@nicotesy
|
Selam ballarım, okuduğun hangi vakitse güzel bir gün geçirmeni dilerim. (Bölüm geç geldi çünkü bir haftadır ciddi anlamda söylüyorum çok hastaydım, genel olarak hiçbir yerde aktif değilim, gecikme sebebi bu oldu. ) Diğer bölümü severek sonlandırdım ve sizin için sınır koymama rağmen, küçücük de olsa yorumlarınızı eksilttiniz. Yani ne bileyim, halen hastayım ve son insani gücümle saat dörde gelirken bölümü tamamlayıp paylaşıyorum. Zaten wattpad nanay olmuş, insanın hevesi kalmamış vs...
İyi okumalar :)
... Sessiz sakin, için için bir ağlayıştı bu; gözyaşı akıtmadan, gönülden bir hıçkırış. ...
20. Bölüm: Sevgiyle küçüldüm, nefretimle büyüdüm. En nihayetinde gözlerinde öldüm. Ben küçülmüyorum, ben parça parça yok olarak bir bütünü doyuruyorum. Girişi olmayan cümlelere başlamak kolaydı tabii ki. Durumu izah etmek sanıldığından daha zordur. Küçücük bir tebessüm saçtı diye yüzümde, nasıl da kendimi yediğimden ve suçladığımdan bir haberdiniz siz. Özellikle manalar boyu bir karamsarlık içindeyken; ansızın, bir insana nedenli nedensiz umudu satabilmiş olmanın ve bu umuda kendine de inandırmanın garipliği söz konusu ise durum daha da zordu. Taehyung'un yanından ayrıldıktan hemen sonra odaya geçtiğimde elbette oğlumla ilgilenen Jimin ile karşılamıştım. Bir an için zihnimde bizden başkası yoktu. Bilmeme rağmen onu gördüğümde ufacık şaşırmış ve girizgahım çölümün ardında kaldığından kaçınmıştım, benden başkası bilmesin diye. Yüreğimde her şeyin yoluna gireceğine dair bir umudu sarıp saklamak istiyordum. Mümkün olabilirmiş gibi. Halbuki Jimin'in gözlerinin içi parlıyordu ve bu durum odadan çıkmadan önce yoktu. Bana karşı olan konuşması sert olmamıştı, ancak bencillik yapamayacağım kadar arada kaldığını belli edecek kadar da sitem doluydu. Aklımda sözlerinden dolayı birçok soru işareti bıraktığı gibi evlattan vurduğu kelimeleri kendisine bir adım daha yaklaşmamı sağladı? Mutluluklarımız belki değil ama acılarımız bizi diğer insanlarla bir ortak veya bir yandaş olmamızı sağlıyordu. Bunu Jimin ile daha rahat anlayabiliyordum. Başkalarını mühim bulmayanlar, bir gün kendilerini de mühim bulmayanlarla karşılaşacaklardır; fakat bu hakikat, onların mühim bulmamış olduklarının mühim olduğu manasına da gelmezdi. Jimin ile bunu karşılıklı anlamış, ne yaşandığı meçhul hafızasındaki senaryolara rağmen tek bir kelime dahil geçmeyerek kısa bir bakışma yaşamıştık. İşler yolunda gidiyormuş gibi görünüyordu. Hınzır bir tebessüm dudaklarının altında ezilmeye başlarken beni utandırmamak adına tek bir şey söylememiş olmasını görmezden gelerek yanlarına kadar ilerliyordum. Sanki biliyordu ve ona göre hareket ediyordu o da. Bu nedenle cıvık parmak uçlarım sarsılmadan yol alabiliyordu. Minjun'u yere sermiş olduğu oyuncak havuzunun içine bıraktı. Ceketini boynuna bir pelerin gibi asmış ve kendi aralarında bir oyun oynadıklarını göstermişti bana. Fakat oyun devam etmeyecekti, Jimin boynundaki ceketini yavaşça çözüp üzerine giyindi. Meşgul görünmeye çalışıyordu, en azından cebindeki telefonu çıkarırken ve sözlerine göre tutum sergilerken öyleydi en azından. "Sen geldiğine göre ben de şu ihmal ettiğim telefon görüşmesini yapabilirim," diyorken, aslında odadan bir an önce çıkmayı bahane etti. Şayet sadece saniyeler içinde odaya yeniden dönmüş olmasaydım, Taehyung'un aramızda geçen o ani yaklaşımı, benim için uzun zamandan sonra sert sayılacak bir yumuşaklıktı bu, ona haber verdiğini düşünecektim. Ancak değildi. Histi. Sandığımdan daha anlaşılır altıncı hisler. Açıkçası benim de Taehyung gelmeden öncesinde tertemiz düşünmeye ve bu adımımın bana ne kazandırıp ne kaybettiğini anlamaya, kabullenmeye ihtiyacım vardı. İtiraz etmemem veya tek bir kelime dahil etmeden aramızda, onu başımla onaylayarak gitmesine sessizce onay verme sebebim de bu olmuştu. Odada şimdi ben ve dünyam vardık. Dünyam havuz dolu oyuncaklarının içinde beni oyununa davet etmeye pek hevesli şekilde ellerini çırparak çağırırken, amansızca gözlerim dolarak gülümsedim ona. Onu her daim bu şekilde her şeyden habersiz kalmasını ve yaşıtında olan bir çocuk gibi büyümesini