlerimi kırpmadım ve bazen de kim kendimi ve kim olmayacağımı unutarak çevreme bakındım. Ülkenin gurur sembollerinin ve onların yanlarında süzülmüş eşlerinin maskelerinin. Eun'un hafif hafif kıpırdanışları, Taehyung'un annesiyle geçen kısa bir konuşması. Sanki birbirlerini çok seven iki insanmış gibi dudaklarını büzdü. Ardından annesi bir an için görünüp kayboldu. Eun'un babası nazikçe kızını yanına çağırdı. Buna eşlik etmek zorunda kalan Jimin ile yüreğim ağzımda dolaşıyor, o kan kokulu ve yakasında gül desenli bir mendil taşıyan adama hücum eden bakışlarla bakıyordum. Seokjin ise umursamaz şekilde gördüklerine göz devirerek yanındaki uzun boylu ve bir diplomat olduğu her halinden belli olan gamzeli adamla kısa sohbetini sürdürmeyi devam ediyordu. Hoseok ve ben aynı anda o canımın can olanın kucaktan kucağa olan savaşını izliyordum. Çok sıkılmıştı ve Jimin'in kucağından ayrılmasıyla yüzü buruşmuş ve etrafa bakınmaya başlamışı. "Baba," dediğini duyar gibi olduğumda gözlerim doldu. Yerimde duramıyor, hemen yanımda duran Hoseok'un kolunun üzerindeki ceketini sıkıyordum. Canını acıtsam bile buna ses etmiyordu. O da ani bir hırçınlık göstermemdense bunu daha makul bulmuş olmalı. Dişlerini sıkarak bana döndü. "Ayrıca bu adam nerede? Kaç dakikadır ortalıkta yok." Dediğinde düşünmediğim Taehyung aklımın ucuna süzülüverdi. Bu gördüklerimle ne kadar kin büyütüyordum içimde ona karşı. "Bilmem, yarattığı enkazının altında can veriyordur." Hınçla söylemiş olduğumla o dikkatle izlediği alacalı sahtekâr dede torun meziyetinden çekerek bana baktı. "Bir şey mi oldu? Yukarıda onunla mı karşılaştın?" diyen sorusuna omzumu silktim. "Boş ver," dedim ama o merak içindeydi. Bende öyleydim. Eun'un yanına bir koruma gelmiş ve bir şey söyleyip çekilmişti. İkimizin de aynı anda kanı çekildi ve bunu Hoseok dillendirdi. "Bir şeyler dönüyor. Şu kadına bak, yüzündeki sahte mutluluğu tekledi resmen." O kadar emindim ki konunun Taehyung ile alakalı olduğuyla. Bu kadar insanın onlar için toplandığı yerde onun olmayışı yeterince dikkat çekici olmuş olmalı ki, her ne oluyorsa haber verilecek hale gelmişti. Telaşlanmak istemiyordum fakat aksi bir şey olacak diye de yüreğim ağzımda atıyordu. Yutkunamadım bile. Seyrim arkamda kalan merdivenlere yönelikti. Annesi oradan sükûnetle inmişti. O da neydi öyle? Gözlerinin içi kızarık duruyor, parlak duran yüzünün allıkları daha da kırmızılardı. Ona bakarken onunla göz göze geldim ve hemen bakışlarını kaçırdı benden. O kadar huzursuz hissettirdi ki sanki, sanki biliyordu. Taehyung'a verdiğim o zehri o da biliyordu. Zannımca öyleydi. Bir an için ayakkabıma doğru dalgınlaşmış ve Taehyung için endişe duymuştum. Ben ihanet dolu çatışma içindeyken, ne hissedeceğimi kestiremiyor ve dayanamıyordum da. Öyle bir haldeydim ki ne yana dönsem bir azap bana elini uzatıyordu. "Geldi adı batasıca," demekle çırpındı kalbimin göz öbeklerine doğru kıvırılmış merakım. Dinginlikle Hoseok'un sesine doğru çevirdiği bakışlarını çevirdim bende. Onun ölüsünü bekliyordum. Bir şekilde en son bıraktığım yerde bunun olması olasıydı. Oysa; Taehyung'un az öncesinde yüzüme bakarken parça parça ölmüş durumlarının aksine dimdik bir omurla yürüyerek boş bıraktığı alandaki yerini bir eli daima cebinde duracak şekilde yer alması, canımı sıkmıştı. Bilmiyorum ama bu aldığı haber karşısında perişan olmasını, insan içine çıkacak yüzü olmamasını umuyordum. Halbuki hemen yanımdan geçerken bana bakmamış, saksının öylece kenarda uzayıp kalmış bir yaprağı gibi beni gelip geçerken ki esintisiyle sarsmıştı. Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi Onu yukarıda az da olsa tanıdığımı zannederken, zerresine tamah edemeyeceğim bir yok oluş ile tanıyamamıştım. Karısının yanına vardığında ona gülümsediğinde içim bir anda avaz avaz bağırmaya başladı. Kahrolacağını sandığım adam ona haberini vermeden önce daha asık ve daha hüzünlüydü. Şimdi ise... Şimdi gözlerim arar onu, yaklaştırmak ister gibi. Yüreğim arar onu, o yoldaş değil bana. Hani yapamazdın bensiz? Bensizliğinde hangi kelimeler yüreğinin yönünü tayin etti? Gittiğin yönde ben var mıyım? Yoksa duraklarında başkaları mı bekliyor seni? Her şeyimle seni sevdiğimi ve sana hiçbir zaman ihanet etmediğimi anladığında mı öteki kadına gittin? Asıl ötekileşmiş olanın ben olduğumu yüzüme vurur gibi. Hayır, hiçbir hüzün var olmamış şeylerin hüznü kadar işlemez insanın içine! Gerçek zamanda yaşanmış geçmişimi düşünürken, yol kenarına atılmış çocukluğumun cesedine ağlarken hissettiklerim... çocukluğumla bir kaybettiğim kızıma duyduğum kahırdı bu ve ben dağılmak isterken seni de kendimle göremeyişim, acılarımı bile acıtıyordu artık. Hayatımın giderek daralan bir huniye dönüştüğünü kime anlatabilirim? Benim acılarımı, uykusuz gecelerimi, intihar düşüncelerimi kim anlayabilir? Zor olan acının şiddeti değil, sürekliliğiydi... Sizler beni anlayabilir misiniz? Neler yaşadığımı ve neler yaşatacak olduğumu anlayabilir misiniz? Bu bir kalp yarası değildi, bu bir kurtuluş hikayesiydi. Ve onunla yollarımızın ebediyen ayrılacağını hissetmiş olmanın