Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm: İnbentis

@nisaaa_z

“İsimler kişiyi kanundan koruyamaz, Bayan Gedayeva.”

“Dediğiniz gibi olsa bile... Artık Vladimir Gedayeva hayatta değil, bu da demek oluyor ki sevgiliniz için kanuna karşı çıkacak bir babanız yok.”

Saatler önce geçip gitmiş kargaşanın hâlâ zihnimi kuşatan sesleri beni ürkütüyordu. Bir deniz kenarında onu acımasızca elimden alıp gitmişlerdi. Her fırsatta reddettiğim aileme olan soyadımı kullanıp onu kurtarmaya çalışmıştım ama nafile, Yeraltı Kralı kanunlarına bağlıydı.

İdam, birini öldürmek ya da saldırmak... Ryuu yasak olan ne varsa yapmış, kendisiyle ilgili tüm gerçekleri benden saklamış ve sonunda yakalanmıştı. Yeraltı Kralı ve askerleri onu alıp götürürken bana son kez bakmamış, tek kelime etmemişti. İtirazı, en ufak bir savunması bile yoktu. Ona atılan suçları tamamen kabullenmiş gibiydi ama bana korkacak bir şeyin olmadığını söylemişti. İçinde bulunduğumuz durum yeterince korkunçtu.

Önce Ryuu’yu, sonra da beni almışlardı benden. Tek başıma her şeyden uzak bir yerdeydim öyle ki daima beni takip eden gölgeler burada yoktu. Kırmızı gökyüzünün kapladığı kurak alanı rahatsız edici kül kokusu sarmıştı. Burası ölüm gibiydi. Dört bir yanımda yanardağa benzeyen tepeler, gökte uçuşan garip canlılar vardı. Can çekişiyor gibi çığlık atmaları onların tehlikeli olduğunu düşünmeme sebep oldu. Şu an hiç olmadığım kadar savunmasızdım.

Ve kahretsin... Ben neredeydim?

“Avcı.”

İrkildim, sıçrayıp birkaç metre geriye fırladım. Biraz önce tepemde dikilip bana bakan adama delici bakışlar atmaya başladım. Gözlerimden akan soğuk yaşları elimin tersiyle silip birkaç adım daha geriye çekildim. Savunma içgüdüsüyle boğazımdan çıkan hırlama benzer sese engel olamadım.

“Daha ne kadar ağlayacaksın?” diye sordu adam sakince. Öylesine sormuş gibiydi, aslında umurunda bile olmayan gereksiz detay. Bana doğru bir adım attığında refleksle birkaç metre daha geriye gittim. Geriye doğru attığım minik adımlarımı fark edip başını usulca salladı. “Benden korkmana gerek yok.”

İstesem daha fazla uzaklaşabilirdim, bu saniyelerimi bile almazdı ama gökte uçuşan o yaratıkların karşımdaki adamdan daha tehlikeli olduğuna emindim. “Sen kimsin?” diye mırıldandım.

“Adım Drach.”

Bakışlarım krallara ait gibi görünen kıyafetlerine kaydı. “Adını değil, kim olduğunu soruyorum.” Bu adam ona hiç benzemiyor olmasına rağmen Ryuu gibi hissettiriyordu. Güvenli bir liman gibi... Daha birkaç saat önce Yeryüzü Krallığı’nı saran yağmur, şimdi gözlerimde yerini bulmuştu. “Sen kimsin, Drach?” diye bağırdım. “Neden Ryuu gibi hissettiriyorsun?”

Tek kaşını kaldırdı. “Adın Eirian Ambrosia Gedayeva, doğru mu?” Zaten bildiği bir soruyu soruyormuş gibi rahattı ama siyah gözlerindeki şüphe kırıntılarını çok net bir şekilde görebiliyordum.

“Beni tanıyor musun?” diye fısıldadım.

Adam başını belli belirsiz salladı. Bu soruma yanıt değildi, tepki vermiş olmak için yapmıştı. “Sakin ol.” dedi. Nasıl olabilirdim? “Yanına geleceğim, benden korkmana gerek yok.”