istiyordum. Oğlumun güzel kokan boynuna öpücükler dizdim vakit kaybetmeden. Onunla uğraşman bana zaman kavramını eğip büktürüyor olsa gerek, kapı çalındığında ertelenmiş gerginliğim beni çok ani yakalamış ve tüm bedenimin kaskatı kesilip çözülmesine neden olmuştu. Gelmesini söylerken aptal hezeyanım neredeyse hızla hızlanan ve alçalan nefesimde can bulmuş idi. O kapı sanki kalbimi de beraberinde gıcırdatır gibi yavaş yavaş aralanırken, nefesimi nefretime harcadığım bu adam; nefsimin pespaye halinden çok öteye bana bal çalmak ister gibi gülümseyerek içeriye girdiğinde, hoş geldi, dedim içimden. Hoş geldin diyemedim. Daha öncesinde gelen ve yakıp yıkılan bu evin geçidinde anca bir hoş gelirdi, giderdi de belki. O kadar griydi ki her şeyimiz. "Çok bekletmedim değil mi," dedi, sesini zar zor duydum. "Hani uyuyordur falan." Kendisini açığa çıkardığında, bizi oyun oynarken görmesine rağmen, "Hayır," deme gereksinimi duydum. Saçlarını çok fazla kurutmamıştı. Öyle olduğu zamanlarda elime havluyu alır, onun yumuşak saçlarını okşayarak kurulamaktan mutluluk duyardım. Gözlerim kısacık o anılar eşliğinde onun nemli saçlarına, aceleyle aldığı sıcak duşundan dolayı kızarmış yanaklarına daldı. Gözlerinin içi zaten kanlanmıştı. Yorgunluğu buradan belliydi ancak onun aksine dudaklarına sığınan o heyecanlı gülümseme, gözümde onun dinç kılıyordu. Siyah eşofman takımının içinde esmer tenine duyduğum gizden öte duran dudaklarının canlılığına yutkunarak bakmıştım. Kaşlarımı çatmış ve kendimi her şeyden uzaklaştırma isteğiyle boğuşup kalmıştım. Bize doğru gelirken, nane kokusunu da beraberinde getiriyordu. Tamamen sigara kokusundan arındığı için mutluydum. En azından onun için. "Kendimi çok gergin hissediyorum bu normal mi?" diyerek yanımıza çömeldiğinde, kısık solukları ondan önce yamacıma ulaşıyordu. Ona bakma isteğimi bastırmak istiyordum. Nerede olduğumuzu, ne şekilde olduğumuzu ve neler yaşadığımızı bir an için unutmuyordum. Ama o yanımda öylece dururken, üzerimize titreyerek gölgesini bırakırken öyle çok unutmak istiyordum ki her şeyi. Hiç yaşanmamış gibi. Biz hiç birbirimizi yaşamamışız gibi. "Neden ki?" dedim bir anda sessizliğimizi bölerek. Dilimin ucuna o senin oğlun demek gelse de eminim o da benim gibi tereddütte kalarak, ondan kaçıngan duran tavrıma başını eğmiş ve beni izlediğini belli eden çöl gözlerinin sıcak serabını öteye çekmişti. "Boş ver, ben en iyisi onu biraz seveyim." Yerimden sakince kalktım. Bu oyun havuzu iki yetişkin için fazla dardı. Onun oğlumuzla nasıl ilgilendiğini unutmaya yüz tutmuş hatıralarım varken, sağlıklı bir manzara görme dürtülerimle onlara en yakın duran tekli koltuğa oturarak kör bakışlarımı ikisine çevirdim. Minjun yanında olduğumun farkındaydı. Taehyung'un benim kalktığım yere çömelirken, sanki beni gücendirmek istemezmiş gibi bakarak gülümsedi. Ardından Taehyung'a gösterdi o güzel gülüşünü. Tombik ellerine hemen bir tane oyuncak arabasını sıkıştırdı. Onu Taehyung'a uzatırken, "Vın," diyor, motor sesi çıkararak kendisine aldığını kıyasla ona gösteriyordu. Taehyung o an çok içten minik bir kahkaha bıraktı. "Bir gün sana bunun gerçeğinden alacağım," diyerek yanaklarını okşarken, Minjun onu anlamış görünmüyordu. Ama iyi bir şey olduğuna kanaat getirmiş olacak ki oyuncak otobüsünü eline alarak, "Bu," diyerek ufak tefek cümlelerle istediğini göstermeye çalışıyordu. "Otobüs mü istiyorsun, oğlum?" O sahiplenmeye çalıştığı cümlenin ağırlığını Taehyung gibi hissettim. Onu tanımıyorum diyordum ya, inkardı, ben bana yalan söylemiş o hallerini tanımak istemiyordum. Çünkü çok sevdim, o adamı yemin ederim öyle çok sevdim ki, bu odadan çıktığında ve o aşağıdaki ailesine katıldığı anda yüzündeki alacak o ifadeler benim kâbusum olacaktı. Tanıdığımın tanımadığım insana dönüşünü kabullenememiş olmanın acısını yaşayacaktım hunharca. Oysa hep o böyle kalsaydı... Düşünme bunları Jungkook, düşünme. Sadece buradan sağ salim kaçabilmek için vermen gereken mücadeleyi ve bunun nasıl olacağına odaklan. "Öyle bakıp duracak mısın? Bize katılmak istemez misin?" diye sordu Taehyung, bana hafifçe dönmüştü. Düşüncelerimin