Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7. Bölüm

@nicotesy

Selamlar olsun... benim acilen işe gitmem gerekiyor. Umarım gece eve geldiğimde güzel! tepkilerinizle karşılaşırım. Uzun bir bölüm oldu. Aklımdaki akışa uysun diye beklettim sizi kusura bakmayın.

(medyadaki şarkıyı kesinlikle dinlemelisiniz, bölüm için cuk oturdu özellikle son sahnelere)

İyi okumalar ballarım. :)

...

"Üç noktayla biten bir cümleyim artık... Bugünden itibaren, dünyanın sonuna kadar ondan vazgeçiyorum."

...

Bölüm 6: Yardım etme, öl içimde. Saklarım ben bu aciz kederimi.

Acı insanın dünyaya olan bakışını netleştirir, derler. Oysa ben acımdan dolayı kör olacaktım. Öyle bir körlük ki bu kayboluşum yakın olacaktı.

Halbuki o an varlığından doğan hançer durmuyordu o vakit. Hançer saplandığı yerden daha çıkmadan aynı yere defalarca kez aynı şiddetle saplanmaya devam ediyordu. Kan kaybeder gibi hayal kırıklıklarımı dolduruyordum yerlerine. İnsanlar sanki çok uzağımdaydı. Bir tek onu görebiliyordum ben.

Başımın uğultusunda akıp giden bu dünya, duyuyor musunuz beni şimdi... benim dünyam, dünyam diye kollarına sığınarak hayat bulduğum adam, dünyamı başıma yıkıyordu. Ben yıktığını yeni öğreniyordum. Beni öncesinde bir bütün eden şimdi varlığıyla bin parçaya ayırıyordu. Gözlerim dahil inanılmaz buldu gördüğü manzarayı. Gerçek değildi, olmamasını diliyordum. Beynimin sağında uyuşmuş duygularımı tekmeliyordu solum olan akıl.

Oradaydı. Eşim dediğim, yüreğimi yüzlerce endişelerimle birlikte gerimde kalıyor diye günler boyu ardına yaş düşürdüğüm çocuğumun babası. Borçlarına bilenip de iki yılımdan fazlasını verdiğim bu adam. Mahremim. Nasıl da hiç tanımamış olabilirdim onu? Nasıl da yalan diyebilirlerdi yaşanmış onca özel şeye... nasıl da benden aklımı yitirmemi öylece isteyebilirlerdi gördüklerim ve onunla bir gelişen hislerimi?

Kabullenemedim. Adını haykıramadım, ancak sadece dudaklarımın açılıp birbirine kavuşması asırlar sürecekti. "Taehyun," diyorken bile bir kayıyordu yüreğimin çengisi. Sonlar kez benim yüreğime yapışmış bu isim için can çekişiyordum ben. İki kez aynı şeyi diyor, dilimden tükürmeye çalışıyordum bu yalanı. Adının tezahürünü gerçeğe döndürmek ne zor geldi halbuki. Bir harfin eksikliği ile aramızdaki her şeyin yok olduğunu bilmek ne hallere getirmişti beni. "Taehyung." Derken yabancıydı bu isim. Etimden kemiğe batan bu isim benim yüreğimdeki aşk kapısının anahtarı değildi.

Sadece kala kaldım orada. Gözlerimin alyansı bağlı olduğunu sandığım adam üzerineydi halen. Parmağımdaki hafifliğim bana ilk kez bir yük gibi geldi. Ben ilk kez taşıyamaz oldum yüzüğümü. Onunla beni simgeleyen evliliğimizin bağlı halkasını.

Aslında bir çevirsem başımı, haykırışlarım bu sokak boyu esir olacaktı. Evim dediğim adama kadar düşecekti. Ben burayı cayır cayır yakacaktım. Ama yeksan olmuş aksanlarımla aksırıyordu yüreğim, göğsümden boğazıma dolanarak tıkanıyordu orada. Daha gerçek adına olan yabancılığına kahrım vardı, ya o diğer olanlar peki?

Ben inanmadım. İhaneti kaldıramadı gönlüm. Çünkü ben ihanete uğrayan değil, merdivenlerden inen kadına yapılmış bir ihanettim zannımca. Oydu. Karısı olan o olmalıydı. Yakalamıştı en gerçek olan eşini. Peki ya ben?

Benim sadece iki günlüğüne yedirdiğim özlemimi boylu boyunca hiçbir israfını yapmadan Taehyung'un aracının önünde durarak, inmesini bekledi onu, sarılmak için. Benim gibi. Mazgallara yapışmış gözüm, kadının güzelliğini bile göremiyordu. Taehyung onun için bindiği araçtan çıkarken, "Yapma," diyordum. "Gerçek olma. Bu denilen adam olmuş olma. Yalvarırım. Beni bu acıyla yaşatmak zorunda bırakma. Bu kadar kötü bir adam için ömür boyu acı çekerken pişmanlığımda olarak kalma."

O ikisi ayakta dikiliyordu. Hala benim erkeğimdi. Çünkü inanmak istemiyordum. Ne yazık bana, halen onun benim olduğunu sanıyordum. Göz göre göre gördüklerimle örüyordum ben kaderimdeki örülü kafesi. Oysa, sarıldı. Kadın ona çok rahat bir şekilde sarıldı. O elleri, benim veda cennetimin izlerinden okşayarak çekildi. Yüzünde gülücüklerle. Yapma diyemedim. O kadına hiçbir şey diyemedim. Gülümsediği, sevdiği belli olan yüzünün aldığı şekil, karşısındaki adama olan sevgisindendi. Bende böyle değil miydim?

Şimdi kim duyacak ve bilecekti beni?

Ben kimdim?

Ben, ben onun eşi hiç olmadıysam bu parmağımdaki yüzük de neyin nesi? Dolabımın köşesinde duran nikah defteri. Nüfuz kağıdında olan Lee Taehyun adındaki isimde kim olmuştu? Oğlumun kimliğindeki o babada kimdi?

Bu adam benim aşkımdı, aşkını fısıldarken... perişanlıkla kapımda ağlarken, bana sarılırken, öperken, çocuğumun babası olurken bu adam kimdi? Bu adam benim tanıdığım adam değildi. Ben böyle bir adamın hiç görmemiştim. Benim erkeğimde yüzünde gülücük olurdu, ben onun zayıf noktalarının olduğunu bilerek ince ince dokunurdum, öperdim, severdim, dinlerdim ve anlardım.