farkındalığıyla bir Taehyung'a bir de halen Jimin kucağına yeniden geçmiş olmanın sevinciyle parlayan Minjun'a bakıyordum. Artık sanki yaşamıyorum, yaşayan birini seyrediyorum. Ve sanki bütün hayatım boyunca yanlış melodiyle dans edip durmuşum gibi de durağanlaşıyordum. "Bak" diyordum "yol almamışsın hiç sen, batmışsın Jungkook... feda ettiklerinle kaldın ve bu kimsenin gerçekten umurunda değil. Uyanmanız gereken bir an var. O da şu an." O kadar büyük bir nefret yüreğimi sıktı ki, sahip olduklarım bir bir ellerimin arasından kayıp gittiler. Bir anda dünyanın en yalnızıymışım gibi hissettim. Susmadı o vakit, yüreğim tükürdü içimde dolu dolu taşan eksik kaldığım kendimi. "Ben burada acılar içinde kıvranırken, onları böyle mutlu görmeye dayanamıyorum. Acılarımla kendilerine edindikleri mutlulukları hazmetmek o kadar zor ki... Hoseok, oğlum da büyüdüğünde bana olan sevgisini esirger mi? Şu an bana muhtaç diye mi böyle? Baksana o kadının ona gülen yüzüne bile gülümsüyor..." "Saçmalama Jungkook. O daha bir bebek ve herkese sevgisini gösterecek bir tatlılığı var sadece. Sakın bunu kendine yapma," diye kızdığında, anlamıyordu beni. Düşündüğüm her şey bir zaman sonra çıkarımın tam tersine işleyerek bana bir korku bırakıyordu. Ya o da giderse diye içim içimi kemiriyordu. Sanki ona ulaşmam ve ait olduğu bana, kollarıma sığdırmam gerekiyormuşçasına açığa çıktı bedenim. Önüme hafifçe geçen korumalardan birini kolumla hafifçe ittiğimin bile farkında değildim. Sadece Minjun'a yakın olmak vardı. Jimin'in bir şekilde oğlumu bana vermesi gerektiğini de anlamak istiyordum. Lakin onun da yanında yer alan, Taehyung, Eun ve babalarının olduğu konuşmaları dinliyor olduğundan benden tarafa bakmadığını da anlayabiliyordum. Minjun'a gülümserken ara sıra kaşları çatılıyor, minik bir kafa sallamalarla ritimsiz nefesler alıp veriyordu. Ardından ne olduysa, Seokjin'in bana olan bakışları dur emri vermişçesine yerimde zımba gibi dikilmeme sebep oldu. O vakit Hoseok kolumdan tutarak kendisine yaklaştırdı. "Ne yapıyorsun Jungkook, çok dikkat çekiyoruz, kenara geçelim," diye uyarırken, ben arkama korkuyla döndüm ve Hoseok'un beni sarar gibi duran kolların arasına sığındım. Başım tamamen göğsünde değildi ancak böyle bir göründüğümüzü tahmin edebiliyordum. Işığımı kesen kalkanımdan ayrılmadan hemen öncesinde, oğlumun o sessizliği bozuldu. "Baba," diyerek ağlamaya başladı. Tüm tüylerim diken diken oldu. Avazı çıktığı kadar ağlıyordu ve ben onun canının yandığını sanarak korkuyla önüme dönecek olduğumda ve bunu yaptığımda, oğlumun ilk anda bana değil, Hoseok'a bakarak ağladığını gördüm. Uzun zamandır onu babası biliyordu ve Jimin kollarının arasında debelenirken, "Baba," diyerek kollarını bize yetiştirmek ister gibi uzatarak içli içli ağlıyordu. Taehyung'un bize ve oğlumuza baktığını gördüm. Benimle göz göze bile gelmedi. Başını hafifçe eğerek bir şeyler söyledikten sonra Jimin'e doğru dudaklarını gülümser gibi açarak birkaç kelime etti. Eun'un o anda ortamı yumuşatma amacıyla Jimin ile ayrıldıklarını gördüğümde, "Kalabalık oğlumu çok huysuzlaştırıyor, biz onu sakin ve huzurlu bir ortama alıştırttık. Onun gibi minicik bir çocuk için geç oldu zaten," diyerek yanındaki insanlara şov yapıyor ve diken üstünde duran kaynanasına zarif bir gelin edasıyla rövanş yapmayı ihmal etmeden ortamdan ayrılıyordu. "Oğlumu yatağına yatırıp hemen gelirim annecim." Duramadım orada. Bir eli cebinde duran ve bunca acının selametine kayıtsız kalan Taehyung'a diyecek tek bir lafım bile yoktu. Gözlerim en büyük hayal kırıklığıma baktığında, Hoseok'un beni destekleyen kollarından ayrı kalmakta uzun sürmedi. "Oğlumun yanında olacağım, dönerim," diyerek konuşup yanından ayrıldığımda, onun da benimle bir gelmek istediğinin farkındaydım. Ancak daha kendim zor sahiplenebilirken aynı cesareti onun için gösteremezdim. Odama çıktığım gibi beni kapıda karşılayan oğlum oldu. Onu susturmaya çalışıyordu Jimin. Ama benim şifam, şifa buldu kollarıma asıldığı gibi. Düşünmeden edemedim o vakit. Kim bilir oğlumdan ayrı kaldığım o bir hafta boyunca ne büyük gözyaşları dökmüştür o. Her biri canhıraş her biri kesif bir yürek sekmesi. Bir an göğsümden hiç koparmayacakmışım gibi sarılmamda bu yüzdendi. Yüreğim oğlumu bağrımdan kaldırmaya el vermiyordu. Ama onu da kendimle bir sürüklemek değildi niyetim. "Sen beni çok mu özledin bebeğim," diyerek öptüm. Onun akıttığı her göz yaşı tanesi için sevdim. Onu sıkmaya başlayan üzerini değiştirirken ona ninniler söyledim. Oyun şarkılarıyla eşlik ettim. O bezi değiştirilmiş, biraz mama ve su ile midesini doyururken gerinmişti. Şimdi benden aldığı tüm ilgiyle huzur içindeydi. Oğlumun sesimi sevdiğimi ve ona şarkılar söylediğinde uyuyakalması, onun için durmaksızın şarkılar söyleme isteğime neden oluyordu. Onu güvenlimce yatağına yatırdım. Jimin köşede tüm süreç boyunca bizi sessizlikle izledi. O kadar çok sessizdi ki onun orada olduğunu Minjun'u yatağına yerleştirince fark ettim. Ona bakıp çok şey sormak istedim ama; Dostoyevski bazı şeylerin arkadaşlar dışında kimseye söylenmeyeceğini; bazı