arasında boğuşurken gözlerim onların üzerinde dalgınlaşmış ve sesinin ayarıyla buluşan gözlerimle irkilmiştim. Kirpiklerimi birkaç kez üst üste kırpıştırmak durumunda kaldım. Onlara uzaktan bile bakmak beni bu denli sarsmışken, çok yakında olup tam bir aile hissiyatı ile boğuşmak; bana gecesinde kendime bolca söyleneceğim bir uykusuzluk bahşedecekti. "Eğer öyle olursa tüm ilgisi bende olur," dedim kaçınarak. Ama aksine beni kendisine davet eden bir sevecenlikle oğlumuzu kucağına aldı oturduğu yerden. "Bence bunda bir sorun yok. Oğlum da ben de ilginin kimde olması gerektiğini biliyoruz demek ki." Kalbi tekledi. Bu kadar düz renklerle dizili sözlerin, gözlerimin içine bakarak en değerlimle bir beni inciye çevirircesine durmasının boşluğuna düşer gibi oldum. "Bunu yapma," diye fısıldadı dudaklarım. Ondan ziyade ona karşı nam salmış gönlümün kıvrımında aynı yangın tohumunu hissediyor olmaktan dolayı verdiğim çabaydı bu. "Ne dedin?" derken gözlerindeki bize dair umut, benden daha sert bir biçimde kendisini ele veriyordu. "Hiç," dedim. "Sadece bir hiç." Gözlerimi kaçırdım ve o da iç çekerek önüne döndü. Sınırlarımızın olacağını anlaması gerekiyordu. Daha çok çabalaması ve bizi gerçekten de önemsediğini görmek istiyordum. Bu sadece odanın içinde değil, bu odanın dışında da cesurca olabilmeliydi. Yine de... İkisine uzun uzun bakmak, her şeyi gerimde bırakmaya cesaret edeceğim kadar güzel bir manzaraydı. Şu kafamın içini öylesine huzursuz hissettiren iç sesim olmasaydı, bunu yaşanan en değerli anlar dosyamın baş ucuna koymaya yeltenebilirdim. Minjun, babasının gözünün altındaki benine dokunarak kendisini işaret ederken bana bakıyor ve dudaklarını o iki beyaz küçük dişlerini göstere göstere gülümsüyordu. Dünyayı keşfetmiş bir kâşifin saf mutluluğu vardı. Özellikle bana bunu göstermek isterken. Hiçbir anını kaçırmadan sadece onun yüzüne odaklanmıştım. Gözlerimin çiçeğine mutluluk kokum dadandı, o olmadan baharım da gelmez oldu. Onu da anladım. Ben oğlumla bir büyüyor olduğumu çok iyi anladım. "Baba, bak," derken, bana seslenirken kıpır kıpırken çok mutluydu. Taehyung'un kucağında uslu uslu duruyor, saçlarını bozuyor ve bazen öpüyordu. Taehyung diyemiyordu. "Taehyun," diyordu. Baba demeyi ona nasıl öğreteceğimi bilmiyordum. Bunu derken ağlamayacağımdan emin değildim çünkü. Ama eminim ki oğlum çok değil biraz daha büyüdüğünde, babasının kim olduğunu ben söylemesem de bilecekti. Taehyung'a olan benzerliği inkâr edilemeyecek kadar çoktu. Kim bilir, Taehyung'un küçüklüğüne dair bir resim görsem onun Minjun olduğunu bile söyleyebilirdim. Bazen bende o gülüşleri arasına karışmış, aralarına girmemek için çok zor durmuştum. Minjun kaşınan dişlerini babasının yanağına doğru saplarken, Taehyung'un ufak çığlığı şaşkınlıktan kaçınmaya dönerken, Minjun'un bu durumdan daha çok keyif alması ve ellerini saçlarına saplayıp daha çok kendisine çekmesiyle o da gülüyor ve razı geliyordu kaderine. "Oğlumuz beni yiyor Jungkook, kurtar beni!" dedi oyuncu bir sesle. Aldırış etmedim. "Bence babasının intikamını alıyor, uslu dur da seni daha çok ısırsın." Gülümsedi. Gayri rahat konuşan havamızın eskiye yönelik olduğu aşikardı. "Ben babasının beni ısırmasına alışkınım," diyorken, kaçamak gözleri çarpılmış yüzümde birkaç saniye oyalandıktan sonra oğlumuzu kucağında hoplatmasına ve ilgisini başka yöne çekmesiyle sonuçlandı. Oysa ben, ben de değildim birkaç dakika. Onlar sevgi dili geliştirirken aralarında, kapılmış gidiyordum. Neydi ve neye dönüyoruz dememek için zorluyordum bir şekilde kendimi. Bu anların hiç tükenmesini istemediğini fark ettim. O da Minjun'un oynayarak gülmekten dolayı yorulmuş olmasıydı. Taehyung her fırsatta onun saçlarını okşayıp, avuç içlerinden öpüyordu. Oğlumun benim gibi küçük ilgiler karşısında uyuyakalması, sonunda kendimden bir şeyleri bulabildiğimin göstergesiydi. Taehyung onun kucağında yaydığı sıcaklığı aynı benim yaptığım gibi gözlerini kapatarak hissediyordu. Huzurun yayıldığını izliyordum. Ama iç çekişleri ve pes eden omuzlarıyla gözlerini açması ve karşılıklı uzunca gözlerimizi birbirimize dikmemiz. Konuşmadık. Minjun