Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm: Ejderha'nın Avcısı

@nisaaa_z

Diyorlar ki, Dünya yaratıldığında Tanrı, dört büyük krallığı oluşturmuş ve onlara hükümdarlar bahşetmiş; Gökyüzü Krallığı’na perileri ve melekleri, Yeryüzü Krallığı’na insanları ve vampirleri, Yeraltı Krallığı’na elfleri, sirenleri ve denizkızlarını halk eylemiş.

Başlarda tüm krallıklar kendi hâlinde takılsa da daha sonradan ortaya çıkan kaba ve şiddete yönelik davranışlar hükümdarların dikkatini çektiği için bu duruma müdahale edilmesi gerektiğine karar verilmiş.

Tanrı’nın kurduğu düzeni bozmak istemeyen hükümdarlar, halklarına idamı ve şiddeti yasaklamış, bunu yapanlara ağır cezalar vermeyi kendilerine şart koşmuş. Ve benim sevgilim, bir elfi öldürmüş. Vampir halkına zararlı olduğu için saklı tutulan taşı çalmış, benden kendisiyle ilgili tüm gerçekleri acımasızca saklamış...

Ryuu’yla ilgili gerçekleri öğrendiğimde, bazılarına göre olmayan kalbimin acıdığını hissettim. Çok derine inen bir bıçağın açtığı yara gibiydi: kana olan açlığımız gibi dayanılmazdı. Onsuzluk büyük bir boşluk yaratırken birden karşıma çıksa nasıl tepki vereceğimden emin olmadığımı fark ettim.

İçten içe ona sinirliydim, benden sakladığı her şey için canını yakmak istiyordum. Ama aynı zamanda onu ölesiye merak ediyor, endişeleniyordum.

Tüm bu karmaşanın içindeyken ne zaman başımı çevirsem, düşeceğimi sansam ya da Ryuu’yu özlesem, Ejderha’yı daima etrafımda buldum. Ayağıma çarpan her bir taşı ezip kum haline getirirken bir adım arkasındaydım. Birlikte acımın ruhuma sapladığı dikenleri tek tek çıkardık. Ejderha, benden yeni bir hayat kurmamı istemedi: bunun yerine beni Ryuu’suz bir yaşamımın olmayacağına inandırdı. Ona güvendim...

Sipirits Area’nın merkezindeki devasa sarayda yaşamaya alışamadım. Ejderha, benim için sanki bir kraliçeye aitmiş gibi görünen bir oda ayırdı, harika elbiseler hediye etti ama hiçbiri acımı dindirmeye ya da zihnimdeki soruları rafa kaldırmama yetmedi.

Ölüler diyarına gelen ilk yaşayan ölümsüzdüm. Ryuu’nun beni buraya getirmiş olduğuna inanamıyordum. Nasıl geldiğimi anlamadığım gibi, nasıl gideceğimi de bilmiyordum. Evimi, en çok da Ryuu’yu özlemiştim.

Haftalardır Ejderha’dan bir çare bulmasını istiyordum. Bunun için çabaladığını bilsem de elle tutulur bir gelişme yoktu ve bu durum canımı sıkıyordu. Sarayın içinde bulduğum, burada yaşayan kimse olmadığından ötürü tozlanmış kütüphaneyi kurcalayıp Yeraltı Hapishanesi’yle ilgili bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Kitaplar bu konuda dostum değildi, olacaklarını da sanmıyordum.

Ejderha, ruhlar ve ben dışında kimsenin olmadığı bu krallıkta, halkından korkmamam için beni onlardan uzak tutuyor, her öğüne kendisi çağırıyordu. Normalde böylesine ince biri olmadığına emindim ama benim yanımdayken korkmamam için olsa gerek, farklıydı.

Her zaman olduğu gibi odama gelip kapıyı çaldı, izin verdiğimde içeriye girdi ve beni yemeğe çağırdı. Diğer zamanların aksine yüzünde hafif bir sırıtış vardı, siyah gözleri neredeyse parlıyordu. Onun bu görünüşü içten içe umutlanmama sebep oldu.

“Ambrosia,” dedi.