şeylerin arkadaşlara bile söylenmeyeceğini, bazı şeyleriyse insanın kendisine bile söylemediğini söylüyorken bunu yapamadım. Ama keder kapıyı kapayınca uzaklaşmazdı ki. "Aşağıda beni bekleyen biri var. Onu uğurladıktan hemen sonra geleceğim. Lütfen Jimin, seni ona emanet ederek ayrılırken tüm içtenliğinle bak ve kimsenin bu odaya girmesine izin verme. Anlıyorsun beni değil mi?" Ne demek istediğimi anlayarak yerinden kalktı. "Onun güvenliğini sen önemsediğin için değil, ona senin kadar çok değer verdiğim için bunu yapacağım. Sen de dikkatli ol. Farkında olmayabilirsin ya da bakışları kestirememiş de olabilirsin, ancak herkes senin kim olduğunu çok merak etti Jungkook. Dikkatli ve temkinli bir şekilde arkadaşına veda etmeni öneririm. Misal sana bir kaçış planı sunarken, daha az sesli konuşmasını önerebilirsin. En azından ağzını hemen açmadan önce." Kaşlarımı çatarak baktım. Pek bir şey demekte gelmedi içimden. O da bir cevap bulmayı umut ediyormuş gibi görünerek kafasını çevirerek diğer tarafa baktı. Bende oradan çıktım. Ama çıkacağım bu odadaki düşüncelerimle bir daha girdiğimde zihnimi oyalayacak düşünceler aynı olmayacaktı. Kesinlikle! Yazarın Ağzından Jungkook merdivenlerden düşünceli bir şekilde iniyordu. Jimin'in konuşmalar olduğunda kendisinden uzakta olduğuna emindi. Nasıl olurdu da bundan bu kadar emin olarak duymuş olabilirdi? Kafası karışıktı. Bu yüzden tam tersine çok dalgın bir şekilde asansörden inmek yerine merdivenlere yönelmiş, aslında bir nevi kendi zihninin savaşını kazanmaya yormuştu bedenini. Ama o neydi öyle, Jungkook ikinci katın holünden dönerek diğer merdivene geçecekken büyük bir kırılma sesi duydu. Koridor aşırı sessizdi ve ışıkların her biri açılmak yerine çaprazlamasına bir aydınlanmayla zarif bir loşluk kazandırılmıştı. Jungkook düşünceli bir şekilde yerinde durdu. Birilerin sevişmek için buraya girmeyeceğinden emindi. Bu eve gelen kimsenin bu evde bu tarz bir şey yapmak isteyecek çılgın dürtüleri yoktu. Onların heyecanlandığı şeyleri sadece para ve masumların kanları olarak görüyordu. Ama o sesi takip eden bir bağırma sesi de duydu. Bir kadın sesiydi. "Ne yapmaya çalışıyorsun sen?" diyen sesin sahibini nerede duyarsa duysun tanıyordu artık. O kadın Eun'du. Bu işte Jungkook'un ilgisini çekti. Çünkü sesler yoksunlaştı. Jungkook etrafa kısaca baktı. Bugün kameraların yanındaki kırmızı ışıklar yanıp sönmüyordu. Eminim aşağıdaki siyasetçilerden ötürüydü bu. Jungkook kimseye görünmeyeceğine inanarak sol tarafın kanadında kalan koridorda sakince yürüdü. Sesin ana merkezini bulmaya çalışırken olduğundan fazla sessizdi. O kadının cırtlak sesini duymayı beklerken, abisininkini duymuştu. "O adam bana ölü değil, canlı lazım. Tüm bu saçmalıklara rağmen kafasına sıkmıyorsam, daha anlaşmalara onay vermediği için." Seokjin'in öfkeyle kızarmış olan sesine karışıyordu Eun'un ben dedim diyerek başlayanlarca isyanı. "Bunun böyle olacağını sana söyledim. O çocuk buraya gelmemeliydi. Senin yüzünden bunu yaptı. Dikkatini dağıtıyor, onu zayıf kılıyor." "Tüm amaç da bu ya!" Jungkook çok iyi anlıyordu. Konu kendisinden olduğunu. Taehyung'un onu buraya takıntısından ve bencilliğinden getirdiğini bu sözü duymadan önce emindi. Ancak şimdi kafası karışıyor ve bocalıyordu. Bu iki kardeş arasında ne oluyordu? Bu rızasız yaşadığı hayatın kimlerin parmak izleri vardı? Kendisinin sandığı hayatının üzerinde kaç göz vardı da kendisini bu denli büyük ıstıraplara çekiyordu her biri. "Yanlış yapıyorsun..." diyen Eun'un sesi alçalıp yükseliyordu. Jungkook onun kapalı olan yerin içinde gidip gelmeye başladığını tahmin edebiliyordu. "Biz bir anlaşma yaptık seninle. Ve sen kafana estiği gibi davranıyorsun." Ama karşısındaki adam her daim aynı güçte çıkan sesle olduğu yerde duruyordu. "Senin kafan o kadar çalışmaz kardeşim. Sen beni sorgulama olur mu?" diye böbürlenirken özellikle. "Ben Taehyung'u değil, Minjun'u istiyorum. Anlaşmamız bu şekilde. Anlaşmamız bittiğinde herkes istediğini almış olur. Sen babamı devirip aile şirketlerimizin başına geçersin. Bende oğlumla uzaklarda olurum." "Ama bundan önce Taehyung'u toparlaman lazım. Bana ruh hastası bir ucube gerekmiyor. Her şey bittiğinde akli dengesi yerinde olmalı ki tüm suçu onun üzerine atarak kodese tıkabileyim. Anlıyor musun? Kocanı elinde tutamadın, çocuğu kendin yapmış olsaydın bunlarla uğraşmış bile olmayacaktık. Her şeyde senin suçun var. O adam onu kullanabilmemiz için burada. Taehyung'u ona silah uzatarak tehdit etmek kolay. Birçok yemi de bu sayede yutuyor ya..." "Bilmiyorum. Bir anda garip davranmaya başladı. Bir şeyler planlıyor olabilir mi?" Eun'un o mırıldanışını Jungkook güçlükle duyabildi. Biraz daha duymak için yanaşacak olursa, varlığı iki kurnaz kardeş tarafından fark edilecekti. "Ne geçiyor o kafanda?" diyen Seokjin'in, sorusuna aynı ilgili beklentiyle olduğu yerde dikeldi Jungkook. "Korumalar yukarıda bana atak geçirdiğini söyledi." Jungkook hafifçe kaşlarını çattı. Taehyung onun gözünde çok sağlam ve hiç etkilenmiş görünmemişti oysaki. "Banyodaki aynayı da parçalamış eliyle. Kayınvalidem