uyanmasın diye değildi bu, birbirimizi bu yaratmış olduğumuz gerçek ama bir o kadar sahtelikle döşenmiş evin aurasından uyanmayalım diyeydi. Ama sonunda birinin pes edeceği bir savaştı ve ilk pes eden ben oldum. Oğlum için ayağa kalktım. O da beni taklit ederek ayağa kalktı. Beşiğinin örtüsünü açarak, Taehyung'un onu oraya nazikçe yatırmasını ve üzerini örterek, kulağına duyamayacağım şekilde fısıldayarak yanağını öpmesini izledim. Nedense, içimde yine o burukluk vardı. Bizi o evde, oğlumla bir başıma bırakıp gittiğinde yarattığı acıya tanıklık eder gibi oldum yeniden. Oysa o; hemen bir oda uzağımdaydı. Ama aynı kilometrelere tekabül ediyordu, belki de çok daha fazlasıydı. Bana dönerken ve gözlerimin içinde kendine bir yer ararken, kelimeler okşanıyordu dilinden. Minnet doluydu. "Teşekkür ederim Jungkook," diyerek dudakları kıvrıldı. Güçsüzdü. "Yine yaptın, hayatımı kurtardın. Bunu her defasında öyle normal yapıyorsun ki... bazen... neden bile bile bu yanlış yoldan sana geldiğimi anlamama sebep oluyorsun. Aynı takvimde yanlış günlerdeyiz. Ancak sen ilerlesen bile ben seni durup bekleyeceğim. Sen yol alacaksın, ben yine seni bekleyeceğim. Beni ezip geçecek olsan bile bir gün. Ben seni hep bekleyeceğim." Boş yere bekleme, demeye yeltendi dilim. Ama bastırdım kendimi. "Seninle aynı tarihleri bulduğumuzda, beni, o güne kadar gelmiş olan mücadelemden dolayı hüsrana uğratma yeter." Dedim ve anladı beni. Ne reddettim onu ne de onayladım. Sadece bir damla pişmanlığa ve ondan gelecek acıya tahammülüm kalmamıştı. Ona göre davransın, yanacak candan bir can daha o olmasın diye diledim. "Uğratmayacağım, bir daha değil. İyi akşamlar." Kocaman bir yükle, "İyi akşamlar," diyerek onun benden uzaklaşmasına razı geldim. Nedense beni öfkeden deliye çeviren bedeninin sadece parmak uçlarıma sürtünerek giden parmak uçlarına can verdim. Kasıtlı ya da kasıtsız yapmıştı bunu. Bir şekilde beni sarsmıştı. Öylece giderken ve derin bir nefesi iç çekmeyle bir kapıyı kapatırken bu yaşanmıştı. Onun tenine ten olduğumdan daha öncesinden, şimdi bir yumru gibi saklarım avuçlarımın içinde. Kendime yaptığım bu hayasız ayıbı örtercesine. Oysa ertesi akşama kadar düşüncelerim hep dünümde kalanlardan ibaret oluvermiştiler. Jimin ile daha normal sohbet eder olmuştum. Annemi durumlardan haberdar etmeyi ihmal etmemiş ve sık sık rahatsız olacakları bir durum yaşandı mı diye sorguya çekmiştim. Özellikle babamın sağlığı için endişe duyuyordum. O kadının bana savuşturduğu tehditler ve evin son iki gün içinde barındırdığı sessizlik tüyler ürperticiydi. Tek güzel yanı bu sabah Jimin'in büyük bir hediye paketiyle bir odaya gelmesi ve Taehyung'un gönderdiğini söylemesiydi. Oğlumuzun tamamen yaşına uygun gelmeyen büyüklükte bir otobüse benzer bir oyuncak alması iç çekmeme sebep oldu. Onu arayıp azarlamak gelse de içimden bunu yapmadım ve hevesini kırmadım. Minjun'un parlayan gözlerinden ötürü de ikna ettim kendimi, onu ellerimde tutarak minyatür otobüsün içinde vakit geçirmesini sağlayabilirdim. Bununla tek başına oynayabilmesi için önünde en az birkaç ayı daha vardı. Taehyung bir şekilde onun hayatında olmak istiyordu ama bunu maddiyata dökmeden yapması gerektiğini söyleyecektim fırsatını bulduğumda. Oğlumuzun şu anda tek ihtiyacı ebeveynlerinden alacak olduğu sevgi ve ilgiydi. Taehyung elbette o akşam çok kısa sürede olsa yanımıza uğradı. İşten yeni dönmüştü. Gözleri yine kanlıydı. Dilimin ucuna ona nasılsın demek düşse de "Her şey yolunda mı?" diye sormadan edemedim. "Olacak." Dedi güven verici bir güçle. "Bir haber bekliyorum. Birinden. Eğer o haber gelirse, sandığımdan daha çabuk bir kurtuluş söz konusu olacak." Ama bu kurtuluşun has sebebi evliliği miydi yoksa evliliğinden dolayı çekiyor olduğu akrabalığı mıydı bilmiyordum. "Dilerim güzel haberleri alırsın," dedim ılımlı bir şekilde. Kavga etmenin ikimize de bir faydası yoktu. Bazı şeyleri şu anda görmezden gelme sebebim, bunun burada sadece başımıza daha çok bela açacağı gerçeğini çok iyi anlamış olmamdan kaynaklıydı. Onu bu şekilde yüreklendiriyordum. Farkındaydım. Ancak bu bizi buradan