Kimsenin kullanmadığı ikinci adım dudaklarının arasından çıktığında oturduğum yerde dikleştim. Omzuma dökülen siyah saçlarımı gergin bir şekilde itip sırtıma düşmelerini sağladım. Yukarı çıkan eteğimi tutup aşağı çektim. “Ne oldu?” diye sordum. “Ryuu’dan bir haber mi aldın?”

Başını olumsuzca sallasa da gerilmedim; yüzünü kaplayan rahatlık, bir şeyler öğrendiğini haykırıyordu. “Yemekte konuşacağız,” dedi. “Beni takip et.”

Arkasını dönüp odamdan çıktığında hızla ona yetiştim, birlikte yemek salonuna indik ve her zamanki yerlerimize geçtik. O masanın başında, bense onun çaprazındaydım.

“Bir şey söylemeyecek misin?”

Elim kontrolsüzce önümdeki kan dolu kadehe uzandığımda onu alıp dudaklarıma götürdüm. Bir şeyler söyleyip beni rahatlatmasını bekliyordum, umutlanmama sebep olup öylece duramazdı.

“Yeraltı Hapishanesi’nin bir kapısı yok, Ambrosia.” dedi. Önündeki eti küçük parçalara ayırırken konuşmaya devam etti: “Orada girişi kilitleyen ya da etrafı gözetleyen muhafızlar da yok. Fakat Ryuu’nun çıkıp gelmesini engelleyen bir şey var: İnbentis.”

İnbentis vampir enerjisini içine çeker...

Sanki gündelik olaylardan bahsediyormuş gibi rahattı. “İnbentis, enerjisini çoktan çektiği bir vampiri durdurabilir ama gittikçe güçlenen bir hükümdarı durduramaz. Bir vampirin güçlenmesi için diğerlerinin ölmesi gerekir.” Küçük parçalara ayırdığı kırmızı eti ağzına attı; çatalını tabağının kenarına bıraktı, içi şarap dolu olan kadehi dudaklarına götürdü. “Dönüştürücüler... Fazla güçlü vampirler.”

Hiç dokunmadığım tabağımı kendimden uzaklaştırıp tüm dikkatimi ona ve anlattıklarına verdim. Dönüştürücü vampirleri öldürüp kalan vampir halkını güçlendirmek mi istiyordu? Saçmalık.

“Ne yapacaksın?” diye sordum.

Onları öldürmekten daha iyi bir fikrinin olduğuna inanmak istiyordum. Dönüştürücü vampirler, Yeryüzü Krallığı için bir dayanaktı. Krallık içinde hükümdardan daha fazla sözleri geçiyordu: bir nevi vampir topluluğunun sözcüsü gibiydi. Onların ölümü, yeryüzünün sonu olurdu.

Omuz silkip başını salladı. “Ben bir şey yapmayacağım.”

O anda başıma sert bir darbe almış gibi oldum. Aklıma gelen o cümlesi beni iyiden iyiye gerdi. Daha doğru soru, avcı: eğer ben yardım etmezsem ona ne yapacaklar? Sor hadi.

Sinsice gülümsüyordu: bu tavrına bakılırsa kendi kafasında detaylı bir plan kurmuştu ve bunu mantıklı buluyordu. “Ambrosia,” diye mırıldandı. “Sana neden avcı dediğimi hiç düşündün mü?”

Kahretsin ki düşünmemiştim.

“Dönüştürücü vampirleri avlayacaksın.”

Bundan sonra söyledikleri kafamın içinde birer uğultuydu. Dönüştürücü vampirler, köklü ailelerin en yaşlı ve en güçlü bireyleriydi. On iki köklü aile ve on iki dönüştürücü vardı; Miraslava, Gedayeva, Rosaseris, Hermelenas, Kostyeva, Alreene, Haleth, Reducto, Mors, Crucio, Nott, Amren... Bu soyadların her biri köklü ailelere aitti ve onların içinde benim iki ailem de yer alıyordu: Annem Eleanora Mors ve babam Vladimir Gedayeva’nın aileleri...

“Beni tanıyorsun,” diye fısıldadım. “Kim olduğumu, ailemin kim olduğunu biliyorsun.” Masa örtüsünü avucumun içine alıp iyice sıktım. “Bunu yapamayacağımın farkındasın.”