durama el attı ama ne olduysa artık, öğrendiğimde durumunu yanına gidecektim ne olup bittiğini öğrenmek için. Ancak buna gerek kalmadan yanına geldiğimde, buz gibiydi. Gülümsüyordu ve bu bana karşı suratsız olmasından ya da beni boğazlamaya kalkmasından daha çok rahatsız etti beni. O çocuğun peşinden gitmişti en son. Bir şey söyledi ona muhakkak. Bunun ne olduğunu öğrenmeliyiz. Belki işimize yarar bir bilgidir." Jungkook yüzünü buruşturdu. Ölen kızlarının üzerinden bile amaç güdebileceklerine inan bu iki insandan ölesiye midesi bulanıyordu. "Bunun üstünde dur. Bence çok önemli bir şey olmalı. Onu durdurmuş. Krizini durdurmuş." Jungkook sertçe yutkundu. Ne yapacağını daha çok bilmiyordu. Nasıl davranmalıydı? Korkuyordu. Bu kalplerde merhamet yoktu. Ama, "Taehyung artık bana güvenmiyor. Bir şeyini anlatmaz. Senin yüzünden de olsa benimle aynı odada kalmıyor. Biliyorsun. Acaba onu boşanacağım diye avutup kandırmaya başlamam işe yarar mı? en azından imzaları atması için tehdit ederiz," dediği kapının ardındaki bedeni alaşağı etti gözleriyle sanki. O zaman dedi içinden; En başından biliyordu. Taehyung yalan söylemiyordu bana ama tamamen her şeyi söylediği de söylenemezdi. Beni seviyordu, ama arada eksik ve yanlış anlaşılacak çok şey vardı. En başında bana söylenmiş büyük bir yalan söz konusuydu. "Buna inanacak kadar da aptal değil. O sözleşmenin bozulması için ikinizden birinin deli olması lazım. İkinizde ruh hastasısınız. Tescillenmesi ne büyük ziyan doğrusu. Hükmedeceğim gücün altında eziklik yatacak. Ve insanlar bazı şeyleri kolay kolay unutmaz." "Biz deliyiz belki ama sen hyung, babamın yüz karası olmaya başladın. Namjoon hyung senden daha önde. Belki de ondan yardım istemeliydim, eminim o daha kesin ve net çözümler bulur ve bizi bu kadar oyalamazdı." İki kardeşin has gerginliğini çözmüştü Jungkook. Şimdi öğrendikleriyle daha da karamsar ve bir o kadar da hafiflemiş gibiydi. Kararsız gözlerle kapıya baktı. Küçük hakaret içerikli söz atışmaları vardı ve burada yeterince oyalanmış, onların da çıkabileceklerini hesap ederek oradan usulca ayrılmıştı. Jungkook alenen ağzı açık bir şekilde dinledikleri şeylerden sonra seslerin kafasında yarattıklarıyla dumura uğramış ve kafasından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Tepkisiz tutmaya özen gösterdiği bir yüzle inmesi gereken iki katı indiğinde saatten bir haber olacak ki, konukların birazı azalmıştı. Hoseok'u bulması kolay olmadı. Olduğu yerde duruyor ve arkadaşlarıyla mesajlaşıyordu. Jungkook'un geldiğini hisseder gibi kafasını kaldırdı. Ama gördüğü yüzden memnun olmayacak olsa gerek hemen anlayarak yanına geldi. Lakin Jungkook ondan hızlı davrandı. "Seni epey beklettim. Ben iyiyim. İyi olmanın yolunu kendim bulacağım, sen eve güvenli bir şekilde dön. Daha sonrasında sizi arayacağım. En azından görüşmeye çalışacağım. Olur mu?" "Sözünü dinleyeceğim, anladım çünkü seni." Hoseok bu konuda ısrar etmediği için şükretti. Beş dakikalık kapıda yolcu etmesiyle arkasını döndüğünde, tek istediği bu korunaksız evdeki döküntülerin üzerine çullanmadan öncesinde oğluna sarılıp kendine gelmesiydi. Başı daha şimdiden felaket ağrıyordu. İnme inmiş göz kapakları ama bir şeyi iyi seçiyordu. Kapıda duran kendisini buruk bir yüzle izleyen Taehyung'u. Ama fark edildiğini anladığında elini cebinde tutarak arkasını dönmesini ve içeriye yeniden girmesiyle son buluyordu. Oysa bilmeseydi o öpüp kokladığı ellerinin canına kıyıyor olduğunu, sinir olurdu, ancak şimdi ezildiğiyle asılmış yüzünü sıkıyor ve öylece gidiyordu. Oğlunun yanına. Bazı gerçekler, daha öncesinde söylenmiş yalanların üzerlerini öylece kapatacak değillerdi ya onun için. O yaşanan gecenin ardından günler öylece akıp gidiyordu. Sessiz ve açıkçası Jungkook'u bile şüpheye düşmesine sebep olacak kadar çok da sakindi. Tüm vaktini odada yeni kelimeleri öğretmeye çalıştığı oğluyla geçiriyor, oyun oynuyor, uyuyor, dışarıyı seyrediyorlardı. Ne kadar garip bir hapis hayatı. Boğucu oluyordu bazen. O da sadece kendisi ile baş başa kaldığı zamanlardı. Jimin'in bile yanlarında olmadığı o gece vakitleriydi en çok. Annesiyle ve babasıyla konuşmayı ihmal etmedi bir süre. Fakat babasının inatla eşi sandığı Taehyung'u sorması da ruhunu eziyordu. Çünkü kendisi de bilmiyordu. Onu o geceden sonra hiç görmemişti. Oğlunu bile görmemişti. Oysa diğer kaldığı günlerde en azından birkaç saat de olsa Jimin aracılığıyla oğlunu yanına alır ve sevip okşayarak kendisine gönderirdi. Bu nedenle evde olup olmadığından bile emin değildi. Neredeydi? Bizi koruması gerekmez miydi? Ya da söz vereceğini söylemesi... Buna alıştığındandır. Belki de acı verse de karşısına dikildiğinde oluşan o sızılı güvenin diyeti buydu, hissettiklerinin aksine. Bundan ötürü ertesi gün Minjun'u güzelce yıkayıp üzerini değiştirdi ve minik oğlunun saçlarını nazikçe taradı. Oğlunun bu konuda inatçı olmayışı ve güzel olmayı önemsediğini fark etti. Dudaklarında bir buse vardı. "Git gide babana benziyorsun, al yanakların dışında sana neyimi bıraktığımı çok merak ediyorum. Umarım sen asla sevdiğin kişinin kalbini kırmaya