Ben nasıl bir oyunun içindeydim?

Beni hiç mi sevmemişti, sevseydi yapar mıydı?

Bildiğimi bilse ne yapardı şu anda? Beni kaybetmekten mi korkardı yoksa gerçeği öğrendim diye sırrı bozuldu diye morali bozularak hiç yüzü kızarmadan söylediği yalanlarının sonunda olarak bana gerçek yüzünü mü gösterirdi?

Acı çekmek ne demekmiş asıl şimdi anlıyordum. Acı çekmek bayılana dek dayak yemek değildi. Ayaktaki cam kesiğine eczanede dikiş attırmak değildi. Asıl acı, kalbi baştan aşağı sancılara boğan, insana sırrını kimselere anlatmadan ölmeyi arzulatan şeydi. Kolları, başı hep dermansız bırakan, yastıkta öbür tarafa dönme isteğini bile söndüren bir şeydi, çünkü dönmüyordu başım. Ayaklarım onlar birbirlerinden ayrılıp başka araçlara dağılana kadar devam ederken kördüm ben. O gördüğüm münasebet başka zaman kıskançlıktan dolayı tüm öfkemi ortaya çıkaracakken, sadece bana acı veriyordu. Bir anda patlayacağım yaşlarımın tetiklenme süratini arttırıyordu.

Nefes nefeseydim. Lakin ilk kez bir nefesin nasılda boğazımda akıyor olduğunu da hissediyordum. Saniyeler bir bütün olup dakikaları süslüyordu. Taehyung, benim olmayan bu adam gidiyordu. Oysa yemin ederim karşısına geçip ona olan tüm bu acımı kusmak istiyordum dolu dolu. Ama bu durum öyle böyle değil, içimi kan revan ediyordu. İşte o zaman insan anlıyordu, aşktan önce evladının anlamını. Çünkü ben eğer bunu yapacak olursam burada, her yanımı sahteliklerle süsleyip bırakmış adamın bu gücü benim korkak ve küçümseyici, neredeyse karşılıksıza düşmüş bu aşkımın bedeli oğluma yazılacak diye korkuyordum.

O yüzden de alınmadım, gücenmedim, daha beteriyle nefes nefese çöktüm yerime. Sanki bacaklarımın arasından acıyı doğuruyordum. Tutmuyordu. Şoklanmış yüzüm taşladığı halden dökülürken ilk yaşım aktı. Ağlıyordum. Ama sessiz, içli, derin. Kimsenin beni önemsemediğine ilk kez mutlu oldum. Birinin yanında ağlamaktan ölesiye utanırdım. Fakat durmuyordu. Utanç silkelemişti beni kendisinden. Geriye kalanlarla harabeye dönercesine yumrukluyordum kalbimin üzerini. Boğazımı sıkıp bırakıyordum, hıçkırıklarımı tüketip yok etsin diye.

Yok. Delirmiş gibi bir hisli adamdım ben. Aklı başında, akılsız yaşında olan biri gibi.

Birinin beni kurtarmasını istiyordum. Ama yoktu. Cebimden çıkardığım, sürünerek duvarlardan yürütürken kendimi, gitmeliyim, diyordum. Tek gerçeğim olan oğluma. Bu haldeyken nasıl gidecektim? Ben nasıl kaldığım yerden bir adım ilerisine gidecektim. Zaman durmuşken.

Nayeon'u aramalıydım. Bunu yapmak istemiyordum lakin başka birine de şu an kucak açıp beni sarmasını ve idare etmesini isteyemezdim. Evimin yangınlarından kaçıyordum. Sanki sahiden de kaçmak mümkünmüş gibi.

Kiraladığım aracın önünde dururken, şans diyordum, alayla. Boş bir park yeri buldum diye kendimi günün şanslı hisseden halimin şimdiki perişan haline bakıyordum camın yansıyan halinden. Alaylı şanslarım, benim elimde yumruk olmuş bir telefon ucundan buluyordu. Ekranda gördüğüm ondan gelen mesajı, diri, az öncesinden, karısının kollarından sonrasında gelmiş olanlardı.

Dünyam: Bebeğim beni aramışsın, işteydim telefonumun şarjı bitmişti.

Dünyam: Seni özledim. Keşke şu anda yanında olabilseydim. Oğlum ve seninle olmak istiyorum.

Dünyam: Jungkook ben bugün biraz iyi değilim. İçim çok huzursuz. Sanırım dün senin yanından ayrılırken oldu bu. Nefes alamıyorum. Birkaç gün sonra yine geleceğim. Sarılırsak, geçirir misin içimdeki huzursuzluğu? Beni sevmeye devam eder misin? Çünkü ben seni çok seviyorum sevgilim.

Dünyam: Cevap vermeyecek misin? Minjun'u mu uyutuyorsun?

Ben, ben olsaydım eğer tüm kırgınlıklarımı yok sayar ve bu adama, benim eşim sandığıma, aşkımın tesellilerini yutarak onu sevdiğimi söyleyerek gönül rahatlığı bırakırdım yine. Yapmadım. Yok saydım. Nefrete dönüşüne kadar soğusun diye bekledim bu aşkı. Ama bu öylece kolayca atılacak da değildi. Biliyordum. Hesap sorana kadar dinmeyecekti. Dindiğinde de en az o da benim onu tanımadığım gibi tanımıyor olacaktı.

Titreyen ellerime rağmen, yaşlarımdan önümü göremediğim gözlerimi sile sile en yakın kız arkadaşım olan Nayeon'u arıyordum. Dilerim müsaittir. Çağrımı açabilirdi. Onu şu dolu dizgin günlerinde arayarak dertlendirmek, tasa olmak istemiyordum ama ben bir başıma değildim. Oğlum için de olsa sığınacağım biri lazımdı, güven duyacağım bir yer lazımdı. Ailemi aramaya yüzüm yoktu. Sineye çektikleri beni, şimdi ben dedim sana diyerek beni daha da yok edebilirlerdi. Ben daha bununla da yüzleşmeye hiç hazır değildim. Onları haklı çıkarmamak için verdiğim savaşın sonuyla yüzleşmeye hazır değildim.