Sessizce sözlerimi bitirmemi bekledi. Gözlerinin içine baktığımda orada gördüğüm iki şey vardı: bana karşı haksız bir sinir ve sakin olup durumu anlamaya çalışma isteği. Bakışları gittikçe derinleşti; bana geçtiğimiz iki haftanın aksine, ürkeceğim derecede soğuk bir bakış attığında hiçbir şey söylememiş olmayı diledim. Karşımdaki adam öylesine biri değil, bir hükümdardı. Diğerleriyle birlikte kurduğu düzene karşı çıkıp geçtiğimiz tüm yüzyılları hiçe atmak isteyen bir hükümdar... Bu diğerlerinin arasında hain olarak adlandırılmasına yetecek bir sebepti.

“Ryuu’yu orada bırakmak mı istiyorsun?” diye sordu. Beni yargılamadığına emindim: sadece merak ediyordu.

Her suçlu cezasını çekmeli, diye düşündüm ama bunları sesli söylemek, kelimelerin dudaklarımdan sakince çıkışını dinlemek bana günahtı.

“Hayır,” dedim. Hayır, onu orada bırakamam.

“Ama?”

Gergince nefesimi verdim. “Bunu kimsenin kabul etmeyeceğini biliyorsun. İdam yasak, birini öldürmek yasak, şiddet yasak! Bu kuralları sen koydun, Ejderha. Şimdi gelip yüzyıllar önce karar verilip uygulanmaya başlanan bu sisteme karşı çıkmamı bekleyemezsin!”

Tek kaşı havaya kalktı. “Ryuu’yla bir aile kurmak istediğini sanıyordum.”

Bunu her şeyden çok istiyordum. Usulca ayağa kalktım. “Beni manipüle etmeye çalışma, Ejderha! Burada oturup yemek yiyeceğine gidip bir vampiri öldürmeye ne dersin? Beni tüm bu işlere karıştırmadan...” Arkamı dönüp oradan uzaklaştığım sırada çatal ve bıçağın birbirine vuruş sesi yankılandı. Odama gitmemi söylediğinde çoktan oradan çıkmıştım.

 

Bir eylem ve yüzlerce kötü sonuç ihtimali etrafımı kuşatmışken geride bıraktığımız iki saatte büyük bir vicdan muhasebesi yapmıştım. Ryuu, benim yerimde olsa ne yapardı diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Alışılmış olan sistemimize karşı gelir miydi yoksa sadece yaşamaya devam mı ederdi?

Kendi kendime gülümsedim. Ryuu, hiç şüphesiz peşime düşer, hangi cehennemde olursam olayım beni bulup kurtarırdı. Bunun farkında olmam, onu kurtarma şansımı elimin tersiyle itmemi daha da korkunç kılıyordu. Onu seviyordum, hem de çok seviyordum ama daha önce hiç sevgim için kanuna karşı çıkıp çıkamayacağımı düşünmemiştim. Zaten daha önce buna gerek olmamıştı.

Fantastik bir kitabın içinde olmayı diledim, o zaman bunu düşünmeme gerek olmazdı, insanların yazdığı vampir kurgularında karakterler daima saldırgan, başına buyruk oluyordu. Ancak hükümdarların sistemi bizi saldırganlıktan çok uzak bir şekilde yaşatıyordu, iyice insanlaşmıştık.

 

Sipirits Area’nın kırmızı göğüne bakarken orada yavaştan belirmeye başlayan yıldızlar, Yeryüzü Krallığı’nda güneşin battığını anlamama sebep oldu. Odamın penceresini aralayıp pencerenin önündeki mermere oturdum. Araladığım camdan içeriye kül kokusu hücum etti, yüzüme rüzgârı andıran bir hava dalgası dokunup geçti. Buna şaşırdım çünkü Sipirits Area’da hava değişikliğinin olmadığını biliyordum.

İç çekip karşımdaki dağları, dağlarda gezinen siyah garip yaratıkları inceledim. Geçtiğimiz saatlerde Ejderha, yani Drach’le bir daha konuşmamış, odamdan bile çıkmamıştım. Nerede olduğu ya da ne yaptığıyla ilgili hiçbir fikrim yoktu. Benimle ilgili ne düşünüyordu, onun gözünde korkak biri miydim?