Başımı iki yana salladım. Bana yaklaşmasını istemiyordum. “Kimsin?”

Beni umursamadı, iyice yaklaşıp bana yakından bakmaya başladı. Gözlerimi üzerinden ayıramadım, tetikte olmam gerekiyordu, ona güvenemezdim. İşaret parmağıyla çeneme dokunduğunda birkaç metre daha geriye çekildim. O kadar hızlıydım ki tepki bile veremedi. “Hırslısın, bana yardım edeceğini ruhunun derinliklerinde görebiliyorum.”

“Benden ne istiyorsun?” Sıkıntı dolu iç çekişim gözünden kaçmadı. “Kimsin, Drach.”

Kollarını göğsünde birleştirip başını iki yana salladı. “Kim olduğumu öğrendiğinde korkacaksın.”

“Sence şu an korkmuyor muyum?” diye sordum sertçe.

Neredeyse sinirli olduğunu düşündüğüm bir gülümseme dudaklarını kapladığında sıkıntıyla ofladı. “Gerçekten bu kadar inatçı olmak zorunda mısın? Eleanora... Aynı benziyorsun.” Bu adam annemi nereden tanıyordu?

Uzun siyah saçlarına, başının üstündeki bir ejderhanınkine benzeyen boynuzlarına dikkat kesildim. Bana hiç sırtını dönmediği için net olarak göremediğim siyah kanatları, siyah gözleri, siyah giysileri... Ses tonundaki pelteklik onu ele veriyordu. “Sen Ejderha’sın...” Lütfen tahminim doğru olsun, diye yalvardım Tanrı’ya. Çünkü eğer bu adam masallarımızı süsleyen Ejderha’ysa, bana zarar vermezdi.

Gelişigüzel etrafına baktı, ardından beni incelemeye koyuldu. “Ölüler diyarına gelen ilk ölümsüz... Çabuk kavrıyorsun.” Kontrol edemediğim bir dürtüyle bir adım geri çekildim. Ölüler diyarına gelen ilk ölümsüz. Sipirits Area. Öldüm mü?

Kelimeler dudaklarıma geç döküldü. “Öldüm mü?”

Ejderha ciddi anlamda kahkaha attı. Ortada kesinlikle komik bir şey yoktu. “Bil diye söylüyorum, Ambrosia: ölüler böylesine güzel görünmüyor.”

Rahat bir nefes aldım ama aklıma gelen soru dehşete düşmeme sebep oldu. “Yeraltı Kralı’nın söyledikleri doğru mu?” Bana dürüst olacağına emindim, hissediyordum.

Ejderha omuz silkti, oldukça rahattı ve bu rahatlığı beni rahatsız etti. “Orada değildim, ne söylediğini nasıl bilebilirim?” Tek kaşını sorgular gibi havaya kaldırdı ve söylemem için sessizce beklemeye başladı.

Korku dolu titrek sesim dudaklarımın arasından çıktı: “Ryuu’dan Ejderha’nın Ruhu diye bahsetti. Bu doğru mu? Ryuu ve sen...” Ellerimi kendimi ifade etmek için kontrolsüzce sallıyordum.

Sözümü kesti, yüz ifadesi ciddi görünüyordu. “Her şey ortada, avcı. Hadi gel, sana etrafı gezdireyim.”

Bu şekilde kaçmasına izin veremezdim. Saçma bir şekilde ondan çekinmiyor ya da korkmuyordum. Bunun vampirlikle bir ilgisi yoktu, onu gördüğümde Ryuu’yu ilk gördüğümde hissettiğim şeyleri hissetmiştim. Sadece bunun yanına eklenen koca bir tanıdıklık hissi ve boşluk vardı. Hızla ayağa kalktım. “Gezmek istemiyorum. Ryuu’yu bulmak istiyorum!”