Arama çağrısının sonuna geldiğimde açıldı o telefon. "Jungkook, aşkım, tuvaletteydim hemen açamadım," diyordu güler bir sesle. Onu ara ara bu hallerde yakaladığımdan aramızda şakalaşmamız gerekiyordu. Ama ben daha sesimin genzimden duyulacak kadar çıkacağından bile emin değildim. Burnumu çekip sesimi bulmaya çalışıyordum. Benden çıkan garip sesleri anında fark ederek bambaşka oldu sesi. Endişeli bir şekilde, "Jungkook neler oluyor? İyi misin? Konuş benimle," diyerek sanki ekrandan çıkarak beni kendisine korkuyla sarılacakmış gibi.

"Nayeon, ben hiç iyi değilim. Yalvarırım," diyerek küçük bir çocuk gibi dizlerinin üzerine düşerek canı acıyor diye dünyayı ağlayışlarıyla yerinden oynatmak, bas bas bağırarak acımın feryadını etmek istiyordum. Devamını bile getiremediğim cümlemin serzenişini dillendirmeye çaba gösteriyordum. Oysa ben çok konuşurdum. Çok gülerdim. Ancak şimdi canım acımasın diye susarak bastırıyordum sesimi. Patlayacağım anımı oğlumu kollarımın arasına güvenlince alırken yapabilecektim sadece. "Sana atacağım konuma gel. Beni al. Sana her şeyi anlatacağım. Ama lütfen çabuk gel. Ölecek gibiyim. Nefes alamıyorum."

"Tamam tamam, hemen at. Geleceğim ben. Ama sen sakinleş tamam mı? Bekle beni. Ağlama Jungkook. Çıkıyorum şimdi hemen atmalısın bana konumu." Diyerek hızlıca konuşuyordu ancak algılarımın zayıflığıyla sayıklıyordum. "Çabuk gel Nayeon. Lütfen gel." Adi gözyaşlarım yanaklarımı acıtıyordu. Ezdim onları ellerimle. Kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. "Her şey bitti. Ben bittim. Büyük bir kabusun içindeyim sanki."

"Hayır," dedi, neye bile itiraz ettiğini bilmeden. "Bilmiyorsun. Bende bilmiyordum. Taehyun..." adı buydu. Benim acımın sahtekâr adı buydu. "O bana yalan söyledi. Gel, yalvarırım," diyerek kapattım telefonu. Çünkü dillendiremiyordum. Anlatamıyordum. Dilimden atacak olsam daha ağır gelecekti sanki. Oysa en ağırı bu bile değildi yaşadıklarımın arasında. Bu sadece başlangıcıydı. İştah kabartıcı sefil ve acı dolu ıstıraplarımın beni aralayarak içine çekiyor olduğu bir gerçeklik kapanıydı. Uzun zamandır midesi boş olan zehirli bir yılanın beni nasıl da midesine doğru çekiyor olduğu bir tuzaktı ve ben düşüyordum.

O konumu ona kadar tüm dirayetim yerindeydi. Arabaya oturup kapısını kapatırken, yüzümü öpüp bıraktığı avuç içlerimle kapatıp ağlarken, ben gerçekteydim. Öpücüklerinin dikenleriyle kendime gelmekteydim. Sonuna kadar yaşadığımı bu kadar canlı hissediyordum.

Tüm yaşam diye düşünüyordum bu anda, her biri uçsuz bucaksız görünen göklerin altında beni eziyor, yaşlarımla geri tükürüyordu. Anılar, anılarımız, mutlu olduğum her anı son nefesini vererek can çekişiyorlardı. Sanki resim defterine çizililermiş de ben üzerlerini karalayarak çekip koparıyordum. Yok ediyordum. Ama bunu yaparken öfkeli, nefret dolu, hayal kırıklıklarımla dolmuş olsam da bunu yapmak istemiyor, gelecek için kurduğumuz düşlerin düşüşünü engel olmak isterken kendimi de yok ediyordum, haberim yoktu.

Zaman anlamını yitirmişti. Zihnimde sadece o ve karısının ona sahiplenerek sarılı duran görüntüsü vardı. Ara ara sızan, beni yıkan adamla olan yaşanmışlıklarımız da onunla beni parçalara ayırıyordu.

Nayeon beni bulduğundan perişan bir haldeydim. Onun bana bakan gözlerinde kendimin nasıl olduğunu tahmin edebiliyordum. Birine bir şey olduğunu sanmıştı. Evet olmuştu. Ben bugün uğruna canımı bile feda etmeye hazır olduğum adamı kaybetmiştim. Aşkımı kaybetmiştim. Ve kollarının arasına sarılarak ağlarken dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım olan biteni. İnanamadı. Ne diyeceğini bilemedi. Dese bile duyamayacak haldeydim. Tek sığınağım oğlumdu. Onunla olmam lazımdı. Sakin kalabilmek için. Eğer o güvende olursa, onu arkama alıp tüm bu kirlilikleri temizleyebilirdim.

"Beni oğlum götürmen gerekiyor. Benim oğlum orada güvende değil. Biliyorum. O, o anladığı gibi alacak oğlumu benden. Buna asla izin vermem ama bana bu kadar kötülüğü yapmış biri bunu da yapabilir. Her şeyi yapabilir. Ben bundan bir saat öncesindeki onu tanıyordum ama şu anda bu adamı tanımıyorum ben."

En kötüsü de bu değil miydi? Tanıdığınız insanların tanımadığınız insanlara dönüşüyor olması.

Ancak benim tek değişmeyecek olan kişilerim dostlarımdı. Onlar daima benim güvenli barikatlarım oldular. Her daim onlara minnet edecektim. Tek biri hariç. O kişi mahcubiyetim, benim önüme geçerek siper olan adam. Özür dilerim, sen çok daha iyilerini hak eden bir adamdın. Ben ise yaralı bir insandım. Seni kendime yara bandı edinemem, sen bile bile bunu istesen bile.