Bana kırgın mı yoksa sinirli miydi merak ediyordum. İçimden bir ses Ejderha’nın herhangi bir şeye kırılmayacağını söylese de içime dolan rahatsız edici histen kurtulamadım. Acaba Ryuu, dönüştürücüleri avlamayı reddettiğimi öğrense kırılır mıydı? Bu düşünce birkaç saniye nefesimi tutmama sebep oldu.

Bir süre daha odamda oturdum, yemek vakti geldiğinde Drach’in beni almaya geleceğini düşünüyordum ama bunu yapmadı. Beni görmezden mi geliyordu? Belki de büyük bir hata yaptığımı düşündüğünden olsa gerek yalnız başıma kalıp bunu düşünmemi istiyordu...

Ryuu’nun geçerli sebebi olduğuna emindim ama kanunlar birini öldürmenin hiçbir sebebi olamayacağı yönündeydi. Ayrıca Ryuu, sadece birini öldürmemiş, aynı zamanda İnbentis’i de çalmıştı. Belki de kanunlara hak veriyordum...

Gök tamamen yıldızlara sahip olduğunda odamın kapısı açıldı. Kalbim heyecan ya da korkuyla atmaya başladı. “Geciktin,” diye mırıldandım. “Yarım saat önce yemekte olmamız gerekiyordu.” Ayağa kalkıp pencereyi kapattım ve ancak o zaman arkama dönüp içeri gelen kişiye baktım.

Drach değildi.

Korkuyla birkaç adım gerileyip sırtımı pencereye yasladım. Karşımda dikilen ve ceset gibi kokan şey ifadesizce durup bana bakıyordu. Dört tane mavi göze sahipti, tüm vücudunu saran siyah bir pelerin giyiyordu ve şapkası takılıydı, şapkanın altından solgun görünen lacivert saçları dökülüyordu. Bu görünümü oldukça ürkütücüydü. Diğer ruhlardan farklı gözüküyordu.

“Sen kimsin?” diye fısıldadım.

Ruh, orada olduğumu yeni fark etmiş gibi bir adım geriledi. Beni şaşırtarak sağ elini karnına doğru kıvırdı, öne eğilip reverans yaptı. Sorumu tamamen görmezden gelip bana doğru yavaş bir adım atıp aniden durdu. “Avcı, Ejderha yemeğe inmenizi söyledi. Bugün size ben eşlik edeceğim.”

Buraya geldiğim ilk günden beri halkı olan ruhları benden uzak tutan Drach’in ruhlardan birini bana eşlik etmesi amacıyla odama göndermesi beni gerdi. Anlaşılan durum tahmin ettiğimden daha berbat bir hâldeydi. Drach, normalde içinde benim olduğum her şeyi kendisi hallederdi ama şimdi benden oldukça uzaktı.

Kollarımı rahatsızca göğsümde birleştirip ruhu sinirlendirmemek için zorla gülümsedim. “Teşekkür ederim, kendim inebilirim.”

Dört gözünü aynı anda kapatıp başını iki yana salladı. Bu şekilde ani hareketler yaptığında hologram gibi görünüyordu. “Ejderha’nın kesin emri var, avcı. Sizi yemek salonuna kadar ben götüreceğim.”

“Pekâlâ, hadi gidelim.”

Bu anı daha fazla uzatmamak için kapıya doğru bir adım attığımda önüme geçip beni durdurdu. “Hayır.” Kesin bir dille reddetti. “Hazırlanmanız gerekiyor.” Kelimeler dudaklarının arasından adeta tıslıyormuş gibi çıkıyordu. Yabancı biriymiş gibi garip bir aksanı vardı. Biraz düşündüğümde bu ruhun eskiden Gökyüzü Krallığı’nda yaşayan bir peri olduğunu anladım. Rahatsız edici ceset kokusunun ardında bir yerde masalları süsleyen güzel kokuları, çiçeklerle kaplı ormanları, güneşin asla uzaklaşmadığı bir yeri görebiliyordum.

“Ne için hazırlanmam gerekiyor?” diye sordum. Drach’le yediğim hiçbir yemekte özellikle hazırlanmama gerek olmamıştı. Zaten dolabım şaşalı, dikkat çekici kıyafetlerle dolu olduğu için ekstra bir çaba harcamıyordum.