Usulca arkasını döndü, ona yetişmem için küçük adımlar atarak uzaklaşmaya başladı. “Ryuu kayıp değil ki bulasın, avcı!” diye seslendi. Sesinde beni sinir eden bir alay ve rahatlık vardı. Eğer Corvina’nın söylediği gibi Ryuu ve o birbirine muhtaçsa bundan sonra ne olacaktı? Her şey ortada, birçok anlama gelebilirdi. Yani o ve Ryuu birbirinden alakasız iki canlı olabilirdi. Bunları öğrenmek için Ejderha’ya ihtiyacım vardı.

Koşarak peşinden gidip ona yetiştim. “Ne demek istiyorsun? Bir grup asker ve kral onu alıp götürdü. Bense nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde buraya düştüm!” Kalbim küt küt atarken gergin nefes alışlarım beni sıkıyordu.

“Ryuu’nun gücünü biliyorsun, seni buraya o getirdi.” dedi sakince. Öyle bir tonda söylemişti ki başka hiçbir şeyi açıklamayacağını düşünmüştüm. Başını olduğum tarafa hiç çevirmeden konuşmaya devam etti. “Yeraltı Krallığı’nda kanunlar farklı işler. Orada kişi işlediği suçu çeker ve birini öldürmek bizim kurduğumuz düzene göre en büyük suç ve günahtır. Büyük suçlular Yeraltı Hapishanesi’ne atılır.”

Yutkundum. Gerçekten Ryuu yapmıştı. Yeraltı Hapishanesi’yle ilgili sözler her zaman etrafta gezinirdi ve onlara göre yorumlama yapacak olursam, Ryuu gerçekten tehlikedeydi. Bu adamın bana yalan söylemesi için hiçbir sebep yoktu. Bir anlığına Ejderha’nın kendisinden bu adam diye bahsetmek günah gibi geldi.

“Ona ne yapacaklar?” diye sordum korkuyla. “Sonsuza dek orada mı kalacak?” Bir vampir birkaç ihtimalde ölebilir ve Ryuu oradan kurtulabilirdi ama hükümdarlar tamamen ölümsüzdü. Hiçbir krallığın vârisi olmazdı, bilinenlere göre hiçbir hükümdar evli bile değildi. Onlar sonsuza dek tek başına hüküm sürecekti.

Ellerini rahatça cebine atıp bilmiş bir şekilde sırıttı. “Daha doğru soru, avcı: eğer ben yardım etmezsem ona ne yapacaklar? Sor hadi.”

Şaşkın bakışlarıma karşılık dudakları iyice kıvrıldı ve büyük bir gülümseme hâlini aldı. “Ben yardım etmezsem ona ne yapacaklar? Hem benden ne bekliyorsun ki!”

“Bir hükümdarı hapishaneye kapatmak kolay değildir, avcı. Ama bir vampiri kapatmak kolaydır. Tanrı bizi ikiye ayırdığında birimizi zayıf halka yaptı. Narin, kırılgan ve kolayca alt edilebilecek bir vampir... İnbentis taşının etkisi altına girdiğinde tüm gücünü yitirecek bir ölümsüz...” Tek elini havaya kaldırdı ve orada İnbentis’in hologramı belirdi. Gerçek olmadığını bilsem de birkaç adım geriledim. “Ryuu’nun etrafı İnbentis’le kaplı.”

Yeraltı Krallığı’nda kanunlar farklı işler. Orada kişi işlediği suçu çeker...

“Ryuu, İnbentis’i çaldı.” diye fısıldadım korkuyla.

Başını sallayarak beni onayladı.

 

Yıllar Önce

Vampirlerin güçlenmesi, hayatta kalabilmesi için kana ve krallıkların ayakta kalabilmesi için de halka ihtiyacı vardı. Doğanın kanunları güçlü olanın güçsüzü avlamasıyla ayakta kalsa da Tanrı’nın kurduğu ilk düzeni korumak isteyen hükümdarlar avlanmaya izin vermiyordu. Burada idam yasaktı.

Üç ayda bir farklı krallığın vampirlere kan temin ettiği bir sistem oluşturulmuştu. Hükümdar da olsanız birini öldürmek yasak olduğu için krallıklar yalnızca zorunlu kan bağışı yöntemiyle halkından yeterli kanı toplayabiliyordu.