Nayeon konuşmayı bıraktı. Düşünüyordu, beni. Ben ise cama yasladığım kafamla onun sürdüğü araçla birinin yasını tutuyordum. Mahvolmuş bir halde neredeyse bir senedir yaşadığım bu kasabaya girerken, otoparktaki arabası aklıma geliyor gülüyordum bir türlü anlamadığım salaklıklarıma. Demek ki beni böyle kandırıyordu. Aslında o araç hep oradaydı. Patronumun dediği arabasıyla gelirken ona her şeyi yetiştiren Jimin sayesinde ona bir gece öncesinde anlattıklarımla, kılıf uydurarak şahsi arabasıyla gelmişti eve. Bir de ona yakıştığını söyleyerek böyle bir araba almasını istediğimi söylüyordum. Ya beni, borcumuz var diye beni yaşadığı şehirden uzak tutmaktı niyeti. Zaten evli bir adamdı ve benimle istese de aynı evde yaşayamazdı. Ben bunu nasıl bilebilirdim ki. Beni evi diye bir yere götürdüğünde kimindi o ev?

Asla alışveriş yaparken masraftan kaçınmıyor olmasından da şüphe etmeliydim, ancak bizim hiçbir şeyimiz eksik olmasın diye kendisini zora düşürse de bunu yapıyor diye düşünmüştüm... peki o hastane çalışanları? Benim oğlumun kimliği bile gerçek değildi ve onlar nasıl kayıt yapıyorlardı her oraya gelişim de? Her şeyi düşünmüştü. Benim kafesimdeki dünyamı öylesine kusursuz döşemişti ki ben aksini düşünemezdim bile. Eğer görmez ve duymaz olsaydım, biri karşıma geçip dese bile inanmazdım.

O kadar ağrıma gidiyordu ki bu kadar aptal yerine konulmak, kendimi fazlasıyla değersiz ve aciz hissetmeme sebep oluyordu.

Ama bundan kaçışım yoktu. Ne kadar ağır olursa olsun sormak istiyordum ona bunu. Neden? Neden bana bunu yaptın? Bilmek istiyordum. Benim ne suçum vardı da beni kendine aşık ettin? Ben kötü birimiydim de bana bu kadar büyük bir kötülük yapmıştın bana?

Kafamdaki sorular da bitmiyordu.

Öyle ki Nayeon'a kapının önüne gelmeden öncesinde girdiğim, huzur yolum dediğim sokakta olduğumu fark ederek aniden durmasını söyledim. Ne yapacağımı biliyordu. Çok az anlatsam da anlamıştı beni. Oğlumu ona verecek ve gitmesini isteyecektim. Ben buradaki yıkımı kıyamete çevirene kadar uzak tutacaktım bu şeytanlıklarla dolu dünyadan. Beni kandıran bu adamdan artık bulacağım kötülükler, yanlış anlaşılma olsun veya olmasın içime doğuyordu. Ben ise son aklımın bunaması öncesi bunu önlemeye çalışıyordum.

Bununla yıkımımın seyircisi daima olmuş Jimin'in evinin kapısının önüne kadar yürürken, kalbimi bu patlamayla durdururken hızla yumrukluyordum kapısını. Kaybedecek tek bir saniyem bile yokmuş gibi. O kapı açılıncaya kadar elim olduğu yeri sertçe eşelemekten geri duramıyordu.

Ta ki Jimin panikle elindeki mutfak kapısını açıp bana bakıyorken. "Minjun nerede?" diyordum sayıklaya sayıklaya. Onun önümden geçmesini beklemeden içeriye girerken gözlerimle oğlumu bir an önce görmeli ve iyi olduğundan emin olmalıydım. Onun yüzündeki şaşkınlıkla, sorularıyla ilgilenmek artık yapmayacaklarımın başındaydı. Sinirli bir sesle, "Benim oğlum," diyerek tek sahip olduğumu haykırırken, arkamdan panikle gelen ona dönüyordum sertçe. "Benim oğlum nerede?" çünkü oturma odasında yoktu. O adam, her şeyi öğrendiğimi anlayıp kaçırmış mıydı onu benden yoksa?

"Jungkook, aman tanrım ne oluyor sana böyle?" diye cevap verince kafamı sallıyordum şiddetle. "İyi misin, doktor bir şey mi dedi? Kötü bir şey mi var?" diyen soruları benim sorduğum soruların cevabı değildi. "Benim oğlum nerede Jimin?"

Sonunda tüm derdimi sonlandıracak şekilde çekingen bir sesle kendi yatak odasının kapısını işaret ederek oraya yönlendi. Kapıyı hafifçe aralarken, "Uyuyor, bak oraya yatırdım onu," diyordu. Onu hemen geçerek oğlumun sırt üstü her şeyden habersiz şekilde yumruk olan ellerini başına kadar yaslayıp rahatça uyuyor olduğunu gördüm. Bu yüreğime su serpti az da olsa. "O, iyi ve güvende. Neden bu kadar endişelendin ki?"

Kapısını yavaşça kapattım odanın. Kıyametimden öncesinde onun ne kadar bu şiddete az maruz kalsa o kadar iyi diyordum içimden.

"Her şeyimi aldı benden. Onu da alacak. Onu da isteyecek. Beni tamamen yok edecek," diyordum kendi kendime. "Beni hiç sevmemiş zaten. Beni bile bile mahveden bir adam, onu da benden alacak. Tek gerçeğimi." Dönüyordu başım o vakit. İlk defa bedenimin kalbimden daha güçsüz olduğu hissine kapıldım. Duvarlara tutunmak, devrilecekmiş gibi olan ayaklarımın kuvvetini bulmak istedim. Ama kalbim ve aklımda tek bir panik dalgası vardı. Oğlumdu o da. "İzin vermeyeceğim buna. Daha da kandıramayacak beni. Kahredeceğim onu. Bana yaşattıklarının içinde yok edeceğim. Bir daha bana yalan söyleyemeyecek. Beni bir daha böyle aşağılayamayacak."

"Jungkook," derken omuzuma dokunan bir el ile kendi zihnimin bana oynadığı halüsinasyonlardan fırladım. "Çek ellerini üzerinden." Jimin'e dönük sırtımı yüzüme doğru çevirirken, korkuyordu benim için. "Sen iyi değilsin. Ne oldu? Çok endişeliyim senin için."