Peri olduğunu düşündüğüm ruh, anlamadığım bir dilde bir şeyler fısıldadı ve içeriye bir grup ruh doluştu. Her biri diğerlerinden farklıydı, aralarında büyüleyici bir çekiciliği olanların yanı sıra korkutucu çirkinliğe sahip olanlar da vardı. Onların varlığı beni ürkütüyordu. Bedenim kaskatı kesildi, birkaç adım geriledim.

“Ejderha bir ziyafet düzenliyor.” dedi peri olan. “Sizin de katılmanızı istiyor.”

Diğer ruhlar beni makyaj masasına doğru yönlendirdi, aceleci hareketlerle hazırlanmama yardım ediyorlardı. Ruhlar, solgun tenleri ve gözlerindeki boş bakışlarla adeta birer hayal gibi duruyordu. Aralarından beni gerçekten görüyor gibi görünen tek kişi periydi. O, ölümle yaşam arasında bir çizgide takılıp kalmış gibiydi.

Hızla hareket eden parmakları, sanki bedenimden geçip gidecekmiş gibi bir his uyandırıyordu. Ruhlar, bu işleri tahmin ettiğimden de hızlı bir şekilde bitirip odadan çıktılar. Peri olana döndüm. “Senin onlardan farkın ne?” diye sordum.

Solgun, gri yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. Sorumu cevaplamak için acelesi yoktu, arkasını dönüp dolabımı açtı. Oradan üzerine yıldızlar dökülmüş gibi parlayan altın işlemeli, lacivert bir elbise çıkarıp yatağın üzerine bıraktı. “Dört hükümdar, dört seçim... Draekra’nın gözleri beni bulduğundan beri bu diyardayım, ne tam ölü ne tam diri.” İnce parmakları, elbisenin pürüzsüz kumaşının üzerinde gezindi. “Diğer ruhlar yalnızca birer gölgeden ibaret, yaşamdan kopmuş suretler. Ben ise iradenin yankısıyım. Görevim asla sona ermeyecek, varlığım gibi.”

Kaşlarımı çattım. Rahatsız edici bir şekilde tanıdık hissettiren ismin sahibini merak ediyordum. “Draekra da kim? Ayrıca ne görevinden bahsediyorsun?”

Bu sefer dudaklarını kaplayan gülümseme belirgindi. “Zaman, avcı, çok şeyi gizler ve hizmetkârların bunları dile getirme yetkisi yok.” İçeriye girdiği zamanki gibi eğildi. “Şimdi, izninizle gidiyorum. Sizi kapının önünde bekleyeceğim.” Başka bir şey söylememe izin vermeden odadan çıktı.

Perinin tavırları beni meraklandırsa da ilk defa duyduğum bu ismin üzerinde durmamaya karar verip benim için getirdiği elbiseyi giydim. Tek başıma olduğum için giyimi zor olan dar elbise, on dakikanın sonunda bedenime oturduğunda odadan dışarı çıktım.

Peri söylediği gibi kapının önünde beni bekliyordu ancak kıyafeti değişmişti, artık daha çok göz önündeydi. Üzerinde siyah bir takım elbise vardı ama asla Drach’in giymeyeceği tarzdan bir sadeydi. Girmem için kolunu uzattığında tek kelime etmeden ona ayak uydurdum. Bu kadar hazırlığı gerektirecek daveti açıkçası merak ediyordum.

Periyle birlikte salondan içeri girdiğimizde, Drach çoktan masadaki yerini almıştı. Gözleri bizi görünce hemen yanımdaki periye döndü. “Zenith!” dedi, sesinde anlamlandıramadığım bir sıcaklık vardı. Eski bir dostunu görmüş gibiydi.

Adının Zenith olduğunu öğrendiğim peri -ki ona artık peri demek zordu- bana yaptığının aksine içten bir baş selamıyla yetindi. Bu hareketinin koluna sıkıca sarılmış olan benden dolayı olduğunu anlamıştım. Neyse ki Drach bu durumdan etkilenmedi. Zenith, “Majesteleri...” diyerek selamını yineledi.

Zenith’den uzaklaşıp masadaki yerime, Drach’in çaprazına geçeceğim sırada onun net sesi beni durdurdu. “Oraya değil, karşıma oturacaksın.” İçeri girdiğimden beri ilk defa gözlerinin içine baktım, sözlerini ikiletmeden masanın diğer başına oturduğumda Zenith, Drach’in işaretiyle çaprazıma oturdu.