çalışan bir çocuk olmazsın." Alnını öptü. "Tanrım seni tüm kötülüklerden esirgesin bal porsuğum." Sonrasında önüne logo oyuncaklarını dizdi. Poposunun üstündeyken onların dizilişini izlerken, kendilerini her zamanki gibi köşede izleyen Jimin'e baktı usul usul. Bir an ona da içerledi. Neden hayatını yaşamak yerine böylesine bir görev edindi kendisine. En az yaşadığı tutsaklık kadar o da kendisiyle birdi burada. Ailesinden bahseder dururdu ara sıra ve emin değildi varlıklarında. İnkâr edemiyordu Jungkook, Jimin'in boşluğa daldığında kederli bir yüzü vardı. Onun bir sıkıntısı olduğunun farkındaydı ama sorarak ne amaçladığından emin değildi? Hoş gerçeği söyler miydi ona? Emin değildi. Bunun yerine çocuğunun oyuncağını eline alıp sıktı, Minjun'la birlikte yumuşak halının üzerine oturmuştu. "O evde değil mi?" diye sordu amansızca. Ama bunu sorarken bile gerildi. "Bir yere mi gitti?" "Taehyung Bey mi?" dedi Jimin bilerek. Adını kullanmayışına en az Taehyung kadar alınmış gibi. Jungkook ters bakışlarını ona kaldırdı. Bir cevap verir gibi. "Evdeler," dedi ve saatini kontrol etti. "Bir saatten fazlaca bir süredir evde hatta kendisi." Jungkook daha çok çattı kaşlarını. "Tüm hafta boyunca mı yoksa daha yeni mi evde?" diye sordu, anlamaya çalışıyordu bazı şeyleri. Jimin onun aslen ne öğrenmeye çalıştığını düşündü kısaca. "Evet, kendisinin bu hafta yurtdışı gibi bir programı yoktu." Jungkook oğluna baktı. Tüm buradaki eziyetinin başlangıç sebebi bu değil miydi? En azından kendisine söylenmiş olan sözler o şekilde olmamış mıydı? Bu kadar azabın yanında oğlunu bile görmüyordu. Kafasını kaldırdı. Jimin onun için bir yardakçı konumundaydı. Taehyung hakkında çoğu şeyi net bir şekilde konuşabildiğinden bu yargıya varmıştı. Bir çalışan olmak için fazla özellerindelerdi. "Ve oğlunu hiç görmek istemedi öyle mi? oğlu hemen yanı başındayken onu görme tenezzülünde bile bulunmadı öyle mi?" diye söylendi. Jimin'in gözlerinin içine baktı. "Madem oğlundan ayrı kalmayı başarabiliyordu, niçin oğlumu bu eve getirdi? Beni de bir bu ateşe sürükledi. Ben oğlum için her şeyi yapıyorum, sırf yanımda olsun diye ve o bunu bile yapamıyor mu şimdi, üstelik burnunun dibindeyken?" Jimin olaylara onun gözünden baktığında elbette en haklı oydu. Ancak bazı şeyler arada eksik olduğu için patronunun daha da haksız gözükmesi ve buna sebep olan ailesinden ötürü, düzelmesini umduğu aralarının daha da kopmasına kayıtsız kalamıyordu. Daha fazla susamayacaktı. Burnunu sokmaması gereken konuların başındaydı ve burada nasıl tepki alacağını az çok kestirse de kendinden umulmayacak bir dinginlikle karşılık verdi Jungkook'un isyan dolu sorularına. "Oğlunu son ana kadar o da buraya getirmek istemedi." Söylediği gibi Jungkook'un alayla dudakları kıvrıldı. "Ama aile bunu öğrenince işler sarpa sardı tabi. Oğlunu sizden koparak canınızı yakacağını biliyordu ama sizin bir zaman sonra daha iyi olacağına dair bir sanrısı da vardı. Arkadaşınızı çok sevdiğinize emin olmuştu. En azından siz onu epey inandırmış görünüyorsunuz? O davet gününde bile." Jungkook tamamen elindeki oyuncağı bırakmış, Jimin'e kızarak konuşmuştu. "Burada suçlu olan ben miyim?" demişti. "Bu kadar şeyin olup bitmesinin gerçekten de sebebi ben miyim? Çok sevgili patronunu savunacağım diye bir de beni mi haksız çıkarmaya çalışıyorsun olan bitenlerden dolayı." "Ben bir suçu belirtmiyorum. Anlıyorum da sizi." Jungkook'un tam aksine tane taneydi ama şimdi bu duruma sabrı kalmamış gibi tavır değiştirmiş, iç sesini dışa vurmayı tercih etmişti. "Ama her şeyin bir yumak gibi karıştıran da sizsiniz. İkinize de bazen katlanmak o kadar zor ki! İki yetişkin insansınız sözde. Fakat bir araya gelip birbirinizi sözlerinizle deşmek dışında kullanmayı da beceremiyorsunuz ağızlarınızı. Benim suçladığım şeyler sizin sürekli birbirinizi yanlış anlamanız. Taehyung Bey kızarsa da kızsın artık. Size köpek gibi aşık. Bunu inkâr ederek bir şeyleri yoluna koyma çalıştıkça daha çok batırıyor." Jungkook'un kendisini dinlediğini farkında olarak hortlayan duygularını bastırdı. Amaç kavga değildi, hiçbir zaman öyle olmamıştı. O nedenle o da en nihai anlaşılma isteğiyle ve Jungkook'un ettiği sözlerle veya tam tersiyle nasıl büyük sorunlar ortaya çıktığını ya da buna vesile olmaya başladığını anlamasını temenni ederek durumun asıl sebebini izah etti. "Oğlunu bile görmeye gelmiyor, doğru, burnunun dibindeyken bile. Çünkü kendisi; sevdiği herkesin ölmeye mahkûm olduğuna inanmış durumda. Kızının ölümüyle ilgili onu suçlamışsın sanırsam. Onu bulduğumda ne haldeydi haberiniz var mı? Hamile olduğunuzu gördüğü andan beri o bebeği kendisinden olduğundan emin olarak seviyordu. Size olan sevgisini tüm aile halkı biliyor. Orası ayrı tabi. Ancak varlığını bile bir başkasından olduğuna inandığı acıyla sizin ona yaşattığınız acı aynı. Bazı yerlerde durmanız gerek. Hata yaptığını inkâr etmiyorum. Bu konuda asla affetmeyin, bu sizin bileceğiniz iş. Ama kızını öldürmüş olmakla da suçlamayın. Daha hastanede kendinize geldiğiniz gibi gitmiş olmasaydınız, doktorunuzda herhangi bir kontrolünüzde