Geçtiğimiz yirmi yıl içinde yavaş yavaş kendi işlerimi kendim halletmeyi öğrenmiştim. Artık bir yere gideceksem kendim gidiyor, babamı aramıyordum. Yine o günlerden birindeyken vampirlere kan dağıtma sırası Yeraltı Krallığı’ndaydı...

Yeraltı Sarayı’nın dolambaçlı koridorlarında ilerleyip kan almak için geçitler yardımıyla buraya gelen diğer vampirlerin oluşturduğu kuyruğu arıyordum. Yeraltı Krallığı’nda yaşayan elflerin duvarların arasından geçebilme özelliği olduğu için yapıların iç karışıklığı onlar için sorun olmuyordu.

Gözlerimi kapatıp kan kokusunu almaya çalışsam da yoktu. Yalnızca sarayın mutfağından geldiğine emin olduğum nefis yemeğin kokusu yayılıyordu etrafa. Karanlık duvarlara asılı meşaleleri takip ederek bir koridora girdiğimde yemek kokusunun yanında hedefim olan kan kokusunu hissettim. Yüzümdeki gülümsemeyle o tarafa doğru giderken tam tersi yönden gelen daha keskin koku beni cezbetti.

Buraya gelmeden önce bir torba bitirmiş olmama rağmen ağzım sulandı. Kollarım kaşınmaya, içimdeki canavar açığa çıkmaya başladı. Oraya doğru koşmak, tüm paketleri almak için can atıyordum.

Hangi yönden gideceğimi bilmez bir şekilde öylece kalakaldım. Etrafımda nereye gideceğimi sorabileceğim kimse olmadığı için çaresiz bir şekilde dikildim. Kimseyi beklemeden keskin kokuya doğru koşmayı çok istedim ama zor da olsa kendimi dizginledim. “Merhaba, kimse yok mu?” diye bağırdım. Sesim duvarların arasında yankılandı ama kimseye ulaşmadı.

Birkaç saniye bekledim, gerçekten çabaladım ama adımlarım keskin kokuya doğru gitmeye başladığında kendimi durduramayacağımı biliyordum. Attığım her adımda karşıma başka bir odanın kapısı çıkıyordu. Ne kadar ilerlesem de kan kokusuna biraz bile yaklaşamıyordum.

Yaklaşık on metre ilerimde olan bir kapı açılıp ve içeriden beline kadar uzanan beyaz saçlara sahip bir adam çıktığında durdum. Adam benimle aynı yöne doğru yürümeye başladı, sırtı dönük olmasına rağmen burada olduğumu bildiğine emindim. Hareketlerinin sessiz olması ve onun elf değil de vampir olduğunu fark edişim beni meraklandırdı. Belki de kanı temin edebileceğim yerin nerede olduğunu biliyordu. “Hey, bayım!”

Durmadı, hatta belli belirsiz adımlarını hızlandırdı. Koşup ona yetişmeye çalıştım fakat saçma bir şekilde ona yaklaşamıyordum. Bugün burada saçma şeyler oluyordu. Bir an önce ihtiyacım olanları alıp eve dönmek istiyordum. “Bayım, bakar mısınız? Kayboldum!” Adam durup yavaşça bana döndüğünde kendimi açıklamaya başladım. “Yeryüzü Krallığı’ndan geliyorum. Kan almam gerekiyor ama kuyruğun nerede olduğunu bulamıyorum.”

Tek kaşını havaya kaldırdı, elini yani, der gibi havaya kaldırıp bana doğru birkaç adım attı. “Benden ne bekliyorsunuz?” Gittikçe yaklaşıp bir metre kadar uzağımda durdu.

“Vampirsiniz.” diye soludum. “Kan almak için geldiğinizi düşünüyorum çünkü Yeraltı Kralı başka bir zamanda sarayına vampir sokmaz.”

Sırıttı. “Ben ihtiyacım olanı çoktan aldım hanımefendi. Sarayı geziyordum ama isterseniz sizi oraya götürebilirim.”