Boğazımı temizleyip Drach’e baktım. “Bu ne ziyafeti?” İçinde bizden başka kimse olmayan odayı işaret ettim. “Ve neden kimse yok?” Dantel eldivenlerin sardığı ellerimle oynamaya başladım.

Kapının dışında borazanlar çalmaya başladığında hepimizin bakışları oraya döndü. Kapalı olan kapının içinden geçen onlarca ruh, önümüzde eğildi, ardından mumlarla aydınlatılmış masaya oturdu. Gergince Zenith’e daha fazla yaklaştım. Drach’in bu adama olan yakın tavrı, içimde ufak bir güven oluşturmuştu.

“İşte geldiler!” dedi Drach. “Bugün her şey değişecek.”

Meraklı gözlerle ona bakıp “Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye fısıldadım. Masadaki herkes mutluydu, bende şaşkın ve korkmuş. Drach, halkını saraya davet ederek tehdit altında hissetmemi mi istiyordu? Eğer eve nasıl döneceğimi bilseydim burada bir saniye bile durmazdım.

Bakışlarıma hiç aldırmayan Drach, halkına uzun bir konuşma yaptı ve beni takdim etti: Ejderha’nın Avcısı olarak. Ryuu’yu geri getireceğime dair sözler verdi, onları umutlandırdı ve sevindirdi. Tüm yükü, sorumluluğu benim üzerime attı. Hepsinin bakışları bana döndü, sanki onların kurtarıcı meleğiymişim gibi taparcasına bakıyorlardı.

Drach kadehini havaya kaldırıp “Ailemize!” diye haykırdı.

Kimi ruhlar “Ejderha’nın Ruhu’na!” diye devam ettirirken kimileri “Ejderha’nın Avcısı’na” diyordu. İkimizden peş peşe bahsettiklerinde her şeyin gerçekliği zihnime dolmaya başladı. Ruhlar diğer kralları olan Ryuu’yu kurtaracağımı düşünüyordu.

Yanımda duran Zenith’e döndüm: bunun olacağını biliyordu. Drach’in arkasında olduğunu gözlerinden görebiliyordum. Hepsi, Ryuu’yu kurtarmak için katil olmamı istiyor ve bunu destekliyordu.

Hızla ayağa kalktım.

“Otur, Ambrosia.”

“Onlara ne vaat ettiğinin farkında mısın?” diye bağırdım. Herkes sustu, hangi dilde konuştuğunu anlamadığım ruhlar bile dikkatlice beni izlemeye başladı. Bir açıklama beklercesine Drach’e bakıyordum.

“Kim olduğunu hâlâ anlayamadın mı, Eirian Ambrosia Gedayeva?” diye sordu büyülü bir sakinlikle. “Sen onların kurtarıcısısın.”

Başımı iki yana sallayıp sertçe konuştum, sesim oldukça yüksekti. “Kahrolası bir kurgunun içinde değiliz, Drach! İnsanların inandığı vahşi vampirlerden biri değilim, hayatım boyunca kimseyi öldürmedim, zarar bile vermedim! Sana daha önce de söyledim, bizi bu denli insanlaştıran kuralı sen ve diğer hükümdarlar koydunuz, kimseden buna uymamasını bekleyemezsiniz!” Tüm bu yaratıklar benden Dönüştürücüleri ve ailemi öldürmemi istiyordu. Yapamazdım. Belki de... Yapabilir miydim?

“Onu suçlamayın, avcı.” Yanımdaki Zenith usulca bana döndü. Sinirli bakışlarım onu göz hapsine aldığında bunu umursamadı bile. “Kuralı koyan Draekra’ydı.”

Arkamdaki sandalyeyi iterek masadan uzaklaştım. “Lanet olası Draekra da kim?” diye bağırdım. Kimse cevap vermedi. “Drach, odama gitmek istiyorum.”

Gitmeme izin vermedi. Gece boyunca ruhlarla birlikte kalıp eğleniyor gibi davranmak zorunda kaldım ama bu günün ardından onunla konuşup içine düştüğüm durumdan kendimi kurtaracaktım.

Loading...
0%