gidecek olduğunuzda bebeği almak zorunda olduklarını söyleyecekti. Üzgünüm ama bebeğiniz bu dünyanın yaşam mücadelesini kaldıramayacak kadar kalbi eksikti. Taehyung Bey bunu zaten siz hastaneye yatırıldığınız anda öğrenerek yanınıza geldi. Sizi ziyaret etti. Görmüyorsunuz ama o sizi sürekli gözetiyor. Aynısı siz Busan'a gittiğinizde de oldu. Çok üzgün olduğunuzu bildiği için Minjun'u yanınıza getirdi. Tutunacak bir şeyinizin kalmadığından ve kendinize zarar vermesinden korktu. Ancak sonra şey oldu... tehdit edildi. Sizin üzerinizden. Dışarda sizi yok etmeleri çok kolaydı. Ama bunu burada öylece yapmaları çok zor. Siz bu yüzden buradasınız. Taehyung Bey'in size olan takıntısı ve inadı yüzünden değil yani." Jungkook, emin oldu. Taehyung onu bir çalışanı gibi değil, dostu olarak içini açıyordu. Çünkü aralarında geçen çoğu konuşmalardan bahsetmiş olmalıydı. Ki bundan bir hafta öncesinde kardeşlerin arasındaki diyalogda az çok belliydi. Taehyung'un zayıflığıydı. Ve o zayıflığı yüzünden şimdi oğlunun canı tehlikedeydi. Kendisinden geçmişti. Nasıl olacaktı bilmiyordu ama duyduğu bu sözler öylesine susturmuştu ki kendisini bir şey diyemedi. Ayağa kalkarak pencereye gitti. Açarak kafasını dışarıya doğru uzattı. Ciğerlerine serin havanın çetinliği nüfuz ediyordu. Şimdi fokurdayan düşünceleri daha sızılıydı ama kestiği yeri dikkat eder gibi aynı şiddetle çarpmaya devam ediyordu. Kalbinde panik vardı. Dışarıda ise onlara bu hapiste olduğuna ikna eden korumaları. Şehrin özgürlüğü birkaç kilometre ötesinde kalmış gibiydi. Ufukta beliren, gri kümelerce birikmiş güneşin son vedasını izledi. Her şey son olmaya ve yeniden var olmaya bu denli mahkûm ederken, geleceğimi daha ne kadar bir başkasının vereceği kararlar doğrultusunda hükmettirebilirim ki? Bir şeyler yapmalıyım. Bunun yolu Taehyung ile yapacağım iş birliğinden mi geçiyordu? Ama nasıl, burada kapana sıkıştım ve nasıl bir yardımım dokunabilirdi. Herkes oğluma olan düşkünlüğümü bilerek beni tehdit edebilecekken onlara nasıl dur diyeceğim? Ama insanın savaşmadan önce, neyle savaşacağını bilmesi gerekirdi öyle değil mi? Bu cevapları artık ona dürüstçe verecek biri olmalı? Ne yazık ki o tüm cevaplar, kalbini hunharca kıran çocuğunun babasından başka kimse değildi. Onu affedip affetmemek zamana kalmışken, daha fazla kendi zamanından çalınmış olanlara boyun eğmeyecekti. En azından Taehyung'a zayıf olmaması gerektiğini sakin bir dille söyleyebilirdi. Ona tamamen inanmış değildi ama ona tamamen güvenmemeyi de seçemezdi. Ondan daha tehlikeli insanları kendi gözleriyle görmüşken üstelik. Bir karara vardı. Yüreğinin sesini ilk ruhuna, ardından beynine razı getirdi. Bununla çektiği temiz havayı kesip pencereyi örttü. Gözlerini sakince kapayıp açarak, Minjun'un yanına çömelmiş olan Jimin'e doğru döndü. "Şimdi o nerede?" diye sordu tıkanmış sesiyle. Jimin'in gözlerindeki umudun ışığı hemen dikkatini çekmişti Jungkook. İçi bir garip olsa da üzerinde durmadı. "Koridorun sonundaki çalışma odasında yatıp kalktığını biliyorsunuz." Dediğinde adımlarını aceleyle o tarafa yönlendirmeye hazırdı. "Tamam, sen," diyerek Minjun'a baktığında, daha lafını bitiremeden Jimin onun ne demek istediğini anlayarak sorusunu yanıtladı. "Minjunla ilgileneceğim." Sadece kafasını sallayarak çıkacaktı Jungkook. Ancak ismiyle seslenilmesi yüzünden, açmak için tuttuğu kapının kulpunda asılı kalan eliyle arkasına hafifçe döndü. Jimin'in gözlerindeki hüznü işledi gözleri ve bu kadar aynı hissettirdi ki, yutkunamadı. "Jungkook, ben senin düşmanın değilim. Buna ne kadar inanırsın bilmiyorum ama evlat acısını iyi bilirim. Sadece izin verme olur mu? En güvenmen gerektiği zamanlarda sırt çevirme ona. O kötü biri değil ama kötü olacak, olursa her şeyin iyi olacağına inanmış durumda... Onun da aynı şeyi yaşamasına izin verme. Oğlunu da burada büyümesine izin verme. Kurtar kendini buradan. Birlik olun ve kurtarın kendinizi buradan, lütfen." Jungkook aldığı yalvarış dolu tavsiyelerle bir çıkarken aklında dolandı, onun da bu denli büyük bir acıyla kendisine yoldaş olduğunu nereden bilebilirdi ki? İnsan çoğu sırları dilinde değil de gözlerinde saklarmış, şimdi anlıyordu. Minjun'a olan düşkünlüğünü ve ona olan yorulmak bilmeksizin olan ilgisini. İçi sızladı. Sonrası çıktığı koridorsun sonundaki kapalı kapaya bakarken de sızı daha da büyüdü. Adımlarını oraya taşırmak için güçbela ilerletti. Oysa ne güzel giderdi ona, ona gidecek yollar ne güzeldi bir zamanlar. Taehyung'un kendisinden gittiği yollara bakarken bile ona giderdi aslında. Şimdinde hal kalmamış, zaman onu bitap etmişti. Bedeni sağdı, ancak daha önce hiç bu kadar güçten düşmemiş ve yorgun hissetmemişti kendisini. Ama kaçış yoktu. En azından bu yüzleşmeden. Çünkü kaçması gereken kişinin Taehyung olmadığının farkındaydı. Ya onunla ya da onsuz kaçmalıydı, bu evden. Bu ailenin her bir bireyinden. Kapıyı tıklattı. O kadar çok sıkmıştı ki ellerini, avuçlarındaki izlerin acısını hissetti. Dişleri çatılıyordu, cevap gelmeyen her saniye için. Bu nedenle bir kez daha çaldı, oysa onlar için mahrem örtüsü mü var