"Haklısın Jimin. İyi değilim ben." Gözlerimle çarpıp böldüm onu. Hıçkırık dolu göz yaşlarımdan döktüğüm tanelerim şimdi yoğun bir öfke altında eziliyorlardı. Nefretimi sağda solda bulduğum, yırtık duygularımdan cereyan eden aklım bana her şeyi acımasızca söylüyorlardı. Bakışlarım kaçırdığım aklımın neticesiyle açık kalan mutfak kapısının orada tezgâhta görünen keskin bıçağa kayıyordu. Kan döküyordu dilim. Ama o kadar delirmiş hissediyordum ki, kendimi öldüremiyordum bile.

Hızlı adımlarım bana cevabı bulmamda yardımcı olsun diye mutfaktaki bıçağı alarak sertçe kavrarken, kendi boğazıma değil ama arkamdan korkuyla gelen Jimin'e doğru kayarken öfkeli sesim elimdeki kadar keskin duyuluyordu.

"Sen her şeyi en başından beri biliyordun. Lanet olsun." Diyerek köpürüyordum. "Ben seni dost belledim. Ben seni kendime arkadaş belledim. Sana içimi açtım. Ağladım yanında. Sende onun gibi eğlendin mi benle? Aşık bir budalanın ne kadar kör ve zavallı oluşuyla ne güzel yalanlar söyledik ona diye keyiflendin mi?"

"Ben ne dediğini anlamıyorum ama bırak o bıçağı Jungkook." Diye uyardığında, gözleri açılmışlardı irice. Bana karşı sihirli kelimeleri çok iyi bilen biri olduğunu kanıtlıyordu. Zaafımı öne atarak sözleriyle beni kullanmaya ve yönlendirmeye çalışıyordu yine. "Sonrasında pişman olacağın şeyler yapma. Minjun uyuyor. Uyanacak ve ağlayacak. Sen bunu istemezsin bile."

Elimdeki bıçağı ona doğru uzattım pes etmeyerek. Aramızdaki o bir metre sınırını aşmıyordum. Ona bir şey yapacağımdan değil ama artık bana yalan söylememesini anlayacak kadar gözünde sağlam durmak istiyordum. Bu doğru veya değil, ancak bu şekilde de onunla asla eşit değildik.

Sesim ağlamaktan dolayı parçalanmış ve kalınlaşmıştı. "Sus, ağzına alma oğlumun ismini. Kozunuz da bu mu? Onun için yapmadınız mı tüm bu şeyleri? Beni kandırmadınız mı? Bu kadar değersiz miydi benim yaşadıklarım? Ben size ne yaptım?"

"Jungkook iyi değilsin bak. Kötü bir gün geçiriyorsun belli ki. Ama şu anda çok büyük bir hatanın ucundasın. Yapma olur mu? Kendim için değil, senin için endişeleniyorum ben."

Bilmesine rağmen bilmemezlikten geliyordu. Kafa sallayıp bu duruma delirmişim gibi, gözlerimde yaş, dudaklarımda sızım sızım bir tebessüm. "Peki, madem bu şekilde devam ettireceksin. Açıkça söyleyeyim ya da sorayım sana ben, Kim Taehyung denilen adam kim Jimin? Senin iyi tanıdığın biri diye düşünüyorum."

Sustu. Yüzünde çarpılmış bir ifade vardı. Bu ansızın gelen bir soruydu ama ben cevabımı almıştım. "Biliyorsun... biliyorsun her şeyi." Diyordum, çünkü onun buraya taşınan bir komşu olmasını diliyordum. Sadece para ihtiyacından dolayı sırlarımı ve duygularımı, o adama satıyor diye düşünmek istiyordum. Değildi. En başından beri o da bilerek buradaydı. Beni kontrol altında tutmak için miydi? "Bu yüzden anlat bana. En başından, ne biliyorsan."

"Tanımıyorum." Diyerek kendisini bir adım geriye attığında, "Yalan söyleme Jimin. Yolun sonundasınız. Gördüm onu ve karısını, daha ne kadar bu durumu gölgelemeye çalışacaksın. Vicdanının nasıl kaldırıyor bunu ha?" dedim ama o kendi kendine sorguluyordu, kaçırdığı benim karıştırdığım işler için. "Hastaneye gidecektin ama."

"Niye? Aptaldım gözünde, bunu yapmam şaşırttı mı seni?"

"Jimin yemin ederim kendimi o kadar kandırılmış hissediyorum ki gözüm dönüyor ve inan bana şu anda her şeyi yanlış yapabilecek haldeyim. Anlat bana. Bana neden bunu yaptığınızı anlat."

Tahammülsüzdüm. Biliyordum. Biliyordu. Onun pes eden yüzü de bunun işaretiydi. Dudaklarını ısırıp yüzünün apaçık görünen kısmını uzaklaştırırken benden, "Jungkook... özür dilerim. Ben, ben bu işte hiç olmak istemedim. Dayanamadım da çoğu zaman, ben sadece onun asistanıydım şirketinde, benden bunu istediğinde muhtaçtım. Bu görevi kabul etmek zorundaydım," diyerek söze girdiğinde, elimdeki bıçak bedenimin boşluğuyla yanıma doğru sallandı. Artık ona doğru uzatma gücüm kalmamıştı. "Ancak, seni koruyamam ki ben tek başıma. Sen bunu Taehyung Bey'le konuşmalısın. Benim anlatmam doğru olmaz. Hoş çoğu şeyi de bilmem. Tek bildiğim ikinizin de bunu hak etmediği. O sizi gerçekten çok seviyor. Sevdiği için buradayım ben. Sizden vazgeçmeye cesareti olmadı hiçbir zaman. Zaten sonra Minjun olunca, imkansızdı bu. Canınızı daha çok yakacak olsa da size sunduğu kimlikten kurtulamadı hiçbir zaman."

"Düşündüğüm gibi." Dizlerimin üzerine düştüm. Taşıyamadım da kendimi. Gücüm kalmadı. "Benim suçum neydi de bunu yaptınız bana? Ben size ne kötülük yaptım da hayatımı mahvettiniz? Ben bu acıyı nasıl taşıyacağım. Oyununuz bitti ama bende bittim. Şimdi oğlumla ben," dedim kaldı sözlerim. Havanın ağırlaştığını hissediyordum. Çıldırıyordum. Delirmek böyle bir şey miydi? İnsan aklı başındayken de kendi kendine de konuşamaz mı? Hesap sorup kendisini tokatlayamaz mı? Uyan, bu uykundan uyan diye kızamaz mı?