çıkarmaya yetecek dinginliği ona sağlayacaksa buna razıydım. Yeter ki bu evden ve bu aileden tamamen uzaklaşmış olayım diyordum. Ya da sadece bastırmış olduğum duygularımı bu duruma karşılık perde çekerek gizliyordum. Her şey tamamen bir muammaydı. Fakat ertesi sabah, odamızda geçen sakin kahvaltımdan sonra olanlar oldu. Jimin yediklerimizi götürmek için çıktıktan kısa bir süre sonra kapıyı kilitleme ihtiyacı duymama gafletimden dolayı izinsizce açıldığında, duştan yeni çıkmış ve üzerimi ondan birkaç saniye önce değiştirerek odaya girmiştim. Minjun'u oyun havuzuna bırakmış, beş dakika içinde çok hızlı duş alarak çıkmıştım. İnsan evladı olunca, uzun saatler banyoda vakit geçirme lüksünü kaybediyordu tabi ki. Bu duruma minnettardım. Çünkü Seokjin'i görmek, zihnimde yankı bulan katil damgasından ötürü neredeyse beni korkuda dolayı kilitlenecek hale getirmişti. Ona doğru dönen ve katık gibi olduğu yerden duran bedenimi çözmek neredeyse çok büyük bir uğraş sonucu olabilmişti. "Selam, yeğenimi görmek için gelmiştim?" dedi çok rahat bir tavırla. Kapıyı gerisinde serbestçe bırakıp içeriye dalmış ve yüzüme bakarken o kadar eğlenir kalmıştı dudakları, sözlerine karşı hiçbir sempati duyulmuyordu. Duyulacak gibi değillerdi. "Tanrım, neden bana öyle bakıyorsun? Gözlerimdeki şu güzel parıltıları da bak, nasıl da kutsanmak isteyeceğim kadar çok öfke dolular." Hızlı düşünmek ve duruma göre hareket etmek zorundaydım. Buradaydı diyordum, çünkü Taehyung sahiden de bir şeyi yoluna koyuyordu ve onlarda bu durumun farkındalardı. O yüzden burada olmalıydı. Kafamı karıştırmak ve bunun hıncıyla Taehyung'a saldırmam için. Seokjin denilen adam gözümde kurnazca bakarken, bende oğlunu korumak isteyen bir baba olarak siper ettim gövdemi. Düşüncelerimi birbirine çatıştırmadan tek kaşımı kaldırarak, "Öyle mi dersiniz?" diyerek bir adım öne attım. Maksadım onun oğlumdan olabildiğince uzak bir mesafede kalmasıydı. "Öyle olmasını temenni ederim, senin için hayırlı olan bu çünkü." Kibirle kurduğu cümleleri ile gitmeye pek hevesli durmuyor, aksine rahatça bir yerde oturmanın derdinde biriymiş gibi koltukların konforuna odaklanarak yokluyor ve en sonunda bacaklarını rahatça açarak bana bakıyordu. Gözlerindeki bakış, ahlaksız ve bir o kadar da küçümseyiciydi. En nefret ettiklerim yer alırken, savaşın kızgınlığı gözlerimin içine bileniyor ve beni de ona karşı bir ayna gibi sunuyordu. "Yaa demek öyle, ya size bütün temennilerinizin boşa çıktığını söylesem." Kollarımı göğsümde kavuşturmuş, bir bacağımı öne doğru bırakarak dimdik bakmıştım. Başım dik duruyordum. Ancak onda bu omur yoktu. Aksine eğleniyor ve dudaklarını büzüyordu. İri dudaklarını bu alay için kıvırması sinirimi bozmuştu. Güzel görünen şeydeki kusurdu karakteri kesinlikle. "İşte bu yeğeninden daha çok ilgimi çeker." "Zaten ikimiz de maksadın bir çocuk sevgisi olmadığının farkındayızdır bence." Tek kaşını ilgiyle kaldırdı. İlgiyle öne doğru eğildi. "Neymiş benim maksadım Jungkook, biraz daha açmak ister misin konuyu? Umarım fazla detaylı olur? İnce işleri severim. Konuları yavaş yavaş açmayı ve bütünüyle soyup bırakmayı, ardından o manzarayı uzun uzun seyretmeyi severim. Şaheserlerim bu hayattaki en büyük zevkimdir." Midem burkuldu. Ama tok durmaya ve kusmamaya, yüzümü bu konuda öğürmemesi için zor zapt ettim. Onun kadar olmasa da "Çok belli ediyorsunuz, bana karşı olan tetikleyici arzularınızı efendim," diyerek kartlarımı açtım. O ise tamamen açmıştı. Tamda kendisinden beklenilecek şekilde. "Elde edilesi kolay olan her şey açıkça ifade edilmelidir. Aksi bir durum olsaydı emin ol konuşmaktan çok daha fazlasını yapmak zorunda kalırdım." Dilim yanağımın içini eziyordu. Ama bunu hemen sonlandırıp ellerimi serbest bıraktım. Beni alenen süzüyor olması umurumda olmayı bırakmıştı. Yapay bir histerikle duruyordum karşısında. Kalkanımı katmanlara ayırmıştım. Duygu selimden öncesinde beni aklen yenmemesi için aynı üslubu tutuyordum karşısında. "Sizce ben elde edilmesi kolay bir insan mıyım? Burada olmam size bu fikrimi aşındırdı? Aptal değiliz, gördüğüm kadarıyla siz de öyle değilsiniz. Her şeyin