idi? Lakin sınırlar aralarında öyle keskindi ki, Jungkook, ses gelmedikçe açmamaya pek hevesliydi. Çünkü cesareti bundan ötesiye geçerse, sanki daha çok kötü olacak korkusu yaşıyordu. Tam aksine şeyler olabilecekken. Ancak sabır bir yere kadardı, Jungkook son birkaç dakika içinde beş kez vurduğu kapının açılmamasına sinir olarak kapıyı açmış ve kilitli olmadığını anlayarak içeriye girmişti. Odanın ağır sigara kokusuna budandığını ve günün solan ışığı haricinde hiçbir ışık görememesiyle kasvete boğulmuş olmasıyla içeriye girdi. Eğer havayı bu kadar köz koku sarmamış olsaydı, onun için burada yok derdi. Ama kapıyı kapattığında, nerede olduğunu göremediği Taehyung'tan bir ses işitti. Çok yorgun ve bıkkın duyuluyordu sesi. "Jimin sana en son beni rahat bırakmanı söylemiştim." Jungkook o sesin, balkon kapısının köşesinden geldiğini fark etti. Ama hemen bir çaprazında büyük derili koltuk vardı. Çalışma masası ve diğer tüm dolu duvar boyu raflar orayı önemsiz bir kör noktaya çevirmişti. Orada yerde oturduğunun farkındaydı ve adımlarını biraz olsun kendisinden emin atarken, kendisini toparlamasını ve ayağa kalkmasını bekliyordu. Ama durum tam aksiydi. Onun yerini odayı saran duman silsilesine katılmak isteyen bir çakmağın sesi ve süzülen gri buhurdanlıktı. Jungkook ona kızmak istedi. Bu kadar çok içmeye başlamasından nefret etti. Verdiği değeri kendisinden bu kadar uzaklaştırmasından da. Bu nedenle ona bakmadan ilk yaptığı o tarafa geçip balkonun kapısını açarak ona dönmek olmuştu. Ama gördüğüyle nefesi paramparça döküldü ağzından. Önünde kül tablasını dolduran sigarasından taşan yeni sigarasıyla, dağılmış üst başıyla, elinde elliden fazla duran sert kalıntılardı onu bunca bitkin gösteren. Telefonlarından çekildikleri fotoğrafları vardı. Elinde asılı kalan, pikniktelerken kucağında oğlu varken ikisinin sadece çekilmiş oldukları resimdi bu. Ve o yarası halen sarılı halde duran sargılı eliyle yapıyordu bunu. Taehyung'un az öncesinde ağladığı belli oluyordu, gömleğinin yakalarında nemlilikler vardı. Sinirle baktığı gözlerini kendisine kaldırıp, şaşkınlığa, ardından mahcubiyetle kıvırdığı göz kıvrımlarını elindekilere düşürmesi vardı. Sanki büzülebilse, bunu yapacaktı. Omurgalarının arasına kalıplı bedenini sığdıracaktı. Jungkook onu bu halde bir daha görmemeyi dilediğini bile fark etmedi. Sadece nefesini geri alamıyordu. "Gözlerime bak," dedi, sesini bulmaya çalışırken. Oysa Taehyung'un elinden tutup onu ayağa kaldırmak istiyordu. Ancak Taehyung değil ona elini değdirmeyi, daha gözlerini değdiremiyordu. "Gözlerin eyvahlarımı bunca zaman sonra dile getirirken, gözlerime bak deme daha sonrasında bana. Gözlerine bakamıyorsam, senin bende kalan ömrün uzun olsun diyedir. Benim nazarım sana en başında değdi, daha fazlası seni de canından eder diye korkarım. Benim sevgim zehirli, senin de ifade ettiğin gibi. Bende bunu yapıyorum. Seni ve oğlumuzu sevmemeye çalışıyorum. Bir aile fotoğrafında duran, silinmek üzere olan birinden bir farkımda kalmadı zaten." Jungkook bu enkazın sebebi olduğunun farkındaydı. Onu zaten hep böyle görmeyi istememiş miydi? Zaten kızlarını itiraf ettiğinde de canına tak ettiğinden söylememiş miydi? Niye bundan dolayı o kadar mutsuz olmuş, yüz çevirmişti Taehyung'a? "Bunu en başında yapman gerekiyordu," dedi, demek istediklerinin aksine. "Şimdi ne kadar döksen de acını bana Taehyung, yaşadıklarımız değişmeyecek. Biz acı içinde kalacağız. Hep pişmanlıkla anacağız yaşadıklarımızı." "Sen anacaksın, ben değil." Diye çıkıştı Taehyung. Sesi titriyordu. Yaşarken, yaşamasına bunca vakit izin verdikleri o güzel anıları nasıl hiçe sayardı Jungkook? Bununla ona bakmaya doyamadığı gözlerini çıkardığında, sendeliyordu. Ayağa kalkmaya çalıştığında, Jungkook ona bir adım müsaade edilecek yer tanıdı. Balkonun açık kapısından esen rüzgâr onu üşütmüyor, aksine kendisine getiriyordu. Hafif matah şekilde içtikleriyle kendisini onun önüne şimdi daha dürüst bir şekilde diziyordu. Elini kıyamadığına uzatırken, parmak uçları sızlıyordu. Onun beyaz teninde kendi teninin güzelliği şefkat bulmayalı epey zaman olmuştu. Ama Jungkook gelen dokunuşuna temkinli olacak ki kaşlarını çattığı anda büyük bir hüsranla çekti ellerine kendisine. "Senin pişmanım dediklerinle ben yaşadım bunca zaman. Kızacaksın belki bu dediğimle ama yemin ederim, yine aynı hayatı yaşamaya gelsem yine de seninle o yerde karşılaşmayı, tanışmayı ve yaşadıklarımızı yeniden yaşamayı dilerdim. İmkânım olabilseydi eğer, en başından tanırdım seni. Gecikmezdim." Dediğinde gülümsüyordu Taehyung, ağlarken. "Yaşamaya çalışıyorum şimdi de nefretinle. Çünkü seni kendimden kurtarabilmiş değilim. Ama Jungkook, inan bana ben senin nefretine bile razıyım." "Taehyung," dedi ve ne diyeceğini bilemedi. Ne konuşacağını unutmuş gibi bakıyordu. Aradığı bu değildi ama buldukları ise en kötüsünden biriydi. Taehyung saklıyordu kendisini bu odanın içinde, kalbini açıkça yüzüne taşıyordu ve onların nasıl kazanıyor olduklarını daha iyi görüyordu. "Yapma, böyle yapma." "Yapamıyorum ben Jungkook," dediğinde Taehyung, Jungkook'un