"Ara onu," diye bağırdım. "Zaten buraya geliyor." Dedi, dişlerimi sıktım. "Size ulaşamayınca aradı beni. Sizin nerde olduğunuzu öğrenmek için. Başınıza bir şey gelmesinden endişeleniyordu. Hastaneye gideceğinizi söylediğimde daha da endişelendi." Şakaklarını ovuştururken had bulmaya çalışıyordu. "O sizi gerçekten seviyor, tüm bu riskleri göze alarak yanınıza geliyor. Yaptığını doğru bulmasan da sebebini anlıyorum. Bu da bu görevi devralırken vicdanımın sızlamasına az da olsa engel oluyor."

"Sen bana ne anlatıyorsun Jimin, sen ne saçmalıyorsun?" dizlerim titredi. Kapıya tutundum. Artık utandığım yaşlarım durmadan akıyordu. "Taehyun, lanet olsun... adı bile yalan bir adamın bana tek dürüst bir yanı yok. Beni aldattı ya da karısını benimle aldattı. Bu o kadar aşağılıkça ki. Ben onun için her şeyimden vazgeçtim. Ya ben sadece sevdim. Ben sadece çok sevdim. Geceler boyu onun özleminden kahroldum. Çok çalışıyor diye kendimi suçladım. Evlendik dedim. Çocuğumuz oldu bizim. Ben yıllarca emek verdiğim okulumu bıraktım. Annemin ve babamın bir evladı olmayı reddettim. Onunla olmak için. O zaten bir başkasının olmuşken... ben onun yedeği mi oldum? Hiç mi acımadı bana? Hiç mi sızlamadı bu yüreği? Hiç de mi utanmadı yüzüme bakarken? Çünkü ben yaşadıklarımın utancından dolayı aklımı kaybedeceğim. Eğer ayakta durmaya çalışıyorsam, bil ki o odada uyuyan oğlum için. Onun bana ihtiyacı olduğu için."

Tek bir kelime edemedi. Göz yaşlarını silmeye çalıştı. Samimi gelmiyordu artık ondan gelen tek bir şey bile. "Niye ağlıyorsun, burada ağlayacak olan bendim. Ama bitti. Yolun sonundayız," sağlam çıksın diye bağıramadığım sesimi kuvvetlendirdim. "Şimdi ara ya da mesaj at ona. Eve geldiğimi, çok kötü olduğumu söyle. Gelsin bana. Bekliyor olacağım onu. Beni bitirdi bende bunu bitireceğim. Yalanlarını dinlemeyeceğimi görecek o da."

"Ama," diye itirazda bulunduğunda bağırdım ona. "Kes sesini ve yap şunu. Artık her şeyi biliyorum. Onunla o eve girip evcilik oyununa kaldığı yerden devam edeceğimi sanmıyorsun değil mi?" gözlerimi gözlerine diktim. "Yemin ederim ya kendimi ya da seni öldürürüm şurada."

Her şeyin daha da kötü olacağının farkında olarak pes etti. Cebinden çıkardığı telefonunu alıp mesaj yazarken, çekip aldım hızlıca. Dediğim şeyleri yazmıştı. O mesajı gönderdim hemen. KTH, diye kayıtlı olan numarayı inceledim. Rehberimdeki ile aynı olmamasına şaşırmadım bile. Pek mesaj yoktu. Sürekli siliyor olmalıydı. Gün içinde atılmış üç mesaj vardı o da nerede ve ne yapıyor olduğumla ilgiliydi. Benden haber alamadığı için atılmış mesajlar. Çünkü kendi telefonumu çoktan kapatmıştım. Ararsa ve ben açarsam, bu son konuşmamızı telefondan değil yüzüne bakarak yapmak istiyordum. Yüzündeki zaferini ya da yıkılışını kendi gözlerimle görebilmek için.

Sinirle o telefonu ovuşturup duvara çarptım. Hıncımı alabilmek için. Ama bununla uyuyan oğlumun ağlamaya başlaması da bir oldu. Belki uyanmıştı. Ama uykusu ağır olduğundan uyuklamaya devam etmişti. Jimin'i önümden itekleyerek geçerken, "Bana onun çantasını ver," dedim aceleyle. Minjun'u yattığı yerden alarak kucağıma koyup kokusunu içime çekince, huzurum, diye sarmaladım. O da zaten beni saatlerdir göremediğinden içli içli boynuma sarılıp biraz daha ağlamaya devam etti. "Geçecek oğlum, her şey geçecek." Diyerek sevdim, kendimi onunla teselli ederek çıktım bu odadan.

Jimin'in çaresiz gözlerle bana bakmasına rağmen uzattığı çantasını elinden aldım. "Dilerim, yaşadığını yaşamadan ölmezsin sende."

Bunu söyleyerek çıktım evinden. Hızlı adımlarla yüzünü öperek sakinleşmeye çalıştığım Minjun'un huylanarak gülümsemesi ömrümün tesellisiydi oracıkta. Nayoen'un gergin bir şekilde arabada bizi beklediğini görüyordum. Ona hemen Minjun'u emanet ettim. Fakat yüzünde benim için korku dolu gerçek ifadeleri vardı. "Sende bizimle gel, tek başına yüzleşme. Yapma bunu kendine," diyordu ama hayır, konuştuk bunu onunla. "Ben gerimde burayı kül edip geleceğim Nayeon. Senden tek dileğim ben gelene kadar oğlumla ilgilenmen. Neler yediğini biliyorsun, uyuyamaz ve ağlarsa boynuna yatır. Sırtını okşa. Hemen sakinleşir tamam mı?"

Gözleri dolarak tamam dedi ve Minjun'u dikkatli bir şekilde arkada arabaya bağlı olan bebek koltuğuna koydu. Çantasındaki şıngırdayan oyuncaklarını eline verdi, ağlamasın diye de ağzına emziğini bıraktı. Sonrasında bana sıkıca sarıldı. "Hemen gelmezsen yanımıza, muhteşem arıza ekibi olan arkadaşlarımızı toplayıp o it herifi öldürmeye gideceğiz haberin olsun." Dostumun olduğunu bilmek az da olsa pişen gönlüme mutluluk verdi. Ama o gittiğinde, mutluluklarımda öylece eriyip gittiler.