farkında olup yönetmeye çabalamanızdan, pekâlâ bu çok iyi anlaşılıyor." Böyle insanların en sevdiği pohpohlanmaydı. Buna düşmüş göründü. "Hım, başka nasıl övünçlerin olacak benim hakkımda merak ediyorum doğrusu." Diyerek gülümsüyor ve davetkar gözleri beni çözmeye çalışıyordu. Belki de çoktan çözmüştü. Sadece zarf atıyordu. "Biraz daha açık konuşursan, emin ol sana o kadar açık davranırım Jungkook." Onu kendi kulaklarımla duymuştum. Her şeye hakimdi. Burada aptalı oynayıp, bir bakıcıymışım gibi numara çekmeyecektim. Aptal değilse zaten hiçbir şey bilmese bile durumun zaten çok tuhaf olduğunu da farkına varırdı. Bende bilmiyorum, dürüstlükle karışık bir vaziyet içindeydim. Hırslıydım ve bu uğurda kazanç sağlayacak herhangi bir durum peşindeydim. Tıpkı karşımdaki bu avcı adam gibi. "Bu çocuğun benim olduğunu zaten biliyorsunuz. Taehyung'un beni kandırdığını da. Kardeşinize ihanet ettiğini de. Bu çok büyük bir ayıp." Diyerek kaşlarımın çatıklığını korudum. Dimdik bakarken, sahiplenici ve göğüs geren bir babanın mührü vardı yüreğimin üzerinde. "Ve ben sadece oğlumu korumak için geldim buralara kadar. Onun yanı, benim yanım olduğu için. Ama bir şey var, o şey sizin gözlerinizde de yer ediniyor. İntikam, hırs... elbette sizin bunu yapma amacınız bir başkadır tabii. Ancak benimki belli. Beni aptal yerine koymuş bir adamı, kendi aptallıkları için de boğulmasını diliyorum. Fakat burada böylece dururken ne yapabilirim bilemem. En azından onu duygusal anlamda yıpratabilirim diye düşünüyorum." Son sözlerimi kendi kendime konuşur gibi yaparken, onun duymak istedikleri dışında bir cümle kurmadığımın farkındaydım. Ama yemin ederim bundan birkaç gün öncesinde bu sözler benim zihnimi ele geçiren sözlerdi. Fakat, bir şeyler oldu işte. Taehyung'u eskisi kadar kendi ellerimle parçalayamayacak kadar yorulduğumu ve bir yandan da elimi tutmasa da elini hemen elimin yanında duruyor olmasını istedim. Bu nedenle tereddüt doluydum. Bir anda bu şekilde afişe edilmiş sözlerimde öyle. "Sen ciddisin, nedense hiç inandırıcı gelmiyorsun?" diyen adamı ikna etmek en büyük gayem değildi ancak bana yararı dokunacak bir hissiyata da sahiptim. Hırsın sonu her zaman hüsranla sonuçlanırdı çünkü. "Neden ciddi olmayayım ki? Bence tüm hikâyeyi enine boyuna biliyorsunuz. En azından kız kardeşiniz bu konuda çok hâkim olduğunu bana yeterince belli etti. Kendisi çok fazla duygusal krizlere kapılıp hata yapabilecek biri. Size de her şeyi anlattığına eminim. İstediğiniz Taehyung'u avuçlarınızın içine almak değil mi? Bunu ben yapabilirim. Kardeşiniz yapamaz bunu. Yapabilseydi eğer, bu ihanet zaten hiç gerçekleşmezdi." Söylediklerimden, bunu söyleyen kendimden çok kısa bir an tiksindim. Lakin bu adama başka ılımlı veya daha alçak sözlerle ifade edilecek hiçbir şey yoktu. "Bu konuda haklı olduğun su götürmez bir gerçek. Ama sana güvenmem lazım." Dediğinde, kalbim bu durum karşısında çok kısa bir an panikledi. Bunu sesime kadar ulaşmasına izin vermedim. Göze gözdü, kana kan olmaya niyetlendi, görebiliyordum. "İstediğiniz şekilde güveninizi test edebilirsiniz. Ancak benim de sizden istediğim bir şartım var?" Gözlerini devirdi. Çünkü bunca açıklamayı karşılıksız yapmadığımın o da farkındaydı. "Söyle bakalım?" diyerek elini buyur edercesine rastgele kaldırıp indirdi. "O ruh hastası kardeşinizi benden uzak tutun ve tüm bu olanlar bittiğinde, kısacası siz Taehyung'tan ne almak istiyorsanız... onu aldığınızda, ben de oğlumu alıp gitmek istiyorum. Bu aileden hiçbirini görmemek şartıyla." Heyecanla ayağa kalktı. Bana bakışları yumuşar gibi oldu. Sadece bir saniye sürdü bu. "Bu tutumunu sevdim çocuk, şimdi daha da ilgi çekicisin. Unutma ben bu aileden değilim, istediklerinin arasında benim görünmeme gibi bir olasılığım yok. Bunu şu anda iyi idrak etsen iyi olur." Sonrasında, "Şu yanınızda dolaşan süs köpeğini çağır, sana bir güven testi yapalım ve şu etkileyici konuşmanın içinin boş mu yoksa dolu mu olduğunu bir görelim? Zaman kaybından hoşlanmam. Senin bir zaman kaybı olup olmayacağına emin olmam lazım." Ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum bile. Saatini kontrol ederken neyi gözden geçirdiğini bile kavrayamıyordum. Akıllı görünen bir deliyle muhatap olduğumu anlıyordum. Ancak keşke bunu anlamakla kalmış olmasını dileyeceğimi de hiç bilmiyordum. Birkaç hızlı soluğumdan sonra elimi kavradı sabırsızca. Onu itemedim. Parmakları bileğimi sıkıca tutuyordu. Nasıl dikkat etti bilmiyorum ama kapıyı açmadan önce Jimin açmış, "Zamanlaman harika mantar adam," diyerek geniş omuzlarıyla onu itelerken beni de kendisiyle bir sürüklemişti. "Böyle yaparak neyi amaçlıyorsunuz?" diye sordum telaşla gerime bakarken. Jimin bana doğru geliyordu. Ama ona, "Minjun'u yalnız başına bırakma," diye uyarmak zorunda kaldım. En son ne olduğunu anlamayan gözlerle bize bakıyordu. Korkup ağlamasını ve yürümeye başlayan adımlarıyla düşe kalkarken başına bir iş getirmesinden dolayı onun hakkında endişelenmek istemiyordum. Ayakları o zaman duraksamak zorunda kaldı. Ama hemen telefonuna sarılarak bunu Taehyung'a da haber verdiğini de biliyordum. Çok gürültü çıkarmamaya çalışıyordum. Bizi asansör yerine merdivenlerden indirirken, bana bir şey yapamaz diye iç geçiriyordum. Bana bir şey kanıtlama çabasında olmalıydı muhakkak. Ya da düşünemeyeceğim bir erişimde duran kaosu. Emin değildim. En azından merdivenlere geldiğimizde bileğimi bırakmış ve sakince adımlar atmıştı. Bir eli cebindeyken, şimdi olabildiğince bir centilmen gibi davranıyordu. "Beni etkiliyorsun," dedi alakasız bir şekilde. Ondan birkaç basamak gerisinden geliyordum. Aşağıya doğru ilerliyor ve kafamın ağrımasına sebep oluyordu bu tavırları. "Beni etkilediğin kadar etkilemek istiyorum. Bunu daha önce kimse için yapmamıştım." Gülümseyerek baktığında ve göz kırptığında, yakışıklı olduğunun farkındaydı ama beni katiyen etkilemediğinin de farkındaydı. Ondan kurtulmanın zor olduğunu anladım ama bana güvenirse, bunun karşılığında umduğum sırlara ya da Taehyung'un bizi bu adamdan kurtaracak daha keskin çözümler bulmasını sağlayacağımdan emin değildim. Bu adam, bir anda bana bir mayın etkisi yaratmıştı. Birazdan da o patlamayı kendi gözlerimle görecektim. Çünkü giriş kapısını gören büyük merdiven girişinde durdu. "Asla ıskalamam," diyerek ufak bir ıslık çaldı. "Eun," diyerek kız kardeşinin alışveriş poşetleriyle yeni dışarıdan geldiği belli olan havasıyla kendisine bakması ve gülümsemesi samimiyet yaratmıyordu. Özellikle yanında duran bana bakarken. Alev sunuyordu. Onun yanında şu anda duran beni sorguluyordu huzursuzca. Hıncını benden alamadığından, köşede bekleyen hizmetli kızı azarlarcasına yanına çağırıp alışveriş poşetlerini kızın koluna attı. Kendinden emin bir şekilde tüm zarafetini göstererek saçını savurarak bize doğru gelirken, "Seninle konuşmamız gerek," diyen Seokjin, ödümü patlattı. Beni bu kadınla bir anlaşmaya tabi tutmayacaktı değil mi? Onu bu denli oğlumdan uzak tutmak için büyük bir efor sarfederken. Eun ise hiç sorgulamadı. Etrafına bir bakış attı. Seokjin, "Güvenli, merak etme," dedi. Anlayamadım da neden böyle dediklerini. Kız rahatça bize gelirken, merdivenlerde değildik. Merdivenin bir yukarı kıvrımına dönmeden önceki geniş parkesinde yan yana duruyorduk. Kollarımız birbirine geçmesin diye ondan kaçınıyordum ufak adımlarla. Eun ise gülümsüyordu, abisinin yanında duran bana özellikle. Topuklularının gıcırtısı tam tamına on beş adımdan sonra durduğunda, bir adım uzağımda olması ve kokusunun burnuma kadar sızması, nefretimden dolayı kusma isteğimi tetikliyordu. Bilhassa bana bakarken cüret etmesine müsamaha gösteremeyeceğim bir alayla bakıyorken. "Onu bu kadar hızlı avucuna aldın mı abi? Sana onun basit biri olduğunu söylemiştim." Seokjin ise aynı şekilde güldü. Bu iki şeytanın arasında alay konusu olduğumdan dolayı sinirle sürüklenmek yerine geri gitmeyi planladım ki; Seokjin, "Avucumda değil ama şimdi olacak," diyerek kardeşine baktığında, kardeşi merakla ona döndüğünde olanlar oldu. Seokjin çok rahat bir hamleyle kardeşinin omuzlarından sertçe iterek geriye savururken, Eun, gözümün önünde ters bir şekilde yuvarlanarak merdivenden aşağıya düştü. Bu gözlerimin önünde o kadar hızlı gerçekleşti ki aldığım nefes