@nisaa_nurr
|
Göz yaşlarını akıtmaktan simsiyah olmuş bulutların kapladığı kocaman karanlığın altında ıslanmış, kurumak için evlerine girmiş çocukları izliyordum. Ne de mutlu oluyorlardı ıslanınca. Sahi neden bu kadar mutlu oluyorlardı? Bu soruya cevap vermek zor olmasa gerek çünkü bir insan yağmurun altında hüzünle ıslandığında anlıyor ne kadar mutsuz olduğunu, anlıyor evinin barkının olmadığını, sığınacak bir kapısı olmadığını ve onu kurutacak bir annesinin olmadığını anlıyor insan... Soğuk, kızgınlığını ve sinirini belli eden bir ekim akşamıydı. Yağmur anın tadını içine çekerek insanların yüzündeki tebessümü sömürüyordu. Ufuk'un kafesinde kitap okuyordum. Fakat okuyamıyordum. Bir kelimeye takılı kalmış, gözlerimin oraya çivilenmiş olmasını hissediyordum. Kitabın 395. sayfasında, dayan, kaybedecek hiç bir şey yok Madam... Kelimeleri beynimin içinde, orkestra halinde çalıyor ve susmak bilmiyordu. Ben de mi bir Madam'dım yoksa? Kitap her kelimesinde hayatımı tanımlıyormuş, dalga geçiyormuş gibi geliyordu. Dışarıda yoğun bir trafik vardı. Trafik vardı ama içindeki bedenler sinirinden ruhlarını teslim etmek üzereydi. Baba bağıryor çocuklarına, anne sakinleştiriyor babayı, çocuklar tehdit ediliyor: "Bir daha konuşmayın, kızdırmayın babayı"... Sahi neden hiç bir şey ezber dışına çıkmıyordu? Neden insanlar bir değişiklik yapıp, hayatlarını şenlendirmek istemiyor... Bir Yağmurlu Gün Bile Olsa... Belki istiyorlardı ama bir baş rol olarak baba... Yoksa benim hayatımdaki baş rol mü bana engel oluyordu... Aslında çoğu kişi benim çok şanslı bir insan olduğumu sanıyor ama Akif Bey bin insana değil bir insana bunu yaşatmıyor, yaşatamıyor. Hiç bir şahıs insanların sandığı hayatı yaşamaz, yaşayamaz. Kitabın yine o takıldığım kelimenin Madam'ını tekrarlarken yanıma Ufuk geldi. O gelmese belkide yüzümde karanlık bulutların sömürdüğü tebessüm gelemeyecekti belki de hiç gelmeyecekti. Ufuk ile kafede tek kalmıştık. Kapanma saati gelmişti fakat kitap okuduğumu fark ettiğinden beri rahatsız etmeden masa başında kazandığı parayı sayıyordu. Yanıma oturunca "Madam bir fincan dibek kahve alır mısınız?" Dedi, Madam mı demişti o bana? Artık anlamıştım, ben de bir Madam'dım. Dayanacağım ve artık gözümde, yerde, gökyüzünde kaybedecek hiç bir şeyim kalmadı. Tek çarem hukuk bölümünü kazanıp avukat hatta savcı veya hakim olarak karşısında durduğum dünyaya son kozumu oynayacaktım. Bol şans karşımdaki... Kozuma yenilecek olanlar geçmiş olsun... Kalbimde, bir yerlerde sızısını en dibine kadar hissettiğim çok soyut bir ağrı vardı. Belki dışarıdan fark edilmiyordu ama içimi hem kor bir ateşte yakıyor hem de daha da yakmak için haykırıyordu. Ufuk cevap alamamış olacak ki tekrar aynı sorusunu farklı bir şekilde ifade etmek istedi "Esila, iyi misin, bir şeye ihtiyacın var mı?" Dedi, hala cevap vermemek üzere yemin etmiş vücudum ettiği yeminden bir buz kristallerinin kırılmasıyla hayatına devam eden moğollar gibi kafamı iki yana sallayarak kendime gelmeye çalıştım "Yok, çok teşekkürler Ufuk. Ben... çıkayım artık, geç oldu evde beni bekleyenler var, merak ederler." Ufuk, anlamamış gözlerle göz bebeklerimin içine baktı, baktı, baktı... Anlamıyordu halimi, kimse anlamıyordu. Ufuk, " Evde seni bekleyen biri mi?" Dedi. Ona anlatmamıştım, ev arkadaşlarım vardı ve 7 aydan uzun süren, kopmayan bir bağımız vardı, Tusem ve Dalya beni bu Samsun'un karanlık, en azından benim için hiç aydınlanamayacak olan şehri aydınlatıyorlardı. Ufuk'tan müsade isteyip oturduğum sandalyeden kalkıp, sandalyenin başına astığım siyah kabanımı alıp çıktım. Dışarısı buz kesiyordu. Ama tek kesilen şey buz değildi. Kırılan tonlarca kalp ve umut içeren bir keskinlikti. Yavaş yavaş kulaklığımdan dinlediğim şarkı eşliğinde kaldırımdan evime yürüdüm. Kızlar genelde bu saatte beni merak ederlerdi ancak ilk defa beni hiç aramamışlardı, ikisininde kendi bölümünde yapması gereken bir projesi vardı ve bu önemli iş için beni önemsemeleri garip