Yıkılmış bir haldeydim. Perişandım.

O eve doğru giderken, cebimdeki anahtarımı çıkarırken, Jimin kendi evinin bahçesinden olacakları takip etmek için duruyordu. Önemsemedim bile. Evimin kapısını açık bıraktım. Benim sandığım hanemi başı boş bıraktım. Girdim. Tüm ışıkları yaktım. Tek tek tüm hatıralarımıza elimi sürerken, onları devirirken, parçalarken, ezerken ayağımla, içim acıyordu ama bunu yapmadan da duramıyordum. Evim sandığım bu yeri tıpkı kalbimin içi gibi paramparça etmek istiyordum. Onları sahtelikleri yerine gerçeğe taşırken çok ağlıyordum.

Ama en sağlam darbemi, onunla uyuduğumuz yatağa yapmıştım. Beni en çok öptüğü, sevdiği ve aşkına inandırdığı duygu dolu ihtiraslarının olduğu yerde kıymıştım. Darmaduman edip duvarlarında sürttüm parmaklarımı. "Sizler şahittiniz bu evde benim onu nasıl beklediğimi, geldiğinde de nasıl yüzümün renklendiğini. Şimdi ağlıyorum ve kan kusuyorum. Aşkını kusuyorum. Nefret kalana kadar içimde."

Bir zaman sonra nasıl sakinleştim bilmiyordum. Yirmi dakika geçmiş olmalıydı. Geliyordu hissediyordum. Onu halen hissetmek, korkunçtu, en azından kendim için. Kapattığım telefonumu açarak tüm ondan gelen mesajları okumadan buraya en yakın taksi durağını aradım. Adresi verdim ve beni kapıda beklemelerini, gereken ücreti de temin edeceğimi söyledim.

Sonrasında da açık kapının bahçeye bakan koltuğunda oturdum. Beni yanıltmadı. Evin üzerime çöken sessizliğinin ardından onun aceleyle aracını park edişini, bahçe kapısını açarak hızlı adımlarla bana geldiğini görüyordum. Ama ben gözlerimin ağlamaktan acıyan kısımlarıyla bir an için hiç çıkmayacak sandığım parmağımdaki yüzüğümü tutuyordum. Onu görmemle, gündüzünde gördüğüm o manzara keskin bir şekilde canımı yaktı ve o ağırlık parmağımdan öfkeyle çıktı.

Sabahki kıyafetleriyle aynı değildi. Daha normaldi. Nasıl da zahmete giriyordur kim bilir mal varlığını gizlemek için, ona göre ucuz olan bu kıyafetleri giyerken. Peki o yüzüğü, benim asla çıkarmadığımı o sadece bana gelirken mi takıyordu? Ne kahır doluydum. Ne azap doluydum o vakit.

Ama daha evin içine ilk adımı atıp benim gözlerime baktığında çürüdü onun hızlı gelmiş adımları. Tane tane eğilip büküldü omuzları. Etrafa bakıyordu. En çok da bana. Yumruğumdaki yüzük onun bana ufalmış adımlar boyu kadar sinsi gelirken, gülümsüyordu. Ağlarken gülümsüyordum ona. Mahvettiği bizi, beni, perdenin kapanışa ithafen zaferden bir gülümseme vardı.

O yüzüğü önüne doğru fırlatırken özellikle.

"Hayır, hayır Jungkook, hayır." Dedi. Zekiydi. Bu hikayedeki tek aptal ben olduğum için anladı bile hemen. Daha ben tek bir kelime edemeden. Oysa ben onun eğilip bükülen, acıyla kasılan bedenine tezat bir dinçlik içindeydim. Bana yaklaştığında, elini çaresizce yüzüme doğru kaldırmaya çalıştığında, yalvarmak için ağzını aralayıp bir şeyler söylemeye çaba ettiğinde durdurdum onu. Şimdi sadece ben konuşacaktım. O ise susacaktı. "Sakın, sakın bana dokunma. Senin bana dokunmaya bile hakkın yok. Anlıyor musun beni? Senin benim karşımda nefes bile almaya hakkın yok artık!"

Olduğum yerde dört dönüyordum. Gözüme onunla paylaştığımız benim için özel, unutmamak için özenle dikkat ettiğim anlarım aklıma geliyordu. Sonrasında onun bu son öğrendiğim gerçek hali. "Öğrenmeyeceğimi mi sandın, yeterince beni kandırmadın mı? Daha ne kadar devam edecekti bu oyunun? Söyle ne kadar?" diyerek bağırdım yüzüne. Benim aksine gözlerindeki batmaları azalsın diye sıkıyordu kendisini."

"Açıklamama izin ver?" diye yalvardığında, daha geçen ay evimiz için getirdiği o küçük süs bibloyu elime alarak önüne fırlattım. "Neyi açıklayacaksın? Bunu mu? Nasıl da beni kandırdığını mı Taehyun? Sahte oluşturduğun bu dünyanı nasıl zamanla süsleyip bıraktığını mı? Oh, doğru. Sen koskoca Kim Holdingin CEO'su Kim Taehyung'sun. Hani benim ek iş aldığını söyleyerek çalışmaya devam eden eşim. Doğru seninle evli değiliz biz. Sen zaten evliymişsin. Sen zaten benim hiç değilmişsin ki. Sen benim olmamışsın ki hiç."

Avazım çıktığı kadar bağırıyor ve ağlıyordum. O ise sığamadığı kendisine çaresizce bir şeyler diyordu. "Yemin ederim seni kaybetmemek için söylemedim." Dedi ve bu bahanesi ile daha da çıldırdım. "Biz ilk tanıştığımızda da yalan söyledin sen. Sen en başından beri bana sadece yalan söyledin." Çıldırıyordum adeta elimin yumruk olmuş gücüyle, benim için hızlandığına inandığım o kalbine vuruyordum. Yüzünü tokatlıyordum. Öyle sert yapmıştım ki bunu parmağımın izi kaldı yanağında. Oysa sevdiğim adamın eline iğne batsa benim canım acırdı. Ama acıdığım kadar can çekişiyordum. Bana bunu kendisine yaptırdığı için bile nefret ediyordum ondan, kendimden, bizden.