boğazımda takılı kaldı. Çünkü kendisi bile bu aldığı darbenin etkisiyle savrulurken, şaşkındı. Küçük boğazı çığlık atmaya fırsat bile bulamamıştı. Eun'un kırık topuğu ayağındayken bir diğeri ileriye doğru kaymıştı. Yüzünü kapatan saçları, bedeninin yüz üstü yere sanki bir un çuvalını rastgele fırlatmışçasına dağıtırken, elbisesinde duran inciler koparak etrafa saçılmıştı. Minik inlemeleri vardı. Kafasını oynatmaya çalıştı, birkaç saniye saçlarının hareketini ve durmadan temizlenip parlatılan fayansları renklendiren kanın rengini gördüm. "Bu-bunu neden yaptın?" dedim dehşet içinde. Ama bu herif çok soğukkanlı bir şekilde gözlerimin içine bakmama için bekliyordu. Kızın orada öylece kalmış yamuk bedeninden dökülen kanlar üzerindeyken bakışlarım, çok zor döndü o adama doğru. Çünkü o bana, "Bunu ona sen yaptın," diyordu. "H-hayır, bunu s-sen kendi kardeşine yaptın." "Bunu kanıtlayabilir misin Jungkook?" "Kameralar var her yerde." Diyerek korkuyla her daim yanıp sönen şu kameraların sağda solda duran kırmızı noktalarını aradım. Ama göremediğimle rengim bir ton daha açılmıştı. Çünkü ağır ağır merdivenlerden geriye inerken cebinde duran küçük, metalik gibi duran dikdörtgen şeklindeki altı düğmeli nesneyi gösterirken, gizleme zahmetinde bulunmadığı büyük kibir içindeydi. Üstelik manzaramın arkasında yer alan Eun'un boylu boyunca uzanmış bedeni ve kanı da yer alıyordu. "Şu tek düğmemle kapanıp açılan kameralardan mı bahsediyorsun? Bunu senin odana geldiğimden kısa bir süre önce kapatmıştım. Hatırlattığın iyi oldu. Açayım bari." Kardeşine yardım etmesi bir hayaldi benim için. Ama yaşadığım bu an, benim zirve şaşkınlığımdı. Ona karşı varsayımlarım, dehşet senaryolarım olmuştu ancak buna canlı canlı şahit olmak, ne kadar hazır etmeye çalışsam da kendimi başaramayacağım bir şeydi. Kötülüğü anlamak boşuna bir uğraştı. En azından bu adamın saf kötü oluşundan biliyordum. "Bunu neden yapıyorsun?" Bu insan olmanın gereken sorusu iken o bana; "Güvende böyle bir şey işte Jungkook. Kanıtlanamaz ve umulmazdır. Şu an sadece iki dudağımın arasındasın. Bu benim değil ama senin bana güvenmek zorunda kalacağın bir ikilem olacak," diyerek, resmen benimle alay ediyor ve muzip bir tiyatral oyuncu şeklinde kardeşinin başının önüne geçerek iç çekiyordu. "Bakalım kardeşim nefes alıyor mu? Zayıflar için bu dünya zaten ölümcüldür." Ne yaptığını idrak edemiyordum bile. Kafayı yemekle ya da yememek arasında kalırken, ilgisini kısa tuttuğu kardeşinden çekerek dizlerinin üzerine oturmuş ve bana bakmıştı yeniden. "Ne diyorsun Jungkook, bir dahaki oyunun da sınırımın olmayacağını bilerek bana karşı gelmen için güzel bir ders oldu mu bu sana?" Beni sıkıştırıyor ve yüreğimi de çevrede çalışanların sese mi yoksa öylesine geldiğini anlayamadan sadece Seokjin'in fısıldasa bile diyecek olduklarına kitleniyordu kulaklarım. "Birileri geliyor, kararını ver. Bugün sana Taehyung'un için bir görev verdiğimde, bunu eksiksiz yerine getireceksin değil mi? Misal şu uzun telefon görüşmesinde yer alan o karşı hattaki kişinin ismini bana vererek başlayacaksın. Eğer yanılırsan, hata yaparsan veya beni kandırmaya çalışırsan, neler olabileceğini az çok tahmin edebiliyorsun diye umuyorum. Kardeşime bunu yapan biriyken, senin çok değer verdiğini incitmekten hiç çekinmem. Anlıyorsun beni değil mi?" Kafamı sallayabildim. Çünkü bunun harici mekanik bir gücüm kalmamıştı. Sözleri ruhumu cımbız gibi çekip almıştı benden. "Cevap ver bana," diye bağırdığında, o insanlar, çalışanlar etrafta doluşuyordu. O ilgili bir abi gibi bir rolde kendisini parlatırken bile gözleri son kez gözlerimin içini oyuyordu. "Anlıyorum." Derken ben büyük bir yenilgi içindeydim. Çünkü kimse bana şeytanlarla dans nasıl edilir hiç öğretmemişti. Bu adamda şeytandı ve beni kesinlikle kendi kötülüklerine alet etmeden durmayacaktı. İşte şimdi kurtuluşum için vereceğim o savaş başlıyordu. Ama tek sorun, bu savaşta Taehyung'u, onların mı yoksa benim mi mağlup edeceğimdi?
Bölümün sonu. Nasılız bakalım? Beklediğinize değen bir bölüm olmuş olmasını dilerim. Ben Nicotesy, sınır geçince görüşelim ballarım :) |
0% |