değildi. Yere bakmak bir yükü kaldırırken ailesine mahcup olmak istemeyen bir Esila gibiydi. En azından bir anneyi mahcup etmemek için yapılan, kaldırılan bir yük gibi. Nedensiz akan göz yaşlarıma hakim olamadım. Kendimde değildim ama buraya, Samsun'a hayallerimi inşa etmek için değil, annemin, Firuzem'in yollarımı gözlemesinin bir nedeni olması için gelmiştim. Arkamdan bir anda bir haykırma sesi gelmişti. Dönüp bakma ihtiyacı duymamıştım ama buz kristalleri bir anda çözülüp arkamı dönmemi sağladı. Ne olduğunu anlamadan bir işin arkasından koşmam ama ayaklarım buna izin vermeden oraya koşmamı sağladı. Bir ses beni yarı yolda durmam gerektiğini söyledi. Kalın, soğuk ama insana iyi gelen, tok bir ses... Tanıdık, babamın eski şevkat dolu sesine benzeyen ses telleri... ağlayan gözler tekrar doldu Esila, yine aynısı oldu, kandın yine bir sese neden hala haykırışın dolu olduğu, uyaran sesin bittiği ses devam ediyordu. Ben bir avukat adayıydım, elime bir şey geçebilirdi, değerlendirme şansım vardı. Donup kaldığım yarı yola devam ettim. Yine o tok ses bir aslan gibi kükredi "Yaklaşma!" dedi baba taklidi ses. "Kimsin sen?" dedi yutkunarak cevap vermek istedim. Ama boğazıma bir hançer saplanmıştı, paslı bir hançer. Kanımın hareket etmesini engellemek isteyen bu şeye izin veremden konuştum "Ben... ben Esila," demekle yetindim ama benden bir ifade bekliyordu. Bi yerde yatan, kurşunun deldiği adama, bir de kamuflaj pantolonlu boyu bir elektrik dileğiyle kıyaslanamayan o adama baktım ve kaldığım yerden devam ettim "Adam ölüyor. Yardım edinsenize, bir şey yapın!" demem bir etki etmedi. Haykırışımın onlara yetişmesi için bir merdiven gerekliydi ama o merdiveni baba denen adam ben 7 yaşında iken temelinden bölmüştü. Kimse artık duyamıyordu beni. "Hemen buradan uzaklaş. Burada bulunman doğru değil." dedi uzun boylu ses. Olduğum yerde dengemi sağlamak için uzun uğraş vermiştim fakat nafile. Kendimi yerde bulduğumda ne olduğunu anlamadan uzun ses yanıma geldi ve bir şeyler söylemeye başladı:"Bayan iyi misiniz?" dedi fakat yine ağzımı bir japon yapıştırıcısı ile yapıştırmışlar misali açamadım ama gözlerim bir perdenin altında dünyaya aralık bırakılan, karanlığın içine teslim olan yaşantıdan kopmak üzereydi. Kurşun baştan sona bir insanı kan revan içinde bırakmıştı. Gözlerim bu gördüklerimi kabullenemiyor, zihnin bu kazınan görüntüleri silip atamıyor. Uzun sese cevap vermek istemiştim ama artık ne konuşacak zihin ne de cevap verecek ağızda bir güç yoktu. Bilincimin uzaklarında bulunana kıyıya vurmuş bir gemi gibi ortada kalmıştı. Bir şeyler dahi homurdanamıyordum. Uzun ses arkasına dönüp arabaya seslenerek "Yakup arabayı buraya getir, kadın bayıldı." dedi uzun ses, Yakup denen adam, "Yapacağın işi ben senin... ulu orta yere serdin adamı, sivili niye vuruyorsun?" dedi sesi uzaktan gelen adam, uzun ses, "Ben sivil öldürmedim Yakup, kadına ateş edecekti. Ayrıca bu adam sivil değil. Görmüyor musun, İsmet'in yardımcısı Tayfur. Bu adamı uzun süredir arıyorduk." dedi uzun ses, telaş içinde olduğu Yakup denen adama seslenirken sesinin titremesinden belli oluyordu. İç dünyamın sarsılmasıyla adamın kucağında olduğumu hissettim. Nefesi yakıcıydı, yüzüme saplanan tonlarca bıçak gibi derime değiyordu. Kalbi bir kuşun kafesinde çırpınması kadar sert bir şekilde dışarı çıkmak istercesine göğsünü zorluyordu. Tekrar Yakup'a seslenerek:" Yakup, sen sürücü koltuğuna geç ben kızın yanında durayım. Ne olur ne olmaz bağırır falan başımız belaya girer Lâl'a söyle halletsin, temizlesin buraları." dedi. Yakup, "Yaptığın hiç doğru değil, dağın başında bu performansı göstermiyorsun, hem sokağın ortasinda adamı vuruyorsun hem de kızın bayılmasına neden oldun. Tebrim ederim seni." dedi kızgın sesle, uzun ses tekrar celallenerek "Başlarım şimdi sana da Tayfur'a da. Geberdi gitti işte!" demesini bilincimin uzaklaştığı kıyılara vurmuş geminin içinden çıkan bir ürkek, köpek balığına teslim olmuş korsan gibi işittim. |
0% |