"Ya ben sana yalvardım, ben sana kaç kez gözyaşı döktüm. Şu geldiğin yollar var ya, ben gözlerimin ardını senin o geleceğin yollara döktüm. Ben her şeyimi sana adadım. Sen ve oğlum için devam ettim. Bunun karşılığı bu muydu? Hiç mi sevmedin beni? Sevmedin de seni bu kadar çok seven bir adamın en büyük mutluluğu olarak değil de en büyük acısı olarak kalmayı seçtin. Söylesene ben sana farkında olmadan kötü bir şey mi yaptım? Canını mı acıttım? Bunu birine yapmak için ölesiye nefret etmek gerek. Sen nefret ettin benden..."

Beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Elimi tutuyordu ama ben ateş düşmüşçesine kaçıyordum ondan. "Bırak beni, dokunma bir daha bana. Yeterince dokunup mahvettin beni. Kendi iğrençliğinle de kirlettin beni. Senin yüzünden iğrenç bir adamım. Sen iğrenç bir adamsın."

"Sana yeminlerim olsun ki benim varlığımın senin yanında hiçbir önemi yok. Ben zaten bu yüzden hep senin yanındayım. Adımın, konumumun hiçbir anlamı yok." Diye savunurken kendisini, iğrenerek bakıyordum ona. "Ben senden değil kendimden nefret ediyorum. Çünkü senin gibi birinin benimle olmasını imkansızdı. Ben sana ilk bakışta âşık oldum. Ve senin de beni sevmeni çok istedim. En büyük bencilliğim de sensin Jungkook. Ben senin yanında her daim kendimdin."

"Artık sözlerin hiçbirine inanmıyorum. Hiçbirinin anlamı yok benim için. Bitti her şey bitti anlıyor musun, daha fazla kandıramayacaksın beni. İzin vermem buna." Diye diş gösterdim. Ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Dünyam başıma yıkılıyordu ve o bunu kabullenemiyordu. Kendisinin yıktığını kabul etmiyordu. "Bitemez bitmeyecek de seni asla bırakmayacağım. Her şeyi iste ama seni bırakmamı asla isteme benden. Bunu yapmayacağım."

Kırgınlıklarım boylu boyunca onun halen bencilliği üzerinde cirit atarak öfkeyle bir bütün oluyordu. İlk kez ona nefret ederek baktım. "Sen beni çoktan bırakmışsın ki. Gördüm seni. Bir karın var senin." Tiksindim ondan bunu söylerken yeniden. Sonrasında kendimden. "Ya sen bana arkadaşlarıyla buluşmak için işteyim diyen bir yalan söylememişsin. Neden anlamıyorsun bunu, ya sen beni mahvettin. Sen beni öldürdün, öldürdün. Daha ne yapmamı istiyorsun. Seni asla affetmeyeceğim." Tek tek bağırarak söyledim. Çünkü anlamak istemiyordu. Benim kabullenmek zorunda kaldığım şeyleri o kabul edemiyordu. "Duydun mu beni, ben seni asla affetmeyeceğim. İsmin gibi yok olup gideceksin şimdi hayatımdan."

Onu gerimde bırakarak terk etmek için hamlede bulundum. Aceleyle önünden geçtim. Çünkü zangır zangır titriyordu bedenim. Ama o; "Bizim bir oğlumuz var her şey sen bitti dedin diye bitmeyecek. Sen benim gerçek ailemsin. Seni kaybetmeyeceğim. Yıllardır bunun için uğraşıyorum ve şimdi senin öylece benden gitmene izin vermeyeceğim," diyerek, mahvettiği hayatıma karşı bir küstahlıkta bulunduğunda, ileriye giden ayaklarımı ona dönmek için zor da olsa çevirdim. Kendime ait son gurur demlerimi yaşıyordum. "Senden izin almadım. Ben seni tanımıyorum. Benim bir eşim vardı evet. Ama o da bugün öldü. Sen artık bir ölüsün. Yoksun. Olmayacaksın da. Oğlum da hiç bilmeyecek seni. Senin gibi iğrenç bir yalancının tekine baba demesine izin vermeyeceğim."

Dizlerinin üzerine çöktü. Hıçkırarak ağlıyordu karşımda. "Gitme, beni terk etme. Yalvarırım. Bilmediğin şeyler var. Yemin ederim bilmediğin çok şey var. Ben sadece seni seviyorum. Sensin benim ailem. Beni bırakma. Bitirme bizi."

"Bitti tebrikler. Kutla yokluğumu. Çok uğraştın, çok çabaladın yıllardır bunun için. Ama bitti. Sen benim için artık yoksun. Ben seni değil, Taehyun adındaki o adamı çok sevdim. O ise bugün öldü gözlerimin önünde. Şu an karşımdaki kişiyi, seni tanımıyorum. Senin gibi bir insanı tanımıyorum ben. Nasıl başlattıysan öylece bitiriyorum. Ama gerçekle. Çünkü asla affetmeyeceğim seni."

"Hayır... hayır. Benim sensiz olmaya yaşama gücüm yok."

Peşimden gelmesini, ağlamasını umursamadım. Çünkü ben giderken de aynı şekilde ağlıyordum. O taksiye binip sadece gitmesini dilediğim adama adres veremeden kahrolurken, "Jungkook, seni bırakmayacağım," diyen bu adamın sesi duyulmaz oluyordu en nihayetinde. Halbuki ağlarken ne dağılmıştım ben. Gerçekten bittiğine inanamıyordum. Ben onunla her sonu düşünmüştüm ama böyle bir sonu asla.

İçimden geçenleri bir nefeste söylemeyi başarmıştım ama değişen hiçbir şey olmamıştı. Hâlâ paramparça olan bendim. Şimdi hepsi birer ölüm hecesi ne söylediysem sana, yaşamak için. Oğlumuz içindi. Sen onu da aldın ellerimden. Sana biraz olsun gelmem için her şeyi yaptın sen. Nasıl affedilirdi ki böyle bir insan?

Çünkü ben affedemiyordum.

Bölümün sonu.

Umarım duyguları az da olsa geçirebilmişimdir... Taehyung'un bundan sonra ne yapacağı konusunda bir fikriniz var mı?

Eh artık olaylar başlasın mı ufaktan, yeterince kurguya ısındıysak. :)

Ben Nicotesy, gidiyorum şimdilik.

Loading...
0%