Aklıma gelen saçma fikir düşünme fırsatım olmadan dudaklarımın arasından fırladı. “Sizinle gezmeme izin verir misiniz?” Biri siyah diğeri beyaz olan gözlerine ilgiyle baktım. Başka bir krallıkta krallara eş değer şekilde giyinen birinin neden burayı gezdiğini iyice merak ediyordum.

Adam sahte bir üzüntüyle başını iki yana salladı. “Maalesef ki bunu yaparsanız yeterli kanı alamayacaksınız. Son gördüğümde çok az kalmıştı.” Cevap vermemi beklemeden kolumu tuttu. “Sizi oraya götürmeme izin verin.”

Her şey sadece bir saniye sürdü ve artık kan dağıtılan salondaydım. Biraz önceki adam yanımda yoktu. Yolculuk. Bunu yapabilen sayılı vampir vardı ve onlardan biriyle karşılaşmış oluşum beni heyecanlandırdı.

O adamda ilgimi çeken bir şeyin olduğunu biliyordum.

Yaklaşık on dakika sonra kendime yetecek kadar kan torbasını alıp onları bir görevliye emanet ettim. Odadan çıkıp adamı ilk gördüğüm koridora gittim. Beni bıraktıktan sonra ne yaptığını bilmesem de buradan ilerlediğine emindim. Koridor boyunca hızla ilerledim ve sonunda onun kokusunu hissettiğimde koşmaya başladım.

Bir süre ilerledikten sonra karşıma bir merdiven çıktı. Yukarı değil aşağı inişi olan merdivenden adamı bulacağıma dair olan inancım sayesinde indim ve kokusunu takip ederek ilerlemeye devam ettim. Gittikçe yaklaştım ona. Sonunda sarmaşıkların kapattığı bir geçidin önünde durdum.

“Lanet olsun!” Adamın sesini duyduğumda irkildim. İçeride beni kendinden uzaklaştırmaya çalışan bir enerji vardı ve bu ilgimi çekiyordu. Elde edemeyeceğim bir şey için çabalamak, yasak meyveyi yemek gibi hissettiriyordu. Sarmaşıkları aralayıp içeri girdiğimde adımlarım olduğum yere çivilendi.

Burası sarayın diğer odalarına göre bir mağaraya benziyordu. Tam karşımda, odanın ortasında tavandan aşağıya doğru uzanan bir sütun yer alıyordu, sütunun ortası boştu ve orada gözümü alan bir sıcaklıkla parıldayan İnbentis Taşı duruyordu. Adam İnbentis’i bulmuştu.

Milenyumlar önce iki büyük enerjiden oluşan Ejderha cezalandırılıp iki ayrı bedene bölündüğünde İnbentis Taşı ortaya çıktı. Şifa dağıtmasının yanı sıra vampir enerjisini içine çekip yok ettiği için yetkililer tarafından gizlendi.

“Burada ne işin var?” diye fısıldadım dehşetle. Birkaç adım geriledim. Elim yanımdaki duvara uzandı, eğer tutunamasam dengemi sağlayamayıp düşecektim. İnbentis hızlıca etkisini göstermeye başlamıştı ama taşa yaklaşmaya çalışan adama baktığımda onun çok daha iyi bir durumda olduğunu gördüm. Burnundan akan kan dikkatimi çektiğindeyse duraksadım. Nasıl aynı anda hem çok hasar almış hem de gayet sağlıklı görünebiliyordu?

Başını hızla bana çevirdi. “Sen!” diye bağırdı. “Git buradan!”

Kalan son enerjimle gülümsedim. “Yapamayacaksın. Hiç bulaşma.”

Sinirle güldü. “Bulaştım bile!” Bana doğru koştu, kolumu tuttu ve yaklaşık yarım saat önce olduğu gibi kendimi başka bir yerde buldum, elimde bir kan torbası vardı. Gözlerim usulca kapandı, tekrar açtığımdaysa evdeydim ve Corvina yanımdaydı.

Loading...
0%