dizlerinin dibine çöktü. Asılı kalmış bedenini onun gölgesinde kurutuyordu. Bir bahar gelsin diye ümit ediyordu. "Ben sensiz yapamıyorum. Seni üzdüğüm her an için o kadar acı içindeyim ki... kıyamadığım tek kişiyken şimdi... biraz olsun güçlü gözükmek için tüm saçmalıklara başvuruyorum. Ama benim senin önünde bir gururum yok. Benim senin yanında yas tutmaya bile hakkım yok. Bedel olduğum her gözyaşına kurban verecek bir şeyimde yok. Jungkook ne olursun... bana her şeyin yoluna gireceğini söyle, şuradan kendimi atmamak için zorlandığımda dayanağım olsun. Kızımı, acımızdan koruyamadım ama oğlum için yaparken bunu... beni isteyerek itme oradan. Ben zaten ölmüş olacağım." Jungkook dizlerinin üzerine kapanmış ve bastırdığı acısını kendisine sunan Taehyung'a doğru eğildi. Can buydu ya, alışmışlıkla sardı onu. Kendini kaybettiğinin farkındaydı. Kendisini saran dostları vardı, o hiç yalnız olmadı, ama Taehyung'un yapayalnız olduğunu biliyordu. Ve bu yüzden belki de en olmaması gerekenden yaklaştı ona. Eskisi gibi şefkatini verdi. Bu Taehyung'u sadece ayağa kaldırmayacaktı, onu yaşatacaktı hem de iliklerine kadar. Çünkü onu kollarıyla sardığında, kokusunu zehrine karıştırdığı adamın boynuna yaslayarak ağlarken, dayanmaktan pes etmişti. Tek güçlü görünmek için çabalayan o değildi. Jungkook'da bıkmıştı. Çocuklarının babasına ortak oluyordu. Aynı acıları çekiyorlardı, farklı sebeplerden. Halbuki Taehyung bu halde bile kendisine merhamet eden Jungkook'un kalbine daha çok ağlamıştı. O ait olduğu beline sarılı dururken elleri, şimdi kayıp bir ruhun mezarına dokunur gibiydi. İçleri titremişlerdi birbirlerine sıkıca sarılırlarken. "Kendinden vazgeçtin..." dediğinde Jungkook, ona sıkıca tutmaya devam etti. Ne acıydı doğrusu, canı yanıyordu iyileşirken. "Ama oğlumuzdan da geçmene izin vermem. İspatla bana bunu Taehyung? Bizi gerçekten sevdiğini ve bizi bu yazılı kaderinden çekip alabileceğini. Seni affedemiyorum ama bu seni halen sevdiğim gerçeğini de değiştirmiyor. Sen bizi bir kördüğüme attın ve şimdi öylece pes ederek bizi daha da perişan edemezsin. Ailesi için her şeyi yapabildiğine inandırmıştın beni, bir hayal kırıklığı da düşürme kalbime Taehyung, ne olursun." Taehyung ondan aldığı güçle derin bir nefes aldı. Ona biraz olsun inanıyordu, ailesini korumasını istiyordu. Taehyung bundan daha ne isteyebilirdi? Şifa istemeden ona şifa oluyordu Jungkook. Onu hak etmek dışında ne yapabilirdi? Başını usulca kaldırıp Jungkook'un gözlerinin içine derin derin bakarken, "Sana yemin ediyorum Jungkook, oğlumuzla hep beraber olacağına. Bedeli ne olursa olsun... Sen her şeye değersin. Senin şu yüzünden eksilen gamzelerin yeri yeniden var olsun diye tüm dünyayı yerinden oynatacağım. Yok olanı var edeceğim senin için. Sen yeter ki mutlu ol. Mutlu olduğunu göreyim ben," dedi ve Jungkook, garip bir şekilde ona inanırken buldu kendisini. Ona inandığını anladı. Bu duygu bile şimdi çorak ve her an patlamaya hazır evi daha güvenli hale getirdi. Güven vermek istercesine yüzüne bakarak tebessüm etti. Sonrasında ellerini onun bedeninden çekti. Ayağa kalkarken kendinden emindi. "Önce işe şu sigaralardan kurtularak başla ve dağılmış halini düzelterek de öyle... ardından oğlumuzu sevmeye gel. Sana baba demeyi öğrenmeli artık." Taehyung'un gözleri ışıl ışıldı sevdiğine bakarken. Aile oldukları günlere o kadar özlem doluydu ki heyecanla kalktı yerinden. Oğlunu sevecekti ama Jungkook'un gözünde tıpkı Minjun gibi bir hal aldı. Şefkati nasıl da onu ele geçirmişti öyle. Sarılmak şifa derlerdi ve insan bu yüzden kime sarılması gerektiğine dair dikkat etmelerini söylerlerdi. Jungkook aradığı şifasına sarılmıştı. Zehirde ondan ilaçta. Sonucu ise bir kumardı artık. "Geleceğim, ben, hemen." Sonrasında Taehyung telaşlandı. Yerde kalan yedek dolu paketi eline alarak hemen çöpe attı. "Birini hallettim bile." Dedi çarpık bir gülümseme ile. Bunları yaparken çekindiği gözlere hasret kalmışçasına bakmaya devam ediyordu. "Şimdi de duş alacağım ve oğlumuzun yanına geleceğim." "Aferin sana küçük çocuk," dedi, gülümsemek isteyen kaslarını sıkarak Jungkook. Oysa bunu yaparken beliren gamzelerinden bir habersizdi. Taehyung ise büyülenmiş gibi bakıyordu ona. Alamıyordu sevdiğinin yanaklarından bakışlarını. "Tanrı şahidim ki sen öyle güzel ve kusursuz yaratılmışsın ki Jungkook, tüm yaşadıklarımızın sebebini seni asla hak etmediğimden olduğuna eminim." Jungkook garipleşen havayla yutkundu. Gözlerini kaçırdı. "Minjun bayadır bensiz kaldı, gitmem lazım." Diyerek ortamdan uzaklaşarak kaçtı oradan bir nevi. Oysa koca bir enkazı tek bir tebessümüyle yerinden kaldırmıştı. Bundan haberi bile yoktu. Bölümün sonu. Ay sevdiniz mi bu bölümü, istediğim yerde bitiremedim, bende bir değişiklik yapıp en gerçek haliyle soft bir an yazdım, inşallah geçmiştir size de sizce onlar birbirine kavuşmayı geç de olsa hak ediyorlar mı? (o sırada benim kafada cirit atan entrikalar neyse neyse) Ben Nicotesy, en kısa sürede burada olacağım inşallah. tuttu mu tutmadı oynayalım, çünkü nasıl oynanıyor bilmiyorum, her yerde görüyorum sadece... |
0% |